TÜSİAD, 12 Eylül kanlı sürecin senaryosunu yazandır

0 146
image_pdf

Kenan Evren’e, Vehbi Koç’un yazdığı bir mektup vardı. Mevcutlar içerisinde Turgut Özal’ın en iyisi olduğunu belirten bir mektuptu bu. Türkiye’de son zamanlarda “sivil toplumcu tezler”in moda olmasıyla birlikte sermayenin demokratlığına çok fazla vurgu yapılır oldu. TÜSİAD, 12 Eylül sonrası süreçle, o kanlı sürecin senaryosunu yazandır. Uygulamanın da kimlere düştüğü biliniyor. Ama senaryonun yazarını iyi tanımak gerekiyor.

  • Söyleşi: Ordu-Siyaset İlişkisi

Yiğit Tuncay: Evet dostlar bugünkü konuğumuz yine Avukat Suat Parlar. Konumuz ise; gündemimizi şu anda meşgul eden darbe söylentileri ve ara rejim tartışmaları üstüne Suat Parlar’la bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Bildiğiniz gibi şu anda yapılan hükümetin programı, yani 28 Şubat kararlarını tam anlamıyla uygulayamadığı, bu uygulamaları gerçekleştiremediği gibi bir durum var ortada. Bu konuda ordu yeniden gündeme girdi. Yeniden gündemi belirledi. İsterseniz önce Suat Parlar’la yapacağımız söyleşide ilk olarak ordunun siyasete müdahalelerinin tarihselliği üstüne konuşalım diyoruz. Önce tabii ki, Suat Parlar dostumuza “hoş geldin” diyoruz. Evet Suat, ordunun siyasete müdahalelerinin tarihselliğine şöyle bir bakalım mı beraber?

Suat Parlar: Türkiye’deki siyasal yaşamı anlayabilmek ve değiştirebilmek, askerlik olgusu temelinde ordu-toplum ilişkilerini çözümlemekle mümkün. Siyasallaşmış bir askerilik olgusu, Türklerin yönettiği hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan bir ilke. Askerlik olgusu güçlü bir ordu örgütlenişinin yanı sıra militarist değerlerin -ki bu da savaşkanlık, şiddet eğilimi vs- somut güç kullanımı kalıplarını da içerecek biçimde toplumun çeşitli kesimleri tarafından benimsenmesi, bunlara sahip çıkılması anlamına geliyor. Türkler tarihin hemen hemen tüm aşamalarında önemli askeri uygarlıklar yaratmışlardır. Göçebe Türk topluluklarının savaş ekonomisi temelinde örgütlendiğini biliyoruz. Şimdi işin bu göçebelikle ilgili detaylarına girmeyeceğim. Fakat günümüzde de çok güncel olduğu için bir örnek vermek istiyorum ben. 1500 yıllık devlet geleneğinin en önemli özelliklerinden bir tanesi, toplumun hemen hemen her alanının bu askeri örgütlenmenin merkezi disiplini içerisine alınması çabası. Kılık kıyafet de bunun dışında değildir. Daha bundan 1500 sene önce To-ba adı verilen Türk kavminde Çin elbisesi giyilmesi uygarlık gereğiydi. Ve Çin elbisesi giymeyenler cezalandırılıyordu. Yani toplumu askerilik olgusu ekseninde düzenlemeye yönelik çabalar yeni de değil.

Yiğit Tuncay: “O dönemde bile kılık-kıyafet yönetmelikleri gündemdeydi” diyorsun yani.

Suat Parlar: Tabii. Ve şimdi bu süreklilik kapsamında Osmanlılara geldiğinizde askeri eylemi ekonomik eylemle bütünleştirdiklerini görüyoruz. Osmanlılarda savaşmak devletin temeli. Hatta öyle ki yönetmek bile ikinci planda kalır savaşmaya göre. Bunun tabii önemli-bir açıklığa işaret ettiğini düşünüyorum. Günümüze akan askerilik olgusunun işte etkinliği veya giderek ordunun Türkiye’de birçok kuramlara göre önceliği böyle bir tarihsel süreklilik kapsamında değerlendirilmelidir. Böyle değerlendirmek gerekiyor. Şimdi bu anlamda, Türkiye tarihine gelirsek şununla karşılaşıyoruz; 1859’da Kuleli vakası ile ordu artık siyaset içinde ağırlığını hissettirmeye başlıyor. Ve bizim anladığımız anlamda darbeler tarihi gündeme geliyor. Kuleli vakası padişahın devrilmesi ile ilgili bir olay. Tarihi 1859. Detaylarına pek de girmek istemiyorum. Bunu I. Meşrutiyet izliyor. I. Meşrutiyet’ten sonra II. Meşrutiyet gündeme geliyor. Yani İttihat – Terakki’nin tarih sahnesine çıkışını görüyoruz. Daha sonra, Cumhuriyet kadrolarının İttihat-Terakki’nin mirasını devralması ve bu miras temelinde askerilik olgusunun, ordunun öncülüğü olgusunun bir takım kurumsal düzeneklerle Türkiye’nin gerçeği haline getirilmesi var. Birazdan darbelerin ayrıntılarına da girme olanağı bulacağız. Orada bu anlamda bir takım detaylara değineceğiz.

“Düzenekler” dedik, o kurumsal düzeneklerden bir tanesine değinmek istiyorum. 1961 Anayasası’nın gündeme getirdiği bir kurumsal düzenek var. MGK Türkiye’de çok fazlaca tartışılıyor. Ama eksik tartışılıyor. Arka planda ne olup bittiği de çok iyi bilinmiyor. 1920-1946 Yılları arasında askeri şefler, yani M. Kemal, İ. İnönü yönetimdelerdi. Ve onların kişiliğinde de ordu kendini yönetimde hissediyordu. Dolayısıyla, rejimi gözetim altında tutma anlamında çok fazla kurumsal düzeneklere ihtiyaç duymuyordu. 1920’lerde gündeme gelen Harb Encümeni olgusu ki, -MKG’yi önceleyen bir kurumdur- kısa süreli, çok fazla iz bırakmadan bir kenara bırakılmıştı. Ama dediğim gibi, ordu kendini M. Kemal’in ve de İnönü’nün şahsında yönetimde algılıyordu. 27 Mayıs’tan sonra, 1960’a kadar olan dönemin olaylarıyla birlikte ordu siyasete müdahalesini güvence altına alacak kurumsal düzenekler geliştirme ihtiyacını duydu. Gündeme MGK geldi. MGK’nin oluşumunda ABD’nin önerisi vardır. Milli Güvenlik Kurumu’na benzer bir oluşum, orada da Milli Güvenlik Konseyi adı altında halen de faaliyette. Ordu bu şekilde, yani MGK ile siyaset üzerindeki denetimini, yönlendiriciliğini güvence altına aldı. Ve siyasete giderek ağırlığını koydu.

Yiğit Tuncay: Yani burada kastettiğin ordu, görünürde olmasa da bir şekilde partileşme sürecine mi gitti demek istiyorsun?

Suat Parlar: Eee, tabii, yani buna Silahlı Kuvvetler Partisi demek de belki mümkün.

Yiğit Tuncay: Yani böyle bir soyutlama yapabiliriz.

Suat Parlar: Böyle bir soyutlamayı gayet rahat yaparız. Zaten bizden başkaları da bu soyutlamayı yapıyor. Yani ciddi anlamda bir “Silahlı Kuvvetler Partisi”nden söz etmek mümkün. Ama şu yanlışa da düşmemek lazım; MGK’nu kadir-i mutlak bir güç olarak algılamanın da çok fazla anlamlı olduğu inancında değilim ben. MGK’nun işleyiş mekanizmasını Türkiye’de egemenlik sistemi içerisindeki yeriyle değerlendirmek gerekiyor. O egemenlik sisteminin sınıfsal doğasını çok iyi kavramak gerekiyor. O sınıfsal doğayı kavrayabilmek için de emperyalizmle ilişkilere bakmak gerekiyor. Emperyalizmle ilişkiler çerçevesi çizilirken de -özellikle 1980’lerden sonraki dönem için söylüyorum bunu- dünya finans oligarşisinin etki kaynaklarına bakmak gerekiyor. Bu konuda hemen ilk anda şunu söylemek mümkün; dünya finans kapitali son derece karmaşık bir forumlar, uzlaşmalar temelinde işler. Örgütsel yapı anlamında Bilderberg’i, IMF’yi, NATO’yu, Trilateral komisyonu ve diğerlerini söylemek mümkün. Bunların oluşturdukları uzlaşmalar, ulusal kurumların temelde işleyiş prensiplerine damgasını vurur. Bunların yerli ortakları vardır. O yerli ortakların piyasa anlamında bir takım dayatmaları söz konusudur. Yani MGK’nun piyasanın işleyişinin ötesinde, kapitalist piyasanın işleyiş kurallarının ötesinde kadir-i mutlak bir dayatmacılığı metafizik bir algılama olur. Dolayısıyla, MGK’nu böyle bir egemenlik sisteminin temel taşlarından biri olarak görmek, sınıfsal doğası kapsamında değerlendirmek bence en doğrusu.

Yiğit Tuncay: Yani ulusların sermayedarlarının finans-kapital dediğin kurumlarda örgütlenişi, ulusların üstünde bir takım kurumlar oluşturup bu kurumlarda mutabakat zemini bulmalarından kaynaklanıyor.

Suat Parlar: O mutabakat zeminleri çok önemli. O mutabakat zeminlerinden bir tanesi 1977 yılında ortaya çıktı. 1977 Yılından itibaren serbestleştirme -döviz piyasaları anlamında-, ithalat liberasyonu anlamında gündeme geldi. 1978’den itibaren TUSİAD’ın anayasa arayışları başladı. Türkiye’de çok karmaşık bir süreçtir ama, yalınlaştırırsak, aynı zamanda burada serbest piyasanın komutu, emri söz konusudur. O doğrultuda 12 Eylül Darbesi gündeme geldi. Yani bunu bir örnek olması bakımından anlatıyorum ben. Fakat, dediğim gibi, kadir-i mutlak bir gücün emir-komuta zinciri içerisinde bile bir toplumu şekillendirmesinden söz edemeyiz.

