HALLÂC-I MANSÛR: “EN-EL HAK” GİZLİ ÖGRETİSİ

0 294
image_pdf

HALLÂC-I MANSÛR

“Tasavvuf İle Dinden Çıkma Arasındaki Çizgi Çok İncedir”  Teofilo F. Ruiz


Hallac-ı Mansur tek bir cümle ile, Karl Marx ve Friedrich Engels’in başlangıcını oluşturmuştu. “En-el Hak” sözü, bilimsel bir ifadeyi içermektedir. Parça bütüne aittir ve bütünün bilgisini taşır. Tüm kainat insanın içinde, insan da o kainatın içindedir. Bu sözler, Karl Marx’ın felsefi düşüncesi ile örtüşen bir kelâmdır. “Kendi gerçekliği içinde, o, toplumsal ilişkilerin tümüdür.” Karl Marx


Toplumsal hareketliliğin en yoğun olduğu tarihler zihniyet faaliyetlerinin de en derin olduğu dönemlere tekabül etmektedir. Her zihniyet dönüşümü bir toplumsal arayışın ürünü olduğu kadar, toplumsal değişim ve hareketlilikleri de en fazla etkileyen ve biçimlendiren faaliyetler olmaktadır.

800’lü yılların başından itibaren başlayan ve 1100 yıllarına kadar süren derin, kapsamlı ve yaygın toplumsal hareketler İslamiyet içerisindeki derin ideolojik faaliyetlerle ortak bir seyir izlemiştir.  toplumsal-sınıfsal saflaşmanın berraklaştığı İslamiyet içerisinde derin felsefi arayışların olduğu yüz yıllar olarak tarihe geçen bu yıllar beraberinde hem bilge, hem de devrimci halk önderi alimlerin yetiştiği yıllar olmaktadır. Yani, daha Marks’tan neredeyse bin yıl önce hem dünyayı yorumlayan ve hem de değişimine öncülük eden Hallac-ı Mansur da o değiştirme gücünü kendisinde bulan tarihi kişiliklerden biridir.

Özellikle 800’lü yılların son çeyreğinden itibaren Irak merkezli ortaya çıkan toplumsal hareketlilikler çevreden bu konuya duyarlı birçok insanı, topluluğu da kendisine çekmiştir. Bu nedenle de İran’dan, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan, Kürdistan’dan ve dünyanın daha birçok bölgesinden özellikle de Ortadoğu’daki diğer alanlardan birçok düşünce insanı Irak merkezine akın etmiştir. Bu alanlar birçok ekol (okul)’ün oluştuğu bir akademi merkezi rolünü oynamıştır. Özellikle de Bağdat, bu okullar için temel bir yoğunlaşma merkezi olmuştur. Dönemin en temel iki ismi olan El-Kindi ile El-Cahiz 870 öncesi Bağdat’taki temel fikir ve ilim insanlarıdır. Bunların yol açtıkları tartışma ortamlarında şekillenen doktrinler, daha sonraki tasavvuf bilginlerine temel bir kapı aralamaktaydı. Yine dönemin temel okullarından olan ve geliştirdiği öğreti ile kaderciliğe büyük bir darbe vurup, “kul ettiklerinin yaratıcısıdır” diyerek insan iradesini öne çıkaran Mutezile okulu, Bağdat başta olmak üzere bölgenin temel İslam merkezlerinde etkili olmaktadır. Mısır merkezinde Zünun El-Mısri etrafında ekolleşen tasavvuf okulu, Bağdat’ta ise Cüneyd El-Bağdadi etrafında kendi ifadesine kavuşuyordu. Bağdat Okulu kendi döneminin öncü ekolü olmasının yanında kendinden sonraki ve günümüze kadar gelen tasavvuf akımlarına öncülük etmesi ve etkilemesi bakımından da oldukça önemli bir okul olmaktadır. Yani 800’lü yılların son çeyreği İslamiyet içerisinde sosyal ve düşünsel hareketliliklerin oldukça yoğun yaşandığı yıllar oluyordu.

