YENİ-SÖMÜRGE TÜRKİYE’DE DEĞİŞİM “ÖZAL MUCİZESİ”

0 273
image_pdf

TÜRKİYE’NİN YENİ-SÖMÜRGELEŞMESİ – II

Geçmişten Bugüne Yeni-Sömürgeci Yapı ve Türkiye’nin Sınıf İlişkileri

Geçen sayımızda, Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme sürecinin ilk dönemini incelemiş ve teknik deyimle “ithal ikameci kalkınma” diye nitelendirilen bu çarpık kapitalistleşme modelinin sosyal ve politik sonuçlarını özetlemiştik. Yaptığımız özet boyunca görülen olgu, bütün bu sürecin, bir yandan Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin talan edilmesine ve yoğun bir sömürüye yol açtığı, öte yandan ise sistemin işleyiş mantığından ötürü belli bir “kapitalist gelişme” zemini yarattığıdır. Klasik sömürgecilikten farklı olarak dışa bağımlı bir sanayileşme yaratarak emek-yoğun sektörleri geliştiren ve gümrük duvarlarıyla korunan yapay bir ortamda çarpık tekelleşmeye yol açan bu sistem, bir yandan emperyalizmin bizzat “içsel” olgu olduğu yeni bir hegemonya ve sömürü biçimi yaratırken, diğer yandan da tarımda feodalizmin tedrici bir çözülmesini ve hastalıklı bir kentleşmenin sosyal sonuçlarını beraberinde getirmiş, ülkenin toplumsal-siyasal manzarasında ciddi değişiklikler oluşturmuştur. Bütün toplumsal sınıf ve tabakaların iktisadi-sosyal-kültürel dünyaları bu büyük alt-üst oluş sırasında değişmiş, yaklaşık otuz yıl devam eden siyasi statükonun kısmen tasfiyesiyle politik arena da “renklenmiş” ve sonuçta 12 Mart generallerinin “sosyal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmıştır” diye tanımlayacağı bir noktaya ulaşan sosyal hareketlenme özellikle 1960 sonrasının karakterini belirlemiştir. Klasik sömürgecilikten farklı olarak yeni-sömürgecilik olarak tanımladığımız bu süreç günümüze değin gelen Türkiye panoramasının belirleyici öğesi olmuştur.

Şüphesiz Türkiye devrimci hareketinin en devrimci damarının tam bu yıllarda doğması da rastlantı değildir. Yeni-sömürgeci sistemin 60’lı yılların ikinci yarısından başlayarak 1970’li yıllarda çok yönlü olarak açığa çıkan tıkanması ve politik ortamdaki değişmeler ancak böyle bir perspektifle anlaşılabilir. Karmaşık ve çalkantılı 1970’ler, burjuva bakış açısında ve medya organlarında belki salt “12 Eylül öncesi kaosu” gibi basit bir cümleyle tanımlanabilir ve 1980 restorasyonu salt “demokrasi kesintisi” olarak gösterilip işin geri kalan bölümü de Özal gibi kişiliklere bağlanabilir; ama gerçekte sürecin arkaplanında dünya kapitalist sisteminin 1929 sonrasında yaşadığı en ağır kriz -1970’lerde başlayan kriz- vardır. Ekonomisinden politikasına ve kültürüne dek emperyalizme bağımlı olan yeni-sömürge Türkiye, “gelişme”siyle olduğu kadar kriz ve darboğazlarıyla da bu sistemin bir parçasıdır, onun izdüşümleriyle kendini var etmektedir. Bu yüzden, 70’ler ve 80’leri anlayabilmek için önce dünya kapitalist sisteminin süreçteki işleyişine ve hegemonya ilişkilerine bakmak ve oradan gelerek Türkiye’ye yoğunlaşmak daha gerçekçi bir yöntem olacaktır.

  • 1970: Emperyalist Sistemin Büyük Kırılma Noktası

a) Savaş Sonrası ve Gelişme Rüzgarları

Anımsanacağı gibi, 11. sayımızda, emperyalizmin bunalım dönemlerinin ayırdedici unsurlarından söz ederken, esas olarak dünya kapitalist sisteminin sömürü yöntemleri, kapitalist dünyanın ekonomik, siyasal ve toplumsal örgütleniş tarzı ve sosyalist hareketin, dünya halklarının mücadelelerinin durumu üzerinden bir tanımlama yapmış ve bu üç bileşenin belirleyiciliğini vurgulamıştık. Aynı yazıda ve benzer konuları işlediğimiz başka yazılarımızda, emperyalizmin sürekli ve genel bunalımının bütün tarih boyunca düz bir çizgi izlemediğini, bu sürekli-genel bunalımın yukarıda saydığımız faktörlere bağlı olarak belli dönemeç noktalarından geçtiğini ve belli dönemler boyunca az çok istikrarlı-tanımlanabilir özellikler gösterdiğini anlatmıştık. Şüphesiz bu çözümleme, tarihin bıçak gibi kesilerek birbirinden ayrılan süreçlerden oluşmadığını, kimi durumlarda eski ve yeni özelliklerin içiçe görüldüğünü kabul etmekte, ancak yine de genel ölçütler bakımından ayırdedici niteliklerin kavranılabileceğini söylemektedir.

Sorunun bu cephesi özellikle önemlidir; çünkü esasen bunalım dönemi olarak tanımlanan zaman dilimi de kendi içinde başından sonuna tamamen istikrarlı, tamamen değişmez olguların düz bir ilerleyişi biçiminde seyretmemektedir. Bir bunalım dönemi içinde, sürecin genel tablosunu kapsamlı ve köklü biçimde değiştirmeyen ama sistemin işleyişini etkileyen, hegemonya ve sömürü ilişkilerini kısmen farklılaştıran ara-evreler yaşanabilmekte ve bazen bu evrelerde ipuçları görülen yöntem ve araçlar, gelecekte yeni süreçlerin hazırlayıcısı olabilmektedir.

Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi, bu bakımdan çok karakteristik örnekler içerir. Özellikle 1945 sonrasındaki ilk on-onbeş yıl (daha genel bir kabul olarak 1970’e kadarki süreç), deyim yerindeyse bir “balayı” süreci olarak kendine özgü nitelikler gösterir. Her şeyden önce, II. Paylaşım Savaşı’ndan en az zarar görmüş güç olarak çıkan ABD emperyalizminin dünya kapitalist sistemindeki hegemon niteliği bu süreçte son derece net olarak ortadadır. Savaş sırasında büyük miktarlarda sermayenin değersizleşmesi (savaş sürecinde ABD dışındaki ülkelerde büyük yıkımlar yaşanması, mali sistemin çökmesi vb.), özellikle ABD emperyalizmine büyük bir genişleme kapasitesi yaratmış, böylece ulaşılmış olan büyük sermaye birikiminin önündeki kapalı yapılar sisteminin yıkılması zorunlu hale gelmiştir. Bu birikim, aynı zamanda Marshall Planı gibi uygulamalarla savaşta harap olmuş Avrupa’nın canlandırılarak komünizme karşı ayakta tutulmasına akmaktadır. Böylece sermayenin önüne oldukça yüksek kar oranlarını sağlayan büyük inşa projeleri çıkmıştır. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın girişimiyle 1947’de kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Komisyonu (OEEC) bu sermaye akışının düzenlenmesiyle birlikte ABD hegemonyasını da tescilleyen iyi bir örnektir.

Diğer yandan ise aynı birikim, eski tip sömürgeciliğin kapılarını zorlayarak yeni bir bağımlılık biçiminin temellerini atmakta, borçlar, krediler, hibelerle yeni-sömürgeci kapitalistleştirme yöntemlerinin aracı olmaktadır. -Sonuçta, dünya çapında büyük bir “inşa” dönemi yaşanmaktadır. Varlıklarını bugüne dek koruyan bir dizi emperyalist kurumun (IMF, Dünya Bankası, NATO, vb.) hemen hemen tümünün aynı yıllarda kurulması rastlantı değildir. Emperyalist ülkelerin tarihte ilk kez birbirlerine karşı paktlar biçiminde (İttifak-İtilaf, Mihver-Müttefik) değil de, ortak kurumlar içinde örgütlenmiş olmaları da son derece çarpıcıdır.

Ve elbette bütün bu kurumlaşmalar, ABD’nin tartışmasız üstünlüğü zemininde gerçekleşmektedir. 1944’te 44 ülkenin katılımıyla toplanan Bretton Woods Konferansı, bir yandan altının ve sterlinin (dolayısıyla İngiltere’nin) uluslararası kapitalist dünyadaki egemenliğine son verip doları rezerv para haline getirirken, diğer taraftan da tamamen ABD’nin hegemonyası altında olacak Dünya Bankası ve IMF’nin kuruluşunu kararlaştırmıştır(1). Böylece hem yeni-sömürgelere akacak sermaye ihracı ABD’nin belirleyiciliğinde düzenlenmekte, hem de bu sermaye akışı dolar üzerinden disipline edilerek dalgalanmalara karşı önlem alınmaktadır. ABD, bu yoldan hem Avrupa cephesine hem de genel olarak bağımlı ülkeler dünyasına büyük miktarlarda dolar akıtabilmektedir.

Kimi yazarlar tarafından bu ilk sürecin “uzun genişleme (ya da refah) dönemi” olarak tanımlanması, aslında bir ölçüde kapitalizmin klasik devrevi bunalımlarıyla tekelci çağın genel ve sürekli bunalımının birbirine karıştırılmasından doğmaktadır ve doğru değildir. “Balayı” boyunca bir dizi teknik sıçramayla birlikte kapitalist üretimin yapısının değiştiği, büyük sermaye kütlesinin yeni alanlara kayarak (ve giderek daha fazla tekelleşerek) olağanüstü hızlı bir gelişme yarattığı doğru olmakla birlikte, esasında bu durum, kapitalizmin tekelci aşamayla birlikte artık bilinen anlamda “refah-depresyon” kavramlarından uzaklaşarak sürekli bir durgunluk ile karakterize olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Nikitin’in çok yerinde olarak belirttiği gibi artık “…buhrandan toparlanmaya geçiş durumu, çöküntü evresine uğramadan sık sık meydana gelmekte” ve “toparlanma refah durumuna girmesi gerekirken, doğrudan doğruya yeni bir buhranla sonuçlanmakta”dır. Daha sonraki yıllarda iktisatçıların durumu tanımlamak için yeni terimler aramaları boşuna değildir. Çünkü gerçekten bu kez, sistemin sürekli ve genel bunalımı rekabetçi döneme ait klasik türden kriz ölçütlerini değiştirmiş, her krizi büyük bir hızla dünya kapitalist sisteminin tümüne taşıyan ve ağırlaştıran bir tablo yaratmıştır. Öyle ki, sistem, büyük çaplı yıkımlar ve savaşlarla canlandıramadığı kapitalist ekonomiyi her seferinde yeni ekonomi peygamberlerinin politikalarıyla ve zaman zaman da teknik sıçramalarla düze çıkarmaya çalışmakta ama bu önlemlerin de ömrü pek uzun olmamaktadır.

b) Kötü Zamanlara Doğru…

Çok geçmeden bunun böyle olduğu pratikte de anlaşılmıştır. Daha 1960’lara gelmeden işler sarpa sarmaya başlamış, esas sonuçlarını 70’lerde verecek olan bir dizi gelişme, ilk belirtilerini ortaya koymaya başlamıştır. Her şeyden önce, savaş sırasında büyük miktarlarda sermayenin değersizleşmesiyle oluşan ve ilk zamanlar sınırsızmış gibi görünen geniş yatırım alanları 1960’larda bile artık belli bir sınıra gelip dayanmış, en azından Avrupa’nın “imarı” büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Öte yandan kapitalist üretimdeki sıçramalar sonucu atıl hale gelmiş olan büyük sermaye kütlesinin yeni alanlara kayarak yarattığı sıçrama da artık kendi sınırlarına ulaşmıştır. Sonuç olarak yeni teknolojik buluşlarla önü açılarak bir dönem dizginsiz gelişme gösteren sermaye birikimi, doyma noktasına gelmiş, kapitalizmin yapısal sorunu olan kâr oranlarının düşüş eğilimi hızlanmıştır. Teknolojik gelişme ve otomasyondaki ilerleme ile sabit sermaye yatırımlarının artışıyla karakterize olan sermayenin organik bileşiminin artışı, sistemin yapısal sorunu olan kârların düşüş eğilimini körüklemektedir. Örneğin 1955, 1960 ve 1965 yıllarında sırasıyla %34.3, %30.3 ve 40.9 olarak dalgalanan ABD’deki kar oranları, 1970’te %22’ye kadar düşmüş ve bu düşüş 1975’te %19 ile devam etmiştir. İngiltere’de aynı oranlar 1955’te %19.6 iken 1976’da 2.8’e dek düşmüştür. Kanada ve Almanya’da da durum aynıdır. 1955’te Kanada’da %25.3, Almanya’da 31.1 olan karlılık oranları 1976’da sırasıyla %14.1 ve %14.4 olarak gerçekleşmiştir. Yani, yakıcı bir çelişki olarak sermaye biriktikçe durum vahimleşmekte, ilk anda üretim kapasitesinde sıçrama yaratan her yeni gelişme, aslında krizi yakınlaştıran bir faktör olmaktadır. Kar oranlarındaki düşüş %50’leri bulan keskin bir düşüştür.

