THKP-C/MLSPB’nin Oluşum Ve Gelişim Süreçleri

0 532
image_pdf
TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ CEPHESİ/MARKSİST LENİNİST SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİ

1- THKP-C/MLSPB’NİN OLUŞUM VE GELİŞİM SÜREÇLERİ

İçindekiler:

A) THKP-C’NİN İDOLOJİK EVRİM SÜRECİ

B) POLİTİK EVRİM SÜRECİ

C- ÖRGÜTSEL EVRİM SÜRECİ

1- THKP-C/MLSPB’NİN OLUŞUM VE GELİŞİM SÜREÇLERİ

1960-70 dönemi, Türkiye Devrim Tarihi açısından son derece büyük önemi olan bir zaman dilimidir. Bu süreç, Türkiye Devrim tarihinin dönüm noktasıdır. Çünkü, ülke devriminin ilk devrimci çözümlemeleri yapılmaya başlanmış ve bu çözümlemelerin bir gereği olarak silahlı mücadele, Türkiye’de gündeme girmiştir. Türkiye halkları ilk kez devrimin stratejisini silahlarıyla somutlaştıran güçlerle karşı karşıya gelmişler ve kısa sürede büyük bir sempati geliştirmişlerdir. Silahlı devrimci hareketin, silahlı egemen güçlerin karşısına halkın çıkar ve istekleriyle dikilmesi, birkaç yıl içinde Türkiye Devrimci Hareketi’nin önderlerini halkın kahramanları haline getirmiştir.

İdeolojik politik sistematiği ve ona bağlı tavrı açısından bu güçlerin en önemlisi, TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ’dir. Ve onun cephesi, TÜRKİYE HALK KURTULUŞ CEPHESİ’dir…

A) THKP-C’NİN İDOLOJİK EVRİM SÜRECİ

Nesnel politikleşmesi ve yapısallaşma sürecinde THKP-C’nin yaşadığı ideolojik gelişim çizgisi, dönemin Türkiye’sinde genelde sosyalist hareket içinde yaşanan teorik, ideolojik evrimden de bağımsız değildir.

Bir başka deyişle, çizginin politik ve fiili faktörleri olan, THKP-C’yi oluşturacak önder ve kadrolar, ideolojik plandaki ilk sosyalist gıdalarını, içinden çıktıkları 65-70 dönemi Türkiye’sinin ideolojik-politik yükseliş sürecinden almışlardır. Ve bir dönem bu sürecin eksik ve yanlış ideolojik yönelimlerini üzerlerinde taşımakla birlikte, Marksizim-Leninizm’i kavrayışlarıyla doğru orantılı olarak, oportünizme ve revizyonizme karşı yürüttükleri ideolojik mücadele ile, sözkonusu etkilerden uzaklaşıp, bağımsız ihtilalci çizgiyi sistematize etmeye yönelmişlerdir.

Bu dönemde ülke devriminin belli başlı köşe taşlarını şu şekilde belirtmek gerekmektedir:

1) Revizyonist ideolojilerin sürecin politik dinamizmi karşısında zorlanması. Soyut sosyalist söylemler çevresindeki toparlanmaların ve bunların yarattığı etkilerin, emekçi kitlelerin amaç ve çıkarlarından uzaklığının somutlaşması, revizyonist kadroların mücadele koşullarıyla çakışamaması nedeniyle beklentiler ve seçeneksizlik üzerinde varolan revizyonist şekillenmelerin çözülmeye uğraması.

2) Başta Çin ve Küba olmak üzere Latin Amerika, Asya ve hatta Afrika’daki Ulusal Kurtuluş ve Sosyalizm hareketlerinin derin etkisi.

3) Yoğunlaşan ekonomik bunalımın kendiliğindenci yönü ağırlıkta sınıf girişimleri yaratarak özellikle militan gençlik hareketlerine politik bir zemin oluşturması, onun hareketliliğiyle buluşmaktaki potansiyeli….

4) Oligarşi bloku içindeki çelişkilerin, yönetim bunalımı yaratması ve bu bunalımın çeşitli şekillerde halka yansıması.

Siyasal, ekonomik tıkanıklıkların dayatmasıyla gündeme getirilen 27 Mayıs Cunta’sını izleyen yıllar, ülkemizdeki toplumsal uyanışın ivme kazandığı, kitlelerin ve gençliğin politik duyarlılığının yükseldiği, işçi sınıfının nicelik ve nitelik olarak belli bir gelişme kaydettiği ve özelde sol platform içinde hızlı bir canlanmanın görüldüğü yıllar olmuştur.

Dönemin bu karekteristiklerine bağlı olarak 60’lı yılların ikinci yarısına doğru daha fazla belirginleşmeye başlayan siyasal oluşum ve yapılanmalar, süreçte sol hareket içinde layık oldukları yerleri tutmuşlar, gerçek misyonlarına oturmuşlar ve ülkedeki genel sol potansiyel ve kitleler üzerinde kendi çizgileri doğrultusunda etkinlik kurmaya başlamışlardır.

İşte tam da bu gelişme seyri içerisinde ilk olarak, döneme damgasını vuran belli başlı siyasal oluşumlardan biri olan ve ülkemizin ayırt edici sosyal, ekonomik, politik vb. koşullarını görmezden gelerek sağ-pasifist, parlamenterist bir rota izleyen TİP doğmuş, önemli sayılabilecek bir sol potansiyeli o seçeneksizlik ortamında peşinden sürüklemiştir.

Yine bu süreçte ortaya çıkan ve TİP’in işçi kuyrukçusu ‘sosyalist Devrim’ çizgisine tepki olarak doğup gelişen Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi, sol görünüm ve lafızlarla, oldukça kabarma gösteren ve henüz yönünü gerçek anlamda tayin etmek durumunda olmayan aktivist eğilimlere hitap ederek, özellikle gençlik kesimleri içinde kendisine önemli bir hareket alanı yaratmıştır.

Bu tarihsel süreçte, genel olarak dünyada gelişmekte olan ulusal kurtuluş mücadeleleri ve sosyal hareketlilikler, ülkenin gençliğini ve aydınları derinden etkilemiştir.

TİP görüşlerini savunan insanlarca 1965 yılında oluşturulan Fikir Klüpleri Federasyonu (FKF), her ne kadar başlangıçta sosyalist düşüncelerin propagandasını yapmak ve tartışmak amacıyla ortaya çıkmış bir aydın-öğrenci platformu olsa da zaman içinde koşulların onu zorladığı bir konum aldı. Önce, demokratik mevzilerde sosyalizmi savunanlarla savunmayanların saflaştığı bir odak haline geldi. Daha sonra ise dönemin ciddi bir politik fonksiyonu olan kitlesel hareketlerin aydın öğrenci oluşumlarının yönünü zorlaması, büyük ölçüde ve hızla etkilemesi sonucu, onu oluşturanların belirlemeleri dışında, işçi-köylü kesimlerinin talepleri çerçevesinde aktivasyonları oldu. Bu kitlesel talepler, yine yasal sınırlar içinde kalmak kaydıyla, gösteriler, mitingler, protestolarla, bir dönem hem oligarşinin hem de kitlelerin ilgi odağı haline geldi.

TİP’in ‘sosyalist devrim’ tezinin özündeki parlamenter mücadele anlayışının muhalifi olan MDD taraftarlarının, TİP içinde sürdürdükleri mücadelenin yansımasıyla, bu eğilimin denetimi altına giren FKF, MDD’cilerden kaynaklanan bir olgu olan anti-emperyalist tavır alışlara da yöneldi. Ne var ki bu tavır alışlar, bizzat yönlendirme, organize etme biçiminde değil, ortaya çıkan anti-emperyalist yönelimlere adapte olma, onları destekleme şeklindeydi. FKF, o dönem anti-emperyalist eğilimleri genel olarak bünyesinde topladı. 1969’da ise TİP taraftarları tamamen FKF’nin dışına çıktılar. Böylece bir saflaşma daha da tamamlanmış oldu.

Halk Savaşı, Halk Ordusu, Gerilla Savaşı kavramları, 1969 Kongresi sırasında büyük ölçüde belirginleşmişti. Mihri Belli’nin bu kavramlara karşı açık olmayan tutumu ise saflaşmayı o yönde de belirginleştirdi. P-C öncüleri bundan böyle Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı ile yürümenin mümkün olmadığını, kendi yollarını çizeceklerini orada açıkça ilan ettiler.