Detaylarına girmedik ama, Türkiye’de bu anlamda bir toplum mühendisliği var. Tarihsel birikim gerekçesiyle ordunun önceliği var. Ordunun bir merkezi güç konumunda olması var ama, bu süreci sınıfsal dinamiklerden kopuk bir bağlam içerisinde algılayamayız. Bu mümkün değil. Tarihe bakarken de bunu yapamayız. Mesela, Türkiye’de son dönemlerde moda olmaya başlayan bir söylem var; “27 Mayısçılık”. 27 Mayısçılığın, metafizik bir söylem olmanın ötesinde pek fazla anlamı yoktur. Sınıflardan, doğadan, dünya kapitalist sisteminden kopuk bir ordu anlayışı bizi hiçbir yere götürmez.

Yiğit Tuncay: İstersen Suat, 27 Mayıs’ın dinamiklerini ele alalım. Çünkü 27 Mayıs önemli bir tarihsel süreç. Ayrıca bugüne kadar gelen süreçte de Türkiye tarihine önemli bir etkisi var.

Suat Parlar: Anlaşıldı ki, konuyu dağıtarak gideceğiz. Dinleyenler bizi bağışlasınlar ama, elbette ki, ortaya sonuçta bir bütünlük çıkacaktır. 27 Mayıs öncesine bakmak lazım. 27 Mayıs öncesinde, Menderes istenmeyen adam konumuna gelmişti ABD açısından. Nasıl istenmeyen adam konumuna gelmişti? Birincisi, son derece iddialı sanayileşme programını, altyapı projelerini yürütüyordu. Bu anlamda Türkiye ciddi bir finansal krizle karşı karşıya kalmıştı. O finansal krizi aşabilmek bakımından Adnan Menderes’in bir takım arayışları gündemdeydi. O arayışlar Adnan Menderes’i SSCB’yle ilişkiye taşıdı. Adnan Menderes, SSCB ziyaretini gündemine almıştı. Bir kere bunun çok önemli olduğunun altının çizilmesi gerek.

İkinci nokta ise; Türkiye’de ordunun reorganizasyon ihtiyacı dillendirilmeye başlanmıştı. Türk ordusunun eskimiş bir teknoloji kullandığı ve acilen bir reorganizasyona ihtiyaç duyulduğundan söz ediliyordu. Bir başka nokta da, ordu içinde müthiş bir kadro sıkışıklığı yaşanıyordu. Bu kadro sıkışıklığının gerekli kıldığı tasfiyeler de bir türlü yapılamıyordu. Onun yanı sıra ordunun müthiş bir politizasyonu söz konusuydu. Bu politizasyon daha gerilere de götürülebilir. 1940’ların ortalarından itibaren cuntalar gündemdeydi. Ordunun yönetime doğrudan el koyması doğrultusunda çabalar gündemdeydi. Burada bir parantez içerisinde hemen söylemek geriyor; Demokrat Parti de öyle bire bir sivil topluma bağlı bir geleneğin temsilcisi değildi. Çünkü, o dönem Demokrat Parti’yle ilişkide olan subaylar İsmet İnönü’yü istemediklerini, gerekirse İsmet İnönü’nün bertaraf edileceğini Demokrat Parti yöneticilerine iletmişlerdi. Bunun önemli olduğu inancındayım.

Türkiye’de şöyle bir söylem geliştiriliyor; “Demokrat Parti veya Adalet Partisi anti-militarist” partiler olarak değerlendiriliyor. Hiç öyle bir şey yok. Çünkü hepsinin kökeninde İttihat-Terakki vardır. İttihat-Terakki’nin bölünmeleri vardır. 27 Mayıs’a açılan süreçte restorasyon ustası İ. İnönü’nün çabaları son derece önemlidir. Ve ilginçtir, 1957 yılından itibaren ABD, CIA ile yapılan çalışmaların hepsinden haberdardır. Samet Kuşçu adlı bir subay doğrudan doğruya ABD konsolosluğuna giderek yapılan darbe çalışmalarından ABD’yi haberdar etmiştir. İhbar etmiştir darbe çalışmalarını. Ve darbenin daha sonra lideri olanların hepsinin adını vermiştir. ABD -yani diğer ilişkileri bir yana bırakalım-, 57’den itibaren 27 Mayıs’ın gelişinin farkındadır. Daha önemli bir başka nokta var; 1958 yılında Almanya’da o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in de katıldığı NATO tatbikatı vardır. Cemal Gürsel’e cuntalarla ilgili ilk bilgi burada ulaştırılıyor. İlginçtir, Cemal Gürsel tatbikat sırasında Amerikalıların tahsis ettiği bir araca biner, yanında cuntacılardan bir tanesi vardır. Daha sonra, yani 27 Mayıs cuntasının önderlerinden olacak bir subay vardır. Daha sonra o subay şu şekilde yazar anılarında, der ki: “önde bir Amerikalı mihmandar subay oturuyordu. Türkçe bilip bilmediğini anlamak için test ettik. Türkçe bilmediğini anladıktan sonra da, 27 Mayıs’a açılan o sürecin malum cuntasal faaliyetlerine ilişkin bilgileri Gürsel’e aktardık. Ve Gürsel’in başımıza geçmesini istedik.”

Ne kadar ilginç. Düşünün Amerikalıların otomobilindesiniz, mihmandarınız Türkçe bilmiyor, Türk Kara Kuvvetleri Komutanı araçta bulunuyor, ona cunta faaliyetleri aktarılıyor ve uzun bir yolculuk söz konusu. Amerikalılar da oraya Türkçe bilmeyen bir subaylarını oturtuyorlar. Bizimkiler de buna inanıyor veya inanmak istiyor. Bu bir anekdot, yani buradan nereye çıkılır? Şuraya çıkılır; bu anekdotlar bir başka şeyi bütünlüyor, 27 Mayıs’ın bir özelliği, 27 Mayıs’ta NATO ve CENTO’ya bağlılık hemen deklare edilmiştir. Tıpkı diğer darbelerde olduğu gibi. Bu darbelerin özelliğidir. Anlı şanlı İttihatçılar da Temmuz devrimi denilen 1908 II. Meşrutiyetini ilan ettikleri zaman bütün düvel-i muazzama büyük elçiliklerine haber vermişlerdir. Britanya başta olmak üzere. Adettir, Türkiye’de darbe yapılacağı zaman izin alınır. Bu 12 Mart için de böyle. 12 Mart’ta Muhsin Batur ABD’de bulunuyordu. 12 Mart’tan önceki süreçte ABD hava kuvvetleri komutanı Dr. Gen Ryan ile görüştü. Malum, ona işaret çıkmadı. İşaret çıkmayınca 9 Mart tasfiyesi gündeme geldi. 12 Eylül’de de aynı şey gündemdeydi. 12 Eylül’de de o dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ABD’den döner, ondan sonra düğmeye basılır. Ve Türkiye’de hemen hemen her askeri darbenin temel özelliği NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıktır.

NATO’ya, CENTO’ya bağlılık andının tekrar edildiği bir noktada 27 Mayıs’ın ne ölçüde Türkiye’nin özgün dinamiklerine yaslandığı, ne ölçüde anti-emperyalist bir çıkış olduğu su götürür ve 27 Mayıs maskeli anti-komünizmdir. Çünkü, 27 Mayıs’tan sonraki süreçte radyolardan muazzam bir anti-komünist propaganda başlamıştır. Her gün bir takım uyarılar yapılmıştır. “Vatandaş su uyur komünizm uyumaz” vs… Ve 27 Mayıs’ın açtığı yoldan Huzur Dernekleri gündeme gelmiştir. Komünizmle Mücadele Dernekleri gündeme gelmiştir. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin manevi reisi de o dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’dir. Yani 27 Mayıs’ın şefi Cemal Gürsel’dir. 27 Mayıs’ın, restorasyon ustası İsmet İnönü’nün yönlendiriciliğinde gerçekleştirildiğini biliyoruz. CHP ne kadar ilericiyse, 27 Mayıs da programatik olarak o kadar ilericidir.

1990’larda bu Türkiye’de basında da yer aldı. ABD’nin arşivleri açıldı, belli sürelerde o arşivler gizlilik kaydı kaldırılarak  açılıyor. Açılan arşivlerin neticesinde 27 Mayıs’ın şeflerinin Amerika açısından sıkıntı yaratmadığı ve hemen hepsinin ABD ile bir şekilde ilişkisi olduğu, ya eğitim anlamında ya da başka anlamlarda güvenilir NATO subayları olduğu ortaya çıkıyor. Ama sakın yanlış anlaşılmasın, bu insanların bazılarının yurtseverliği ile ilgili benim kafamda bir soru işareti yok. Yani onların bir şekilde ABD’de eğitim görmüş olması, onların yurtsever olmadığı anlamına gelmiyor. Fakat geçenlerde ben bir tarif yapmıştım ve o tarifimde ısrarlıyım. Bir insanın devrimci olmadan, sosyalist olmadan yurtsever olacağına, daha doğrusu tutarlı bir insan olabileceğine pek de inanamıyorum. Yani bu kişisel bir görüş, bunu muhafaza ediyorum. Ama 27 Mayısçıların içinde bir isim var ki, ne yaptığını en iyi bilen isim, o da Alpaslan Türkeş. Önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye siyasetinde ondan sonraki süreçte de oldukça önemlidir. Bunu kendileri de söyler, “aramızda ne yaptığını en iyi bilen o idi” derler.

Gelmiştir ve Başbakanlık Müsteşarlığını almıştır. Başbakanlık Müsteşarlığı’nda bir büro oluşturmuştur. Bu büronun istihbari faaliyetleri de vardır. Bir takım kendine yakın emekli subayları göreve çağırmıştır. Ve 27 Mayıs’ın tablosunun tamamlanmasında üzerine düşenleri yapmıştır. Çünkü, 27 Mayıs’a bir ilericilik illüzyonuyla yaklaşılıyor. Anayasasından söz ediliyor. Ama, 27 Mayıs anayasası, iç çelişkileri bağrında taşıyan bir anayasadır. DPT gibi, MGK gibi, Amerikalıların önerdiği bir takım kurumlar gündeme getirilmiştir. Bunun önemli olduğu inancındayım. İkinci bir nokta da; 27 Mayıs’tan sonraki süreçte Milli Güvenlik doktrini Türkiye’de de şekillenmiştir. Ve Türkiye bir Milli Güvenlik devletine dönüşmüştür. Milli Güvenlik doktrini veya Milli Güvenlik devleti, ABD’nin hegemon güç olduğu Batı kapitalist dünyasında geçerli olan bir siyasi, hukuki standarttır. Ve 27 Mayıs Anayasası içindeki bir takım özgürlükçü düzenlemelere, maddelere rağmen kendini içinden çürütecek öğeleri de içermiştir. Sadece 27 Mayıs Anayasası’nın hatırına da 27 Mayıs’a ne kadar bir misyon yüklenir, bilmiyorum?