Bu arada, sürecin başında kar oranlarının olağanüstü düzeyde artmasına yol açan Fordist üretim tekniği de birikimin artışıyla birlikte tersine bir gelişmeye yol açmaya başlamıştır. Tam istihdam, bütünlüklü tek işletme ve standart kitle üretimine dayanan bu sistem, yeni teknolojik atılımlarla daha yüksek kâr oranları arayan kapitalizmin yeni sektörlerinin ihtiyaçlarına yanıt vermekte zorlanmaktadır. Ayrıca, metropollerdeki tüketim mallarını ucuzlatarak emekçi sınıfların taleplerini aza indirmeye yarayan dış sömürü imkanları da yeni-sömürgelerdeki direnç ve mücadelelerle daralmaya başladıkça, sınıf mücadelesinin sertleşmesi ve kâr oranlarının düşüşü gündeme gelmektedir. Bu sorunu bir ölçüde yabancı işçi göçüyle çözmeye çalışan metropol kapitalizmi, bir süre sonra bu alanda da bataklığa saplanacak, bu kez başka türden sosyal-siyasal sorunlarla yüzyüze gelecektir.

Varılan yer, her alanda gözle görülür bir düşüştür. Kar oranlarının düşüşünü önlemek için bilinen bütün iktisadi tedbirler ardı ardına alınmakta ama artık durum giderek bir kısır döngüye dönüşmektedir. Örneğin ABD’de 1960’larda %5.3 olan brüt yatırım hızı, 1970’te 2.8’e düşmekte, Japonya’da aynı rakam 1960-70 arasında %15.3’ten %3’e, Almanya’da %3.9’dan %1.2’ye düşmektedir. Aynı süreçte emperyalist sistemde işsizlik, milli gelir ve enflasyon açısından da durum parlak değildir. 1960-67 arasında %4.6 olan ABD milli gelir artış hızı 1974-80 arasında %2.3’e düşerken, aynı yıllarda işsizlik %5’ten %6.8’e çıkmakta, enflasyon ise %1.7’den %10 sınırına gelip dayanmaktadır, ki diğer metropollerin durumu da farklı değildir. Sanayi üretiminin büyüme hızı ise ABD için 1947-1966 arasında %5 iken 1965-1975 arasında 1.9’dur. Aynı dönemde dünya ticaretindeki daralma ise neredeyse üçte bir oranındadır. Öte yandan kâr oranlarının düşüş eğilimi, şirketlerin gitgide daha fazla borçlanmasına ve küçüklerin yutulmasıyla sonuçlanan yeni tekelleşme dalgalarına yol açmaktadır. Doların uluslararası para olarak kabul edilmesiyle dilediğince kaynak kullanarak yoğun biçimde dışa yönelen ABD ekonomisi, sonuçta 1967’deki 3.4 milyar dolarlık dış açıktan 1970’te 9.8 milyar dolara ve 1971’de 29.7 milyar dolarlık açık noktasına gelmiştir. Aynı süreçte Avrupalı ve Japon emperyalistlerin de giderek güç kazanmasıyla birlikte ABD uluslararası sermaye piyasasının kontrolden çıktığı koşullarda doların altına olan eşdeğerliğini kaldırmak zorunda kalacaktır.

ABD artık bunu yapmaya mecburdur; çünkü esas olarak emperyalist sistemi korumak ve sistem içinde ABD egemenliğini yaymak amacıyla kullanılan doların ABD dışına çıkışı tahammül edilemez bir noktadadır. Bretton-Woods’da 35 dolar karşılığında bir ons altın ödemeyi kabul eden ABD, 1948’de tüm kapitalist dünyanın 32.5 milyar dolar olan resmi altın yedeklerinin 24.3 milyar dolarlık bölümüne sahiptir; ama 1960’a gelindiğinde ABD dışındaki dolar miktarı ABD’nin rezervlerini çoktan aşmıştır. 1968’de ABD’nin rezervleri 15.7 milyar iken, ülke dışındaki dolar miktarı 41.9 milyardır ve ABD’nin dolar karşılığında altın ödeyemeyeceği kuşkusu altına hücumu başlattığında, artık sonuç kaçınılmazdır: doların devalüasyonu ve altına çevrilebilirliğinin feshi… Sonuç, Bretton Woods’ta kurulan sistemin boylu boyunca çökmesi ve ABD’nin dünya hegemonyasının ciddi biçimde yara almasıdır.

c) İki, Üç, Daha Fazla Kriz…

Şüphesiz bütün bu süreci salt iktisadi kavramlar/rakamlar aracılığıyla ve salt kapitalizmin içsel çelişkileri üzerinden anlayabilmek mümkün değildir; bu, çok dar bir akademisyen bakışı olur. Aynı dönem ABD emperyalizminin Vietnam başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında ağır darbeler yediği, böylece hem prestij hem de pazar kaybettiği bir dönemdir. Vietnam savaşı burada özel bir öneme sahiptir; çünkü ABD ödemeler dengesini en çok bozan faktör bu savaştır. Şüphesiz her savaş gibi Vietnam savaşı da başlangıçta ekonomi üzerinde canlandırıcı bir etki yaratmıştır; ama devasa askeri harcamalar genel güven erezyonu ile birleştiğinde ortaya tam bir bataklık çıkmıştır. 1965 ile 1971 arasında ABD’de dolaşımdaki kağıt para miktarının 42 milyardan 57 milyara çıkmış olması ve büyüyen dış açık, bunun en somut göstergeleridir. Paul Sweezy ve Harry Magdoff’un dediği gibi; “Amerika’nın uluslararası durumunun gerçekten zayıflaması, Vietnam Savaşı’na 1965 yılından sonra ABD’nin karışmasının boyutlarının büyümesi ile başlar. 60’ların ikinci yarısında ülkenin iyi durumdaki ticaret dengesi sürekli olarak kötüleşti ve temel nedeni ülke dışında askeri harcamalar olan ödemeler dengesi açığının büyümesi, doların kapitalist dünyanın rezerv para olma durumunu sarstı. Halbuki doların bu durumu ABD hegemonyasının çarpıcı aracı ve açığa vuruluşu idi.”

Ancak sorunu yalnızca Vietnam ve Küba gibi zafere ulaşmış devrimlerle sınırlı tutmak da yanıltıcı olacaktır. Öte yandan sosyalist sistemin varlığı ve örnek zaferlerin etkisiyle sömürü alanlarının halk mücadeleleriyle genel olarak istikrarsızlaşması ve aynı genel sol dalganın dünyanın çeşitli köşelerinde (her zaman şipşak bir cuntayla önü kesilemeyen) ulusal direnç noktaları yaratması hammadde fiyatları başta olmak üzere birçok konuda ciddi sıkıntılar yaratmıştır. Büyük kaynaklara sahip olan ve ucuz hammadde deposu olarak kârların düşüş eğilimine yönelik bir müdahaleye imkân sağlayan Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı “ehlileştirmek” artık kolayca mümkün olmamakta, durum her bakımdan kötüye doğru gitmektedir. Örneğin, 70’li yılların ortalarında yeni bir kriz dalgasını tetikleyen en belirgin gelişmelerden olan petrol fiyatlarının yükselişi ve OPEC içersinde birleşen petrol üreticisi ülkelerin zaman zaman sistemi zorlayan atakları da büyük ölçüde dönemin dünya tablosu ve dengeleriyle ilgilidir; çünkü bu dünya tablosu sosyalist olmayan türden “aykırı” davranışları da cesaretlendiren bir tablodur.

Sonuçta, metropol ülkelerdeki ufak tefek krizlere dayanabilen ekonomik yapı, artık krizlerini yeni-sömürgelerden yaptığı kar transferleri aracılığıyla hafifletmede de ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır. Böylece emperyalist sömürüden aldığı kırıntılar azalan Batı işçi sınıfının davranış kalıplarını da giderek zorlamakta, hoşnutsuzluk büyümektedir.

Yani, politik/toplumsal alan ile iktisadi tıkanma birbirini karşılıklı olarak tetikleyen bir konumdadırlar. Hatta politik/toplumsal alan zaman zaman esas faktör olabilmektedir.

Bu arada palazlanmakta olan diğer emperyalist güçler, bu süreçten sonra pastadaki paylarını artırma peşindedirler ve politik itibar kaybı ile de sakatlanan ABD eski hegemonik durumunu korumakla birlikte, tek başına hakimiyet noktasından uzaklaşmaktadır. Sonuçta, ABD’nin dünya ihracatındaki payı 1947’de % 32.5 iken 1972’de %13. 4’e düşmüştür. Ortak Pazar ülkelerinin payı 1959’ da % 26’dan 1970’de % 32.1’e aynı süre içerisinde Japonya’nın payı ise % 3’ den % 7’ye çıkmıştır.

Öte yandan, Çokuluslu Şirketler (ÇUŞ) de politik/toplumsal durumla kapitalizmin krizinin karşılıklı etkileşimine bir başka örnektir. Aslında temelleri çok önceleri atılmış bulunan çokuluslu şirketler, gerçekten de bu dönemde olgunluk noktasına varmışlar, sadece “başka ülkelerde şubesi olan şirket” tanımının ötesine geçerek üretimin ve dağıtımın çokuluslulaştırılması yolunda ciddi adımlar atmışlardır. ABD’deki 187 çokuluslu tekelin yabancı ülkelerde imalat sanayindeki ortaklıkları toplam olarak 1901’de 47, 1929’da 467, 1950’de 988, 1958’de 1891 iken bu sayı 1967’de 3646’ya ulaşmıştır. Ama öte yandan bu ölçüde büyüyen ve doğası gereği sınırsız dolaşım ve akış talep eden ÇUŞ mantığı, pazar ve yatırım alanlarının politik sınırlılığı ile çelişme halindedir. Nerede en yüksek kar oranı varsa orada üretmek ve nerede en iyi satış olanakları varsa orada satmak temeli üzerine oturan ÇUŞ, sosyalist ülkelerin kapladığı geniş alandan olduğu kadar yükselmekte olan ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları dalgasından da rahatsızdır. Tek tek kapitalistler açısından olduğu kadar çok büyük çok uluslu şirketler açısından da yatırım alanındaki istikrarın önemi büyüktür; oysa 1960’lar, fırtınalı yıllardır ve dünyanın her köşesinde sosyalist olsun olmasın mutlaka aktif direniş odakları vardır.

Bu odakların boğulması stratejisine bağlı olarak emperyalist ekonominin giderek artan ölçüde askeri siparişlere yönelmesi de atıl sermaye kütleleri açısından çok önemli bir rahatlama olmakla birlikte sorunu tümüyle çözmemektedir. Devasa askeri projelerin özellikle büyük ABD şirketlerinin ilacı olduğu doğrudur; gerçekten de bu dönem askeri amaçlı üretime hiç bulaşmamış bir şirkete rastlamak mümkün değildir ve bazıları ise çok yoğun kâr transferlerini bu alandan yapmaktadır. Ama öte yandan militarizm, salt silah üretiminden ibaret değildir, hegemonyanın sürdürülmesi için büyük bir provokasyon, istihbarat, diplomasi ağının sürekli biçimde canlı tutulması da zorunludur ve böyle bir asalak yapı, büyük dış açıklar döneminde ayrı bir sıkıntının kaynağı olmaktadır.

d) Atıl Sermayenin Çözüm Alanı: Yeni-Sömürgeler

Sonuçta, bir bütün olarak 1970’lerin ortamını tanımlamaya çalışırsak, gitgide artan bir tıkanıklıktan ve çöküş eğiliminden söz etmek zorundayız. Savaş sonrasında bitmez tükenmezmiş gibi görünen gelişme olanaklarının sınırına gelindiği görülmektedir. Emperyalist-kapitalist sistemin derinleşmiş kriz zamanlarında büyük sermaye kütlelerini değersizleştirek, sömürü alanlarının yeniden paylaşımını sağlayarak can simidi olan büyük emperyalist paylaşım savaşları, dev bir reel sosyalist sistemin varlığı ve ezilen halkların kurtuluş mücadeleleleri sonucu artık mümkün olamamaktadır. Emperyalistler arası bir savaşın emperyalistlerden biri ya da birkaçı lehine büyük bir ilerleme imkânı sağlaması ihtimalinin yerini, böylesi bir savaştan sosyalist sistemin ve ezilen halkların devrimci girişimlerinin büyük kazançlarla çıkması neredeyse kesin bir olasılık olarak almıştır.