MDD Hareketi, yarattığı ‘sol’ imaja karşın özünde sağ oportünist bir çizgi üzerindeydi. Türkiye Devrimi’nin yoluna ilişkin olarak ve sınıfların mevzilenmesi konusunda yaptığı yanlış teorik tespitler, devrim anlayışı konusundaki oportünist rengini açığa çıkaran en önemli saptamaları olmuştur. Bunun yanı sıra TİP’in pasifist anlayışlarını ihtilalci yönelimlerle mahkum ederek ideolojik evrimleşmenin belli başlı hesaplaşmalarından birini orada tamamlayan dönemin en ileri militan kadrolarının MDD Hareketi içinden çıktığı yadsınmaz bir gerçektir. Bu dönemin ortaya çıkardığı siyasal oluşumlardan bir diğeri ise Çin Devrimini tam anlamıyla kendisine şablon yapan ‘Proleter Devrimci Aydınlık’ (PDA) Hareketidir.

Bir yandan dönemin Türkiye’sinde yaşanan bu gelişmelerin sonucu olarak sosyalist hareketlenme içinde sözkonusu oportünist ve revizyonist çizgiler boy verirken, diğer yandan 27 Mayıs Anayasası’nın sağladığı görece demokratik ortam, işçi sınıfının kendi içinde örgütlenmesine (DİSK’in kuruluşu) ve başlangıçta ekonomik demokratik temelde de olsa kendi hakları için mücadeleyi yükseltmesine uygun koşulları oluşturmuştur.

Giderek boyutlanan bu kitle aktiviteleri, ideolojik şekillenmelerin de fonksiyonlarından biri haline geldi ve DEV-GENÇ’e de belli ölçülerde yön verdi. Örgütsel plandaki soru ve arayışların ivmesini hızlandırdı. Özellikle Dev-Genç döneminde, yaygın ilişkiler nedeniyle, gerek kırsal kesim açısından gerekse proletarya açısından ivedilikle hissedilip değerlendirilme olanağı doğuran gelişmeler önemlidir. Başta Ankara, İstanbul ve daha geç bir süreçte de olsa İzmir ve Karadeniz olmak üzere Erzurum, Malatya, Antep, Hatay, Yozgat, Aydın, Antalya, Adana, Mersin, Konya (ilçeleri), Bursa gibi yurdun hemen birçok bölgesinde örgütlenmeye ve tabana sahip olan, kitlelerin ciddi ölçüde benimsediği bir güç haline gelen Dev-Genç, kitleyle düşünsel plandaki alışverişi de sağlamaya çalıştı.

Örneğin, FKF’nin doğuş sürecinde, daha önceki işçi hareketlerinin etkisiyle sarmalanmış Dev-Genç’liler, toprak işgalleri karşısında köylülerin devrimci potansiyellerini görmek, bunu değerlendirmek olanağı buldular. Fakat köylülerle ilişkilerde umut duyarak istedikleri sonucu, kalıcı ve sistematik bir örgütlenme oluşması açısından elde edemediler. Köylülerin ekonomik süreçteki zorlanmasıyla ortaya çıkan ve boyutlu bir görünüm arzeden girişimlerinin yükselip geri çekilmesine karşın daha etkili bir şekilde işçi eylemlerinin boy vermesi, Dev-Genç’i şehirlere yöneltti.

Proletarya ile kurdukları ilişkilerde sınıf karakterinin önemli ve farklı yanlarını bizzat yaşamaları, onları ciddi oranda etkiledi. Söke ve Maraş bölgelerindeki PDA çalışmalarının dışında ülkedeki bütün köylülük hareketlenmelerinde Dev-Genç’liler bulunmuşlar, bunlara egemen olmaya çalışmışlardır.

Yine 70 yazında 15-16 Haziran Hareketinde, işçi sınıfıyla birlikte son derece yüksek ve şanlı bir mücadele örneği ortaya koymuşlardır. Proletarya kendisine ilişkin nitelik verilerini de bizzat kendisi sunmuştur. 15-16 Haziran, hem sınıfın mücadele içinde büyüyüp yükselmesinin, bayrağının altında güçlenmesinin, hem de devrimcilerle buluşmasının çok önemli tarihsel bir örneğidir.Bu arada özellikle belirtmek gerekir ki, önderlerinden kadrolarına kadar hemen hemen her THKP/THKC öncülü, mutlaka kitlelerle ilişkide pratik deneyimler yaşamıştır. Bireysel gelişim süreçlerinde en basit ve en alt çalışma tarzlarından geçerek politikleşmişlerdir. Bütün bunlar bilinen örgüt kriterleri içindeki çalışmalarına henüz tekabül etmeyen çalışmalar olsa da partinin hem ideolojik belirginleşmesinin hem de Marksist-Leninist örgütsel kıstasları yakalamalarının ön süreçlerini oluşturmuştur.İşçiler (herhangi bir ciddi örgütlenme içinde olmaksızın, kendiliğindenci dinamiklerle) daha 1969’larda fabrikalarda polisle silahlı çatışmalara girişmişler, ölüler vermişlerdir. Dev-Genç’in yaygın ilişkilerine ve halkın hemen hemen her kesiminden yoğun ilgi ve destek görmesine rağmen bu gelişmelerle çakışamaması, diğer yandan faşist saldırıların artması gibi etkenlerin soru ve yanıtlarıyla dönem yeni bir çehre kazandı. Ayrıca, sempatizan kesimin bir bölümünün silahlı çatışmalar nedeniyle saflardan geri çekilmesi sonucu ortaya çıkan saflaşmada, öne fırlayan unsurların her anlamda militan karakter göstermesi gündeme geldi.

Şimdi en büyük sorun, dayatan politik örgüt konusuydu. Kendi iç işlerliği, hatta birçok yanı ile ciddi ve disiplinli olarak tanımlanabilecek gençlik örgütlenmeleri ile ülkenin hızla dönüşen politik iklimine yanıt oluşturmak sözkonusu değildi. Gelişmeler, akademik, demokratik, ekonomik çalışmalar boyutunu çoktan aşmış, bunlar üzerinde anti-emperyalist, anti-faşist ve henüz nitelenmese de anti-oligarşik özellikler kazanmıştı. Sorun, bu şekilde yürüyen pratiğin, politik ekseni ile çakışan ve çalışmalarda başgösteren açmazları da çözümleyecek gelişme diyalektiğine sahip siyasal yapılanmanın oluşmasındaydı.

TİP’i ele geçirip ideolojik dönüşümü sağlayarak proletaryanın savaş partisi haline getirmek şeklinde beliren fikre, önder yoldaş Mahir Çayan; “bu uğraşın, başlatmak zorunda oldukları mücadeleyi geciktireceği” düşüncesiyle karşı çıktı. Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi dönemin sembol halinde varlıklarını sürdüren isimleri ile yapılan görüşmelerin oluşturduğu olumsuz yargı sonucunda bağımsız örgütlenmeyi, proletaryanın ve tüm diğer emekçilerin savaş yapılanmasını yukardan aşağıya ivedilikle kurma fikri THKP-C öncülerinin kafasında iyice netleşti.

Dönemin zorunlu olarak açılan görece demokratik koşulları, ülkemizde Marksist-Leninist klasik eserlerin hızla ve yoğun bir şekilde Türkçe’ye çevrilmesine ve o güne kadar dar bir aydın çevresiyle sınırlı ideolojik-politik tartışmaların tabana doğru halka halka yayılmasına olanak tanımıştı. Aynı olanak, Marksist eserlerle tanışan gençliğin, dünya devrimci pratiğine ilişkin çokça basılan kitapları da okumasını sağlamıştır. Özellikle toplumun en dinamik ve uyanık kesimi olarak, devrimci pratiğe öncelikle yatkınlık gösterme ve katılma özelliği olan öğrenci gençlik, ideolojik düzeyinin yükselmesi doğrultusunda Türkiye devriminin teorik ve pratik sorunlarına daha bilinçli ve aktif olarak inisiyatif koymaya başlamıştır.

Dönemin silahlı savaş örgütlerinin ve silahlı mücadelesinin yanısıra, ideolojik çizgilerinin de belirginleşmesinde özel misyonu olan bazı üniversitelerde yoğunlaşan tartışmalardan çıkan görüşler, bir dönem, mücadelenin kırdan mı yoksa şehirden mi başlatılacağı konusunda muğlak kaldı. Önce dağlara çevrilmiş olan ilgi, bir süre buralarda yoğunlaştı. Fakat Mahir Çayan ve arkadaşlarının kırsal kesimde bizzat katıldıkları çalışma ve araştırmaların sonucunda, köylerin mevcut potansiyellerinin başlangıç için uygun olmamasını saptamalarının yanısıra, 15-16 Haziran’la pratik olarak öne çıkıp bir anlamda kendini bağıran proletaryanın tavrıyla yeniden şehirlere yönelindi.