Kaldı ki, 27 Mayıs’ın önderlerinin bazılarının da bu misyonu yüklenmediklerini kendi deneyimlerimle biliyorum. Bunlardan bir tanesi; 27 Mayıs gençlik önderlerinden sevgili Dr. Memduh Eren’di. Rahmetle anıyorum kendisini buradan. Memduh Eren, bana şunu anlatmıştı: “İstanbul vilayetinde bir toplantı vardır. Kendisi önemli bir gençlik lideridir, çağırırlar. O toplantıda İsmet İnönü de vardır. İsmet İnönü’ye şunu söyler; ‘Efendim, son zamanlarda bir söylenti var. Masonlar tarafından 27 Mayısçıların kuşatıldığına, teslim alınmak istendiğine dair. Kimdir bu masonlar, ne yaparlar? Bizi lütfen bilgilendirir misiniz?’ Aynen şu ifadeyi kullanmıştı Memduh Eren: “İ. İnönü’nün gözünün akı ortaya çıktı öfkeden” demişti ve oradan kovulduğunu söylemişti. Sen bu işlerden anlamazsın denilerek.”

Önemli olduğunu düşünüyorum. Hakikaten 27 Mayıs’ın temel özelliklerinden bir tanesi de 27 Mayısçıların masonlar tarafından kuşatılmasıdır. Merak edenler bu konuda çok bilgi, belge bulabilirler. Örneğin, bunlardan bir tanesi M. Ali Aybar’ın “TİP Tarihi” kitabı. Orada bu tip ilişkilere dair birçok şey yazılmıştır. Başlangıçta Türkiye’nin tekelci sermayesi pek iyi algılamamıştır. Ama sonrasında 27 Mayıs yönetimine destek sunmuştur. Nasıl sunmasınki, işin ekonomik altyapısı da vardır. Açılım dönemidir.

Türkiye’nin, dediğim gibi, 1950-60 arası geliştirdiği sermaye birikiminin önemli bir açılım dönemidir. Tüketim malları sanayisine bir yöneliş vardır. Yani o dönemdeki sermaye birikimi, artık montaj sanayii anlamında açılacaktır. Devlet Planlama Teşkilatı da en iddialı altyapı yatırımlarının geliştirilmesi bağlamında ve bu sermaye birikiminin yeni koşullarının uyarlanması anlamında üzerine düşeni yapmıştır.

Yiğit Tuncay: Burada ben önce birşeye değinmek istiyorum; montaj sanayisinin gelişmesinden bahsettin ve bu durum Türkiye’nin gündemine işçi sınıfı gerçeğini de getirdi. 27 Mayıs Anayasası’nın açılımlarından biri de, hem sağda, hem solda kurumlaşmalar, partileşmeler sürecini de başlatıyordu. Mesela, o yıllarda sendikaların gündeme geldiğini görüyoruz. Türk-İş’i, DİSK’i vs. Bunların da önemli olduğuna vurgu yapmak istiyorum. Fakat, bu sendikalar, solda, sağda şekillenen bu kurumlaşmalar, aynı zamanda sistem içi kurumlaşmalardı ve kaçınılmazdı. Ve devlet bunların önünü açmıştı.

Suat Parlar: Şimdi, öncelikle şunu söyleyeyim; 27 Mayıs’ın bir takım özgürlükleri, hakları içeren ileri bir anayasaya sahip olması, ondan sonraki süreçte ordu içi tasfiyeleri, anti-komünist gelişmeleri kısa süreli bir canlanmadan sonra, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin önünün tıkanması anlamındaki gelişmeleri örtmenin gerekçesi yapılmamalıdır. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Bir önemli nokta da, Milli Birlik Komitesi’dir. Bir protokol ortaya konulmuştur. Bu 21 Ekim 1961 günü ortaya konulan protokol ki, bu protokolün altında kimlerin imzasının bulunduğu da çok önemli. Çünkü bunların arasından daha sonraki darbe süreçlerinde görev alanlar da çıktı. TBMM toplantısından evvel fiili duruma müdahale kararı almıştır. MBK’nin tasfiyesi kararını almıştır. Şimdi bunun önemi ne diyeceksiniz? Bunun önemi şurada; biraz gerilere gidersek, Türkiye’de ordu içerisinde bir önemli kural vardır; Uç askeri eylemliliklerin bastırılması. Örneğin, Çerkez Ethem’in tasfiyesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu uç askeri eylemliliklere yönelik büyük bir duyarlılık geliştirilmiştir. Bu aynı zamanda, alt kadro subay hareketi için de geçerlidir. MBK’ de küçük rütbeli subayların bulunması ordu içerisinde bir tedirginlik yaratıyordu. Özellikle generaller açısından böyleydi. Çünkü bir yüzbaşının, bir generalin karşısında hesap sorar konumunda olması söz konusuydu. Bunun yarattığı bir tedirginlik vardı. Ve ordunun o bilinen duyarlılığı gündeme geldi. İnönü de bu süreci kolaylaştırdı ve alt rütbedeki subayları kontrol altına almak noktasında, özellikle Cevdet Sunay ağırlığını koydu. Ve bu taahhütname aynı zamanda ordu içerisindeki düzenlemelere de denk düştü.

Örneğin, Sıtkı Ulay, MBK’nin gücünün nasıl çözüldüğünü şu şekilde anlatıyor; “o dönemin Cumhurbaşkanlığı adaylarından Ali Fuat Başgil doğrudan doğruya ölümle tehdit edildi ve adaylıktan vazgeçirildi.” Diyor ki; “bizi anlamanız lazımdır, meşgul bir durumdayız, son günlerde bizim hükümet olarak kuvvetimiz yoktur. Orduda yeni bir cunta kurulmuştur. Bize bu cunta talimat vermekte. Biz bugün devlet radyosuna bile hâkim değiliz. Radyo da cuntanın elindedir.”

Dediğim gibi, burada alt kadro subay hareketinin tasfiyesi gündemde. Çünkü bu hep bir ürküntü konusudur. Egemenlik sisteminin işleyiş dinamikleri açısından emir-komuta zincirinin işlerliği çok önemlidir. Toplumsal muhalefetin gelişmesine duyarlı olan alt kadro subay hareketi her dönemde sıkıntı yaratmıştır. Ve tasfiyesi cihetine gidilmiştir. Şimdi önemli olduğunu düşündüğüm bir olgusal saptama da şöyle; cumhurbaşkanlığı seçimi Ali Fuat Başgil tasfiye edildikten sonra -ki doğrudan ölümle tehdidiyle vazgeçirildi-, cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı gün, TBMM’nin hali şöyle; bir defa TBMM’ne Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Deniz Kuvvetleri Komutanı, Jandarma Genel Komutanı, I. – II. Ordu komutadan kurmay başkanları, yurt içi bölge komutanları, Genel Kurmay II. Başkanı, bunların yanı sıra çok sayıda general ve amiralle, emir subayları gelmiştir. General Gürsel’in seçimi kazanması üzerine 100’den fazla subay ayağa kalkarak sonucu coşkuyla alkışlamışlardır. Burada bir MBK üyesi, Gürsel salona girdiğinde onu ayakta karşılamayan bir senatörü “sivil giyindik diye ihtilal bitti mi zannediyorsun, daha tabancalarımızı bırakmadık” şeklinde uyarmıştır. Çok önemli bir tarihsel açıklıktır. Bu tablolar Balkan komitacılığından başlayan, Teşkilat-ı Mahsusa pratiğinden güç alan, Takrir-i Sükuncu anlayışın doğrudan parlamentoya yansımasıdır. Çok büyük bir açıklıktır. Bu tablonun akılda tutulmasında bence büyük yarar vardır.

Yiğit Tuncay: Yani parlamentoda bir gölge.

Suat Parlar: Bu bir teammüle de dönüşmüştür. Ondan sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de, TBMM’nde, Genel Kurmay Başkanı Cemal Tural, Kara Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve 30 kadar general var. Bu sefer de Sunay’ın adaylığı söz konusu ve Sunay Cumhurbaşkanı oluyor. Yani sürekliliğe bakın. Geriye gidersek İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçildiği TBMM toplantısı da böyle. O dönemin Genel Kurmay Başkanı, I. ve II. Ordu Komutanları ve diğerleri, onlar orada hazır bulunuyorlar. Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. 12 Mart sırasında da bu tabloda aslında çok fazla bir değişiklik yok. Evet, belki de bir konsensüs yaşandı. Fahri Korutürk üzerinde ama, Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı seçilmesi için bir takım dayatmalar söz konusuydu.

Şimdi, 1960’tan sonraki dönem için şunun altını çizmek istiyorum: Sosyal, ekonomik yapıdaki dengesizliklere muhalefet eden genç subay hareketi kısa süreli bir canlanma yaşadı. Hatta 60 öncesinde başladı. Ama bu tasfiye edildi. Yani Silahlı Kuvvetler Birliği, yüksek rütbeli komutanların girişimiyle devlet içerisinde restorasyon sürecini başlattı. Cumhurbaşkanını seçti ve MBK gücünü kısa sürede tüketti. 22 Şubat 62 ve 21 Mayıs’ta Talat Aydemir’in askeri ayaklanmaları bastırıldı. Ondan sonra da askeri hiyerarşi, emir-komuta tekeli güvence altına alındı. Zaten bu güvence altına alınmadan da egemenlik sisteminin işlemesi mümkün değildi. Ama toplumsal politizasyon kesintiye uğramadı. 60 Öncesi sosyal hareketliliğin bir takım özellikleri korundu. Büyük kitlelerin sola açıldığını görüyoruz bu dönemde. 1965’ten itibaren egemen çevrelerin çıkarlarına dayalı bir politikayı yürüten Adalet Partisi iktidarı, kitleler tarafından büyük bir hoşnutsuzlukla karşılandı. Ordunun alt kademelerinde de bu hoşnutsuzluk yankı buldu. Bu tepkiler zinde güçler bağlamı çerçevesinde gündeme getirildi. Yön ve MDD’nin iktidar arayışları, çıkış noktasında askeri ortak kabul eden bir akımın öncülüğünü yaptılar. Ordunun alt kademelerinde oldukça radikal renkler içeren gelişmeler ortaya çıktı ve bu süreç 9 Mart’a kadar uzandı. Hatta bu süreçte bir devrim anayasası hazırlandı.