Böylece politik itibar kaybıyla birleşerek derinleşen kriz, 1929’da olduğu gibi bütün sistemi sarmakta, ancak bu kez 1929’da olduğu gibi büyük miktarlarda sermayenin değersizleştiği, iflaslarla ve güçsüzlerin ayıklanmasıyla yeni bir yükselişin mayalandığı ya da her şeyin nihai olarak bir paylaşım savaşıyla “halledildiği” bir ortam ufukta görülmemektedir. Bu kez, batanların battığı, geri kalanların ise ileri sıçradığı eski usül bir “bırakınız yapsınlar” mantığı değil, sistem karşıtı güçlerin kazandığı güçlü pozisyonu da dikkate alan bir “onarma” ve “koruma” çabası sözkonusudur. Bu anlamda, daha sonraları öne sürülen neo-liberal iddiaların tersine, bu dönem, devlet müdahalesinin en yoğun yaşandığı süreç olmuştur. Sistemin jandarmalığı ve “bir numara” olma iddiası, adeta geri dönerek ABD’nin elini kolunu bağlayan bir duruma ulaşmıştır. “Hür dünyanın korunması” ve tabii ki ABD’nin ekonomik-politik pozisyonunun ayakta tutulması çabası, piyasaya bol miktarda dolar sürülmesine neden olmakta, sermayenin değersizleşmesi enflasyonist politikalar ve aşırı para arzı yoluyla önlenmeye çalışılmaktadır. 1951-1969 arasındaki 19 yılda ABD’nin resmi para rezervleri 12 milyar dolar artarken, sonraki 9 yıl içersinde aynı rezervin artışı 134 milyar dolar gibi akıldışı bir rakamdır. Aynı şekilde ABD bütçe açığı 1970-74 arasında yılda ortalama 13.6 milyar dolarken, 1975-79’da 39 milyara, 1980-84 arasında da 116 milyar dolara denk düşmektedir. Bu kadar çok paranın arzına ve dışarıya çıkışına parelel olarak ABD finans sektörü olağanüstü bir gelişme göstermekte, 1959’da 32.2 milyar dolar olan bu sektörün hacmi 1985’e doğru 626 milyar doları aşmaktadır. Aynı şekilde 1960’ta finans sektörünün mal üretimine oranı %21 iken 1985’te bu oran %40’tır. Finans şirketlerinin kârlarındaki artış da aynı biçimde hızlıdır. 1945-1954 döneminde finans şirketlerinin kârları toplam şirket kârlarının %10.9’unu oluştururken 1975-81 döneminde bu artış %15.7’yi bulmuştur. Yine aynı yıllarda, 1972-1982 arasında ABD’de toplam çalışanların sayısındaki artış %26 iken bu şirketlerin çalışanlarındaki artış da %50’den fazladır.

Kısacası mali sektördeki büyüme normalin çok üstündedir. Öyle ki, örneğin 1983 yılında, ABD’de el değiştiren değerli kağıtların toplam tutarı 7 trilyon dolardır ve bu yaklaşık günde 28 milyar dolarlık finans hareketi anlamına gelmektedir. Her gün yeni para spekülasyonu biçimleri bulunmakta ve hız giderek başdöndürücü hale gelmektedir. Ve tabii bu arada, savaş sonrası dönemin para ticaretiyle ilgili yasaları da zaman içersinde delinmekte ve bütün faiz sınırlamaları ortadan kaldırılarak mali sermayenin serbest dolaşımının önündeki engeller sıfırlanmaktadır. Bu şişkinliğin, üretimden çekilerek akacak yer arayan bu para kaynağının sonuç olarak yeni-sömürgelere krediler olarak arzedilmesi ise kaçınılmazdır. Sistemin yapısı bunu gerektirmektedir; savaş sonrası balayı sürecinde üretim de hızlı biçimde arttığı için sorun yaratmayan büyük parasal kaynaklar, üretimin de düşüşüyle birlikte şişmekte, bu şişme piyasaya pompalanan para miktarlarıyla iyice artmaktadır. Sonuçta ortaya çıkan şey, atıl hale gelen ve yeni-sömürgelere borç olarak verilerek değerlendirilebilecek büyük bir sermaye kütlesidir.

Bu arada, zaten karşı taraftan, yani yeni-sömürgelerden de böyle bir talep sözkonusudur; çünkü orada da dışa bağımlı, ihracat dengesi olmayan bir yapıyla yürüyen kapitalistleşme süreci, gelip sınıra dayanmış, kapitalist sistemin krizi nedeniyle eski güzel günlerini çoktan unutmuş olan yeni-sömürge ekonomisi, bir uyuşturucu bağımlısı gibi gitgide daha fazla borç talep eder olmuştur. Üstelik bu kez, daha az resmi borç daha çok özel banka borçları söz konusudur ve tek tek banka borçları dışında IMF ve başka kurumlar tarafından garanti edilen birleşik banka gruplarının borçlandırması vardır. Borçlandırmayı özendirerek anlaşmaları denetleyen IMF, daha sonra da aynı borçların tahsiline nezaret edecektir. Gerçekten de daha 70’lerin başından itibaren eğilim kendini göstermiştir. ABD bankalarının yabancı müşterilerine verdikleri krediler 1969’da 12.2 milyar dolarken 1973’te bu rakam iki katına çıkarak 24 milyar olmuştur ve bu kredilerin yarısı yeni-sömürgelere gitmektedir. 1971 ile 1983 arasında Europara piyasasından yeni-sömürgelere verilen borç ise 1.475 milyar dolardan 32.883 milyar dolara yükselmiştir.

Sonuçta olan, bellidir. Emperyalist sistem, 70’lerde başlayarak 80’lere doğru gırtlağına dek gömüldüğü atıl sermaye bataklığına “çözüm” olarak daha yoğun para-sermaye ihracına yönelmekte, böylece de daha sonra geri ödenmesi için bin türlü “istikrar programı” dayatacağı ülkeleri yoksulluk çukuruna doğru itmektedir. 70’i yıllar boyunca Latin Amerika’dan Asya’ya dek bütün yeni-sömürge ülkelerin borçlarının defalarca katlanması ve hepsinin eşzamanlı olarak iflas bayrağını çekmesi rastlantı değildir.Üstelik, dışa bağımlılığın borçlanmayı zorunlu kılmasının yanında, petrol fiyatlarının yükselişi ve dolara bağlı ekonomilerin darboğaza girmesi gibi 1970’li yıllara özgü etkenler de devrededir.

Yukarıda ortaya konulan verileri toparladığımızda yeni-sömürge ekonomilerinin krizinin bu ülkelerde ağırlıklı olarak uygulanan kapitalistleşme modelinin, (ithal ikameci sanayileşme modelinin) krizi apaçık ortaya çıkar. İthal ikameci model yüksek gümrük duvarları ile iç pazarın korunmasını, bu iç pazarda emperyalistler ve işbirlikçi tekellerin yüksek tekel fiyatları ile hafif ve orta sanayi temelinde organize olmasını esas alır. Bu çarpık ve bağımlı sanayi için gerekli olan hammaddelerin, enerji kaynaklarının, üretilen ürünlerin stratejik parçalarının, teknolojisinin dışarıdan emperyalist tekellerden ithali gereklidir. Bunun için gerekli olan döviz ise ülkenin ürettiği geleneksel tarım ürünleri ve hammaddelerin ihracından ve kısmen borçlanarak sağlanacaktır. Başlangıçta ciddi problemlerle karşılaşmayan bu model, yeni-sömürgelerin ihraç ettiği geleneksel ürünlerin fiyatlarının sürekli düşürülmesi vb. pek çok faktörden ötürü, ithal ettiği kaynakların fiyatlarının ise sürekli artması sonucu tıkanma sürecine girmiştir. İhracattan elde edilen gelir azalıp, ithal edilen malların fiyatları arttıkça borçlanma ihtiyacı büyümüştür. Belli bir noktadan sonra ise büyüyen borçları ödemek tümüyle imkansız hale gelince bu işleyiş çökmüştür.

e) Yeni-Sömürgelerde Değişim

Böylece gelinen tıkanma noktasında yeni-sömürgeci bağımlılık ilişkileri de özü bakımından değil ama pratik uygulamalara temel teşkil eden modeller açısından değişime zorlanmıştır. Çünkü bu işleyiş, emperyalist dünyanın krizine bağlı olarak ciddi şekilde sıkıntıya girmiştir. Bir bütün olarak yeni-sömürge ülkelerin dış açıkları büyük bir hızla artmış, bu durum petrol fiyatlarının yükselişi gibi konjonktürel gelişmelerle birleşerek çöküntülere yol açmıştır. Yatırım için mamul ve yarı mamul madde ithal etmek, bunun için gerekli dövizi sağlamak amacıyla bir şeyler satmak ve bütün bu dengeler bozulduğunda ise en ağır koşullarla da olsa borçlar ve krediler için metropollerin kapılarını aşındırmak… İç dinamikleri sakatlanmış yeni-sömürge ekonomilerinin bundan başka şansı yoktur.

Sonuç, Latin Amerika ve Karayibler örneğinde görüldüğü gibi 1968-72 arasında 21 milyar dolar olan dış açığın 1974-79 arasında 81 milyar dolara fırlamasıdır… Tabii ki, bunda yeni gelişen burjuva katmanların lüks tüketim alışkanlıklarının yol açtığı ithalat, petrol fiyatlarının dalgalanması, vb. gibi bir dizi unsur vardır ama esas faktör her durumda emperyalist merkezlerin bir vantuz gibi gerçekleştirdiği kâr transferleridir. Böylece emperyalist metropollerin elinde aşırı biçimde biriken para sermayenin değerlenme ihtiyacı ile iflas bayrağını çekmekte olan yeni-sömürgelerin borç bağımlılığı aynı süreçte birbirine denk düşmekte ve tarihte görülmedik ölçüde büyük bir borçlandırma harekâtı başlamaktadır. Üstelik en azından işin başlangıcında, para arzının büyüklüğünden ötürü borçlara uygulanan faizler de bir ölçüde düşük tutulmakta ve bu durum aynen uyuşturucuya küçük dozlarla başlamak ve sonra kapılıp gitmek gibi bir çekici etki yaratmaktadır. Aynı dönemde yeni-sömürgelerin çoğunda devlet müdahalesiyle yerli paraların dolar karşısındaki fiyatının bir süreliğine yüksek tutulması, borçlanmayı bir avantaj haline getirmekte, sonradan bataklığa dönüşecek bir kaygan zemin yavaş yavaş oluşmaktadır. Öyle ki artık, eski borçların faizlerini ödemek için yeni borç alınmaktadır.

Sonuçta, sürecin yeni-sömürgelere olan etkilerini özetleyecek olursak;

a) Emperyalist sistemin krizine bağlı olarak yeni-sömürge ülkelerin ihracatı azalmıştır. Yeni-sömürgelerin 1950’de dünya ihracat pastasındaki payı %33 iken, 1986’da %21’dir. Bu dönemde sadece (ayrı bir yazının konusu olduğu için burada ele almayacağımız) Uzakdoğu’nun dört ülkesi, Güney Kore, Singapur, Hong Kong ve Taiwan, ihracatlarını büyük ölçüde artırmışlar, ama bunlar da bir süre sonra dışa bağımlılılığın bedellerini ağır biçimde ödemişlerdir ve daha o dönemlerde ihracata dayalı bir modele göre şekillenmişlerdir.

b) Aynı dönemde yeni-sömürgelerin geleneksel ihracatı, fiyat olarak da büyük oranda düşmüş, 1960 ile 1990 arasında sürekli bir iniş seyri göstermiştir. Özellikle petrol üreticisi olmayan yeni-sömürgeler açısından durum tam bir felaket olmuş, örneğin 1981-82 döneminde hammadde fiyatları %25 oranında bir düşüş göstermiştir. Çok tipik yeni-sömürge ürünleri olan şeker, kauçuk ve bakırdaki fiyat düşüşü sırasıyla %78, %37 ve %35 oranındadır. Bu ise, söz konusu ülkelerin zaten yapısal olarak çarpık gelişen kapitalist ekonomilerini felce uğratmıştır.

c) Ancak işler bu kadarla da kalmamış, özellikle 1970’lerin sonuna doğru emperyalist ülkeler, kendilerine yönelik korumacı önlemleri artırırken, dünya pazarının işleyişinde yeni-sömürgelerin aleyhine düzenlemeler gerçekleştirmişlerdir. Daha sonraları, 1990’larda MAI ve Tahkim gibi noktalara dek varacak olan GATT (Genel Tarifeler ve Ticaret Anlaşması) işbirliği 1947’de başlamakla birlikte, sistemin krizinin derinleştiği her noktada oyunun kurallarını değiştirmek neredeyse bir “kural” haline gelmiştir. Yeni-sömürgelerin gümrük duvarlarını delik deşik eden ve mamul mallar konusundaki sınırlamaları ortadan kaldırmaya zorlayan emperyalist ülkeler, öte yandan kendi gümrük duvarlarını özellikle bu ülkelerden gelen mallara karşı yükseltmişler, tarife dışı engellerle sınırlamalar koymuşlar ve böylece yeni-sömürgelerin ticaret dengelerini iyice bozmuşlardır.

d) Ayrıca hemen eklemek gerekir, söz konusu ülkelerde yeni-sömürgeci yapının çürüttüğü toplumsal/siyasal ortam içersinde, tam bir iç-soygun da gerçekleşmekte, ülkelerin kaynaklarından hortumlanan değerlerin yurtdışına kaçışı büyük bir hızla sürmektedir. Bu ülkelerin bazılarında bizzat devlet yöneticilerinin (Nikaragua’da Somoza, Filipinler’de Marcos ailesi, vb.) neredeyse bütçenin tamamını zimmetine geçirmesi gibi rezaletler bir yana, çarpık kapitalistleşmenin çarpık yollarından kazanılan büyük paraların da döviz olarak yurtdışına kaçışı önlenememiştir. Her istikrarsızlık noktasında yurtdışına ekonominin eliti tarafından kaçırılan bu para miktarı, örneğin 1985’te Meksika ve Arjantin’de bu ülkelerin toplam dış borcundan daha fazladır. Dolayısıyla, bu türden yan faktörlerin de yeni-sömürgelerdeki krizi derinleştiren unsurlar arasında sayılması gerekmektedir.

e) Tam bu noktada gündemde olan sadece yeni-sömürge kapitalizmlerinin restorasyonu değil, bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemin restorasyonudur. Emperyalist-kapitalist sistem tıkanma ve krize ekonomik alanda Neoliberal politikalarla yanıt verir. Birikmiş sermayenin yeniden yüksek kar oranları ile değerlenebilmesi için sermayenin içinde hareket ettiği tüm model ve mekanizmalar yeniden organize edilir. Neoliberaller için bunun çaresi, malların, mali sermayenin ve hizmetlerin dolaşımının önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu temelde uluslararası işbölümü yeni teknolojik gelişmelerinde açtığı alanlar zemininde yeniden yapılandırılmalıdır. Yeni-sömürge ekonomileri birikmiş sermayeyi yeniden emebilecek yapıya kavuşturulmalıdır. Böylece her şeyden önce, artık sermayenin genel bileşimi içinde öne çıkmış olan mali sermayenin tüm hareketleri, kar transferleri vb. serbestleştirilir. Para spekülasyonu olağanüstü boyutlara ulaşır. Yeni ve yüksek kar oranlarına sahip olan mikro elektronik, biyoteknoloji ve bilişim gibi sektörler kapitalist sanayi ve tarımın omurga sektörleri haline getirilir.