THKP öncülleri, “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” ile ‘Aydınlık’ çizgisine karşı ideolojik tavırlarını netlikle ortaya koydular ve Türkiye’nin hemen her bölgesinde aynı süreçte ortaya çıkan bir saflaşmayı daha yaşayarak 1970 Aralığında “proletaryanın savaş örgütünün kurulduğunu” açıkladılar.

Bugün THKP-C’nin yaşadığı ideolojik evrim sürecinde kaleme aldığı yazılar incelediğinde, ilk yazılarla son dönemde yazılanlar arasında bazı farklılıklar olduğu görülür. Bu farklılıklar esas yönüyle pratik içindeki ideolojik gelişim seyirlerinin aşamalarıdır. Kesintisiz II-III’ün sistematiği kuruluncaya kadar sürdürülen ideolojik mücadele ve araştırma-tartışma-sorgulama dönemlerinde yazılan yazılar, doğal olarak bu kesitlerin özelliklerini içermektedir. Sözkonusu yazılarda, örneğin; MDD çizgisinin izlerini somut olarak izlemek olasıdır. Ne var ki, THKP-C’nin teorisyenleri, statik ve dogmatik bir kafa yapısına sahip olmadıklarından, süreç içerisinde bu olumsuzlukları dıştalayarak, iç tutarlılığa sahip, kendi örgüsü içinde zaaf taşımayan, ülkenin gerçeklerine ve politik verilerine göre sentezlenmiş doğru devrimci çizgiyi belirginleştirmişlerdir.

Ancak, THKP-C’nin bu ideolojik evrim çizgisi (ve partileşme süreci) oldukça sınırlı olanaklarla ve zorunlu mücadele koşullarında geliştirilmeye çalışıldığından, bir takım ideolojik saptamaların ve formülasyonların açılımı yeterince gerçekleştirilememiştir. Bizzat P-C yazılarında da ifade edildiği gibi “Türkiye’ye Özgü Yol”, “Birleşik Devrimci Savaş”, “Ulusal Sorun” vb. ideolojik konuların açılması planlanmış, kısmen çalışmalar da yapılmış, ancak olanaklar sonuca varmaya elverişli zaman ve zemini vermemiştir.

Sonuç olarak, Mahir’in de belirttiği gibi, her yeni şey, olgu ya da düşünce, içinden çıktığı ortamın izlerini bir süre üzerinde taşır. Bu genel bir doğrudur. THKP-C de, gerek örgütsel, gerekse ideolojik planda, üzerinde yükseldiği zeminin çeşitli faktörlerini bir süre üzerinde taşımıştır. Ancak hem dışta oportünizme ve revizyonizme, hem de parti içinde ortaya çıkan sağ sapmaya karşı yürüttüğü ciddi ideolojik mücadele sonucunda saflarını sakat anlayışlardan yalıtma yolunda ilerlemiştir. Aynı işlevi kendi politik gelişimine de hizmet etmiş, daha sonraki kuşaklara devrimci bir çizginin çok yönlü mirası bırakılmıştır.

Dolayısıyla THKP-C’nin siyasal devamı olan MLSPB için temel sorun; bir çizgi arayışına girmek, veya stratejinin ana temalarını aramak değil, onun eksik bıraktığı ideolojik sorunlara onun ruhu ve gözüyle çözümler getirmek, onu savaşta üretmektir.

B) POLİTİK EVRİM SÜRECİ

Bilindiği gibi, proletaryanın savaş örgütü, üç cephede birden yürüttüğü mücadelesiyle gelişir, güçlenir ve kitleleri kucaklayarak iktidara ilerler. Başka bir anlatımla, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kurtuluşu için yola çıkan bir devrimci hareket ile proletarya hareketi arasındaki bağ, başlangıçta subjektiftir, ideolojiktir. Bu bağın objektif, yani organik bir ilişkiye dönüşmesi, geniş kitlelerle kucaklaşabilmek; ancak ve ancak sözkonusu devrimci örgüt ya da partinin üçlü bir sacayağı üzerinde yükselteceği sağlıklı ve başarılı politik mücadele, ekonomik, demokratik mücadele ve ideolojik mücadele ve ideolojik mücadelenin diyalektik bütünlük içinde yürütülmesiyle gerçekleşir. Bağlantılı olarak; mücadele yöntemleri arasındaki temel tali ilişki sistematiği de doğru kurulmak zorundadır.

Bu bağlamda partimiz THKP-C’ye baktığımızda, bu üç mücadele biçimi arasındaki bütünlüğü, Marksizm-Leninizm ışığında sentezleyerek ülkenin o günkü koşullarında mümkün olduğunca uygulamaya çalıştığını ve saptamalarını gücü oranında hayata geçirdiğini görürüz.

Bu üç mücadele biçiminden politik mücadeleyi temel, ekonomik, demokratik ve ideolojik mücadeleyi buna tabi olarak ele alan ve bu anlayışla pratiğe geçiren THKP-C, yaklaşık 1.5 yıl gibi oldukça kısa bir süre içinde hem egemen sınıflar bloğu oligarşi’ye karşı politik planda verdiği dişe diş mücadelesiyle düşmanın yüzünü teşhir ederek siyasi gerçekleri açıklamış, hem ideolojik olarak sosyalist hareket içerisindeki elli yıllık kuyrukçu, pasifist ve revizyonist kliklerin hegemonyasını parçalayarak devrim programının ancak silahla savunulacağını göstermiş, hem de kitlelerin kendiliğinden gelişen ekonomik, demokratik mücadelelerini örgütleyerek devrim mücadelesindeki gerçek işlevlerini kazanmalarına çalışmıştır.

Kaldı ki, o dönemde THKP-C çok önemli dezavantajlarla karşı karşıyaydı. Bu dezavantajlardan birincisi; o güne kadar ülkede silahlı mücadele olgusunun söz konusu olmaması, dolayısıyla ilk olmanın getirdiği deneyimsizlik ve herşeyi kendilerinin yaratma zorunluluğunun ağırlığı, amatörlük ve içinden çıkılan legal demokratik örgütlenme sürecinin alışkanlıklarından sıyrılarak kısa sürede illegal proletarya partisinin kural ve disiplinine kanalize olma güçlüğü, ayrıca yine bu süreçte büyük ölçüde deşifre olmamalarının yarattığı gizlilik sorunları…

İkincisi; THKP-C’nin daha doğar doğmaz 12 Mart Cuntası’yla yüzyüze gelmesinin getirdiği azgın ve takip koşullarının sonucunda birçok parti kadrosunun şehit ya da esir düşmesi…

Üçüncüsü; Mahir yoldaşın da belirttiği gibi partimizin ayaklarının revizyonizmin batağından yeni kurtulmasının yol açtığı hareket yeteneği yavaşlılığı ve yoğun oportünist, revizyonist saldırılar.

Dördüncüsü; parti içerisinde ortaya çıkan sağ sapma ve M. Ramazan ile Y.Küpeli döneklerinin hareketi bölerek mücadeleye yapısal planda sekte vurmaları, düşmanın ötedenberi tanıdığı ve nicel olarak dar kadroların yoğun bir kuşatma altında oluşları vb….

Fakat bütün bunlara karşın THKP-C, büyük bir kararlılık ve yüksek bilinçle her seferinde yaralarını sarma inisiyatifini göstermiş, kendisini yenilemiş ve mücadeleyi yeniden daha ustalıkla omuzlamayı bilmiştir. THKP-C önderleri şu gerçeği sağlıklı kavramışlardır; proletaryanın öncü partisi olma iddiasındaki bir savaş örgütü, “önce mücadelenin önündeki dezavantajları kaldıralım, sorunları çözelim, daha sonra savaşırız” anlayışıyla hareket etmez. O bilir ki; sorunlar savaşla, savaşta çözülür. Gelişmenin (mücadelenin) olumlu ve olumsuz yanları bir bütündür. Ve bu çelişme olmadan, gelişim olası değildir. Bu, diyalektiğin temel yasasıdır, savaşın ana kuralıdır. Tersini düşünmek ya da iddia etmek, özünde mücadeleyi belirsiz bir tarihe kadar tatil etmektir.

THKP-C bu anlayışı şu şekilde dile getirmiştir: “Bir savaş örgütü, masa başlarında değil savaş içerisinde doğar, gelişir ve güçlenir.” Yada başka bir ifade ile, bir savaş örgütü içinde taşıdığı hata, zaaf ve eksiklikleri, ancak ve ancak savaş içinde savaşa savaşa atabilir. Bu demek değildir ki savaş, bazı genel perspektifler ışığında plansız, programsız ve özgün taktiklerinden, anlayışlardan uzakta yürütebilir. Ne var ki bütün bu olguların doğuş realitesi de, uygulanırlığı da ancak savaşın içinde, mücadelenin her cephesindeki pratiklerle sağlanabilir. Soyutlamacı, kurgucu mantıklar doğmatizmin mantıklarıdır ve sürekli olarak, asla savaşmayacak felçli doğumlar yaparlar.