Hallac-ı Mansur tam da bu tarihlerin başında 858 yılında İran’ın Beyza kenti yakınlarındaki Tur kasabasında dünyaya gelir. Tam adı Hüseyin b. Mansur El-Hallac El-Beyzavi’dir. Baba mesleği olan pamuk eğirtme ve temizleme işi olarak bilinen hallac işini yaptığından Hallac lakabını aldığı rivayet edilir. Dedesinin Muhammed adında bir Zerdüşti olduğu bilinmektedir. Ancak kaynaklarda anne ve babasının Müslüman oldukları iletilmektedir. Yani Zerdüşti gelenekten gelen ve yeni Müslümanlaşan bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelir. Daha çocuk yaşlarından itibaren dini konularla yakından alakadar olmuştur. Aile olarak yeni kabul ettikleri Müslümanlığı anlama çabası oldukça yoğundur. Bu durum özellikle de Kuran hakkında yaptığı yorumlar çevresinde büyük bir ilgi uyandırmaktadır.

Bu ilgisi onu dönemin dini âlimlerinin yanında ders almaya yönlendirir. Daha 16 yaşındayken Ahvaz şehrindeki Sehl b. Adullah et-Tüsteri’nin yanında dersler almaya başlar. Burada iki yıl boyunca hadisler ve Kuran üzerinde tartışmalar yürütür. Tasavvuf yoğunlaşmaları ilk burada gerçekleşir. Daha bu ilk ders aldığı yerde Kuran üzerine yaptığı yorumlarla dikkatleri üzerine çekmiştir. Daha sonra kimilerine göre Tüsteri’nin ölümü, kimilerine göre Basra’ya sürgün edilmesi üzerine 883 yılında Hallac da Ahza’yı terk ederek Basra’ya geçer. Basra’da İmam Buhari’nin öğrencilerinden olan Amr El-Mekki’den dersler almaya başlar. El-Mekki ile daha çok sünnetin gerekliliği hakkında tartışmalar yürütür. İnsanın günahlarından dönmesi ve tövbenin anlamına burada ulaşır. Yine tasavvufun, Kuran’a ve sünnete sıkı sıkıya bağlı olmaktan geçtiği görüşüne bu dönemde ulaşır. Aslında bununla kastettiği de, İslamiyet’in ilk çıkış biçimi olan ve Hz. Muhammed’in öğretilerine dayalı Müslümanlığın yaşanması gereken Müslümanlık olduğu gerçeğidir. Sünnet, Hz. Muhammed’in yaşantısına atfedilen İslamiyet kurallarının bütünü oluyordu. Hallac, burada Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu İslamiyet’ten uzaklaşıldığı kanısına ulaşmaktaydı. Çünkü yavaş yavaş Abbasi dönemi Müslümanlığının bozulduğu konusunda kanaat getirmeye başlamıştı. Bu tarihler Zenc İsyanlarının da zirveye ulaştığı dönemlerdir. Abbasi halifesinin uygulamalarının ve hukuklarının ruhani dünyayla hiçbir ilişkisinin olmadığı hakkında artık netleşmektedir. Bu da onu döneminin diğer sufilerinden farklı kılmaya başlamıştı.

Hallac’ın üçüncü ve en önemli hocası Bağdat Sufi Okulu lideri olarak kabul edilen Cüneyd El-Bağdadi’dir. Hallac-ı Mansur 885 yılında El-Bağdadi’nin yanında ders almaya ve onun tartışmalarına katılmaya başlamıştır. Özellikle Cüneyd’in tasavvuf meclisi olarak bilinen meclisinde dönemin birçok mutasavvıf ehli ile (Nûn, Fûti, İbn Ata ve Şibli gibi) tanışma ve tartışma fırsatını yakalar. Hallac-ı Mansur kendine has karakterini bu mecliste kazanır. Sufilik anlayışına farklı bir perspektiften bakmaya başlamıştır. Bunu en somut olarak klasik sufi elbiselerini üzerinden atarak askerlerin kaba adını verdiği bir tip elbise veya murakka (kolsuz cübbe) giymeye başlayarak gösterir. Hallac’ın Basra’da olduğu dönem, Irak’ın güneyinde Zenc İsyanı’nın bastırıldığı ancak yerini daha kapsamlı olan Karmati hareketine bıraktığı zamana denk gelmektedir. Karmati hareketinin örgütlenme tarzındaki gizliliğe dayalı yapısını daha önce yazmıştık. Bu nedenle daha sonrasında Hallac’ın idamına da yol açan Karmati ilişkisini kanıtlayacak bir veri elimizde bulunmasa da, Hallac’ın ileri sürdüğü tasavvuf anlayışı ve yürüttüğü faaliyetler Karmati hareketi ile bir biçimde ilişkisi olduğu izlenimini uyandırmaktadır.