Yine artık değişen taleplere ve talepteki yükseliş ve alçalışlara esnek karşılık oluşturma imkanı vermeyen fordist iş örgütlenmesinin tasfiyesine girişilir. Yeni teknolojilerin yarattığı olanaklar temelinde ürünlerin üretilmesi süreci hem fabrika içinde hem de uluslararası ölçekte parçalanır. Tekeller stratejik bölümler dışındaki üretim süreçlerini fabrika içi taşeronlaştırma, ülke içindeki ya da dışındaki küçük taşeronlar eliyle üretme yoluyla üretimi sürecini parçalama yoluna girerler. Böylece büyük ve tek parçalı fabrika ve işçi kitlesi yerine parçalanmış, küçük öbekler halinde çalışan ve bu şekilde ortak direniş gücü zayıflatılmış ve bu yoldan daha düşük ücretlere daha kolay razı olan bir sınıf yapısı hedeflenir. Postfordist iş örgütlenmesi ya da esnek iş örgütlenmesi olarak tanımlanan iş örgütlenmesi emperyalist ülkelerde ve yeni-sömürgelerde yaygınlaştırılmaya başlanır. Buna bağlı olarak, daha az karlı hale gelmiş olan ve çevre vb. açılardan sorunlu olan sektörler ve ayrıca nihai ürün olarak emperyalist ülkelerde ortaya çıkan ürünlerin emek yoğun parçalarının üretilmesi işinin taşeron firmalar eliyle yeni-sömürgelere aktarılması süreci başlatılır. Böylece sermaye fazlası salt kredi/borçlanma yoluyla, nakit olarak değil, emek-yoğun, eskimiş ya da kirli teklonoji yatırımları (fabrikalar) olarak da yeni-sömürgelere ihraç edilir.

Yeni-sömürgelerde ağırlıklı olarak ithal ikameci model temelinde örgütlenen kapitalist üretim tarzı, ihracata yönelik sanayileşme olarak tanımlanan yeni bir model ekseninde restore edilir. Bu yeni sömürü modeli neoliberal politikaların yeni-sömürgelerdeki ifadesidir. Neoliberal politikalara göre malların, mali sermayenin ve hizmetlerin kapitalist sistem içindeki dolaşımının serbestleştirilmesi gerektiğinden, yeni-sömürgelerde o güne değin ithal ikameci sanayileşme modeli temelinde oluşmuş olan sanayi altyapısını koruyan gümrük duvarları kaldırılır. İhracata yönelik sanayileşme (sömürü) modelinde her yeni-sömürgenin öncelikli görevi dünya pazarlarına mal satmak böylece emperyalist tekellere olan borçlarını ödemek ve yeniden daha büyük ölçekli olarak borçlanmaktır. Bunun için emperyalistlerin kendisine uygun gördüğü sektörlerde yoğunlaşacaktır.

Yeni-sömürgelerin payına düşen yukarıda belirtilen yeni uluslararası işbölümüne uygun biçimde emperyalistlerin tercihlerini de dikkat alarak tüm ekonomik yapıyı yeniden biçimlendirmektir. Bunun yeni-sömürgeler için anlamı o güne değin oluşmuş olan tüm sanayi altyapısının (ithal ikameci modelde ara malları dışında ürünlerin üretim süreci önemli ölçüde ülkedeki sanayi tarafından gerçekleştirilir, bu ise sanayinin pek çok alanında yatırımları gerektirir, böylece nispeten geniş bir sanayi altyapısı oluşur) paramparça edilmesi, emperyalistlerin o ülke için uygun görmediği tüm sanayilerin tasfiyesidir. Emperyalizme bağımlı sınırlı sayıda sektör ayakta kalır. Denilebilir ki, ihracata yönelik sanayileşme bir tür sanayisizleştirme operasyonudur..

f) Sürecin 1980’li yıllardaki kimi gelişmelerine geldiğimizde ise gördüğümüz şey, 70 sonrası sürecin emperyalist ekonomiler açısından bu temelde iki evreye ayrıldığıdır. Birinci evre olan 1970’li yıllar boyunca elde birikmiş olan büyük finans kaynakları kredi ve borçlar olarak yeni-sömürgelere büyük bir hızla akıtılırken, 1980’lerde ise bu bataklık ortamının yol açtığı mali felaket başka mali felaketler yoluyla onarılmaya çalışılmıştır. Bu kez, bir yandan yine borçlandırma politikası sürdürülürken diğer yandan da bu ülkelerdeki kapitalist işleyiş yeniden biçimlendirilmiş, ithal ikameci modelin iç pazara dönük üretim yapısı tasfiyeye uğratılarak “ihracata yönelik sanayileşme” adı altında yeni sektörlere yönlendirilmiş, böylece birikmiş borçlarını ödemeye zorlanmışlardır. Bu, bol keseden verilen kredilerin kısılması ve emperyalizme bağımlılık nedeniyle oluşan iflas tablosunun bedellerinin yine bu ülkelerin halklarına ödetilmesi anlamına gelmiştir.

Sıkı Para Politikaları adı altında hayata geçirilen bu uygulamalar sonucunda 1971-79 sürecinde yılda ortalama %13 olan dünya toplam para akışındaki artış 1979-82 döneminde %6.3’e inmiştir. 80’lere gelindiğinde ABD’deki enflasyon %5’e kadar çekilmiş ama bu arada faiz artış oranları 6 kat olmuştur. Böylece yeni-sömürgelere akan kredilerin faizleri olağanüstü artmış, 1978’deki %9.7 oranından 1981’de %17.5’a yükselmiştir. Bütün bunlar rakamsal veriler olarak kuru görünebilir belki ama sonuçları yeni-sömürgeler için tam bir felakettir. İhracatla asla karşılanamayan ve ancak yeni borçlarla ödenebilen bu faizler, kamburu artırmış, üstelik bu kez yeni borçlar da alınamaz olmuş ya da çok ağır IMF programlarına bağlanmıştır. Ve tabii ki her şey “borçluluk” ve “borç” ödeme kavramları altına sığacak kadar dar değildir; 80’lerde başlayan bu politikaların aslında 90’lı yıllarda oluşacak olan yeni işbölümü ve dünya düzeninin temel taşlarını döşediği çok geçmeden anlaşılacaktır. Sermaye dolaşımını sınırların engellerin tasfiyesinden sosyal harcamaların kısıldığı vahşi kapitalist uygulamalara ve postmodern gericiliğe dek pek çok unsur bu dönemde mayalanmıştır.

g) Bütün bunların yeni-sömürgelerin geneli açısından ortak pratik sonucu ise bir yandan ancak açık faşist diktalarla, emekçilerin taleplerinin en aza indirildiği koşullarda uygulanabilen “yeniden yapılanma” programları, diğer yandan ise ülke içindeki hakim sektörler ve egemen güçlerin yapısının değişimi olmuştur. Tekelci burjuvazinin montaj sanayiine bağlı klasik kabileleri ya tasfiyeye uğrar ya da yeni duruma uyum sağlarken, Şili’de “piranhalar” diye anılan yeni ve yırtıcı burjuva kesimler yükselmiş, sürecin en kârlı alanları olan finans ve ihracat-müteahhitlik, vb. gibi sektörlerinde merkezileşmeler ger-çekleşmiştir. Yapısı gereği, eski tür fabrika düzenine değil çok parçalı üretim düzenine ihtiyaç duyan bu kesimlerle birlikte, taşeron ve esnek üretim kavramları da yavaş yavaş yeni-sömürgelerin terminolojisine girmekte ve hem somut artı-değer üzerinden hem de türlü dalaverelerle kazanılan büyük paralar, sahiplerine de oligarşiler içinde daha yüksek mevkileri sağlamaktadır.

h) Söz konusu politikaların yeni-sömürgelerin önüne koyduğu sosyal fatura hayli kabarıktır ve tam bir yoksulluk ve çürüme ortamıyla karakterize olmuştur. 1945’ler sonrasında bir süre görülebilen dışa bağımlı dinamizm, 70’lere gelindiğinde tümden yitirilmiş, her yeni kriz ve borçlanma dalgasıyla bu ülkelerdeki gelir dağılımı uçurumları daha da derinleşmiş, buna karşılık ise metropollerdeki yeni-sağcı rejimlere parelel olarak yeni-sömürgelerde askeri cuntalar birbirini izlemiş, yine hiç rastlantısal olmayan bir biçimde aynı dönemlerde bütün yeni-sömürge ülkelerde birden sivil-faşist çeteler aynı merkezlerde eğitilip örgütlenerek kâr oranlarını düşürme eğiliminde olan işçi sınıfı hareketinin ve devrimci güçlerin önüne dikilmişlerdir. Kısaca genel bir gericilik döneminin kapıları ardına kadar açılmış, 1990’larda yeni süreçle birlikte zirvesine varacak olan yoğun baskı atmosferi ve vahşi sömürü koşullarının temelleri atılmıştır.

  • 1970’ler Türkiyesi: Yeni Sömürge Kalkınmasının Tıkanması

Geçen sayımızda Türkiye’nin 1980’lere kadar gelen yeni-sömürgeleşme macerasının ana hatlarını, bunun sınıf ilişkilerinde, sosyal yaşamda ve siyasal duruşlar noktasındaki sonuçlarını ortaya koymuştuk, 1980’ler tüm dünya kapitalist sisteminde yeni bir sömürü modeli ve bunun teorik açılımının egemen olduğu yıllardır. Çarpık yeni-sömürge kapitalizmleri ve tabii ki Türkiye kapitalizmi de bu değişime uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu yeniden yapılandırma sürecini incelemeye geçmeden önce Türkiye’deki yeni-sömürge yapının krizinin derinleştiği 1970’lerdeki tabloyu kimi yönleriyle kabaca tekrar ele almak yararlı olacaktır.

a) Hastalığın İlk Belirtileri ve Başarısız Bir Düzleme Girişimi: 12 Mart

Bu uzunca özetten sonra Türkiye’ye gelindiğinde ilk göze çarpan olgu ise 1970 tarihinin emperyalist sistemin kriziyle eşzamanlı bir biçimde yeni-sömürge kapitalizminin tıkanma noktası olmasıdır. “Ülkemizde 12 Mart darbesinin olması bir tesadüf değildir. Bu, genel olarak emperyalizmin III. Bunalım Dönemi’nin, özel olarak da Amerikan ekonomisinin 1967’den beri içine girdiği krizin yanki işgali altındaki ülkemize yansımasıdır. Ülkemizdeki rejimin militarize olması ve saldırganlığını artırması, Amerikan emperyalizminin ekonomisinin askerileşmesini olağanüstü artırıp içerde ve dışarda terörü artırmasının ‘Küçük Amerika’da yansımasıdır” (Kesintisiz Devrim III) diyen Mahir Çayan bu gerçeğe işaret etmektedir.

Her şeyden önce bu, yeni-sömürge kapitalizminin içinde mevcut olan yapısal ve sürekli bir krizin ortaya çıkışıdır ve esas olarak konjonktürel değil tarihseldir. Darboğazların her duraktaki görüntüleri başka başka faktörleri (enerji, döviz sıkıntısı, vb) öne çıkarsa da aslında sorun temeldedir; denizin suyu bitmiş, 1950’lerde başlayıp 1960’larda durumu idare eden bu kapitalistleşme modelinin zaten çarpık olan gelişmesinin sonuna gelinmiştir. 1965 ile 1971 arasındaki ihracat artışı %44.8’de kalırken ithalat artışının %89.3’e tırmanması herhalde durumu en iyi özetleyen veridir. Aynı süreçte sanayide kapasite kullanımı olağanüstü düşmüş, bu arada 1963’te imalat sanayiindeki toplam stok tutarı 3 milyar lirayı bile bulmazken, 1971’e gelindiğinde 11 milyarı çoktan aşmıştır; ki bütün bunlar bağlanmış olan sermayenin çalıştırılamaması gibi vahim bir durumu ifade etmektedir. Merkez Bankası kredileri tıkanmış, GSMH’nin sabit sermayeye ayrılan bölümü 1968-1970 arasındaki üç yıl aynı noktaya takılıp kalmıştır. Bu arada piyasadaki para miktarı da kontrolsüz biçimde artmakta, 1969’da 25.7 milyar TL olan para hacmi 1970 sonunda 35.3 milyara tırmanmaktadır.