Genel çizgi ve eklemlenmenin (stratejinin) ötesindeki politik, pratik taktikler güncell politik, pratik, örgütsel verilerden sentezlenir. Bu veriler, değerlendirilip Marksizmin yasalarının süzgecinden geçirilerek yaşama sunulur. Devrimci volantirizmle kuramlar arasındaki ilişkiyi özenle dengelemek gerekir. Bu konudaki skolastik mantık, pratiğe egemen olmak, stratejinin gerektirdiği taktikleri yaratmak yerine sonuçta bizi, kurgularımızı hayata dayatmaya götürür ki, sosyalist eylemin en gerici biçimlerinden biri budur.

Siyasal savaş örgütü THKP-C, bu anlayıştan hareketle en zorlu cunta koşullarında bile her türlü olanaksızlık ve dezavantajlara karşın, gücüyle orantılı olarak savaşı yükseltmiştir. Bir yandan Türkiye devrimci hareketi içinde “Devrim için Savaşmayana Sosyalist Denmez” şiarıyla ve bu şiarın gereklerini yaşama geçirerek köklü bir silahlı mücadele geleneği yaratırken, diğer yandan yürüttüğü bu silahlı mücadele (silahlı propaganda) ile 12 Mart Faşist Cuntası’nın yüzündeki ilericilik maskesini indirmiş, onun niteliğini teşhir etmiştir. Birinci Erim Hükümetinin kendi senaryosunu oynamasına izin vermemiş, siyasi gerçekleri deşifre ederek kitlelerin kalbinde ve bilincinde derin izler bırakmıştır. Bu arada 12 Mart Faşist Cuntası’nın teşhiri ve buna karşı verilen mücadeledeki yeri bakımından THKO’nun yürüttüğü silahlı mücadeleyi de vurgulamalıyız.

Daha 69 Kongresi’nden sonra farklı bir örgütlenmeye, birimler halinde kadro grupları eğitim ve çalışmalarını düzenlemeye, illegal çalışmayla legal ilişki ve çalışmaların ayrıştırılmasına yönelen P-C öncüleri, kafalarında politik açılımlarıyla hazır olan, vazgeçilmez ve tartışılmaz belirleyicilik şekillenmesiyle mücadele anlayışını bir süre Dev-Genç’in olanakları içinde olgunlaştırdılar. İllegalitenin de bu paralelde bir anlayış halinde belirginleşmesi ve ona uygun tutumlara yöneliş, aynı döneme tekabül eder.

Bir yandan bombalama ve kamulaştırma eylemleri yürütülürken diğer yandan Dev-Genç’in yarattığı kitlesellik, savaşa hazır bir zemin oluşturuyordu. Devrim sempatizanlarının yanısıra kitlelerin potansiyel durumu, hareketlenmeye çok açık bir ortam sunuyordu. Devrimcilerin girişimlerinin, eylem ve diğer aktivelerinin yarattığı olgunlaşmış ilişki zemini, onların gidecekleri ve gelecekleri yerdir. Yani, ona yönelir ve onun içinde yaşar ve oradan çoğalırlar.

Tarihte savaş ve parti diyalektiğini çözümleyemeyen kuramcıların yazıp çizdikleri binlerce cilt eserin değil de, bu diyalektiği yaşayan politik kumandanların görüşlerinin ileri çağlarda bile insanlığa nasıl ışık tuttuğunu biliyoruz. “… bir de aklımızı kurcalayan türlü hal ve şartların haddi hesabı olmayan sayısına bakın, işin ucunu kaçırmamak için katetmek zorunda kaldığımız uzun, adeta sonsuz mesafelere, önümüze çıkan binbir kombinezonun labirentlerine bakın! Teorinin bütün bunları sistematik bir şekilde, yani açık seçik ve etraflı olarak, her eylemi mutlaka yeterli bir nedene bağlayarak ele alması gerektiğini düşünecek olursak, bilgiç bir dogmatizme sürüklenmek, birtakım soyut kavramların içinde bocalayıp durmak ve o her şeyi bir bakışta kavrayan büyük komutana hiçbir zaman rastlamamak korkusu üzerimize bir karabasan gibi çökecektir.” İşte, pratiğin önemini kavramadaki atalet, bu karabasandan hiç kurtulamamak demektir.

Günümüzde de hala türevlerine rastladığımız bir oportünist ve sağ pasifist anlayış (bu niteliği zaman faktörüyle orantılı olarak daha çok nesnelleşmiştir), THKP-C’nin savaşının tam anlamıyla iradi bir savaş süreci olmadığını, “onun açık faşist cuntaya karşı savaşmak zorunda kaldığını” yani istemeye istemeye kendini bir savaşın içinde bulduğunu öne sürer.

Bu anlayış, savaşmanın koşulları olmadığı halde dış etkenlerin zorlamasıyla, iradi bir seçim olmayan ‘rağmen savaşmak’ anlamına gelen ve devrimci volantirizmin özüne aykırı bir anlayıştır.

Evet, P-C programladığı, düşündüğü her girişim ve taktiği sonuçlandırmadan, savaşı çok yönlü ve yaygın olarak örgütleme zeminine oturtma, sistemleştirme süreçlerini, gereksinmelere uygun zenginlikte yaşayamadan savaşmıştır. Fakat bu durum, oligarşi ile zorunlu olarak tutuşulmuş bir güreş olmaktan uzak, dönem koşullarının doğru değerlendirilmesi sonucu mevcut olanaklarla girişilen bir mücadeledir. İç ve dış koşulların sentezi olarak, ‘savaşmak’ iradi olarak saptanmış, seçilmiş, uygulanmıştır.

THKP-C, 12 Mart Cuntası’nın gelmesi nedeniyle ‘savaşmak zorunda kalmamış’, tersine daha önce başlatmış olduğu bir savaşı, stratejinin bir gereği ve sonucu olarak açık faşizmle birlikte boyutlandırarak, siyasi gerçekleri teşhir programı kapsamında bayrağı yükseltmiştir. Masum bir sözcük gibi görünen ‘zorunda’ kavramı aslında son derece önemli ve sakat bir anlayışı ele vermektedir.

Nitekim faşizmin o süreçteki yüzünün (ve elbetteki aynı bağlamda emperyalizmin ve oligarşinin) siyasal teşhirinin yapılması görevinin nasıl anlaşıldığı ve devrimci yorumunun nasıl yapıldığı, Mahir Çayan’ın daha sonra Y. Küpeli-M. R. Aktolga ihanetçilerine karşı yürüttüğü polemiklerde de ifadesini bulur. Mahir, bu ‘savaş muhariplerinin’ savaşıp yenildikten sonra akıllarının başlarına gelme acizliği ile, veya düşman karşısında paniğe kapıldıkları an bağrıştıkları ‘savaşmamalıydık, geri çekilmeliydik, öyle savaşılmazdı’ temalarına karşılık olarak, geri de çekilinebileceğini, partinin bunu düşündüğünü fakat o süreçte mutlaka faşizmi teşhir görevlerini yerine gerçekleştirmeleri gerektiğini, silahlı propagandayı yaşama geçirerek bunu Türkiye Devriminin bir olgusu haline getirdikten sonra bir süre beklemenin ve yeniden hazırlanmanın sözkonusu edilebileceğini ifade etmiş ve bu kapsamda bazı taslaklar kaleme almıştır.

Politikleşmiş Askeri Savaşın yasaları kuşku yok ki düşmanın ve halk kitlelerinin her türlü tarihsel-sosyal-kitlesel-psikolojik ve iktisadi verilerinden yola çıkılarak saptanır. Devrim politikasının alt yapı taşlarıdır bunlar… Ve politikleşmiş askeri çarpışma, Aristo’nun genlerini taşıyan iki düzenli ordunun meydan muharebesi değildir. O anlamda saldırı da, her üç cephedeki çalışma koşullarının düzenlenmesi de, gerektiğinde geri çekilmek de yine siyasal-tarihsel-sosyal ve psikolojik faktörleri ile; devrim güçlerinin ve düşmanın durumunun, kitlelerin verilerinin değerlendirilmesinin, son tahlilde savaşın dönem, aşama sorunlarının bütün ilişki ve çelişkileriyle ele alınarak sınıf mücadelesinin proletarya ve onun müttefikleri adına devreye sokulmasını gerektirir.