Burada önemli olan nokta şu; Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in başında bulunduğu generaller kliği, alt kadro subay hareketiyle bir bağlantı içerisindeydi. Onların 9 Mart’ta düğmeye basacağı düşünülüyordu. Bu devrim anayasası eksenli pragmatik açılım anlamında ama, bu gerçekleşmedi. 9 Mart tam tersine bir tasfiyenin başlangıç tarihi oldu. Bu tür çalışmaların yapılmasında büyük emeği geçen Celil Gürkan başta olmak üzere çok sayıda subay tasfiye edildi. Bu tasfiyeyi, ordunun alt kademelerindeki radikal kanadın tasfiyesi izledi. Tabii, bu tasfiyenin o dönemin önemli örgütlerinden THKP-C ile bağlantısı da vardı. Çünkü THKP-C içerisinde çok sayıda havacı ve denizci subay bulunuyordu. Bunların tasfiyesi gündeme geldi ve demin dediğim gibi bunun arka planındaki siyasi soyut formülasyonu okursak şunu görürüz; toplumsal muhalefete yönelik uç askeri eylemliliğin bastırılması noktasındaki duyarlılığı görürüz. Burada, Batur ve Gürler açısından da şunu söylemek mümkün; II. Abdülhamid’ in Türkiye’de bir bakıma gizli devletin yasalarından biri haline gelmiş çok önemli bir formülasyonu vardır; “kurtlarla birlikte uluma” der ve anılarında da yazmıştır bunu. Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in tutumunu bu şekilde değerlendirmek aslında mümkün. Dediğim gibi, bir kayış söz konusudur. Alt kadro radikal subay hareketiyle yukarı arasında bir bağlantı söz konusudur. Ama 9 Mart’ta bu kayış koparılmıştır. ABD’nin doğrudan devreye girmesi ile bu kayış kopartılmıştır ve o alt kadro subay hareketi tasfiye edilmiştir. Ve diğer sol muhalefetle, devrimci muhalefetle birlikte.

Yiğit Tuncay: Bir iç dinamik yine oluşmamış. Dış dinamikler, iç dinamiği de belirler hale gelmiştir bu tasfiyenin sonucunda.

Suat Parlar: Hatta şöyle birşey var: 9 Mart tasfiyesi ile birlikte, o dönem Süleyman Demirel ve Adalet Partisi’nin rahat bir nefes aldığını biliyoruz. Yani muhtırayı, Adalet Partisi yönetimi bir uzlaşma belgesi olarak algılamıştır. Üst düzey generaller partisiyle çoğunluğu elde tutan AP arasındaki ilişkiyi temsil eden I. Ordu komutanı Faik Türün’ün, daha sonraki yıllarda AP saflarında gizli politikadan açık politikaya geçmiştir. 12Mart, Demirel’siz Demirel programıdır. Gayet net. Türkiye’de bir söylem geliştirilmiş ve “Ecevit ile Demirel 12 Mart’a direndiler” denilmiştir. Hiç ilgisi yoktur. 12 Mart onların ateşteki kestanelerini almıştır.

Bir de “kime karşı” sorusunun yanıtını vermek geriyor. 12 Mart sürecine ilişkin benim sana doğrudan söyleyeceğim şey şu; 15-16 Haziran’ın yarattığı çok büyük bir kitlesellik söz konusuydu. Öğrenci eylemlerinin ivme kazanması, büyük grevlerin gündeme gelmesi, sermaye birikim koşullarının tıkanması, ister istemez bir ürküntü yaratmıştı. Bu ürküntünün general partileri tarafından da paylaşıldığını biliyoruz. Hatta o kadar doğrudan ilişkiler varki; Faik Türün, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak bir takım grevlerin durdurulması için doğrudan devreye girmiştir. Emir vermiştir yani. Bir takım grevlerin durdurulması için doğrudan doğruya emir vermiştir. 12 Mart Muhtırası verildiğinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’in, Süleyman Demirel’i telefonla arayarak “bu hareketi size karşı yapmadık Süleyman Bey” dediği bilinir. Birçok anıda da yer alır. 12 Mart öyle söylendiği gibi Süleyman Demirel’e veyahut burjuva politikacılarına karşı bir hareket değildir. Ordunun kendi iç hiyerarşisi içerisinde alt kadro subay hareketinin tasfiyesi ile ilgili yanları akılda çok iyi tutulmalıdır. Önümüzdeki süreçlerde ortaya çıkabilecek bazı gelişmeleri de anlama bakımından belirtme ihtiyacı duydum.

Yiğit Tuncay: 9 Mart, 12 Mart, yani 70’lerin başlarındaki süreci biraz daha açalım istersen. 15-16 Haziran olaylarını, Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un tasfiyesini, sonradan gelen Balyoz Harekatı’nı, bütün bunların neye denk düştüğü üstüne biraz daha detaylı konuşmakta fayda var sanırım.

Suat Parlar: Şimdi, 1970 15-16 Haziran’ı, günümüz açısından da çok önemlidir. Gelecekte de önemli olacaktır. Tarihsel bir vurgu anlamında söylemiyorum. Birazdan ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Adalet Partisi Hükümeti’nin Çalışma Bakanı Turgut Toker, Türk-İş kongresinde yaptığı konuşmada bir sendikal değişiklik tasarısından söz etmişti. Ve şunları söylemişti: “Yeni değişiklik tasarısı ile DİSK’in çanına ot tıkanacaktır. DİSK varken genel grev hakkını tanımamız mümkün değildir.” Aman sakın yanlış anlaşılmasın. Bugünkü DİSK gibi bir DİSK söz konusu değildi o dönem. O başka bir DİSK. Orada sosyalistler vardı. Orada devrimciler vardı. Yani buradan DİSK’e bir olumlama falan çıkarılmasın. Bugünkü DİSK ile bir paralellik kurulmasını istemiyorum. 15-16 Haziran 1970 günlerinde İzmit-İstanbul arasındaki işyerlerinde işçiler direnişe geçtiler ve işçiler, polisle, askerle çatıştılar.

Burada en önemli vurgu şu; Adalet Partisi bu eylemleri ayaklanma olarak yorumladı. Çok önemli olduğunu düşünüyorum ben. “Bu bir ayaklanmadır” dediler. Anlamlı olan başka bir açıklama da Turan Feyzioğlu’ndan geldi: Güven Partisi grubu adına yaptığı konuşmada “partileri ne olursa olsun, safları ne olursa olsun; bütün hürriyetçiler, bütün milliyetçiler, bütün Mustafa Kemalciler komünizme karşı birleşin” çağrısı yaptı. Bundan sonra da böyle çağrılar gündeme gelirse hiç şaşırmayalım.

Faik Türün, 12 Mart’ı haber verecek tarzda -ki kendisi sıkıyönetim komutanıydı-, 16 Eylül 1970’de yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Yurdumuzun bütünlüğünü ve millet beraberliğini bozmaya yönelen hareketler nereden gelirse gelsin bundan sonra da silahlı kuvvetlerimizi karşısında bulacaktır. Çünkü bu kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır. Bu vazifenin ifasında kanunlarımızın imkân verdiği her hakkın mutlaka kullanılacağı bilinmelidir.” Koruma ve kollama, buna ilişkin önemli bir formülasyon. O koruma ve kollamanın ne anlama geldiğini de 12 Mart’ta hep beraber gördük. Faik Türün’ün, özellikle sıkıyönetim komutanı olduğu İstanbul’da bu koruma ve kollamanın balyoz harekâtı ile ilgisi açıktır.

Burada balyoz harekâtı ile ne kastediliyor? Onu bir parça açmak lazım. 12 Mart faşist iktidarı, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un rehin alınması üzerine, Makabline Şamil, yani geriye yürürlüklü kanun çıkaracağını ilan etti. Bu ilanı Başbakan yardımcısı Koçaş yaptı. O ilan şöyle idi; “Eğer 24 saat içerisinde Başkonsolos serbest bırakılmayacak olursa, bu işe destek olanlar, geçmişte ve bugün destek olanlar tutuklanacaktır, makabline şamil kanun çıkartılacaktır. En ağır cezalara uğratılacaklardır.”

Bu dönemde muazzam bir tutuklama kampanyası görüyoruz. Benim bildiğim kadarıyla yaklaşık 7500 aydının Balyoz Harekâtı ile tutuklanması söz konusu. Burada önemli noktalardan bir tanesi de şu; bu operasyonları -ki adına “Fırtına Operasyonları” denirdi-, Balyoz Harekatı’nı bütünleyecek tarzda doğrudan doğruya MİT yürüttü. Yani Türkiye’nin olağan idari işleyişinin çok dışında bir uygulama gerçekleştirildi. Valiler devre dışı bırakıldı. Doğrudan doğruya MİT devreye girdi ve büyük bir terör estirildi. Binlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı, işkenceden geçirildi.

İkinci bir nokta da, o dönem tutuklananlar arasında -ki tarih 18 Mayıs 1971- yedi Anayasa Hukuku Bölüm Başkanı’nın da bulunmasıdır. Mümtaz Soysal, Bülent Nuri Esen, Bahri Savcı, Muammer Aksoy, Tarık Zafer Tunaya tutuklananlar arasındaydı. Bunun önemli bir işaret olduğu inancındayım. Çünkü 12 Mart aynı zamanda kendi anayasasını da yaptı 12 Eylül’e açılan süreçte. Bu Balyoz Harekat’ı, Fırtına Operasyonları en çok da dönemin sivil politik kadroları tarafından alkışlandı, desteklendi. Başta Süleyman Demirel olmak üzere. Ana hatları ile Balyoz Harekâtı veyahut diğerleri ile ilgili söylenecekler bunlar.

Darağaçlarını biliyoruz, çok iyi biliyoruz. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek istiyorum. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Türkiye’nin ilk marksist-leninistleri olarak asıldılar. Bunlar sanıldığı gibi öyle sol Kemalist sıfatıyla falan yargılanmadılar. Meclis zabıtlarını merak edenler açarlar, bakarlar. Bu üç yiğit devrimci, Türkiye’nin ilk marksist- leninistleri olarak yargılanmış ve asılmışlardır. Yukarıdan gelen bir emirle asılmışlardır. Emir doğrudan doğruya Genel Kurmay’dan gelmiştir. Yargılanma süreçleri, görünmez hukuk adına, devletin gizli gerçek hukuku adına bir başarıdır. Fakat evrensel hukuk adına bir utançtır. Bunun altını da özellikle çizmek gerekiyor.