En önemlisi de, kârlılık oranlarında görülen çok net düşüştür. Net artık miktarının sabit sermaye stokuna oranlanmasıyla elde edilen sermaye verimliliği verileri 1968’den sonra düşmeye başlamış, 1968’de 68.2 olan verimlilik 1975’e doğru gidildikçe 30’a dek inmiştir. Stokların artmasıyla birlikte sermayenin organik bileşimi de arttığından kâr oranları düşüşe geçmiştir. 1969’da %25.2 olan imalat sanayi kâr oranı, 1971’de %23’e düşmüş, daha sonraları ise 1977’de 14.1’e 1979’da ise %8.9’a doğru inişe geçmiştir.

Yani nereden bakılırsa bakılsın, ülke artık eskisi gibi “rahat” iş yapılan bir sermaye birikimi cenneti değildir. Ve doğal olarak da tıkanmanın derinleştiği her noktada sıkıntı daha aşağılara doğru yayılmaya başlamış, yalnızca büyüklerin dayanabildiği koşullarda orta ve küçük işletmeler daha dibe itilmişler, bu arada uzun yıllardır tarıma yönelik olarak sürdürülebilen esnek politikalar terkedilmeye başladıkça kırda toplumsal hareket dinamikleri büyümeye başlamıştır. Tarım ve sanayi malları arasındaki fiyat oranı, belki çok hızlı değil ama istikrarlı bir biçimde tarımın aleyhine bir çizgi izlemektedir ve bu durum toprağın temerküzüyle birlikte yoksulluğu, göçü artırmaktadır.

İşçi sınıfı ise, süreç boyunca edindiği deneyimlerle savunmaya geçmiş, ilk kez bu dönemde DİSK’i yaratarak bir dayanak noktasına kavuşmuştur. Düzen artık eski yedekleme mekanizmalarını kullanamamakta, oluşan tepkileri nötralize edecek bir politik kadro da üretememektedir. Bu anlamda, 1960’lardaki TİP’in daha önceki bütün legal sol parti girişimlerine oranla daha büyük bir başarı sağlayabilmiş olması rastlantı değildir. Devrimci sosyalizmin/partimizin önderlerinin bu atmosfer içinde yetişerek ilk kez olaylara bağımsız devrimci bir tavırla müdahale edebilmenin olanaklarını yaratmaları ise tam da bu ülke gerçekliğinin doğrudan bir sonucudur.

Sonuçta bütün bunların belirli neden-sonuç ilişkileri içinde bir araya gelmesi ise büyük bir toplumsal kaynaşmanın yolunu açmış ve 12 Mart generallerinden Tağmaç’ın ağzından o güne dek yapılmış bütün sınıfsal çözümlemelere taş çıkartacak bir netlikte ifade edilmiştir: “Sosyal uyanış, iktisadi gelişmeyi aşmıştır!” Türkiye İşverenler Konfederasyonu’nun 1970 başında yayınladığı yeni yıl mesajında söylenenler de aşağı yukarı aynıdır. İşçi haklarının artışından yakınan konfederasyon, “bu hakların alınmasından işverenler değil işçilerimiz zararlı çıkacaklardır ve bugün masaya vurdukları yumrukları önlerine bağlı kalacaktır” derken İTO başkanının o günlerde yaptığı “böyle giderse demokrasi ölebilir” gibi imaları güçlendirmektedir.

Sonuçta olan da budur zaten. “Sosyal uyanış” bilinen yoldan bastırılacak, devrimci güçlerin ezilmesi operasyonu 12 Mart açık faşist askeri darbesinin en belirgin amacı olacaktır.

b) Son Barut Olarak “Halkçı Ecevit” ve Ötesi…

Ancak artık biliniyor, 12 Mart cuntası, ekonomik istikrar yaratma ve tıkanıklığı çözme amacı bakımından başarısızlığa uğradığı kadar oligarşi içersinde yapmak istediği sadeleştirme operasyonu bakımından da başarısızlığa uğramış; üstelik devrimci sosyalizmin siyasal yenilgiye uğratılması ve kökünün kazınması konusunda da tam bir fiyaskoya uğramıştır. Az sonra göreceğimiz gibi 1970’te yapılan %66’lık büyük devalüasyon ve sonrasındaki önlemler çarpık iktisadi yapıyı ayağa kaldırmaya yetmemiş, ne dış ödemeler dengesinde ne de kârlılık oranlarında ve verimlilikte belirgin bir düzenleme sağlanabilmiştir. Üstelik tekelci burjuvazinin en çok yakındığı konu olan “politik istikrarsızlık” sorununa da bir çözüm bulunamamış, tam tersine tarihin en hızlı hükümet değişimleri bu dönemde yaşanmıştır. Özellikle partimizin sürece bütünsel bir biçimde müdahale ederek silahlı mücadeleyi başlatması, cuntanın zaten zayıf bir zemine inşa edilmiş olan dengelerini ve hedeflerini sarsmış, kısa sürede tasfiye edilmesine yol açmıştır. Kızıldere’de somutlanan fiziksel imha ise politik bakımdan bir son değil, daha güçlü bir devrimci damarın önünün açılması anlamına gelmiştir.

Oligarşi içindeki hesaplaşma bakımından ise fiyasko daha cuntanın ilk aylarında ortaya çıkmıştır. 12 Mart cuntasının büyük umutlarla kurdurduğu “reformcu”(!) I. Erim hükümeti gümbürtüyle çöktüğünde, Mahir Çayan, yeni kurulan II. Erim Hükümeti’nin “gericiler arası barışın hükümeti” olduğunu söylüyor ve parti bildirisinde de durum “çark dönmesine devam edecek, cuntalar birbirini izleyecektir” cümlesiyle ifade ediliyordu.

Gerçekten de bu, basit bir hükümet değişikliği değildi. Söz konusu olan şey, bir yandan toplumsal muhalefeti bastırırken, diğer yandan iktidar ilişkilerini kendi lehine homojenleştirmek isteyen tekelci burjuvazinin “reform” maskesi adı altında atmaya çalıştığı adımın geri tepmesi ve bütün gerici güçlerin devrimci hareket karşısında yeniden (istemeye istemeye) bütünleşmesiydi. Bu arada Dünya Bankası’ndaki “uzmanlık” görevinden gelerek sözü geçen operasyonu icra etme misyonunu üstlenmiş olan Maliye Bakanı Atilla Karaosmanoğlu da yine eski işine dönecekti (bugün hâlâ oradadır). Feodal kesimleri törpülemek için hazırlanan yasa tasarıları rafa kalkacak, yeniden eski politik ilişkilerin dar çerçevesi geçerli olacaktı. Daha sonra birbiri ardına gelen Talu ve Melen hükümetleri de aslında durumu idare eden hükümetler olarak Türkiye siyasi tarihinde iz bile bırakmadan geçip giderler ve nihayet 1973 seçimlerine gelindiğinde İnönü’yü tasfiye etmiş Ecevit’in “umut” olarak ortaya çıkardığı CHP’siyle karşı karşıya geliriz.

Böylece olan şey, aslında dinamiklerini çoktan tüketmiş olan yeni-sömürge kapitalizminin bir süreliğine daha durumu idare edebilecek son barutlarını kullanmasıdır. Gerçekten de özellikle 1974 ve belki sonrasındaki birkaç yıl, genel düşüş tablosunu değiştirmese de örneğin tarım ürünlerine verilen fiyatlar ve sınıfın mücadelesiyle de körüklenen belli ücret artışları bakımından böyle özellikler gösterir. Daha doğrusu, cunta döneminde baskı altına alınarak keskin bir biçimde yoksulluğa itilen kitleler bu süreçte artık hareketlidir ve onlara dayanarak siyaset yapmak isteyen herkes (Ecevit dahil) bu yoğun talebi görmezlikten gelememektedir. En önemlisi de kısa süreli bir bahar olarak 1974 yılı, yoğun borçlanmayla işçi dövizlerini, vb. bir araya getirip siyasi iradeye bu imkânı vermektedir.

Daha sonrası artık tam felakettir. 1980’e dek giden kısa süreli hükümetler, azınlık yönetimleri ve özellikle 1977 sonrasındakiler, düzenin esneklik ve yedekleme mekanizmalarının çoğunu yitirmişlerdir. Sınıf mücadelesi 1974 sonrasında büyük bir patlama yapmış, sendikalaşma oranları artmıştır. Resmi rakamlara göre 1973’te sendikalı işçi sayısı 2.5 milyonu biraz aşarken 1977’de bu rakam 4 milyon sınırındadır. Özellikle 1973 ile 1977 arasında ortalama gerçek ücretlerin belirgin artışı büyük ölçüde bununla ilgilidir. Daha da önemlisi, bu sürecin toplumsal hoşnutsuzluğun çeşitli biçimlerine yaslanarak büyüyen devrimci hareketlerin güçlenişine sahne olmasıdır. 1975’te inşa edilen devrimci sosyalist hareketimizin de içinde bulunduğu devrimci güçler, bu süreç boyunca hatırı sayılır bir gelişme kaydetmiş, çeşitli sağa kaymalarla zaman ve enerji kaybedilse de toplam sol potansiyel sürecin etkin gücü haline gelmiştir. Devrimci hareketle sınıf arasındaki ilişkiler bu dönemde bir ölçüde aşılmaya başlamış, solun toplamı genel olarak toplumsal doku içinde belli bir yer elde etmeye başlamıştır. Bugünden bakıldığında yetersiz görülebilir belki ama bu durumun en önemli özelliği, genel olarak kendi hakkına ve kaderine sahip çıkma, toplu/örgütlü hareket etme eğiliminin ezilen sınıf ve tabakalar içinde yaygınlaşması ve bunun da kendini yeniden üretip sistemi istikrarsızlaştıran bir unsur olarak işlev görmesidir. Buna karşılık, oligarşi, yeni-sömürgelerde sık denenmiş olan bir yöntemi öne çıkarmış, 1960’larda temeli atılan sivil-faşist çetenin güçlendirilmesine hız vererek, toplumsal muhalefetin karşısına dikmiştir. Böylece bir katliamlar ve cinayetler döneminin kapısı açılırken bir yandan da oligarşinin resmi şiddet aygıtının organizasyonundaki eksiklikler tamamlanmaya çalışılmıştır.

Dönemin başka önemli gelişmeleri de vardır. 12 Mart döneminde 14 büyük tekelci tarafından kurulan TÜSİAD’ın klasik oda/dernek işleyişinden farklı olarak yapılanışı ve böylece genel sanayici/tüccar toplamı içinden bir elitin sivrilerek politik arenaya ağırlığını koymaya başlamasıdır. Tekel dışı kesimlerin tepkisine yol açarak Odalar Birliği’nde bölünmelere yol açacak olan bu gelişme, tekelci burjuvazinin oligarşinin klasik yapısını değiştirme girişimi olarak önemlidir ve günümüze dek gelen süreç boyunca gerçek sonuçlarını verecektir.

Aynı süreçte, 1950’lerden beri yeni-sömürgeci kapitalistleşme süreci açısından zaman zaman pürüz oluşturan bir sorun da büyük ölçüde çözülmüş, ordunun tekelci burjuvaziyle tam bütünleşmesinin yolu açılmıştır. Başlangıçta ordu mensupları için bir tür sosyal sigorta gibi düşünülen Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) giderek emperyalist şirketlerle ortak iş yapan bir holdinge dönüşmüş, zorunlu kesintilerle büyük nakit paralara sahip olmanın avantajıyla her alanda iş yapmaya başlamıştır. Böylece, ordunun üst kesimleri olduğu kadar alt kademeleri de maddi açıdan memnun edilmiş, sisteme karşı alerji yaratan sosyo-psikolojik faktörler bertaraf edilmiştir. En önemlisi ise ilerde daha net örnekleri görüleceği gibi ordunun üst kademelerinin artık herhangi bir özel uzlaştırma çabasına ihtiyaç duyulmayacak ölçüde tekelci burjuvaziyle içiçe geçmesi ve salt maddi çıkarlar anlamında değil düşünme biçimi ve refleksler anlamında da oligarşik diktatörlüğün daha tutarlı bir parçası haline gelmesidir. “Sivil-asker çatışması” diye lanse edilen politik sürtüşmelerin bugünlerde bile zaman zaman ortaya çıkması, bu genel manzarayı değiştirmemektedir; çünkü artık bu çatışmanın özü de tekelcilerin dünyasıyla ilişkili değil, bu dünyanın genel istikrarına zarar verebilecek unsurlarla ilgilidir.

c) Çöküşe Doğru…

Ama ne olursa olsun genel çöküş manzarası ortadan kaldırılamamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi genel kâr oranları dönem boyunca düşmeye devam etmekte, iş yapma olanakları daraldıkça mevcut sermaye kapasitesi de üretken olmayan alanlara doğru hızla kaymaktadır. Neredeyse her yıl, hatta yılda iki defa gelip giden IMF ve DB heyetleri yeni paketlerle durumu toparlamaya çalışsalar da bir yandan borç yükü ağırlaşmaktadır. Çünkü Türkiye’nin toplam ihracatı ile çarkın dönmesi için gerekli olan ithalat arasındaki açık gitgide uçuruma dönüşürken dönemin tek şansı olan işçi dövizleri de 1974’teki (Ecevit’e soluk aldıran) 1.5 milyar dolarlık düzeyinden 1978’de 1 milyar doların altına doğru düşmektedir. Kalan açık ise, büyük ölçüde borçlarla ve kredilerle kapatılmaktadır.