Ve bazen ‘yenilgiler’ devrim tarihlerinde birçok zaferden daha güçlü etkilerle kendi misyonunu belirler. Çünkü yaratılan stratejik direniş, düşmanın hareket mevzilerinin, psikolojik üstünlüğünün önüne dikilir. O gerilim ve denge anlarıdır ki, sessizlik, teslim oluş veya direniş, belirleyici sınıflar olgusu olarak süreci uzun erimli, uzun soluklu ve çok yönlü olarak belirler. Sonuç maddi veriler açısından ne olursa olsun…

Neden aynı yoğunlukta baskılar değişik dönemlerde farklı yankılar bulur? Ya da neden aynı güç ve enerji harcanarak yapılan kitle çalışmalarında daima aynı sonuç alınamaz?

Neden bir silahlı propaganda eylemi aynı hedefi vursa da yarattığı etki ve sonuçlar değişik zamanlarda bir hayli farklı olabilir? Çünkü sorun sadece kendi birim değeri çapında değildir. Öylece soyutlanarak değerlendirme de yapılmaz. Zamanlama, hitap zemini, onu hazmetme veya ona karşı direnme şeklindeki duyarlılık ölçütleri, değişkenliği belirler.

İşte 12 Mart Açık Faşizmi’nin yarattığı gerekliliklerin kitleler nezdinde yaşanan ve oligarşi ile halkın devrimci güçleri arasındaki tarihsel savaş geriliminin devrimci çözümünün P-C’nin savaş yönteminin ve tercihinin anlamı budur. Aynı silahtan çıkan merminin seyri bazen ufak bir gürültü ve görüntü şeklinde iz bırakır, bazen de sıkıştırılmış bir mayının patlaması gibi yankısını uzun zaman sürdürür. Parti-Cephe’nin savaşma, üstelik gücünün elverdiği en üst düzeyde savaşma kararı ve bu kararı uygulamaktaki pratik başarısı bugün o mayının kulaklarda hala yankılanmakta oluşunun tek nedenidir.

Sınıflar kavgası, düşman açısından da devrim cephesi açısından da (bunun bilincinde olunsun, olunmasın) kesintisiz bir süreçtir. Ve güçler arasında nesnel bir denge sözkonusu olmadan doğal ve politik bir ateşkes mümkün değildir. Öyleyse geri çekilme, ancak sürecin gündemini gerçekleştirdikten sonra yeni bir gündemin hazırlığı amacıyla sözkonusu olabilir. P-C’nin saptaması ve amacı da buydu.

Bir savaş örgütünün, özellikle bizim gibi yeni sömürgelerde, savaşın objektif koşullarının sürekli varolması nedeniyle, stratejisinin belirginleşmesi koşullarında, partileşme süreci de yaşanmış demektir. Çünkü subjektif politik halka budur ve savaşın-örgütlenmenin diyalektik zemini orasıdır. Daha sonra ve hala partileşme sürecinden dem vuranlara yönelik olarak, bu savlarının, P-C’nin gelişim evresini ve onun iç mantığını bilmeme cehaletinden kaynaklandığı gibi iyimser bir yoruma girmemize olanak olmadığından, durumun sadece politik nitelemesini yapmak zorundayız. Pratikte böyle bir örgütün gerçekleşme şansı hiç mi hiç yoktur. Tıpkı yapıştırılan P-C etiketinin, çizilen örgüt şeması ile bağdaşıklığı olmadığı gibi…

Dev-Genç potansiyeli içindeki P-C öncüllerinin nitelik ve nicelik gücünün götürücü fonksiyonlarını gören Mihri Belli gibilerinin esas olarak bu durumdan kaynaklanan pragmatizmleri sonucu, hep birlikte oluşturulacak yeni TİP alternatifi gündeme getirilmiştir. Geniş tabanlı, bütün potansiyeli kapsayan bir platform içinde yepyeni bir parti yaratmak savlarının hüsranı ve gerçeklikten uzaklığı, Türkiye Devriminin bu konudaki yaşanmışlıklarının olgunlaştığı bir tecrübe olmuştur.

Savaş örgütünün yaratılması/oluşumu; mücadele dışı koşullardaki saflaşmalar ya da örgütsel şekillenmelerle değil, ancak ve ancak mücadele düzleminin olgunlaştırılıp geliştirdiği verilerin M-L prensip ve anlayışlarla toparlanması, sistematize edilmesi olasıdır. Ki o süreçte zaten varolan bir çalışma ağı sözkonusudur. Politikleşme sürecinin gerekleri sadece yaşamdan soyut bir ideolojik netleşme olgusu olarak yaşanmamıştır, çalışma alanlarındaki işlevler içinde pratik ışığında belirginleşmiş ve kitlelerin verileriyle bütünleşerek yaşanmıştır.

Dünya devrim tarihinde hiçbir örneği görülmemiştir ki, M-L bir örgüt ya da parti, önce üzerinde taşıdığı hata, zaaf ve eksikliklerden arınsın, yapısını çok yönlü olarak oturtsun (ki o yapının mücadeleye ilişkin her bir görevin yerine getirilişiyle bir adım daha ilerlemesi, bir ölçü daha oturması yaşamın da, kavganın da ana felsefesidir), çelikleşsin, her türlü sorununu çözsün.

Kaldı ki, başlangıçta saptanan sorunlar mücadelenin her gününde gelişmenin karakterine uygun olarak yeni çehrelere bürünür. Değişen yeni boyutlar kazanır, büyür, genişler ama asla tükenmez.

Her soruna getirilen çözüm, yeni açılan, sıçranan perspektifin yeni sorunlarına bağdaşıktır. Sorunlar da bu bağlamda birbirlerinin gelişme ardıllarıdır ve onları mücadeleden bağımsız çözümlemek olası değildir. Bu bağlantıları koparmak, bir sonraki perspektif için mücadelenin dinamiklerinden kopuk bir sayfa açmak demektir.

Savaş-örgütlen, örgütlen-savaş ilişkisinin iç bağlantılarını gözardı etmek ve sanki bu iki kavram birbirinin karşıtıymış ya da herhangi biri soyut öncelliğe sahipmişcesine mekanik bir anlayışla mücadelenin temel gerçeklerini zorlamak, felsefi olarak materyalizme denk düşmeyeceği gibi siyasal anlamda da, ütopyasından dolayı mücadeleyi ebediyete intikal ettirmektir.

Nitekim 70’lerin platformcularından, 74’lerin yeni platformcularından ve partileşme süreççilerinden ve 80 sonrası ‘önce güçlü örgüt’, ‘önce detaylı hesaplaşma’, ‘önce geniş platformlarda tartıştırma’ yanlısı savaş tatilcilerinden gereken bütün dersler tekrar tekrar tarihimize yazılmıştır. Savaş özgücünde gereken devrimci dinamiklere sahip olmamanın değişik görünümlerdeki yansımaları vücuda girmiş Marksizmi inkar mikrobunun ateşli hastalıkları ya da kavrayışsızlık gibi nedenlerle bu tarz hastalıkların özellikle stratejik savunma döneminde yoğunlaşmak üzere daha uzun yıllar bizi uğraştıracağı anlaşılmaktadır. Ne var ki, savaşın gerçek anlamda rotasına oturması ve sıcak-yaygın savaş koşulları, bu tür hastalık mikroplarına karşı aman tanımaz…

Görünen odur ki, bir gerçeğin bütün yakıcılığıyla var olması da onlarca ders de, bizzat yinelenen ve yaşanan gerçeğin varlığı da bilinçlenmek ile bu bağlamda eşdeğer olamamıştır. Aksi halde, hala P-C üzerinde -ne amaç ve niyetle olursa olsun- iddiaları bulunanların yedeklerinde çokça bulundurdukları Mahir’in şu sözlerine karşın, bu tarz aykırılıklarla karşı karşıya kalmazdık. “Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun başlangıçta şu ya da bu ölçüde bu ortamın izlerini içinde taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar savaş içinde savaşıla savaşıla atılacaktır.” Altını çizdiğimiz cümle, bir ortamın panoramasından çıkarılan çözümlemeyi içermektedir.

Bu gerçekleri elbette bizim de yadsımamız, P-C’nin eksiklerini, eksikliklerimizi görmezden gelmemiz veya farklı görünümlerle ortaya koymamız sözkonusu değildir. Fakat ihtilalciliği ve mücadele çizgisini yakalayıp yakalayamamanın katalizörü, nesnel durumu doğru saptadıktan sonra yönelinen çözüm yolundadır.O çözüm yollarıdır ki; hangi çıkış noktasından kaynağını alırsa alsın bütün oportünist yorumlar son tahlilde sabık birkaç kavramda buluşur, onlara takılır kalır.