Yine burada 12 Mart sürecine CHP’nin verdiği desteği anlatmak bakımından bir noktanın üzerinde durmayı uygun görüyorum. O da şu; Anayasa Mahkemesi’ne, İsmet İnönü de, CHP Genel Başkanı imzasıyla müracaatta bulunmuştur. İdamların durdurulması için. Anayasa Mahkemesi, bu noktada kararı usulden bozmuştur, tekrar meclise gelmiştir. O günkü prosedüre göre yeniden müracaat gerekmektedir. O günlerin idamlara karşı kampanyasını yürüten Celal Kargılı’nın daha sonra yazdığı biçimiyle, özellikle Ecevit’ten defalarca ne zaman müracaat edeceklerini sormasına rağmen yanıt alamamıştır. Anayasa Mahkemesine tekrar müracaatta bulunulmamıştır. Ve Denizlerin idamına giden yol CHP’nin de katkılarıyla bu şekilde açılmıştır. Bu hesap da halen bugün CHP açısından açık durmaktadır.

Tam tersi iddiaları gündeme getirirler. “Biz müracaat ettik” derler, fakat oradaki o ince ayrıntı üzerinde bugüne kadar bir tartışma yapılmamıştır. CHP müracaatta bulunmamıştır ve Denizlerin kanında o dönemin CHP ileri gelenlerinin, başta Bülent Ecevit olmak üzere parmağı vardır. Çok anlaşılır bir şey, tekrar ediyorum; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan Türkiye’nin ilk marksist-leninistleri olarak asılmışlardır. Bunun çok önemli olduğu inancındayım. Hiç kimse onlara başka bir takım yaftaları yakıştırmasın.

Yiğit Tuncay: Savcı zaten suçlamayı bu noktadan gösteriyor. Bir de o dönemde toplanan imzalar var. Toplanan imzalara önceleri CHP milletvekilleri imza veriyorlar ama, senin de dediğin gibi, sonradan imzalarını geri çekiyorlar.

Suat Parlar: İmzalarını geri çekiyorlar. Şimdi, şunu özellikle belirtmek istiyorum, gerçi o dönem mecliste yapılan konuşmalar var, CHP’lilerin yaptığı konuşmalar var, idamlara karşı çıkar bir görünüm vermekle birlikte o ikiyüzlü tutumu özellikle Ecevit hep devam ettirmiştir. Sol gösterip, sağ vurma tarzında. Yapılması gereken en azından kendi partisinin netliğini, çizgisini korumak bakımından, yapması gerekeni yapmamıştır. Bu müracaatın, yani yasal müracaatın yolunu kapatmıştır. 12 Mart’ın temsil ettikleri ile sivil partilerin birlikteliğini göstermesi bakımından altı özellikle çizilmelidir. Yoksa onun dışında, bir takım saray entrikaları kapsamında Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığı yolunun tıkanması, Fahri Korutürk’e yolun açılmış olması, bence çok da anlamlı değil. 12 Mart’a yönelik hiçbir direniş ne CHP’den, ne Ecevit’ten, ne de diğerlerinden gelmiştir.

O dönemin, 12 Mart’ın bir başka önemli özelliği de, subay kadrolarının tasfiyesidir. Bu tasfiyeler, ana davalar kapsamında gerçekleştirilmiştir. THKP-C Davası, THKO Davası kapsamında gerçekleştirilmiştir. Örneğin, THKP-C Davası’nda çok sayıda havacı subay yargılanmıştır. Ve o dönemde imha süreçleri işletilmiştir. Kızıldere’yi ve Nurhak’ı biliyoruz. Bütün Türkiye genelinde büyük bir terör ve şiddet kampanyası yürütülmüştür. Bundan sadece aydınlar, sadece devrimciler değil, halkın bütün kesimleri payını almıştır. Ana hatları ile 12 Mart böyledir. 12 Mart’ın bir başka önemli özelliği de, 27 Mayıs Anayasası’nın kazanım sayılabilecek ve daha sonraki süreçte kullanılan bir takım hak ve özgürlüklerinin budanmasıdır. Yani 12 Mart, belki çok kapsamlı olmasa da bu tarz bir anayasal düzenlemeyi de gerçekleştirmiştir. 12 Eylül Anayasası’nın birikimini bir bakıma oluşturmuştur. Ana hatları ile 12 Mart’a ilişkin olarak söyleyebileceklerimiz bunlar.

Yiğit Tuncay: 12 Mart’tan sonra gelen, özellikle 75’ten sonra, yani 12 Mart’tan 1980’e kadar müthiş bir yükseliş başlıyor. Türkiye tam bir karmaşa içine giriyor. Bunlar da bu anlamda 12 Eylül’ü hazırlayan süreçte önemli oluyor. Baki Tuğ’un, Denizlerin asılması ile ilgili yaptığı bir açıklama var. “Nedamet getirmedikleri, af dilemedikleri için” asılmışlar. Aslında bu gerek Nurhak, gerekse Kızıldere için de geçerli olan bir şeydir. “Eğer af dileselerdi, asılmayacaklardı”. Aslında bir bakıma Baki Tuğ işaret veriyor. “Diz çökselerdi sonları bu olmayacaktı” diyor. “Fakat onlar diz çökmediler, diz çökmedikleri için de sonları bu oldu” gibi bir yaklaşımı var. Bunun önemli olduğu inancındayım ben de.

Suat Parlar: Baki Tuğ’un söylemesinden daha ilginci de var. Buradan, Davutpaşa Kışlası’ndan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’a yakın olduğu düşünülen bazı kişiler askeri uçakla Ankara’ya götürülmüşler ve kendileriyle görüştürülmüşlerdir. İkna edilmeye çalışılmıştır Deniz ve arkadaşları. Ben burada isim vermek istemiyorum. Bunu bana anlatan kişinin ismini vermek istemiyorum. Sonuç nedir? Sonuç; Deniz Gezmiş ve diğerlerinin gerekli cevabı vermesidir kendilerine. Fakat bunları ben birer küçük ayrıntı olarak değerlendiriyorum. Çok fazla abartılması, ön plana çıkarılması doğru değil. Bir bütün olarak mahkeme süreçlerinden, işkencehanelerden iyi bir sınav verilerek çıkılmıştır. Zaten böyle olmasaydı, senin demin sözünü ettiğin 70’li yıllara yayılan yükseliş de gerçekleşmezdi.

Yiğit Tuncay: 15-16 Haziran olaylarında Dev-Genç’in rolü neydi? Biraz da buna değinirsen sevinirim.

Suat Parlar: Dev-Genç’lileri nadir olarak bırakılan belgelerde ve kitaplarda görüyoruz. Birçok fabrikanın boşaltılmasında, işçilerin güvenliğinin sağlanmasında Dev-Genç üzerine düşeni yapmıştır. Dev-Genç’le ilgili bir takım klişeler vardır. Dev-Genç’lilere “goşist” diyenler vardır. “Maceracı, küçük burjuva devrimcisi” diyenler vardır. Bunlar doğru değil. 15-16 Haziran sürecinde birçok Dev-Genç’linin emekçilerle beraber yürüdüğünü biliyoruz. Bunun da bir gelenek oluşturduğu inancındayım. Doğru hatta bir gelenek oluşturduğu inancındayım. 15-16 Haziran’ın otantik yönü ağır basan bir eylemlilik olduğunu biliyoruz. Kimsenin 15- 16 Haziran’ın sahipliğine, önderliğine falan soyunma durumu yoktur. Bu anlamda onur, ortak bir onurdur. Türkiye’de devrimcilerin ortak onurudur. Hiçbir ayrıma gitmiyorum. Hatta öyle ki, 15- 16 Haziran günlerinde sivil giysiyle, doğrudan doğruya bu emekçilerin güvenliğini sağlama anlamında askeri kesimden de bazı insanların olduğunu biliyoruz. Bunlar da vardır. Dediğim gibi, 15-16 Haziran otantik ölçüler içerisinde değerlendirilmelidir. Kendiliğindenci ve Türkiye’de solun bütün kesimlerinin içinde yer aldığı bir eylemliliktir. Elbette ki, Dev-Genç’lilerin de katkısı önemlidir.

Yiğit Tuncay: Yapılmaya çalışılan birşey var; radikal solun, sınıftan kopuk bir dinamik olarak geliştiğine, sınıfla hiçbir bağlantısının olmadığına vurgu yapmak isteyen bir takım insanlar var. Bunu özellikle sistemin kendisi de vurgulamaya çalışıyor. Fakat Türkiye’de radikal sol sınıftan kopuk değildir. İç içe gelişmiştir. Hatta sınıftaki, yani toplumsal muhalefetin kabarmaya başlamasıyla sol muhalefet de, radikal sol da gündeme gelmiştir. Türkiye’nin gündemine oturmuştur.

Suat Parlar: Günün 24 saati sınıf, sınıf, sınıf demekle sınıf politikası yapılmıyor. Sınıf politikası çok ayrı bir şey. Sınıf politikasının geçerli olabilmesi için, bir kere egemenlik sisteminin statülerini reddetmek, o statülerden şiddetle kaçmak gerekiyor. O şiddetli kopuşu yaşamadan istediğiniz kadar sınıf vurgusu yapın. Türkiye’de bir moda vardır; dönemin kadrolarına yönelik olarak “bunlar sol kemalistti” denilir. Ben buna hiç katılmıyorum. Ben buna katılmadığım gibi, egemenlik sisteminin sahipleri de buna katılmıyorlar. Önemli olduğunu düşünüyorum. Bu insanlar marksist-leninist oldukları için asıldılar. Bunu ben söylemiyorum. Bu doğrudan doğruya egemenlik sisteminin tescil ettiği bir gerçeklik. İnanmamak için de hiçbir sebep görmüyorum. Yani birilerinin işçi kökenli olması veya birilerinin işçiye ilişkin partilerden yetişmiş olması, onların marksist-leninist olduğu anlamına gelmiyor. Veya onların işçi sınıfını temsil ettiği anlamına da gelmiyor. Tıpkı birilerinin öğrenci kökenli olduğu halde, küçük burjuva kökenli olduğu halde, işçi sınıfı politikasını a’dan z’ye kadar onlardan çok daha iyi temsil etmesi gibi. Bu noktada, neyin söylendiği hiç önemli değildir, neyin yapıldığı önemlidir. Çünkü, sınıf politikasının bir takım klasik araçları vardır ve o klasik araçlar da Türkiye’de 70’lerden itibaren kullanılmıştır, kullanılmaya da devam ediliyor, daha da kullanılacak. Sınıf politikasının klasik araçlarını reddedeceksin, sınıf politikasının klasik araçlarının hiçbir riskini üstlenmeyeceksin, ondan sonra sabahtan akşama kadar işçi sınıfı diyeceksin, işçi bakışı diyeceksin. Buna kimse inanmaz.