Bu dönemde Hallac bir evlilik de yaşamıştır. Bu evlilikten bir kız ve üç erkek çocuğu olur. Birçok kaynak Hallac’ın bu evlilik nedeniyle Basra’daki birçok sufi ile karşı karşıya geldiğini naklederler. Ancak böylesi tarihi olayların siyasal ve ideolojik duruşlardan ve tutumlardan bağımsız ele alınamayacağı nettir. Görünen ayrılık noktalarının arkasında daha derin siyasi ve ideolojik ayrışmaların gizlendiği en temel tarihi bir gerçeklik olmaktadır. Yani Hallac’ın Basra’da gerçekleşen evliliği bahane edilerek aslında Hallac’ın siyasi ve ideolojik duruşuna karşı rahatsızlıkların baş gösterdiği söylenebilinir. Bu tartışmalar üzerine Hallac Basra’yı terk etmek zorunda kalır. Ancak Hallac, bu döneme ilişkin olarak yazdığı “Seccademi suya sermiş bir ateşim ben. Bu yolda çıkardım tarikat hırkamı ben” mısralarında yaşadığı ayrışmayı ve bundaki kararlılığı net ifadelerle dile getirmektedir.

Hallac 903 yılında ilk haccını gerçekleştirir. Mekke’deki geçirdiği bir yıllık dönem Hallac-ı Mansur için inziva dönemi olarak adlandırılmaktadır. Bir sene boyunca Kâbe’nin yanında bir taşın üzerinde kendisini yeme ve içmeden soyutlamış bir biçimde yoğunlaştığından bahsedilir. Bu dönem Hallac, riyazet (nefsin isteklerini kırma) ve itikâf (dünya işlerinden kendini soyutlama) yaşantısına önem vermeye başlar. Bu dönemin Hallac’ın hayatında bir dönüm noktası olduğu belirtilebilir. Mekke tavafından sonra 903-905 yılları arasında Tüsteri şehrinde kendisini dünya işlerinden soyutlamış bir şekilde yaşantısını devam ettirir. Basra’da klasik sufi anlayışından yaşadığı ayrışmanın ardından Mekke’de gerçekleştirdiği yoğunlaşmalar O’nu Hallac-ı Mansur yapan dönemi ifade etmektedir. Tüsteri kentinde her ne kadar dünyadan elini ayağını çekmiş bir yaşam sürdüğü görüntüsü ortaya çıksa da aslında Mansur’un burada tasavvufta ulaştığı sonuçlar üzerinden halkla tartışma meclisleri kurduğu ve buralarda insanlara, ulaştığı hakikatleri anlattığına dair veriler bulunmaktadır.

907 yılında ise görüşlerini yaymak üzere kısa bir seyahate çıkar. Horasan, Fars ülkesi ile Irak şehirlerinde, Ahza’da ve Kum’da bulunur. Bu alanlarda kendi öğretileri çerçevesinde halklarla tartışmalar yürütür. Gezdiği alanların o tarihlerde Karmati merkezleri olması dikkat çekicidir. Özellikle Ahza ve Horasan’da Karmati örgütlenmelerinin yoğun olduğu bilinmektedir. Bu seyahatlerden sonra Hallac tekrar Kabeyi ziyarette bulunur. Hac dönüşünde Bağdat’a gelir ancak burada fazla kalmaz.

Hallac’ın yaşamında artık yeni bir dönem başlamıştır. Müslüman olmayan halkları İslamiyet’e davet etmek üzere Bağdat’ı terk ederek Hindistan ve Doğu Türkistan’a gider. Asker kıyafetleri içerisinde HaIlac Keşmir’deki Hinduları, Maçin’deki Türkleri İslam’a davet eder. Bu gidişinde Hoten ve Turfan’a kadar uzanır. Buralarda Hindu kast sınıflarından pek çok kişiyi Müslümanlaştırır. Bu gün bile o Müslümanlara “Mansuri” denir. Daha sonraları Hint mistik anlayışını kendi tasavvufi görüşlerine kattığı iddia edilir. Bilhassa ‘fena’ hali (erime hali-fenafillah Allah’ta erimek) ile Hint yoga’sındaki yok olma hali arasındaki benzerlik dolayısıyla da suçlanır. Hatta Hindistan’da sihir öğrendiği bile iddia edilir. Ancak buralarda ne kadar zaman geçirdiği konusunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Buradan döndükten sonra Hallac’a yönelik suçlamaların da arttığı bilinmektedir. Hallac, üçüncü hac ziyareti sırasında Mekke’de kendi öğretisi doğrultusunda örgütlenmesini geliştirmek ister. Ancak Hallac’a karşı tepkiler giderek artmaktadır. Bunun üzerine Hallac Ahza’ya kaçmak zorunda kalır. Bir süre sonra gittiği Sur şehrinde bir ihbar sonucu yakalanır. Rivayete göre Hallac adında bir kişinin evine sürekli yabancı insanların geldiği, gece geç saatlere kadar meclisler kurdukları ve sakıncalı şeyler konuştuklarına dair Abbasi güçlerine yapılan ihbar üzerine Hallac yakalanarak Bağdat’a getirilir. Bu anlatıdan da anlaşılmaktadır ki, Hallac tasavvuf yoluyla ulaştığı hakikatlerin yanında toplumsal sorunlar karşısında da belli bir duruş sahibi olarak çeşitli toplumsal hareketlerle ilişkiler içerisindedir. Ancak ardında hiçbir yazılı veya sözlü belge bırakmamış olması bu konuda net bir şey söylememiz önünde engel olmaktadır.