Sözgelimi; 74’teki süreçte bir oportünist çizgi, daha siyaset sahnesinde belirir belirmez ne diyordu anımsayalım: ” Devrimci hareketin buhranı ise ideolojik-politik-örgütsel tüm alanları kapsamaktadır. Bu, genel yenilgi dönemi sonrası bizlerin önüne siyasi mücadeleyi her şar altında, her durumda yürütebilecek, sağlam ilkelerin aydınlattığı sistemli bir eylem planına sahip güçlü bir örgüt sorununu dayatıyordu. Ama önce ne yapılması gerektiğine karar verebilmek için yenilgi döneminin beraberinde getirdiği teorik krize bir son vermek gerek.. Şimdi sorun bu noktada düzlüğe çıkmak, teoriyi ayakları üzerine oturtmak sorunudur. O halde teorik mücadeleyi bu ana halkaya tabi kılmak ve Türkiye devriminin temel sorunlarına (devrim anlayışı, çalışma tarzı, parti anlayışı) yönelik bir tartışma sürdürmek gerekmektedir. Yani teorik bir bütüne, bir sistematiğe sahip olmak zorunludur. Proletarya partisinin inşa yolu bu şekilde bir ideolojik ve politik, örgütsel mücadele sürecinden geçecektir. Bu süreç içindeki ideolojik keşmekeşi sona erdirecek ideolojik birliği oluşturmak esas görev halkası olarak kavranmalıdır. Politik örgütsel birliğin yolu ideolojik birlikten geçer. İdeolojik birliğin yolu ise ideolojik mücadeleden…” (DG.1.Sayı) (1)

Ülkemizde geniş zamanların politik gelişme seyri içinde solda egemenliğini yıllar boyu sürdüren revizyonist-reformist görüş ve akımların oluşmalarının ve yaşamlarını sürdürmelerinin sınıfsal-tarihsel gerçeklerini, bunların emperyalizmin III. Bunalım Döneminin geri bıraktırılmış ülkelerindeki benzerlik özelliklerini incelediğimizde, bu mantıkların savaşın momentlerini bir türlü yakalayamadığını tekrar tekrar görürüz. Elbette, objektif bir incelemecinin ve materyalizmin gerçekçi yorumcularının gözü ve yöntemleri ile..

Bir kavramı kabul etmek veya reddetmek, özellikle kavram kargaşasının yoğun olduğu (sınıf dışı arayışların baş gösterdiği veya henüz Marksizmin çok yönlü kavranışının etkin bir çoğunluğa tekabül etmediği boşluk dönemlerinde veya pratikteki sonuçların doğurduğu yenilgi dönemlerinde, sınıf gerçeklerine karşı sarsılan değerlerin fazlalaştığı) süreçlerde, daha çok ona yüklenen anlamlarla varlık kazanır. Ayrıca yeri gelmişken özel olarak belirtmek gerekir ki; bir ideolojiyi mevcut bir çizgiyi savunduğunu söyleyen örgütlenme, grup ve çevrelerde, nerede ve ne zaman ideolojik mücadeleden (öne çıkarılan, mücadelenin diğer cephelerinden soyutlanan ‘örgüt içi ideolojik mücadele’yi kastediyoruz) dem vuruluyorsa; kafalarda var olan ama belki henüz açıklanma veya netleştirme zemini yakalanamayan farklılaşmalar sözkonusu demektir.

O halde ciddiyetle değerlendirilmesi gereken bir durum ve sürekli önümüzde bulunduracağımız bir olgu olarak; benzer tutumlar karşısında duyarlı olmak, pratik dışı soyutlamacılıklara itibar etmemek, bunların gündemlerde ağırlık kazanmasına izin vermemek, ayrıca açılımların yapılmasında zorlayıcı olmak gerekmektedir. Aksi halde ortamın kendilerince yakaladıkları özelliklerine göre, 74 saflaşmalarında olduğu gibi, daha önce P-C’yi ciddi biçimde eleştirip teoride ondan uzaklaşan ama saflaşmada tabanın eğilimleri uyarınca tam tersi bir tutum alarak; “biz P-C’yi harfi harfine savunuyoruz” demek zorunluluğu (!) duyan DY öncüllerinin benzerleriyle sık sık karşılaşır ve onları layık oldukları yere gerekli zaman dilimi içinde oturtmakta güçlük çekeriz.

Bu durum, mücadelenin önemli zaaflara uğramasına neden olur. Hatta bu insanların konumlarına göre çizginin gerçek anlayışlarının arşivlenmesine sebep olabilir. Çağdaş ulusal ve sınıfsal savaşlarımızın spartaküsleri, nasıl ki sadece iyi bir kılıca değil, iyi bir kaleme ve dile de sahip olmak zorunda iseler, günümüzde yazılanları, söylenenleri ve pratiği yorumlayıp doğru ifade edebilmek için sadece iyi bir gözlüğe değil çok kuvvetli merceklere de sahip olmak zorundayız. Çünkü ne yazık ki ülkemizin devrim mücadelesi henüz geridir, tam olarak berraklaşmış değildir ve pratik sığlıktan dolayı henüz Halep’le arşın bir araya gelememiştir.

“Aklın temel kavramlar arasındaki bu yer altı gezintisinden kaptığı şeyler, içerisini yer yer aydınlatan ışık huzmeleri-işte teorinin getirdiği! Teori, problemleri çözmek için hazır formüller vermez; ortaya koyduğu ilkelere aklın faaliyetlerini sınırlamaz. Sadece aklın eşyaya ve ilişkilerine bir göz atmasını sağlar- Onu eylemin yüksek bölgelerinde serbest bırakır, orada kendi doğal yetenekleri ve enerjisiyle doğruyu ve haklıyı tek bir berrak fikir halinde birleştirmesini ister.” (Engels)

Şimdi de Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nin (ve aynı şekilde Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği’nin) devrimci sınıflar savaşını nasıl ele aldığını; stratejik ve taktik aşamalar bağlamında özlüce ifade edelim. Her şeyden önce, Demokratik Halk Devrimi’nin zorunlu bir dönem olduğu bizim gibi yeni sömürge ülkelerde halk savaşı’nın alternatifsiz bir model olduğunu saptayan THKP-C, devrim stratejisi olarak; Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini benimsemiş, bu stratejiyi; stratejik savunma, stratejik denge, stratejik taarruz evreleriyle belirlemiştir.

Bu üç stratejik aşamayı kendi kapsamında dört taktik dönemle çözümleyen partimiz, dönemin ve ülkemizin özgün ekonomik-politik-sosyal özelliklerinden dolayı, klasik halk savaşından ayrı, kendi stratejik bünyesinin zorunlu bir uzvu olarak öncü savaşını geliştirmiştir. Halk savaşı’nın temel rotası kırlardan şehirlere yönelik olmakla birlikte savaş taktik olarak şehirlerden başlar.

Birleşik Devrimci Savaşta başlangıç  şehirler, kırlar temel savaş alanlarıdır. Böylece kır-şehir bütünselliğini teorik olarak saptayan THKP-C, öncü savaşını şehirlerden başlatmış ve saptadığı anti-oligarşik, anti emperyalist hedefler doğrultusunda mücadelesini yükseltmiştir. Mücadele biçimi olarak politik mücadeleyi temel, ekonomik, demokratik, ideolojik mücadeleyi ona bağımlı ele alan partimiz, politik mücadelenin temel faktörü olarak silahlı propaganda’yı görür.

Sonuç olarak; THKP, ortaya çıkışından Kızıldere eylemine kadar olan 1.5 yıl gibi oldukça kısa bir tarihsel kesitte SP temelinde yükselttiği siyasi gerçekleri açıklama kampanyasıyla düşmanı büyük ölçüde yıpratarak onun gerçek yüzünü teşhir etme mücadelesini başarıyla götürmüştür. Suni dengeye yönelerek emperyalizme ve oligarşi’ye indirdiği psikolojik darbelerle halk kitlesini derinden sarsmıştır. THKP-C, bu süreçte politik planda 12 Mart Faşist Cuntasının erken, niteliksiz, programı muğlak ve şaşkın doğum yapmasında büyük etken olmuştur. Silahlı eylemleriyle Türkiye’de ilk defa karşı-devrim cephesine yönelik devrimci adımlarla dengeyi sarsmış, emperyalizmle yerli işbirlikçileri arasındaki ihanet ittifakını deşifre etmiş ve bu kısa sürede yürüttüğü başarılı öncü gerilla savaşıyla derin bir sempati ve prestij sağlamıştır.