Bu anlamda statükodan, egemenlik sisteminden şiddetle kopuşu bir program olarak netleştiren kadrolarla da arana mesafe koyacaksın ve o kadroları sol Kemalist olmakla suçlayacaksın. Kaldı ki, o kadrolar kendilerinin ne olduğunu zaten ortaya koymuşlar. Yani çok genç yaşta ölmelerine rağmen geriye bir takım belgeler kalmış. O belgelerde yer alan düşünceler bence çok önemli. Yani onlara, o kadrolara yapılacak en büyük haksızlık, dediğim gibi; sınıfsal bir körlük içerisinde o kadroları küçük burjuva radikalizmiyle suçlamaktır. Ben bunu kabul edemiyorum. Hele 12 Mart söz konusu olduğunda, bunu daha da açmak, tartışmak gerekiyor. Kısa süreli birliktelikler dışında, söz konusu devrimci kadroların bir ittifakına rastlayamadım. Özellikle kopuş sürecinde böyle bir ittifaka rastlayamadım. Ben bunun büyük bir karartma olduğu inancındayım.

Yiğit Tuncay: Bilimsel bir yöntem olarak, Marksizm işçi sınıfının bilimidir zaten. Bu önemli bir vurgu. Leninizme gelince, leninizm de “ihtilalci bir parti geleneği yaratılmasında Marksizme içerilmiş önemli bir ateşli rayihadır” demek çok doğru olur. O dönemin marksist-leninist dediğin ve Dev-Genç içinden çıkan kadroların kemalistlerle ittifak aradığı doğrudur. Ama kemalistlerle aradığı ittifakta, dikkat edersen üst yapı kurumlarını değil de, üst yapı kurumlarının altını oluşturan tabanda ittifak arayışı vardır. O tarihsel süreç içinde bunun yeri olabilir. Ama günümüzde ise, kemalizmin dinamiklerinin kalmadığı bir süreçte neo-kemalist kadrolarla ittifak içinde olanlar da var. Bu da bir gerçek..

Suat Parlar: Statükolar ve egemenlik sisteminden kopuş dinamiğinin ön plana geçtiği dönemeçte de ittifak arayışı yoktur. Benim önemsediğim dönem de odur. Yani burada çok gerilere giderek bir tarihsel değerlendirme yapmıyor, bir konjonktürden söz ediyorum. O kadroları önemli yapan konjonktürde bir ittifak arayışı yoktur. Ondan önceki dönemleri bilemem. Ondan önceki dönemlerle ilgili birçok şey söylenebilir. 9 Mart bağlantılarından söz edilebilir ve başka şeyler de söylenebilir. Türkiye’de şu yanlış çok fazla yapılıyor; konjonktürel bir kopuş dönemi yaşandı ve o kopuş döneminin dinamikleri iyi algılanamadı. Yani teori her zaman için kumdur, donuktur. Yazılı belgeleri çok fazla abartırsanız, çok fazla bunlara değer yüklerseniz, tahlillerde yanlışlığa düşersiniz. O konjonktürel dönemeçte büyük bir kopuş yaşandı. O kopuşta şu ittifak, bu ittifak gibi şeyleri söyleme hakkına sahip değiliz. Kimle ittifak? Doğan Avcıoğlu’yla mı? Kimle ittifak? Celil Gürkan’la mı? Var mıydı böyle bir ittifak? Böyle bir ittifak yok. Kaldı ki, bu kadroların önderlikleri net bir şekilde kendilerini ifade etmiştir. İdam sehpalarında ifade etmişlerdir. Neye “yaşasın” dediklerini biliyoruz. Yani bunları tekrar tekrar telaffuz etmenin burada bir anlamı yok. Teorik belgelerdeki çözümlemeleri getirip, tarihsellikten soyutlayıp, oralardan bir yere varmaya çalışmak bence çok doğru değil. Elbette ki, politikada ittifaklar olur. Ama bu ittifakları başat konuma getirmek, özellikle de demin senin sözünü ettiğin kadroların gelişiminde veya mücadelesinde bu ittifak çözümlemelerini başat konuma getirmek yanlış.

Ama tekrar söylüyorum ve altını da özellikle çiziyorum, Türkiye’de bazı yakıştırmalar var, örneğin; Sarp Kuray kalktı, Deniz Gezmi’i, Mahir Çayan’ı cuntacılıkla suçladı. Ne ilgisi var. Siz şimdi tutup da, bir takım teorik formülasyonlarla, bir takım cümlecikleri başat konuma getirirerek dönemin koşullarını tahlil etmeye kalkarsanız, içinden çıkılmaz bir duruma düşersiniz. Ne o kopuş sistematiğini algılarsınız, ne 71’i algılarsınız, ne 72’yi algılarsınız. O dönemin önderlerinin cuntacılara verdikleri yanıtlar var. Üstelik de son derece sert yanıtlar. İlişkilerin hangi noktalarda koptuğunu çok iyi tahlil etmek gerekiyor. Hiç kimsenin o dönemin kadrolarına cuntacı yakıştırması yapma hakkı yoktur. Ve son zamanlarda bu söylem çok fazla yaygınlaşmaya başladı. 68 Çıkışı ile birlikte, denildi ki; “o dönemin devrimci kadroları devletle ve orduyla barışıktı”. Şimdi en hafif deyimiyle ayıptır bu. Bunu söyleyenlerin bir takım cunta ilişkileri içerisinde yer alması söz konusu olabilir. Ama diğerleri böyle bir şeyin olmadığını yaşamlarıyla ve ölüm biçimleriyle zaten gösterdiler.

Yiğit Tuncay: Sen bir önceki söyleşimizde de bir şeye vurgu yapmıştın; “68 ruhu da neymiş” demiştin. “71-72 Ruhu vardır” demiştin. Bu da son söylediğine önemli bir örnek teşkil ediyor diye düşünüyorum. Evet Suat, 12 Eylül üstüne de bir değerlendirme yapalım istersen. Günümüze kadar gelen süreçte 12 Eylül’ün izleri çok fazlasıyla var. Bu anlamda bize neler diyeceksin?

Suat Parlar: 12 Eylül Darbesi’ni önceleyen bir başka darbe var. Yani 12 Eylül’ün koordinatlarını değiştirmek lazım. Türkiye’de zaman dilimi olarak 24 Ocak 1980 yılında, Turgut Özal’ın ve Demirel hükümetinin sorumluluğunda alınan ekonomik kararlarla 12 Eylül arasında bire bir ilişki kuruluyor. Yanlış bir ilişki değildir. Ama gerçeği bütünlüklü olarak ortaya koyan bir ilişki de değildir. Bir kere ekonomide, onların deyimiyle “istikrar arayışı”, Türkiye’de dördüncü 5 yıllık plan tartışmaları çerçevesinde gündeme geldi. O dönem kim iktidardaydı? Tabii ki CHP. CHP, 1979 yılında ekonomiyi güçlendirme programını yürürlüğe koydu. TÜSİAD’ın bu dönem yaptığı bir açıklama var. TÜSİAD şunu söylüyor: Hükümetin aldığı istikrar tedbirleri doğru ama, yavaş ve tereddütlü. Sanıldığı gibi, 24 Ocak Kararları’nın mimarı Demirel de değildir. Ecevit hükümetidir. O alınan kararları Demirel hükümeti uygulamaya geçirdi. Yani “yavaş ve tereddütlü” olan ilkesel formülasyonları daha net bir biçimde uygulamaya koydu. Bunu yaparken neler hedeflendi? “İhraç edilebilir ürün fazlasını sağlamak için bir yandan üretim arttırılacak, diğer yandan iç talep kısılacak” denildi. “Üretimi aksatan, yavaşlatan, durduran eylemlere engel olunacak. Ücretler sınırlandırılacak. Tarım girdisi kullanıldığı için tarım ürünlerinin taban fiyatları düşük tutulacak. Bu olmadığı takdirde, iç ticaret hadleri tarım aleyhine, sanayi lehine düzenlenecek. Ücretlere, maaşlara sınır getirilecek. Böyle bir liste halinde. Yabancı sermayeyi teşvik anlamında tedbirler alınacak, faizler serbestçe tayin edilecek, ücret malları denilen ürünlere uygulanan sübvansiyonlar kaldırılacak.”

Burada önemli bir noktanın altını çizmek lazım. 24 Ocak ekonomik karar ve uygulama birimleri devlet içerisinde tek bir komuta merkezine bağlandı. Bunun başına da Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası MESS’in başında bulunan, daha sonra Sabancı’nın genel koordinatörlüğünü yapan Turgut Özal getirildi. Turgut Özal Başbakanlık Müsteşarlığı kapsamı içerisinde devlet içinde üst düzey işveren kuruluşlarıyla bağlantılı, sermayeyle bağlantılı ve fiilen her türlü siyasi ve yasal denetimi imkânsız hale getiren otoriter bir çekirdek oluşturdu. Çeşitli bakanlıklara ve onlara bağlı alt kuramlara ait önemli yetkiler çıkarılan kararnamelerle Başbakanlık Müsteşarlığına devredildi. Bu bağlam içinde Ticaret, Maliye, Sanayi ve Teknoloji Bakanlıkları ile DPT’ce sürdürülen yabancı sermaye ve teşvik uygulamalarına ilişkin değerlendirme, teşvik, tescil, denetim yetkileri bu kuramlardan alınarak Başbakanlık Müsteşarlığına bağlı yabancı sermaye teşvik ve uygulama kuruluna verildi. Ayrıca dış ticaret rejimi ile ilgili, para kriziyle ilgili bürokrasi içerisine saçılmış halde bulunan tüm yetkiler tekelci sermayenin güvenini kazanmış olan Turgut Özal’ın başında bulunduğu bu otoriter çekirdeğe devredildi. Ve ekonomik bürokrasiyle bakanlıklar içerisinde kalkınma paradigmasına bağlı, “ulusalcı” denilebilecek kanat tasfiye edildi. Özal’ın koordinasyonu aynı zamanda tekelci sermayenin üst örgütü olan TÜSİAD’ın koordinasyonu anlamına geliyordu. Özal’ı bu görevinde en fazla TÜSİAD destekledi. Bu arada “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” adı altında bir organizasyona gidildi. Özal bir genelge yayınladı ve o genelgede şunları söyledi:

1-  Sözleşmelerde yönetime müdahale niteliğindeki hükümler yer alamayacaktır. Önceki sözleşmede böyle hükümler mevcutsa bunlara istişari bir nitelik verilecektir.