Ancak bu kaynak da 1970’lerin başındaki bolluğa sahip değildir; artık borç olanakları daralmıştır, her yeni borç eski borçların durmadan artan faizlerine gitmektedir. 1975’lerden sonra salt genel kredilerle yetinmeyip banker kredileri ve Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) gibi kısa vadeli kredilere de yönelen Türkiye, böylece 1962’de 830 milyon dolar olan dış borcunu 1979 sonunda 4.4 milyarı kısa vadeli olmak üzere 14.6 milyar dolara çıkarmıştır. Bu arada durumu kurtarmak için bol bol para basma faaliyeti sürdürülmekte piyasadaki para miktarı katlanarak artmaktadır. Ülke içinde ise ciddi bir kaynak sorunu 1960’lardan beri büyümektedir. 1962-1977 döneminde her şeye rağmen ortalama %6.7 büyüme hızı korunurken 1979’a gelindiğinde %1 düzeyine düşmüş ve özellikle sanayide ilk kez sıfırın altına düşülmüştür. Öte yandan 1962-78 arasında yatırımların milli gelirdeki payı aşağı yukarı iki kat artarken tasarruflar yarı yarıya düşmüştür. 1962’de %6 olan enflasyon oranı 1970 sonrasında büyük ataklar yaparak 1980’de %107’ye dek gelip dayanmakta, bu arada faiz oranları bu rakamların altında ezildikçe düzenin kendini yeniden üretimi sakatlanmaktadır. Sermayenin kapasite kullanımı ise bazı sektörlerde %30’lara kadar düşmüştür. Örneğin, 1977-1978 arasında, yani bir yılda, iflas eden firma sayısındaki artış oranının %336 olması çok çarpıcıdır. 1970-80 arasında ticareti terkeden şirket ve kişi sayısı 60 binin üzerindedir. Buna karşılık yaklaşık 250 büyük özel şirket toplam satışların %72’sine sahip oldukları ve toplam işçi sayısının %55’ini çalıştırdıkları bilinmektedir.

Bütün bu olup bitenlerin emekçi sınıflara yansıması ise dönem boyunca devrimci mücadelenin ve toplumsal hareketin yükselişini açıklamaktadır. Enflasyon artışı düşüldükten sonra elde edilen reel ücret rakamları 1977’ye kadar yavaş da olsa belli bir yükseliş gösterirken, 1977 sonrasında kesin bir düşüş tablosu verir. 1963’te 17.9 olan bu rakam 1977’de en yüksek noktası olan 27’ye varmış ve daha sonra hızla inerek 1981’de 13.9’a kadar düşmüştür. Aynı süreçte tarımdaki işgücü fazlası hesaplamaksızın düşünüldüğünde, 1962’de 640 bin olan kentlerdeki işsiz sayısı, 1978’de 1 milyon 435 bine ulaşmıştır.

Ve nihayet, bütün bunların sonucunda gelir dağılımı dengesizliği artmış, en üstteki %20’lik nüfus gelirin %58’ine el koyarken, en alttaki %20’nin ise gelirin %3.5’luk miktarıyla yetindiği bir manzara ülkenin klasik görünümü olmuştur. Sonuç olarak, 1950-1979 arasında uygulanan ithal ikameci kapitalistleşme politikasının Türkiye’yi getirdiği manzara tam bir yıkım ve yoksulluk tablosudur. Tamamen emperyalizmin denetiminde ve ona bağımlı olarak yürütülen bu kapitalistleşme modeli, ülke ekonomisinin dışa bağımlılığını katlayarak artırmış ve böylece dünya sistemindeki her krizin bedelinin daha çok borçlanmayla ödenmesi kaçınılmaz olmuştur.

Bu sanayileşme modelinin yönelimi ve sektörleri de emperyalizm tarafından belirlenmiş, büyük bir soygun düzeni yıllarca, emekçi halkların yıkımı pahasına sürdürülmüştür. Eninde sonunda varılan nokta ise artık sermaye birikiminin de gerçekleşmediği, yatırımların ve kâr oranlarının düştüğü, böylece onca yıldır bu süreçten beslenen işbirlikçi kapitalistlerin de feryat ettikleri bir çöküntü noktasıdır.

  • Cunta Eşliğinde Yeni Model

a) Sopa Gerektiren Program

1980’e doğru gelindiğinde, artık işlerin böyle gidemeyeceği kesindir. Öte yandan emperyalist sistem de önceki bölümlerde ayrıntılı olarak ortaya koyduğumuz gibi kriz sürecinden yeni bir program ve işbölümü ile çıkmayı amaçlamaktadır. Bu noktada bütün diğer yeni-sömürgelere olduğu gibi Türkiye’ye de dayatılan model, borçlanmayı yine sürdüren ama bu kez iç pazara dönük eski sanayileşme modelinin tasfiyesiyle yeni sektörlere yönlendirilen yeni-sömürge kapitalizminin ihracat da yapabilir hale gelmesidir.

Ancak yeni modele verilen isimden ötürü (İhracata Yönelik Büyüme Modeli) bu politikayı yeni-sömürgeleri ihracata yönlendirip borçlarını ödettirmek gibi sınırlı bir amaçla tarif etmek yanıltıcı olacaktır. İlk bakışta gerçekten sanki emperyalist sistem kendi iç sorunlarını aşmak için yeni-sömürgelere “kendi yağınızla kavrulun, ihracat yapın borcunuzu ödeyin, bana yük olmayın” der gibi görünse de (ki Özal da böyle bir dar tanım üzerinden giderek kendisini neredeyse “ülkeyi IMF kapısından kurtaran” adam olarak ilan etmiştir) aslında böylece geliştirilen politika, yeni bir işbölümü-bütünleşme-bağımlılık biçimini ortaya koymaktadır.

1980’ler sonrası sürecin başat eğilimi olacak olan neo-liberalizmin bütün temel unsurları bu politikanın içindedir: Yeni-sömürge ekonomisinin bütün koruma ve gümrük tedbirlerine son verilerek uluslararası para piyasasıyla tam bütünleşme, mali piyasaların kontrolden çıkarılarak her türlü sermaye akışına açık hale getirilmesi, geçmişte sanayileşmenin altyapısını sağlamış olan kamu kuruluşlarının özelleştirilerek kâr oranı yüksek alanlara kaydırılması, tarımın verimli olmayan kapalı alanlarının tasfiye edilerek uluslararası piyasanın isteklerine göre yeniden biçimlendirilmesi, devletin ve sosyal sistemlerin yeniden yapılandırılarak mümkün olan büyük bölümünün tasfiyesiyle sağlıktan eğitime her türden hizmet alanının metalaştırılması ve sermaye dolaşım ağının parçası haline getirilmesi ve tabii bütün bunların “kazasız belasız” yapılması için de yeni-sömürgelerdeki baskı düzeninin yeniden elden geçirilerek “düşük yoğunluklu demokrasi/düşük yoğunluklu çatışma” ekseninde çok daha koyu-soluk aldırmaz bir biçime sokulması, bunun için hem sınıf hareketinin ezilmesi ve yeni sosyal-kültürel politikalarla çürütülmesi hem de devrimci alternatiflere karşı daha kozmopolit, yani emperyalist karşı-devrimci deneyimi her köşeye yayan bir imha tarzının inşa edilmesi… 1980’lerde bütün yeni-sömürgelere yansıtılarak genelleştirilen politikaların temel unsurları bunlardır. Bu politikaların özellikle uygulandığı ülkelerin, yine 1990’ların “eksen ülkeler” konseptine uygun olarak az çok gelişkin sayılan yeni-sömürgeler olması da dikkat çekicidir.

Yani emperyalizm açısından 1980’lerin restorasyonuyla 2000’lerin yeni uygulamaları arasında bir paralellik ve devamlılık söz konusudur; 1980 ile 1990’lar arasında “bitip-başlayan” ayrı ayrı politikalar değil, başlayan ve düzenlenerek yeni dünya konseptine uydurulan tek bir politika vardır.

Esasen Türkiye oligarşisi de 1970’lerin sonunda bu programa katılmaya hem istekli hem de zorunludur. 70’li yıllar boyunca mevcut modelin bütün ek imkânları kullanılıp tüketilmiş ve artık bitkisel hayata girilmiştir. Ve üstelik, artık durum da acildir; 1980 sonbaharında yaklaşık 800 bin işçi toplu iş sözleşmesine hazırlanmakta, 120 bin işçi de grevlerinin ertelenme süresinin dolmasını beklemektedir. Yine de 1979 sonbaharında en son Ecevit hükümeti düşüp en son Demirel hükümeti kurulduğunda, zaten 1979’dan beri sistemin değişmesi gerektiğini ifade eden TÜSİAD umutludur. Daha 1978’de, o zamanlar ELMET şirketinin yöneticisi olan Özal, TÜSİAD yayınlarında yazdığı yazılarda, yukarıda özetlediklerimizin tümünü söylemektedir. TÜSİAD’ın 1978-79-80 raporlarınının hepsinde ve Ecevit’e karşı verdiği gazete ilanlarında aynı vurgular vardır. Bir an önce mevcut birikim modelinin tasfiyesi ve bunun için de öncelikle toplumsal muhalefetin tasfiyesi her seferinde altı çizilerek söylenmektedir. Bu yüzden yeni Demirel hükümetinde Özal’ın Başbakanlık Müsteşarı olarak ekonominin tek hakimi yapılması ve 24 Ocak Kararları olarak anılan programı onun hazırlaması şaşırtıcı olmamıştır.

Kısaca özetlenirse 24 Ocak Kararları ve sonraki tamamlayıcıları şu temel unsurlardan oluşmaktadır:

1) Devalüasyonun sürekli hale getirilerek TL’nin değerinin düşürülmesinin adeta otomatiğe bağlanması. (Bu amaçla ilki 25 Ocak 1980’de olmak üzere 8 ayda 10 devalüasyon yapılmış, 80 başında 47 lira olan dolar Ağustosta 80 liraya yükseltilmiştir)

2) Fiyat Kontrol Komitesi’nin feshedilerek fiyatların serbest bırakılması ve denetimlerin kaldırılması.

3) KİT ürünlerinin fiyatlarının serbest bırakılması, böylece astronomik zamların birbiri ardına yapılması ve sanayi girdisi olan ara mallarda da alt sınıfların tüketimini etkileyen ücret mallarında da devletin fiyat desteğinin kaldırılması.

4) Yabancı sermaye yasalarının yeniden ele alınarak hem bir dizi yeni kolaylık sağlanması hem de daha önce yabancı sermaye girişine izin verilmeyen karayolları, bankacılık, vb gibi alanların açılması.

5) İhracatla ilgili sınırlamaların ve lisans işlemlerinin kaldırılması, ihracatı destekleme fonlarının kurulması, ihracat teşvik belgesi uygulamasıyla vergi kolaylıklarının getirilmesi ve vergi iadesi adı altında ihracatın özendirilmesi, buna karşılık eski korumacı sistemde konulmuş bulunan ithalat sınırlamalarının çoğunun kaldırılması.

6) Devletin ekonomi yönetiminin organizasyonunun değiştirilerek klasik bakanlık yetkilerini aşan özerk kurumların yaratılması, böylece işverenlerin daha fazla etkin olabilecekleri teknokrat birimlerin oluşturulması.

7) Faiz oranlarının serbestleştirilmesi, böylece para piyasasındaki tekeldışı tefecilerin ayıklanacağı bir düzenin temellerinin atılması. Belirtmeye bile gerek yok ki, kararlar uluslararası finans kurumlarının tam desteğine sahiptir ve kararların ardından IMF ile üç yıllık bir anlaşma imzalanması da bunu göstermektedir.

Böylece özetlendiğinde kuru ekonomik cümleler gibi duran kararların asıl anlamı ise şüphesiz korkunç bir yoksulluğun kapılarının açılması ve tabii bunun için de yoksullaşanların susturulmasıdır. Bu konudaki en özlü ifade Türkiye İşveren Sendikaları (TİSK)’nın 1980 raporunda vardır: “Anayasanın ekonomik ve sosyal haklar bölümü ülkenin ekonomik ve sosyal yapısından daha ilerde bir düzenleme getirmiştir. (…) Özlemleri artıran bu düzenleme, ekonomik imkânlarla sınırlı olduğu için yerine getirilememiş, bunun sonucu olarak da belli siyasi toplulukların bu hususları istismar etmesine ve tahrik vesilesi olarak kullanmasına sebep olmuştur.” 12 Mart örneğinden de bildiğimiz gibi, toplumun “özlemleri” ile “ekonomik sınırlar” çatıştığında ne yapılacağı bellidir! Ecevit’in daha ilk günden “Latin Amerika modeli” tanımlamasını yapması ve bu kararların “bir dikta olmadan” uygulanamayacağını belirtmesi bu anlamda boşuna değildir. Kararların görünürdeki sahibi Demirel de durumun farkındadır ve bu kararların “partisinin siyasi misyonuna büyük zarar vereceğini” açıkça söylemektedir. Çünkü herkes bilmektedir ki, bu istikrar, yeni sektörler için işgücünün ucuzlatılması, bütün fiyatların serbest bırakılması, kamu harcamalarının böyle keskin bir dönüşle kısılması, vb. vb. hiçbir biçimde sivil bir yönetimle yapılamayacak şeylerdir.