Keza bu mücadele sürecinde, Türkiye soluna çöreklenmiş sağ-oportünist, revizyonist, pasifist, kuyrukçu, cuntacı, reformist, şabloncu anti M-L çizgileri, hem ideolojisi hem de pratiği ile mahkum ederek Türkiye devriminin bu anlamda ilki olmuştur. İhtilalci yolu aydınlatma ve radikal bir silahlı devrim geleneği oluşturması bakımından THKP-C süreci, aynı zamanda nesnel olarak Türkiye devriminin başlangıç sürecidir. Ve devrimin daha sonraki süreçlerine, eksiklikleriyle de olsa zengin ve köklü deneyimlerle dolu canlı bir miras devretmiştir.

C- ÖRGÜTSEL EVRİM SÜRECİ

Bütün ülkelerde devrimci hareketlerin yaşadığı evrimleşme, doğal bir kendiliğindenciliğin, amatörlüğün ve geleneksel devrimci-demokratik örgütlenme çalışmalarının süzgecinden geçerek nitelik sıçramalarını yapar.

Bu nitelikleşme sürecinde, söz konusu çalışmalar içerisinde öne çıkan, asgari Marksist formasyondan geçmiş, ülkenin sosyal, ekonomik, politik, kültürel gerçeklerinin bilincinde olan, Marksizmi-Leninizm’i bir eylem kılavuzu olarak kavramış ileri ve dinamik unsurlar ülke politikasına inisiyatif koyarlar. Öncü devrimci girişimleriyle devrim stratejisi, çalışma tarzı ve programları, örgüt anlayışı gibi devrimin temel teorik konularında ideolojik perspektiflerini saptarlar. Bunu örgütsel varlık haline dönüştürüp somutlaştırarak devrimci sınıf savaşımının ilk adımlarını atarlar.

Nitekim ülkemiz özelinde de bu süreç yaşanmış ve artık 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde Türkiye devriminin yolunda nitelik dönüşümü sağlanarak ilk iradi adımlar objektif kılınmıştır.

Süreçte bu şekilde cisimleşen THKP-C, partileşme aşamasında FKF ve DEV-GENÇ içindeki genel devrimci-demokratik çalışmalar (ki bu çalışmalar ülkenin belli başlı siyasal gelişme olgularıyla sıkı bir ilişki kurmuştur) arasından öne fırlayan, bu çalışmalar sırasında kendini örgütçülük planında ve ideolojik-politik olarak geliştirip yetkinleştirmiş, en ileri, en aktif, en bilinçli ve inisiyatif sahibi unsurların bir araya gelmesiyle, oportünizme ve revizyonizme karşı verilen yoğun ideolojik mücadele içinde onları mahkum ederek, bağımsız Marksist-Leninist devrimci çizgi oluşturulmuştur.

Çizgi üzerinde sağlanan ideolojik-örgütsel birlik, o anın savaş ve politika taktiklerine yanıt verebilecek düzeydedir. Ayrıca ortaya çıkan yeni durumların soru ve sorunlarını karşılayabilecek dinamizm ve politik kapasiteyle, Marksist-Leninist örgüt ilkelerine sahip merkezi örgüt yapısının oluşturulması, sürecin ilk adımları tamamlanmıştır.

Partimiz THKP-C’nin kuruluşu, 1971 Şubat-Mayıs Gerilla Hareketi olarak adlandırılan bir dizi eylemle devrimci-demokrat kamuoyuna ve halk kitlelerine duyurulmuştur. Daha 69 kongresinde ilan edilen bağımsız çizgi ve hemen ardından başlatılan girişimlerden sonra örgüt olayı açıkça olmasa da yayınlarda konu edilmiş, 1970 Aralığı’nda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi kurulmuştur. Şubat-Mayıs Gerilla Hareketi ise partinin kamuoyuna açıkça ilan edildiği eylemlerdir.

Bu durum açıklanmadan ve resmileşmeden önce de ülkenin var olan bütün çelişmelerinin bizzat içinde bulunarak, onların deneyimlerinden geçerek pratik ve ideolojik-politik önderliğiyle belirginleşmiş politbüro, fiili olarak sözkonusudur. Yine bu arkadaşlar arasında da kendi özgün ve öne çıkan yanlarıyla (fakat politik-askeri liderliğinin birliği ilkesinin özüne dokunur bir tarzda değil,) doğal bir işbölümü vardı. Onun dışında ise görev bölümü temelinde bir hiyerarşi gerçekleştirilmişti. Politbüro’nun çevresindeki halka olarak 1970 Kasım’ından sonra belli bir bileşim, zaman zaman toplanarak örgütlenmenin üst düzey platformunu oluşturuyordu. Ayrıca çeşitli il ve bölgeler, çalışma alanları ve düzenli kurumları planında saçaklaşmış bir örgütsel tablo oluşturulmuştur.

Temel olarak; politik askeri liderliğin birliği anlayışıyla, illegal esaslar üzerinde, yukardan aşağıya şekillenen ve merkezi yanı ağır basan, demokratik merkeziyetçilik ilkesi ekseninde kurulan THKP-C, oportünist ve revizyonist örgüt anlayışlarının (aslında salt teoride ifade ettiklerinin) tersine, ilk etapta saflarında işçi sınıfından yada emekçi kökenden gelen-gelmeyen ayrımı yapmaz. Yapısını önce, esas olarak profesyonel devrimcilerden oluşturur ve kadro-kitle çalışmasına bu anlayışla yönelir.

THKP-C, ilk evrede özellikle kadro birimlerini daraltarak saptamış, eski çalışma tarzının parçalanamadığı bölgelerde bunun üzerine yeni anlayışları oturtmaya çalışmaktan kaçınarak ilk dönem için ileri unsurları buralardan çekmeyi yeğlemiştir. Partinin kuruluşundan Kızıldere eylemine kadar ki -parti için ancak bir soluk sayılabilecek- sürecinde, üstelik zorlu cunta koşullarında sürdürdüğü SP faaliyetleri ile kitlelerde yarattığı derin sempatinin sonucunda oluşan ve DEV-GENÇ döneminden devralınan geniş devrimci sempatizan potansiyel, THKP-C’nin kitle tabanını oluşturmuştur. Bu potansiyel parti saflarında örgütlü ve parti merkez disiplinine bağlı olarak mücadele içinde sistemli programlarla ve gereken zaman dilimlerinde olgunlaştırılmadan, Kızıldere eylemini izleyen örgütsel yenilgi ortamı doğmuştur.

Her ne kadar Kızıldere eylemi kendi başına bir örgütsel yenilgi değil, partinin birinci dereceden önem taşıyan bir eyleminin aldığı askeri darbe ise de izleyen süreç, kalan kadro ve elemanların nitelikleri nedeni ile örgütsel yenilgi tablosu yaratmıştır. Bunun belirleyici yönü; parti ilkelerinin, işleyişinin, mücadele anlayışlarının yukarıdan aşağıya kurulan mekanizmanın dikey ve yatay işlevlerinin mevcut potansiyele nüfuz ettirilerek kalıcı bir oluşum haline getirilebilecek zamandan yoksun olunması, hiyerarşik mekanizmaların savaşın bizzat sunacağı politik ve askeri fonksiyonlarla nitel-nicel genişleme sürecinin yaşanmamasıdır.

Bu noktada, eğer böyle bir süreç yaşanmamış ise -ki önderler bunun bilincindedir- daraltılmış kadro birim ve çalışmalarının geri çekilmesi seçeneği öne sürülebilir ki, ülkenin siyasal eksenindeki gelişmeler karşısında olanaklara ve koşullara rağmen savaşmak, bilinçli olarak saptanan ve öne çıkarılması zorunluluğu olan tarihsel bir politik taktiktir.

Ülke kısa sürede, ivmesi çok güçlü bir alt-üst oluş içine girmiştir. Ardı ardına bir nitel sıçramalar dizgesi yaşanmaktadır. O güne kadar tanınmayan, somut olmayan, bilinmeyen bir çok tarihsel ve politik olgu birbiri peşi sıra ülke gündeminde boy göstermektedir. Revizyonist ideoloji egemenliği parçalanmış, silahlı mücadele olgu haline gelmiş, halk kentlerde ve kırda oligarşiye karşı yer yer bizzat kullandığı silahını -tez zamanda bilinç üstüne çıkardığı şiarlarla- devrimcilerin elinde yükselirken görmüş ve ondan önce (ne de sonra günümüze kadar) göstermemiş olduğu bir sempati geliştirmiştir. Öte yandan yine ilk kez faşizm devleti 12 Eylül’de olduğu gibi baştan sona olmasa da kısmen reorganize ederek açık ve yoğun biçimiyle halkların karşısına dikilmiştir. Bu durumda politik taktik, elbette savaşmak olacaktır! Bu taktiğin doğruluğundan ötürüdür ki Kızıldere eylemi devrim sempatisinden ve taraflığından önemli bir çözülüş yaratmamış, tam aksine yıllarca sonra dahi prestijin odağında kalmaya devam etmiştir.