Hallac yakalandıktan sonra bile bu faaliyetlerine son vermemiştir. Bağdat’ta zindanda kaldığı süre içerisinde bile ilişkide olduğu kişilerle irtibatını kesmemiş, gerek mektup vb. yoluyla gerekse de direk ziyaretlerle kendi faaliyetlerine devam etmiştir. Bazı kaynaklara göre Hallac zindandayken Bağdat merkezde baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına direk etkide bulunmuştur. Bu durum karşısında Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abbasi halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edilir.

Hallac’ın idamına ilişkin olarak çok değişik söylenceler de bulunmaktadır. Yaşadığı uzun süreli bir zindan hayatından sonra hakkında verilen idam kararının uygulanmasında ona inanan halka karşı ibretlik bir duruma getirilmesi amaçlanmıştır. İdam sahnesi farklı kaynaklarda değişik biçimlerde tasvir edilmektedir. Önce derisi soyulana kadar kırbaçlandığı, daha sonra kitleye taşlatıldığı, ardından kolları ve bacaklarının kesildiği son olarak cenazesinin yakıldığı ve küllerinin Dicle nehrine savrulduğu şeklinde anlatılan idamı hikâyeleştirilerek günümüze kadar aktarılmıştır. Öyle ki, ibret olsun diye işkenceler altında gerçekleşen idamın her sahnesine ilişkin Mansur’un direnişini ve bunlara boyun eğmek bir yana pişmanlık bile göstermediğini ifadelendiren birçok hikaye anlatılmıştır. Hallac maruz kaldığı bu uygulamaların ulaştığı hakikat düzeyiyle yakından bağlantılı olduğunun bilincindedir. Ki son nefesini verdiği sıralarda söylediği, “Bana açtığın sırları onlara da açsaydın veya onlardan gizlediğin sırları benden de gizleseydin başıma bu gelmezdi!””şeklindeki sitem dolu sözler bunu kanıtlamaktadır.

  • HALLAC’IN HAKİKATI: “EN-EL HAK” GİZLİ ÖĞRETİSİ

Hallac-ı Mansur yaşadığı dönem içerisinde kendini, toplumsallığını ve doğasını anlama ve tanıma çabasını en derinden yaşayan bir mutasavvıf olarak komünal toplum hakikatine en fazla yaklaşan bir kişilik olmuştur. İslamiyet içerisinden gelmiş olması kendi hakikatine ulaşmasında oldukça etkili olmuştur. Tasavvuf içerisinde onu özgün kılan yanların başında Allah-insan yorumundaki düalist yaklaşımlar gelmektedir. Ruh göçü (Allah’ın, kullarının ruhlarına girmesi yani kulların Allahın ruhuyla dolması) olarak adlandırılan Hulul yaklaşımı insan ve Allah arasındaki ayrımı ortadan kaldıran bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Hallac’a göre insan ve Allah hem lahuti (ilah) ve hem de nasuti (insani) bir yapıya sahiptir. Yani Allah hem ilahi hem de insanidir. Aynı zamanda insan da hem ilahi hem de beşeridir. Bu özellikleri ile insan ve Allah bir birlerinden ayrı şeyler değillerdir. Ve her ikisi de bir biridirler. Bununla Allah karşısında hiçleştirilen bireyin kendine dönmesini, kendindeki ilahi yana anlam vermesini sağlamaya çalışmaktadır. İnsandaki ilahi yana yaptığı vurguyla insandaki asıl kaynağa vurgu yapmaktadır. Merkezi uygarlık karşısında tamamen bitirilmiş olan insan iradesini bu yolla biraz da olsun diriltme arayışındadır.