2-  Daha önceki sözleşmelerde yer alan hükümler dışında ek mali yükümlülükler getirecek yeni maddelere yer verilmeyecektir.

3- Yeni işe alınan işçilerin kıdem tazminatı her yıl için 30 gün olacaktır. Haftalık çalışma saatleri daha aşağı indirilmeyecektir. Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacaktır.

Turgut Özal, özel sektörü de kapsayacak tarzda yayınladı bu genelgeyi. Denildi ki, “bu genelgede bu prensipler hem özel, hem de kamu sektörü için geçerli olacaktır”. Yani kamu bürokrasisi içinde, Özal’ın başında bulunduğu çelik çekirdek, bir anlamda 12 Eylül Darbesi’ni önceleyen bir darbeyi gerçekleştirdi. Neredeyse bir cephe oluşturuldu. Turgut Özal, işverenlerin dağınık güçlerini birleştirmeye, işçi sendikalarına karşı birlik ve beraberliğe çağırmıştır. Tıpkı bir cephe komutanı gibi hareket etmiştir. Cephesini genişletmek isteyen Özal ve onun destekçisi TÜSİAD, Demirel hükümetinin yanı sıra bazı sendikaları da yanına aldı. Kimi yanına aldı? TÜRK-İŞ’e bağlı bazı sendikaların yöneticileri ve onun yanısıra AP ve MHP’lilerden oluşan bağımsız Çelik-İş, Türk Metal, Tek Gıda-İş sendikaları bu kapsam içerisinde yer aldılar. Ve bunlarla yapılan toplu sözleşmelerde hiç müşkülat çıkarılmadı. Ancak, Hava-İş, DYF-İş türünden sol görüşlü yöneticilere sahip sendikalara önemli güçlükler çıkarıldı bu dönem. 1980 Ocak ayından Eylül’e kadar milli güvenlik ve memleket sağlığı gerekçesiyle 133.000 işçiyi kapsayan 77 grev ertelemesi gündeme geldi.

Bunları şunun için anlatıyorum; 12 Eylül 1980’nin işaretleri zaten birikmeye başlamıştı. Özellikle, Özal’ın kamu bürokrasisi içerisinde bu çekirdek komuta merkezinin başına gelmesiyle birlikte olmuştur. 12 Eylülün felsefesini en iyi izah edecek formülasyonları Rahmi Koç’un bir açıklamasında bulabiliyoruz.

Rahmi Koç 12 Eylülden önceki ve sonraki dönemde 24 Ocak Kararları’nı uygulama takvimini şöyle açıklıyor:

“Büyük müşkilat şundan ileri gelmektedir. 12 Eylül harekâtından önce herşeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak ya da yasa ve yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani herşey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, herşeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altındaki fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise, tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar sözkonusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentonun sandalye kaybı yada seçimin kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark, askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır.”

Bu Türkiye’de darbelerin arka planında bulunan egemenlik sisteminin sahibi tekelci sermayenin anlayışını gösteriyor. Bu söylenenleri, bu bağlam içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Otoriter hızdan bahsediyor. Devletin otoriter hızının engelsiz işlemesinden söz ediyor. Bu otoriter hızın işleyişi yönünde parlamento dâhil her türlü kurumu, yani burjuva kuramlarını bile engel olarak değerlendiriyor. Ve askeri yönetime övgüler düzüyor. Bu anlayış bugün için de geçerli. Fakat bugün bu kadar açık dillendirilemiyor.

Koç Holding, Turgut Özal’ın politikalarının en büyük destekçisi konumundaydı. 12 Eylül sonrası Kenan Evren’e, Vehbi Koç’un yazdığı bir mektup vardı. Mevcutlar içerisinde Turgut Özal’ın en iyisi olduğunu belirten bir mektuptu bu. İşin ekonomik cephesi böyle. Yani periyodizasyonu 12 Eylül 1980’den geriye çekmekte ve işin sermayeyle ilgili bağlantısını kurmakta fayda var. Çünkü, Türkiye’de son zamanlarda “sivil toplumcu tezler”in moda olmasıyla birlikte sermayenin demokratlığına çok fazla vurgu yapılır oldu. TÜSİAD, 12 Eylül sonrası süreçle, o kanlı sürecin senaryosunu yazandır. Uygulamanın da kimlere düştüğü biliniyor. Ama senaryonun yazarını iyi tanımak gerekiyor. Bire bir TÜSİAD’da değil. Kapitalist enternasyonal mahfilleri ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekiyor bu süreci. Bu sefer bir parantez açacağım. Bu parantez, bir ihtiyacın ürünüdür ve konuyla belki çok ilgili olmayabilir. Ama ben ilgili olduğunu düşünüyorum. II. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’di o dönem. Bedrettin Demirel, MGK’ya bir öneri paketi sundu ve 7. Madde’de aynen şunlar yazılıydı:

12 Eylülden sonra sağlanan huzur ve sükûn dönemi, sıkıyönetim kanunu ve anarşiye karşı yapılan açık mücadelenin yanı sıra, hatta daha çoğu ile terör ve anarşinin kaynaklandığı TBMM’nin, siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin kapatılması sayesinde kazanılmıştır.

Bunları söyleyen de Bedrettin Demirel. Son zamanlarda Bedrettin Demirel’in insancıllığına dair bazı şeyler okumaya başladık. II. Ordunun Sıkıyönetim Komutanı’dır. Anarşinin kaynağı olarak TBMM’yi gösteriyor, siyasi partileri gösteriyor, sendikaları gösteriyor, dernekleri gösteriyor, bunların kapatılmasını savunuyor. Ne kadar insancıl bir formülasyon!

Yiğit Tuncay: Bir soru sorabilir miyim bu arada Suat? Daha önceki, 70’lerdeki süreçte anlattın; 12 Eylül’de Celil Gürkan’ın tavrı ne olmuştu?

Suat Parlar: Celil Gürkan 12 Eylül’ü destekledi. İlk destekleyenlerden biri Celil Gürkan’dır. Celil Gürkan’ın ilericilik misyonu çerçevesinde değerlendirirsen yanılırsın. Celil Gürkan, Türkiye’de Nato’nun en önemli proje subaylarından biridir. Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay Başkanı ve 3. kişi olarak kendisinin bildiği askeri sırların emanet edildiği kişi olmakla övünmüştür. Bu ölçüde güvenilirdir. Celil Gürkan’ı bir ilericilik illüzyonu çerçevesinde ele alırsan, yanılırsın. Ve dediğim gibi 12 Eylül’ü ilk selamlayanlardan biri Celil Gürkan’dır. Celil Gürkan, 12 Eylülcüleri uyarmıştır. “Aman” demiştir; “işte 12 Mart’ta şunu dediler, öbüründe bunu dediler, işte sizi de suçlayacaklar, size şunu söyleyecekler, bunu söyleyecekler, siz bu yoldan şaşmayın, devam edin, doğru şeyler yapıyorsunuz” vs… Sonrası malum: “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür”.

Belki 12 Eylül’ü reddeden açıklamaları vardır. Bunlar Türkiye’de çok yaşandı. İnsanlar unutkan oluyor. Bir dönem sıkıyönetim komutanlarının acımasızlıklarından bahsediyorlar, bir müddet sonra sıkıyönetim komutanlarını över hale geliyorlar. Ne kadar insancıl olduklarına dair övgüler düzüyorlar. Yani dediğim gibi, “hafızay-i beşer nisyan ile malul” oluyor.

Yiğit Tuncay: Şimdi çizdiğin portreye baktığımızda, Turgut Özal’ın ciddi anlamda yeni bir siyasi zemin oluşturmaya başladığının göstergeleri var.

Suat Parlar: Şimdi, oradan bir başka noktaya gelmek istiyorum. Dediğim gibi dağınık gidiyoruz. Kusura bakmasınlar dinleyicilerimiz. Demirel’in “12 Eylül’e muhalefet ettiği” söylenir. Bunun propagandası çok yapıldı. Diğerleri için de bu geçerli, Ecevit için de. Demirel’in 12 Eylül darbesini önceden bilip bilmediği konusu da çok tartışılır.

Yiğit Tuncay: Kendilerine karşı yapılmış birşey gibi vurgulamaya çalıştılar.

Suat Parlar: Bedrettin Demirel 1988’de bir söyleşi yapıyor. Söyleşi Milliyet’te yayınlanıyor:

Bedrettin Demirel: Sızmadı değil de herkes bunu bekliyordu. Ben size açıkça ifade edeyim, harekâtın olması gerektiğini herkes biliyordu. Açıkça söyleyeyim ki, o zamanki en yüksek devlet görevlisi bile biliyordu. Biliyor ve bekliyordu.

Gazeteci: Gün ve saatini bilmiyordu, öyle mi?

Bedrettin Demirel: Bilmiyordu. Ama o zamanki bakanların hepsi bekliyordu. İçlerinden tasvip ediyorlardı.

Gazeteci: Konuştuğunuz bakanlardan böyle diyen oldu mu?

Bedrettin Demirel: Olmuştur.

Gazeteci: İsim verebilir misiniz?

Bedrettin Demirel: Veremem ama daha ne bekliyorsunuz diyorlardı.

Gazeteci: Bu bakanlardan bir tanesi Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu muydu?

Bedrettin Demirel: Evet, zannederim.

Gazeteci: Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel de darbenin olacağını biliyor muydu?

Bedrettin Demirel: O da bekliyordu. Yüzde yüz o da bekliyordu. Bir beyanatında o da “devleti yürütemedik” dedi. Eski Başbakan Demirel 12 Eylül’e sonradan karşı çıktı, haberinin olmadığını söyledi.”

Gazeteci: “Aman efendim, ona yüzlerce kişi söylemiştir”, “orduda birşeyler oluyor” diye. Hatta Genel Kurmay Başkanı Evren, Cumhurbaşkanı Vekili Çağlayangil’e söylüyor, “aman efendim” diyor, “yüzlerce kişi söylemiştir ona”.