Parti-Cephe’nin o süreçteki etki ve prestijinin sadece emekçi kitleler üzerinde değil, halkın hemen her kesiminde var oluşu da dikkate değer bir olgudur. Gençlik içinde, ordu kesiminde, Anadolu’nun bir çok yöresindeki mahalli çalışmalarda, aydın ve sanatçı çevrelerinde, Zonguldak’ın maden işçilerinden Karadeniz ve Ege’nin küçük üreticilerine kadar birçok kesimde yaygın bir P-C sempatisi vardır. Ve bunların çoğu denetimden uzak değildi.

Fakat bilinen evrensel bir M-L gerçek vardır ki bir partinin çok yönlü ve sistemli mekanizmasının oturmuş ve kalıcı kılınabilmesi uzun vadeli ve kesintisiz bir savaşım gerektirir. Nihayet, sonucu tayin eden, bütün koşulların bileşkesi olmuştur. THKP-C’nin 12 Mart Açık Faşizmi’nin azgın baskı, işkence ve katliam koşullarında sürdürdüğü sınıf savaşımında bir çok kadrosunu esir ya da şehit vermesi, hareketin manevra yeteneğini azaltan ve mücadeleyi zorlayan etkenlerden biri olmuştur.

Öte yandan Parti-Cephe’nin örgütsel sürecinde yaşanan önemli sorunlardan biri de, Mahir’in 1971 Haziran’ında esir düşmesiyle birlikte parti içinde ortaya çıkan sağ sapmadır. Söz konusu sapmaya iki açıdan bakılmalı. Birincisi; örgütün gücünü bölmesi ve mücadeleye sekte vurması bakımından geriletici olması, ikincisi; parti saflarının böylesi zehirli bir sapmadan arınması bakımından kısa vadede güç kaybına yol açsa da uzun vadede çizginin esenliği açısından ferahlatıcı olmasıdır. Nitekim cezaevinden firar eder etmez, Mahir, bu döneklerin derhal partinin en üst organı içinde yargılanmalarını gündeme getirmiştir. Sağ sapmanın başını çekenlerin teşhir edilmelerine ve partiden ihraçlarına karar verilmiştir.

THKP-C bu konudaki “12 Mart Sonrası Türk Solu” başlıklı yazısında genelde pasifist cepheyi nitelerken, parti içindeki ayrılığa ilişkin şunları yazmaktadır:

“…Soldaki bu oluşum partimizi de etkilemiş ve partimizin içinde ufak bir grup partimizin ideolojik, teorik ve stratejik görüşleriyle eylemlerine Narodnizmin, Anarşizmin teori ve pratiği diyerek pasifist cephenin parti içindeki uzantısı olmuşlardır.

Bu sağcı unsurlara göre;

– THKP-C’nin ideolojik-stratejik temellerini açıklayan Bir Nolu Parti ve Cephe Bildirileri ve de Kurtuluş dergisindeki “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” yazıları anarşizmin, fokoculuğun ve Narodnizmin teorileridir.

– Şubat-Mayıs Gerilla Hareketleri, yani partimizi kitlelere tanıtan ilk silahlı devrimci eylemler, bu Narodnik ideolojinin pratikleridir. Temellerinde sol oportünist ideoloji yatmaktadır.

– THKP-C’nin devrimci öncü savaşı, bir avuç adamın oligarşiyle olan düellosudur.

– PAAS fokocu bir stratejidir.

– SP yanlıştır, örgütleyici değildir. Asla temel alınamaz.

– İçinde bulunduğumuz dönemde devrimci görev, merkezi yayın organı etrafında örgütlenip, işçilerin ekonomik-demokratik mücadelesini yönlendirmektir, vb…

Partideki sağ çizginin öz olarak ileri sürdüğü eleştiriler bunlardır. Bu eleştiriler Kıvılcımlı ve Şafak pasifistlerinin partimize yönelik olarak gündeme getirdikleri saldırıların tümüyle aynıdır.

Partimizin ideolojik-politik ilkelerine aykırı bir rota izleyen grupçuk, parti Genel Komite üyelerinin oy çoğunluğu ile partiden ihraç edilmiştir. İtirazları burada ayrıca eleştirmeyi gereksiz görüyoruz.

Parti Genel Komitesi’nin kararı, parti çizgisinin ML’nin dünyanın ve ülkemizin somut koşullarına uygulanmasının oluşturduğu proleter devrimci çizgidir. Ve eylemler de, bu Leninist ideolojik-politik çizginin pratiğe yansımasıdır.”

Evet, P-C yazınında belirtildiği gibi, partimizin ihtilalci çizgisini revize edip sağ-oportünist bir rotaya sapanlar, Mahir ve diğer bazı kadroların esir düşmesiyle birlikte gerçek renklerini ortaya koymuşlardır. Esir düşen yoldaşların boşluğunu fırsat bilerek sağcı, pasifist anlayışlarını demagoji, spekülasyon ve devrimci ahlaka sığmayan yöntemlerle parti içinde egemen kılmaya çalışmışlardır.

Bu süreçte THKP-C, bir yandan parti içinde yaşanan ve tasfiye edilen sağ sapmanın saflardaki ideolojik etkilerini ortadan kaldırmak ve özellikle de ideolojik-politik olarak geri unsurlarda ortaya çıkabilecek kafa karışıklıklarını gidermek için iç ideolojik faaliyetleri yoğunlaştırırken diğer yandan parti çizgisinin gereği olarak devrimci savaşımı boyutlandırmaya yönelmiştir.

Tam bu aşamada silahlı devrim cephesi içindeki THKO’nun üç önderinin idamları gündeme gelmiş, bunun üzerine harekete geçen THKP-C ve THKO kadroları, Türkiye devrimci hareketi ile karşı-devrimin tarihi hesaplaşması niteliğine bürünen bu durum karşısında seyirci kalmayarak hem üç THKO önderini idamdan kurtarmak, hem de bu olay nezdinde devrimci hareketin yükselen prestijinin gölgelenmesini engellemek amacıyla, düşmanı pazarlığa zorlamayı hedefleyen üç İngiliz teknisyeni rehin alma eylemini tasarlamışlardır.

30 Mart arifesinde anti-emperyalist, anti-oligarşik nitelikteki bu eylem gerçekleştirilmiş ve eylem üssü olarak Kızıldere saptanmıştır. Ancak eylemin programlandığı şekilde yürümemesi üzerine THKP-C ve THKO’nun en ileri kadrolarından oluşan eylem güçleri, düşmanın üstün askeri kuvvetleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayı değil savaşarak ölmeyi seçen yoldaşlarımız uzun bir çatışmadan sonra topluca katledilmişlerdir.

Partimiz THKP-C’nin Kızıldere’de yediği bu büyük darbenin, onun siyasal devamı olan hareketimiz için anlamını özet olarak maddelemek gerekirse;

– Önce, partimizin Kızıldere’de aldığı darbe, büyük çapta örgütsel boyutları olan taktik plandaki bir askeri darbedir.

– THKP-C, savunduğu devrimci eylem çizgisinin bir devamı olarak Kızıldere eylemini gerçekleştirmiştir.

– Kızıldere, o günün koşullarına THKP-C’nin örgütsel yapısının sürekliliğinin hemen gerçekleştirilemeyeceği ölçüde büyük bir imha hareketi olduğu için, savaşın geçici olarak kesintiye uğraması bakımından stratejik öneme sahiptir. Stratejik yenilgi değildir, stratejinin yenilgisi değildir.

– Dolayısıyla Kızıldere’den sonra temel görev, yeni bir strateji ya da ideolojik-politik çizgi arayışı değil, THKP-C’nin dağılan örgütsel yapısının reorganizasyonu görevidir.

– Kızıldere bir intihar eylemi yahut bir çıkmazın zorunlu sonucu değil, devrimci direniş manifestosunun yazıldığı bir anıt, bilinçli bir devrimci seçenektir.

Bu anlamıyla Kızıldere, örgütsel ve askeri sonuçlarıyla bir yenilgi olmakla birlikte siyasal sonucu itibariyle, kitlelere somut mesajlar vermesi ve geride derin bir sempati ve büyük bir prestij bırakması, silahlı mücadele olgusunun etkilerinin zaafa uğratılmaması bakımından son tahlilde politik bir adımdır.

Büyük gerilla, savaş teorisyeni Ernesto Che Guevara’nın dediği gibi, “Dünya devrimler tarihinde öyle yenilgiler vardır ki, kolay kazanılmış zaferlerden daha üstündür.”

DEVAM EDECEK

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.