“Seven ben, o sevilen de benim
Bir bedene girmişiz, iki ruhuz biz
O diye gördüğün benim bedenim
Bana bak, onu gör; hep aynı şeyiz!”

Yine bununla Zerdüştiliğin özünden gelen ve Panteizm olarak adlandırılan “tüm tanrıcılık” anlayışına yakınlaşmıştır. Bu daha sonraları Vahdet-i Vücut olarak ortaya çıkan varlığın birliği anlayışının da temellerini oluşturuyordu. Bu anlayışta insan, toplum ve doğasıyla bir bütün olarak görülmektedir. Yine tanrı, insanın ve doğanın dışında bir güç olarak değil bizzat içerisinde onunla birlikte olan bir kutsallık olarak görülmektedir. Hallac-ı Mansur’da insanı, tanrıyı ve evreni içeren varlığın birliği esastır. O’na göre; gerçek olan, var olan, “Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir”in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de tanrıdır. Ancak, evren ve insan bu “Bir” in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Ene-l Hak” demesi doğrudur, gereklidir. İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir tanrıdır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri tanrıda, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” sözleriyle açıklamak istemiştir. Birçok kişi Hallac’ın bu görüşlerini Budizm’den etkilenerek geliştirdiğini ileri sürseler de, aslında bu Hallac’ın içerisinden çıktığı Zerdüşti geleneğin en temel insan ve doğa yaklaşımını ifade etmektedir.

Prof. Dr. Niyazi Öktem, “Hallac’ın din ve tanrı anlayışı, Allah’ın bir öz, cevher olduğunu kabul eder. Bu ilahi güç fışkırarak kendisini ortaya koyar, sıfatlarını gizler. Bir monizm, bir teklik söz konusudur. Yer ve gök, tüm evren tanrının görünüm vasatıdır. Ancak yaşanan bu evren sadece madde değildir, akıl ve sevgi doludur.” diyerek Hallac’ın tanrı-doğa-insan üçlüsünde yaptığı vurguyu açıklamak ister. Burada görülen varlığı günümüz kuantum düzeyinde açıklama çaba ve iddiasında olan bilimin, dönemin mutasavvıfları kadar bile gerçeğin özüne yaklaşamadıkları olmaktadır. Canlı evren anlayışı insanın kendisi hakkındaki bilgisiyle ulaşabildiği en yalın ve gerçeğe yakın algılayışını ifade etmektedir. Ve Hallac bunu dile getirerek kendi döneminin merkezi uygarlığına karşı açıktan bir cephe almış durumdadır.

Yine Hallac-ı Mansur’un ahlak anlayışının temeli sevgi ve saygıya dayanmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde karşılıklı birbirini anlama ve herkesin bir bütünün parçası olduğu bilinciyle toplumsal yaşama katılması esastır. Toplumsal ilişkilerin temeli bu nedenle hürriyete (özgürlüğe) dayalı olmak zorundadır. Hallac bunu en iyi: “Hakiki hürriyet Allah’tan başkasına kulluk yapmamaktır.” sözlerinde vurgu yaptığı insana kulluğa duyduğu tepkiyle ifadelendirir. Özellikle de kendisini tanrı-kral gibi halkın üzerinde farz kılmış olan dönemin Abbasi halifelerine karşı insanın özgür bir yaşam felsefesi ile kendi iradesine dayalı bir yaşam anlayışını gittiği her yerde savunmuş ve bunu çevresinde yaymıştır.

Hallac toplumsal ilişkilerinde insanlar arasında hiçbir fark gözetmemiştir. Bu onun birçok dini kesimlerle rahat bir biçimde alıp vermesine olanak sağlamıştır. Daha önce Karmati Daî’leri için söylediğimiz, gittikleri her toplumsal kesimle onların kültürlerini esas alarak ilişkilenme yaklaşımı Hallac’ta da karşımıza çıkmaktadır. Bir Hıristiyan ile Hıristiyan gibi, Yahudi ile Yahudi gibi, Mutezile ile onun gibi konuşup ilişkilenmiştir. Sabiler ile oldukça yakından ilişkilenmiştir. Hiçbir toplumsal kesim, dini inanç ya da kültür arasında fark koymamıştır. Bu durum onun bir Karmati Daî’si olarak suçlanmasına neden olsa da O, bu söylemlere aldırış etmeden kendi öğretilerini her kesimden insanla paylaşmıştır. Bazılarının iddia ettikleri gibi halkın anlayamayacağı hakikatleri halka açıklamaktan değil, sistemin gerçek yüzünü halklara göstermesinden dolayı bu kadar büyük suçlamalar ve işkencelere maruz bırakılmıştır.