Esasen bu, programın mimarları tarafından da reddedilmiş değildir. “12 Eylül’den önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu” diyen Rahmi Koç da, “24 Ocak Kararları’nın başarıya ulaşmasında en büyük pay askeri yönetime aittir” diyen İSO Başkanı İbrahim Bodur da, Özal’ın bizzat kendisi de 12 Eylül cuntasıyla 24 Ocak Kararları’nın bir bütün olduğunu, tek bir programın parçaları olduğunu kabul etmektedirler. Bu yüzden de darbenin daha ilk gününde cunta şeflerinin Özal’ı çağırıp ekonominin patronu olarak atamaları şaşırtıcı olmamıştır.

b) Yeni Sömürü Modeli ve  “Özal Mucizesi”

12 eylül cuntasıyla başlayan ve Özal ekibiyle devam eden “restorasyon” dönemini değerlendirirken, iktisatçıların (özellikle ilk zamanlarda) “mucize” ve “felaket” kavramları üzerinden çok keskin bir ayrışmaya uğramaları ve ortalama değerlendirmelerin neredeyse hiç yapılamaması çok ilginç ama anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü gerçekten, neo-liberalizmin bu ilk dönemi, sınıf çıkarlarına bağlı olarak her iki kavramla da ifade edilebilecek özellikler taşır. Demirel’in müsteşarlığından cuntaya, oradan da ANAP dönemine uzanan ve Özal’ın adında simgelenen bu çizgi, bütün süreç boyunca hangi sınıfların çok kazandığı hangi sınıfların kaybettiği sorusundan bağımsız olarak düşünüldüğünde bir ölçüde Menderes benzeri bir çarpılmış dinamiğe denk düşer. Ama bu kez söz konusu olan 1950’lerdeki gibi çarpık da olsa gerçek ve somut bir sanayileşme hamlesi değil, spekülatif bir büyüme, daha doğrusu “şişme” durumudur. Birincisinin yarattığı kapitalistleşme süreci toplumsal bir hareketliliğe zemin olurken, ikincisi tarihin en büyük çürütme operasyonu olarak gelişmiş, bir kesim için gerçekten “mucizevi” kapılar açılırken, kitlelerin büyük çoğunluğu için ise “büyük icraatlar dönemi”nin renkli ışıkları altında derin bir yoksulluğun çukuru açılmıştır. Bu bağlamda her ikisinin de bugün aynı cadde üzerindeki mezarlarda yanyana yatıyor olmaları ve tabii aynı Vatan caddesi üzerinde Türkiye’nin en büyük işkencehanesinin yer alması simgeseldir; bu üç unsur, adeta yeni-sömürge Türkiye’nin tarihi gibidir.

Ayrıca, teslim etmekte yarar var, siyasi tarihin bu diliminde Özal tarafından çok sık tekrarlanan “alternatifim yok” lafı da kesinlikle doğrudur. Gerçekten de, sonraki gelişmelerin kanıtladığı gibi, yeni-sömürge kapitalizmi çerçevesinde bu ekonomik/sosyal/kültürel formun alternatifi yoktur; gerek emperyalist sistemin içsel dinamikleri açısından gerekse de yeni-sömürge Türkiye’nin geldiği nokta açısından tarih böyle bir program üzerine sabitlenmiştir. Ve süreç boyunca “istenmeyen sonuçlar” gibi görünen hayali ihracat, yolsuzluk, vb. gibi unsurlar da kesinlikle program sapmaları değil, böyle bir politikanın yapısal bileşenleridir. O bakımdan yeni-sömürge sermaye birikiminin bu yeni düzenine salt ahlaki noktadan yöneltilen (ve içinde “biz olsaydık..” iddiasını taşıyan) “sosyal demokrat”, vb. eleştiriler, tümüyle boştur. Programın kendisi budur çünkü.

Kısaca özetlemeye çalışırsak, yeni-sömürge kapitalizminin bu yeni sömürü modeli ve işleyiş tarzı şu unsurlardan oluşmaktadır.

* Her şeyden önce bu, herhangi bir model değişikliğinin ötesinde Türkiye kapitalizminin yeniden yapılanması anlamını taşımaktadır. Türkiye kapitalizmi, süreç boyunca hem işçi sınıfına karşı, hem de kendi iç işleyişi açısından yeniden yapılanmıştır. Ve daha sonraları, 90’larda farkedileceği gibi, sınıfa karşı yapılanışı salt baskı-terör araçlarıyla gerçekleştirilen bir şey olmamış, kapitalizmin sektörlerinin yeniden biçimlenişi ve üretimin yeni örgütlenişi ile sınıfın güçlerinin dağıtılması, parçalanarak geriletilmesi aynı sürece denk düşmüştür.

* Bu yapılanmanın en belirgin yönelimi, yeni uluslararası işbölümünde Türkiye kapitalizmine düşen sektörlerin klasik imalat sanayiinden daha az sabit sermaye gerektiren ve ucuz işgücüne dayanan “verimli” alanlara doğru kaymasıdır. Dünya Bankası’nın da önerileriyle, 24 Ocak’tan başlayarak yapılan bir dizi düzenlemeyle yatırımlar, tekstil, gıda, konfeksiyon, müteahhitlik, seramik, orman ürünleri, deri, turizm, taşımacılık, vb. gibi kanallara yöneltilmiş, sermaye/emek katsayılarının düşük olduğu bu alanlar özendirilmiş, demir-çelik gibi daha çaplı yatırımlar ise durdurulmuş, var olanlar da kaderine terkedilmiştir. İmalat sanayi yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki oranı 1983-1987 arasında %25’ten %15.8’e gerilemiştir ve ekonomi açısından “bindiği dalı kesmek” olarak yorumlanabilecek bu gerileme ücretlerin düşürüldüğü, sınıfın baskı altına alındığı bir siyasi konjontürle kapatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca gelecekte “zarar ettikleri” gerekçesiyle özelleştirilmek istenen büyük devlet işletmelerine (demiryolları, vb.) yapılan yatırımların tamamen durdurulması, tek bir çivi bile çakılmaması da aynı dönemin politikaları arasındadır.

* Döviz fiyatlarının sürekli bir devalüasyona tabi tutulması yoluyla paranın değerinin düşürülmesi, hatta Türk Lirasının fiyatının giderek otomatik devalüasyona bağlanması, fiyatlar üzerindeki kontrol mekanizmalarının kaldırılması ve KİT ürünleri fiyatlarının serbestleştirilmesi gibi uygulamalarla birlikte aynı sürece hizmet etmiş, çalışan sınıfların gelirlerinin azaltılmasıyla birleşen bu faktörler klasik imalat sanayi yatırımlarını verimsizleştirmiş, konut, turizm, taşımacılık gibi sektörleri canlandırmıştır. Yani bir yandan klasik sektörlere yönelik musluklar kapatılırken diğer yandan da genel olarak kitlelerin alım gücü düşürülerek iç talep daraltılmış ve sermaye kütlesinin gitgide verimsizleşen bu alandan koparak yeni alanlara doğru kayması teşvik edilmiştir. Özellikle ücretli kesimlerin ihtiyaç maddelerindeki devlet desteğinin kaldırılması tamamen bu amaca yönelik olarak uygulanmıştır.

* Aynı amaçla bankaların faiz oranları da serbest bırakılarak yükseltilmesiyle orta ve alt sınıfların tasarruflarının klasik imalat sektörlerine değil büyük bir spekülasyon havuzuna akması sağlanmış, böylece iç borçlanma yoluyla büyük miktarlarda paranın önce devlete, oradan da yeni işbölümünün hakim tekellerine kaydırılması olanaklı hale gelmiştir. Bu yoldan gidilerek iç borç stokunun GSMH’ye (Gayrı Safi Milli Hasıla) oranı 1982’teki 12.6’lık seviyesinden 1983’te %22.8’e yükselmiş, sonraki yıllarda da bu artış devam etmiştir; iktisatçılar açısından çok tehlikeli bulunsa da bu gelişme, aslında yeni sermaye birikim modelinin temel besleyicilerinden biri olmuştur.

* Buna karşılık özellikle ürettiği malı hızla dışa satabilen, ayrıca ÇUŞ’ların (Çok Uluslu Şirketler) Ortadoğu’ya geçiş noktası gibi çalışan sektörler teşvik edilmiştir. İç pazara dönük olarak çalışan istenmeyen sektörlerin belini iç talebi kısan önlemlerle kırmak, ihracata yönelik yap-satçı firmaların emperyalist sermaye grupları ile birleşmesinin önünü açmak için dönem boyunca bir dizi önlem alınmıştır. Yapılan düzenlemelerle (çoğu kez yeni-sömürge politikasının çürümüşlüğünün de etkisiyle) ihracat gruplarına vergi iadesinden kredilere, döviz tahsisinden transfer kolaylıklarına dek her türlü avantaj sağlanmış, sadece 1981’de ihracatçı firmalara sağlanan kolaylıklar 200 milyar lirayı aşmış, hatta bir ara, 1981’de doların karşılığı 115 lira iken, tekstil, gıda gibi ürünlerin ihracatında (malın fiyatı dışında) sağlanan kolaylıklar ve vergi iadeleriyle bir dolarlık ihracatın karşılığı olarak 200 lira kazanılır olmuştur. Müteahhitlik sektörünü de ihracat kapsamına alan bir yaklaşımla bu alan da özendirilmiş, yurtiçindeki projeler dışında özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika (Libya)’nın ihalelerine giren firmalan büyük kolaylıklar görmüşlerdir. Öyle ki bir ara, bu firmalar tamamı Türkiye’den bir tür “köle” olarak götürülmüş 120 bin işçiyi düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak çalıştırmış ve milyonlarca dolar kazanmışlardır.

* Sonuçta toplam olarak ihracat 1980’deki 2.9 milyar dolarlık düzeyinden 1982’de 5.7 milyara yükselmiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise %38’den %65’e çıkmıştır. Böylece 1979-80’de negatif noktada olan büyüme hızı da 1981-83 döneminde ortalama %4 gibi bir noktaya ulaşmıştır. Bütün bu rakamların 1950’lerdeki tabloya göre şişkinlik rakamları olduğu söylenebilir; ya da ihracatın ne kadarının gerçek ne kadarının hayali olduğu sorgulanabilir ama kesin olan şey, toplumsal muhalefetin susturulduğu koşullarda yapılan bu operasyonun emperyalizmle yeni bütünleşme konseptine uymakta başarı sağladığıdır. Daha 12 Eylül bile gelmeden IMF’nin üç yıllık bir anlaşma yapması ve sürecin yıllık/altı aylık denetimler düzenine geçilmesi de emperyalistlerin memnuniyetinin göstergesidir. Yoksa, ulaşılan bu tablonun, ekonominin daraltılması, kitlelerin alım gücünün düşürülmesi ve yoğun işsizlik pahasına gerçekleştiği ve en önemli faktörün de işçi sınıfının susturularak üretim maliyetlerinin azaltılması olduğu bilinmeyen şey değildir.

Ayrıca bu tablo, geçmişe göre daha çok mal ihraç edilen ama birim başına daha az kazanılan bir tablodur ve aradaki fark da devlet teşvikleri üzerinden kapatılmaktadır. Yani dönemin bir “avanta” dönemi olduğu ne kadar kesinse emperyalist sisteme uyum sağlamak açısından başarılı olduğu da o kadar kesindir. Öte yandan ihracat furyasının yöneldiği coğrafyaya da bakıldığında sistemin uluslararası işbölümüne uygun olduğu görülmektedir; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik ihracatın 1979’daki toplam içindeki oranı %17 iken 1981’de %42’ye yükselmesi, Türkiye’nin gelecekte yükleneceği yeni rol açısından son derece önemli bir veridir.

* Böyle bir politika doğal olarak kayırılan sektörlerde belli bir merkezileşme yaratmış, ekonominin klasik aileleri zamanla duruma uyum sağlarken bu arada yeni durumu kavrayamayanlar tasfiye olmuş, yeni sürecin hırslı aktörleri hızla yükselmişlerdir. Zaman zaman Özal’ın kişisel dostluklarına bağlıymış gibi görünen bu yeni yıldızların parlayışı esasen sürecin konseptiyle ilgilidir. Vergi kolaylıkları-zorlukları, kredi genişlikleri-darlıkları, vb. hep bu amaçla işlemiş, para arzının ve kredilerin kısıtlanması, devletin sosyal harcamalarının azaltılması, baskı koşullarında ücretlerin düşürülmesi, ek vergiler, banka tasarruf faizlerinin çekici hale getirilmesi vb. yoluyla alım gücü ve iç talep kısıldıkça, talep yetersizliğiyle karşı karşıya kalan klasik imalat sanayii firmaları ya çökmüşler ya da çökmemek için büyüklerle birleşme yolunu tercih etmişlerdir.

Aynı süreçte 1981’den sonra ithalattaki neredeyse bütün kısıtlamaların kaldırılması, yurt içinde üretilen malların gücünü azaltmış, böylece iflaslar ve birleşmeler birbirini izlemiştir. 1980 ile 1981 arasındaki protesto edilen senet sayılarındaki artış %125’tir ve bu sadece buzdağının üstüdür. 1981’de sadece İstanbul’da 100 milyarlık karşılıksız senet dolaşmaktadır.

* Bütün bunların beklenen sonucu ise birkaç yıl içinde yüzlerce şirketin el değiştirmesi, küçüklerin yutulması, hatta bazı durumlarda “hesabını bilmeyen” büyüklerin de göçüp gitmesidir. Oligarşinin en sivri temsilcilerinin bugün ellerinde olan şirketlerin çoğu bu merkezileşme döneminin sonucudur. Yeni artı-değer alanları ve verimlilik yaratmanın değil de mevcut sermaye kütlesinin çapul edilmesinin sonucu olan bu merkezileşme o denli hızlıdır ki, TİSK başkanı Refik Baydur bile o günlerde “küçükleri satın alan banka sahibi holdingler”den yakınmaktadır. Aynı süreçte sık sık çıkarılan banka genelgeleriyle sermaye artırımları talep edilmekte, ek yükümlülükler getirilerek bankalar tekelleşmeye, sürece dayanamayanların da batması kaçınılmaz olmaktadır.

Özellikle bankaların kontrolü dışındaki “tefeci” para piyasasının sistem içine dahil edilmesi, TÜSİAD’ın deyimiyle “organize olmamış piyasa”nın resmileştirilmesi, tekelleşmeyi hızlandıran bir başka olgu olmuştur. Bu anlamda “banker faciası” da sistem için hayırlı bir olay olarak “güvenilir” finans kurumlarına güç katmıştır. Öte yandan ihracat alanında verilen krediler ve kolaylıklar da hiç “adil” dağılmamakta, 83’te çıkarılan bir kararnameyle “sadece belli bir barajı geçebilenler” bazı ayrıcalıklara layık görülmektedir.

* Aynı dönemde, daha sonraları başat eğilim olacak olan özelleştirme ve devletin sosyal kurumlarının tasfiyesi uygulamaları başlatılmış, 1980-88 arasında kamu sektörü yatırımları %1.8’i aşmazken otoyollar ve köprülerden başlanarak kamu mallarının satışı gündeme gelmiştir. Zamanla eğitim ve sağlık alanlarına dek uzanacak olan bu özelleştirme politikası, esas olarak devletin sosyal harcamalarının azaltılması ve kamuyla ilgili bütün hizmet alanlarının metalaştırılması amacını gütmüştür, ki bu aynı dönemde emperyalist dünyada da hakim olan Reagan-Thatcher konseptine uygundur. 1979-80’de %4 olan Sağlık Bakanlığı payının 1982’de %2.7’ye, %11 olan Milli Eğitim Bakanlığı payının da %9.5’a düşmesi, buna karşılık Emniyet Genel Müdürlüğü ve Savunma Bakanlığı paylarının artışı, dönemin tam panaromasını vermektedir.

* Yabancı sermayeye yönelik yeni teşvik yasaları ve kolaylıklar da bu dönemde uygulamaya konulmuş, özellikle vergilerden bağışık “serbest bölge”lerin kurulmasıyla ve dövizin serbestleştirilmesiyle emperyalist şirketlerin alanı genişletilmiş, bu arada yabancı bankalara Türkiye’de faaliyette bulunma kapıları açılarak döviz piyasası bütün spekülasyonlara açık hale getirilmiştir. Aynı dönemde KİT projelerine de yabancı sermayenin katılımı sağlanmış, Türkiye’nin bütün klasik maden, santral, baraj, otoyolu, vb. yatırımları artık yabancı şirketler ve uluslararası banka kredileriyle yapılmaya başlanmıştır.

* Geçmişten beri bir tür korsan piyasa olarak varlığını sürdüren “Tahtakale” piyasasının varlığının devlet tarafından tanınması ve “serbest döviz ve hisse senedi alanı” olarak kabulü de dönemin en önemli uygulamalarındandır. 1986’da işler hale getiriler İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (IMKB) giderek güçlü bir konum kazanmış, KİT hisselerinin de bu piyasaya dahil edilmesiyle yabancı sermayenin de oynayabildiği büyük bir spekülasyon alanı açılmıştır. Uluslararası mali sermayenin devlet borçlanmalarının dışında yeni yatırım-spekülasyon alanlarına yönelebilmesi için borsa gibi bir araç zaten zorunluydu. Salt bankacılık, ortaklık, doğrudan yatırımcılık gibi araçlar, uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu dolaşım hızını karşılayamayacak kadar hantaldı. Zaten başta da dediğimiz gibi, daha sonradan sadece Çiller dönemine atfedilecek olan karapara, yolsuzluk, uyuşturucu, kumar, vb. gelirleri ve genel olarak kayıtdışı ekonomi, esasen bu yeni sistemin mantığı içindedir; bu sektörlerin arada sırada belli darbelerle hizaya sokulması, onların sistem-dışı olduğu anlamına gelmemektedir.

* Ve tabii yeni-sömürge düzeninin asla vazgeçilemeyecek unsurlarından biri olan ordu mekanizması da bu yeni bütünleşme biçimine uyum sağlamış, dönem boyunca çok yoğun olarak emperyalist şirketlerle ortak askeri projeler uygulanmış, özellikle Kürt savaşının başlamasından sonra hızlanan askeri yatırımlar ciddi bir sektör haline gelmiştir. Büyük paralar toplayarak bu projelere aktaran çeşitli askeri vakıflar, OYAK ve askeri orijinli firmalar hiçbir gücün denetlemeye cesaret edemediği bir ortamda militarist sektörü büyük bir hızla geliştirmişler, sonuçta 1990’lara gelindiğinde Türkiye’yi nüfusuna oranla en çok askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında ikinci-üçüncü sıralara kadar taşımışlardır. Ordu kaynaklı sermaye bu süreçte oligarşinin esaslı bileşeni haline gelmiştir.

* Nihayet bütün bunlar 12 Eylül cuntası ve sonraki baskı döneminin koşullarında emekçi sınıfların toplumsal hareketinin bastırılmasıyla atbaşı gitmiştir. Cunta dönemi boyunca sendikalar kapatılıp işçi sınıfının bütün sosyal güvenceleri ve kazanılmış hakları gasbedilirken, devrimci hareket fiilen ezilmiş, böylece yeni sermaye birikim düzeninin inşası nisbeten sorunsuz bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Üstelik baskı düzeni salt cuntanın resmen mevcut olduğu birkaç yılla da sınırlı kalmamış, dönem boyunca çıkarılan sendika yasalarıyla sınıf sendikacılığı neredeyse imkânsız hale getirilmiş, bu yasal sınırlamalar daha sonraları kapitalizmin yeni iş örgütlenmesi (Esnek İş Örgütlenmesi) yöntemleriyle birleşerek Türkiye’de sendikacılığın ölüm çanlarını çalmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin ekonomideki somut karşılığı ise 1979’da toplam faktör gelirleri içinde %35 oranında paya sahip olan emek faktörünün bu payının 1988’de %17’ye düşmesidir. Bütün bunlar, yalnızca Özal ya da Evren’in faşist eğilimlerinin sonucu değil, içine girilmiş olan yeni sürecin mantığının birer parçasıdır.

Yine aynı şekilde tarım fiyatlarının dönem boyunca alt sınırlara doğru çekilmesi de, sistemin ucuz hammadde ihtiyacının ve bütün kaynakları bir vantuz gibi emerek sadece bir kesime, işbirlikçi tekelci burjuvaziye aktarma amacının ürünüdür.

  • 90’lara Doğru Gelirken…

Buraya kadar özetlediklerimizden genel sonuçlar çıkarmaya çalışırsak, ilk söylenebilecek olan şey, Türkiye’nin yeni-sömürge yapısının, emperyalist sistemin 70’lerde başlayan krizine parelel olarak içine girdiği ağır tıkanma sürecinden yapısal bir değişimle çıktığı ve esasen hayatın bütün alanlarını kapsayan bu değişimin özellikle bağımlı kapitalizmin sektörel yapısını ve güç dengelerini farklılaştırdığıdır. Dünya kapitalizminin 70’ler boyunca devam eden krizine bulduğu “çözüm” yolları, ekonomisinden politikasına ve kültürüne dek emperyalizme bağımlı olan Türkiye’de karşılığını üretmiş ve bir süre devam eden yoğun borçlanma/durumu idare etme politikasından sonra, uluslararası sistemin yeni işbölümü ve bağımlılık modeliyle bütünleşilmiştir.

İthal ikameci eski sistemin koruma duvarları arkasında sağlanan tatlı kârlar döneminin bitmesiyle birlikte “ihracata dönük sanayileşme (daha doğru bir deyimle sanayileşmeme)” politikası adı altında ihracata dönük sektörlerin öne çıktığı, klasik içe dönük üretimin yerini yap-satçı bir sistemin aldığı yeni ilişkilere geçilmiştir. Toplumsal muhalefet güçlerinin baskı altına alınarak işgücünün ucuzlatıldığı ve tarımın törpülendiği koşullarda yapılan bu operasyon, büyük ölçüde başarıya ulaşmış, ülkenin ekonomik-toplumsal-kültürel yapısını büyük ölçüde değiştiren büyük bir deformasyon özellikle 1980 sonrasını karakterize eden temel unsur olmuştur.

Bu yeni bütünleşme modeli, Türkiye için daha fazla bağımlılık anlamına gelmiş, biçimlenmekte olan yeni emperyalist sömürü ilişkileri içinde yerini alan Türkiye, dünya kapitalist sisteminin zincirine daha sıkı bağlarla bağlanmıştır. Üstelik bu kez 1950’li 60’lı yıllarda kukla yöneticiler tarafından belli bir ölçüde gizlenmeye çalışılan emperyalist işgal, ekomomi ağırlıklı “rasyonel” açıklamalarla meşrulaştırılmış, uluslararası finans sisteminin bir parçası olmanın bir zorunluluk, hatta “dünyayla bütünleşmek” anlamında bir “terfi” olduğu fikri kitleler arasında yayılmıştır.

Böylece anti-emperyalist duygu genel olarak törpülenirken emperyalizmin “içsel olgu” olması durumu yerine oturmuştur. Öte yandan, ekonominin bütün sektörlerinin doğrudan emperyalist kuruluşlarcak idare edilmesi, iplerin açıkça bunların elinde oluşu ise anti-emperyalist tavrın gelişmesi için yeni nesnel imkanları da beraberinde yaratmıştır. Özellikle işlerin dibe vurmaya başladığı 90’lı yıllarda bu durum pratik sonuçlarınıda yaratmaya başlamıştır. Yazımızın üçüncü bölümünde de ele alacağımız gibi, 90’lı yıllarda anti-emperyalist duruş salt bir siyasal bağımsızlık tavrı olmaktan çıkmış, tüm emekçilerin iktisadi taleplerinde de öne çıkmış, “Kahrolsun IMF” vb sloganlar rutin hale gelmiştir. Böylece anti-emperyalist mücadele dinamiği daha bütünlüklü ve kapitalist sistemi sorgulayan yeni bir içeriğe kavuşmuştur.

Bu arada Türkiye, yoğun askeri harcamalar ve modernizasyon sonucunda eskisi gibi ABD ordusunun hurdalarıyla idare eden bir ülke olmaktan çıkmış, bölgenin tepeden tırnağa silahlı saldırgan güçlerinden biri olmaya doğru yol almıştır. İsrail ile birlikte Ortadoğu’da ABD varlığının temsilcisi olan Türkiye, ekonomik alanda da taşeronlaşmaya doğru ciddi adımlar atmış, özellikle müteahhitlik ve basit tüketim malları ihracında Ortadoğu’ya yayılma eğilimi göstermiştir, ki daha sonraları bu açılım Orta Asya’yı da kapsayacaktır.

Bütün bunların en belirgin politik sonucu ise, “karşılıklı bağımlılık” demogojisinin belli bir zemin bulması ve emperyalist işgalin gerçek boyutlarının böylece daha da gizlenerek bir “bağımsızlık” yanılsamasının üretilmesidir. 1990’lara gelinirken dünya emperyalist-kapitalist sistemi ve onun bir parçası olan yeni-sömürge Türkiye kapitalizminin neoliberal politikalar ekseninde restore edilmesi sürecinin köşe taşları artık oturmaya başlamıştır.

1990 yıllar ise, son derece çarpıcı biçimde emperyalist sistemde ve Türkiye ölçeğinde ciddi değişikliklere yol açacak, her şeyin yeniden harmanlandığı bir on yıl, öğretici derslerle dolu olarak geçecektir. Yeni bin yılın devrimci sosyalist atılımı, boşlukta değil, bütün bu tarihsel akış içinde biçimlenecektir.

TÜRKİYE’NİN YENİ-SÖMÜRGELEŞMESİ- 1

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.