Hallac tasavvufla ilgilendiği ölçüde fenni ilimlerle de yakından ilgilenmiştir. Kendi döneminde simya olarak bilinen kimya bilimine özel bir ilgisi vardır. Kimyaya olan bu ilgisi karşıtları tarafından Hallac’ın büyülerle uğraştığı suçlamalarına neden olsa da, o hakikat arayışını her alanda geliştirerek gerçeğin sırrına ulaşmaktaki kararlılığını ortaya koymuş oluyordu. Bu O’nu sevenler tarafından Hallac’ül Esrar (sırların çözücüsü) olarak tanınmasına da neden olmuştur. Yani Hallac O’nu sevenler için tüm sırların açımlayıcısı, hakikatlerin sırrına ulaşan kişi oluyordu. Hallac’ın Risâletu Fi’l-Kimya ve Kitâbu’l-Tevâsîn isimli iki kitabı bizzat yazdığı bilinmektedir. Ayrıca kendisine ait olan bazı mektup ve yazışmalar ise sonradan toparlanarak bir kitaba dönüştürülmüştür.

Hallac zindanda olduğu dönemde bile bu hakikat arayışçılığından ve savunuculuğundan taviz vermemiştir. Zindanda kaldığı dönem değişik kaynaklarda farklı süreler olarak verilmiştir. Ancak o esir tutulduğu koşullarda bile hem kendi iç yoğunlaşmasını devam ettirmiş hem de yanında tutuklu bulunan kesimlerle suçları ne olursa olsun ilgilenmiş ve onları doğruya teşvik etmiştir. Bu adının daha fazla yayılmasına, halk arasında daha fazla sempati toplamasına da neden olmuştur.

Ortadoğu topraklarında hakikat arayışçılığı, tarihin en çilekeş bir uğraşı olmuştur. Yaşamın anlamına ve amacına ulaşma çabası, tarihin her döneminde insanlığın en fedakâr ve cefakâr insanları tarafından ne kadar zorla karşılaşılsa da, en hassas toplumsal duyarlılık ve sorumlulukla yerine getirilen bir görev olarak görülmüş ve öyle de yürütülmüştür. Doğa-insan-toplum oluşumlarındaki sır perdesi biraz da olsun aralanarak yaşamın amacına ulaşılmak istenmiştir. Kendine, toplumuna ve doğasına anlam verme çabası ilk düşünüş biçimlerinden en karmaşık bilgi yapılarına kadar insanlığın kafasını kurcalayan ve sürekli bir cevap aradığı temel sorunların başında gelmiştir. Varoluşu tanımlama arayışları kendisini anlama çabasına yol açarken kendinde ulaştığı anlam düzeyi varlığın hakikatini tanımasına olanak sağlamıştır. Merkezi uygarlığın varoluşta yol açtığı sapmalar, bu arayışa ket vurmak bir yana bu arayışın daha da derinleşmesine neden olmuştur. Merkezi devletli uygarlığın insanın zihni yapısında neden olduğu kendine, toplumuna ve doğasına yabancılaşma, insanda kendisiyle, doğasıyla ve toplumuyla daha anlamlı bir buluşmanın en temel bir gerekçesi haline getirilmiştir. Tüm düşünsel faaliyet alanları bu arayışlar için bir merkez rolünü oynamıştır.

Ortaçağda, Ortadoğu’da ortaya çıkan İslamiyet o tarihte ve yeryüzündeki halifesi Abbasi imparatorları dini ve inanç sistemlerini kendi talan ve sömürü sistemlerini perdelemenin birer aracı olarak kullansalar da, yine aynı araçlar  Hallac-ı Mansur da kendi toplumsallığını tanıma ve anlam verme çabası içerisinde kendi döneminin en büyük alimi olarak tanınmasının nedeni olmuştur. Ulaştığı sonuçlar toplumu iktidar zincirlerinden kurtarmak adına büyük toplumsal hareketliliklere kaynaklık etse de, kendisinin iktidar tarafından zincirlenmesi, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edilmesi. Başının kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilmesi, gövdesinin yakılıp küllerinin nehrin sularına savrulması ve kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırılması bu durumu en iyi bir biçimde açıklamaktadır.


Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren hüda’dır, kula minnet eylemem

Oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Seyyid Nesimî

KARMATİLER

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.