ABD Büyükelçisi Spain’in söylediğini zaten biliyoruz. Bundan ne çıkar? Şu çıkar; Türkiye’de sivil politikacılar, orduyu yönetimde doğal pay sahibi ve sürekli bir koalisyon ortağı olarak algılıyorlar. Yani reel politik dengeleri koruma adına, ordunun açık yönetim dönemlerini meşrulaştırma çabalarına girmeleri doğal birşey Türkiye’de. Onun yanı sıra ilginçtir; gene Demirel, kurmaylarından Ekrem Ceyhun ve bazı arkadaşların hükümette görev almak gibi bir durumları hâsıl oluyor. “Ne yapalım” sorusunu yöneltiyor Demirel’e. 12 Eylül yönetimi için. Demirel’in cevabı çok ilginç, diyor ki:

Devlet bizim devletimiz. Aman memleket hükümetsiz kalmasın. Görevdeki arkadaşlarımız yeni yönetim git deyinceye kadar kalsın. Bunu bürokratlar için söylüyorum. Siyasi olarak bizim arkadaşlarımızdan bazıları hükümette görev alırsa bu onlar için sıkıntı olur. Kendilerini tahrip etmiş olurlar.

Demirel’in söyledikleri, asgari demokrasi kültürünün sıradan yurttaş ölçütleri ise, yoruma tabi tutulsa bile vahim. Bir kere 12 Eylül’den kısa bir süre sonra kendisini başbakanlık görevinden uzaklaştıran askerler için Demirel “yeni yönetim” diyor. “Yeni yönetim” diyor ve bu yönetimi devletin sürekliliği ve memleketin hizmetsiz kalmaması gibi gerekçelerle destekliyor. Kendi tayin ettiği bürokratların kovuluncaya kadar görevde kalmasını istiyor. Demirel’in politik vurgusu darbeye karşı değil, böyle bir tarih dönemecinde sivil bir politikacının “devlet bizim devletimiz” diyerek, fiilen var olan ama, hukuken gayri meşru bir güce bürokratlardan destek talebinin, hukuk devletinin ilkeleri ile bağdaşır yanı var mıdır? “Yeni yönetim” diyeceksin, devlette kesintiyi darbeyle kabul etmeyeceksin, yani olağan karşılayacaksın, bunu devlette kesinti saymayacaksın, bürokratlarından görev isteyeceksin ama, kendi siyasi programını da bir kenara bırakmayacaksın. Diyeceksin ki; “siyasiler görev almasınlar, çünkü ileride dönem değişecek, gene iş başa düşecek”. 12 Mart’ta da böyle oldu. 12 Mart’ta Demirel’in ateşteki kestanelerini aldılar. Ondan sonra yönetim gene Demirel’e devredildi. 12 Eylül sonrası da malum, yaşananlar biliniyor.

Bu dönemde Turgut Özal 12 Eylülde Başbakanlık müsteşarı. Turgut Özal’a Başbakanlık Yardımcılığı görevi öneriliyor. 12 Eylül cuntası tarafından. Demirel kendisine danışmaya gelen Özal’a şunları söylüyor:

Devlet devamlıdır. Hizmet devam etmeli. Sen, şimdi eline 8-9 ayda ağır bir yük almışsın, tam yolun ortasında yükü bir anda elinden bırakırsan hem yük bozulur, hem de seni tahrip eder. Hizmetin devamlılığını unutmamak lazım.

Sivil politikacı açısından askeri bir darbe, devletin devamlılığını ve hizmetin sürekliliğini tehdit etmiyor. Bu politikacı hakikaten “demokratik bir inanca sahibim” diyebilir mi? Yani bu bağlamda, Süleyman Demirel’in ekonomik bürokrasinin kilit adamı olan TÜSİAD’cı Turgut Özal’ı, darbecilere teknik yardım olarak vermesi son derece düşündürücü. Birçok şeye de ışık tutuyor. Ama diğer taraftan kendi rezerv kadrolarını başka telkinlerle bu işlere sokmuyor. Örneğin, Sümer Oral, Demirel’e; “12 Eylül yönetiminin görev önerdiğini” söylüyor, izin istiyor. Demirel, Sümer Oral’a; “görev alıp-almamayı, istersen bir daha düşün, ilerisi için görev alman sakıncalı olabilir” diyor. Şimdi, bu şunun göstergesi; Demirel’in, 12 Eylül askeri yönetimini dayanak noktası alıp, yeni bir siyasi strateji geliştirdiğinin göstergesi. Bir yandan devletin sürekliliği esas kabul edilerek, darbe olmamış, süreklilik aksamamış gibi bürokratlardan işlerini sürdürmeleri isteniyor; diğer yandan “AP kanadının siyasileri uzun erimli bir politik stratejinin uygulaması içinde askeri hükümette görev alarak açık biçimde yıpranmasınlar” deniliyor. Bu son derece önemli.

Yiğit Tuncay: 1980’in hemen sonrasında, var olan devletin yönetim kadrolarında yer almıyor burjuva politikacıları ama, 80’den sonraki süreç için açılımları bir proje olarak önlerine koyuyorlar ve hazırlanmaya başlıyorlar. Bu net olarak çıkıyor ortaya. Ve bu darbenin de net bir şekilde onlara karşı değil de, başka dinamiklere karşı yapıldığının göstergesidir.

Suat Parlar: Ben sana başka birşey söyleyeyim. O dönem Avrupa Konseyi Ansamblesi Başkanı Decoster, 22 Nisan 1981’de Türkiye’ye geliyor ve Demirel’le görüşüyor. Decoster’e, Demirel şunları söylüyor; “Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak, Türk milleti ve devletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden kaçının”. Devleti demokratik kurumlar ve bu kurumların oluşturduğu bütünlükten, temel hak, özgürlükler ve bütün güvencelerinden soyut metafizik bir varlık gibi, bir kutsal devlet gibi algılamanın sonucu bu. Yani “bu askeri yönetimi köşeye sıkıştırmayın” diyor. Bu özellikle talep ediliyor. Ve daha da ilginç birşey; Decoster görüşmesinin metnini, Süleyman Demirel, dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’e gönderiyor. Türkmen de bir teşekkür mektubu yazıyor ve diyor ki:

Pek muhterem beyefendi; Avrupa Ansamblesi başkanı Decoster’le yaptığınız görüşmenin zaptını aldım. Kişisel teşekkürlerimi sunar, bu vesile ile derin saygılarımı yinelerim.

Yani ilişki devam ediyor. Ecevit ne yapıyordu? O dönem telefon görüşmeleri kayda alınıyordu. Ecevit bundan haberdardı. Sürekli olarak askerlere öneriler getiriyordu. Bunlardan bir tanesi pişmanlık yasası idi. Bunun yanı sıra, sen az evvel bu zatların zorunlu tatile çıkarılmasından söz etmiştin ya, hakikaten de tatile çıktılar. Zincirbozan’a tatile gönderildiler. O kadar ilginç ki, burada Deniz Baykal ve diğerleri de vardı. Daha sonra buna sürgün mü demediler, cezaevi mi demediler, neler neler söylediler. Bunların hepsi büyük bir yalan. Çünkü gittikleri yere hemen hemen her türlü konfor yerleştirilmişti. Ziyaretçileri gelebiliyordu. Hatta bol bol denize bile girdiler. Kendi aralarında seminerler düzenlediler. Bunları anlatıyorlar. Yani o dönemi yaşayan politikacıların anılarında bulmak mümkün. Yani 55 günlük bir tatili sürgün olarak yorumladılar hiç utanmadan, sıkılmadan. Buna dayanarak politika yaptılar ondan sonra. Gene o dönemi nitelendiren önemli bir özellik de, cumhurbaşkanlığı seçim turlarıdır. Cumhurbaşkanlığı seçim turlarında o dönem, Kenan Evren’e, Genel Kurmay Başkanı aday olmamasına rağmen -ki zaten devlet memuru idi aday olamazdı- 70’in üzerinde oy çıktı bir keresinde. Bundan daha açık bir davet olabilir mi?

Yiğit Tuncay: Evet, resmen yolunu açıyorlar.

Suat Parlar: Zincirbozan askeri tesislerinde AP’li ve CHP’li 16 politikacı tek tek odalarda kaldılar. Bulundukları süre içerisinde kendilerine “sayın misafirler” biçiminde hitap edildi. İstedikleri kitabı getirttiler, Radyo ve TV yayınlarını rahatlıkla izlediler, aralarında seminerler düzenlediler. Türkiye’nin dört yanından meyve, sebze, et, tavuk, adeta Zincirbozan’a aktı. Hatta birkaç tane buzdolapları vardı. Bol bol denize girip, yürüyüş yaptılar. İstedikleri zaman yakınları ile telefonla görüştüler. Ziyaret günlerinde, 13.00-18.00 arası ziyaretçilerini kabul edebildiler. Ondan sonra da çıktılar, “Zincirbozan sürgünü” dediler. Hiç sıkılmadan “Zincirbozan sürgünü” dediler.

Aynı dönem başkaları da neleri yaşıyordu? Bunu hemen bir soru ile o başkalarından birinin bir sorusuyla açalım. O başkaları şunu söylüyor; “soruyorum” diyor, “insanların çırılçıplak soyularak, makatlarına parmak atılarak arama yapmak işkence midir? Tutuklu olduğum 5 yıl içinde en az 3 yılımı havalandırmaya çıkarılmadan geçirdim. Bunun adı nedir? Bir buçuk yılımı uzun süre tüberküloz tedavisi görmeme karşın güneşi görmeden geçirmeye zorunlu bırakılmam hangi yasayla açıklanabilir? Kıç falakası, meydan dayağı, yerlerde süründürme, ağzına cop sokma ve benzeri yöntemlerle, onlarca askerin saldırısıyla, yere yıkılıp aranmak size neyi anlatıyor? 3-4 Yıldır ailelerimizle, avukatlarımızla görüşemememiz hangi yasaya, hangi mahkeme kararına dayanmaktadır. Piyasada serbestçe satılan dergi ve kitaplara neden cezaevinde yasak konuluyor. Cezaevi mutfak ve kantinlerini haber vermeden denetleyebildiniz mi? Bir acil durum olmadıkça bizleri hastanelerin kabul etmediğini biliyor musunuz? 600-700 Kişilik cezaevinde gece nöbetçi doktorun olmadığını biliyor musunuz? Koğuşlarda masa, sandalye ve elbise dolabı gibi en basit kullanım araçlarından yoksun olduğumuz gözünüze çarpmadı mı?”

Avrupa’dan gelen meşhur heyetler vardı. O heyetlerden birine, burada bulunan tutsaklardan bir tanesinin soruları bunlar.

Diğer tarafta Zincirbozan. Zincirbozan’daki “demokrasi” kahramanları. Denize girmeler, yürüyüş yapmalar. En güzel şekilde beslenme, entellektüel olanaklar. Bunun neresi sürgün? Bu işte, meselenin özünü ortaya koyuyor. Bu bir tür nöbet değişimidir. Olağan da algılamışlardır. Egemenlik sisteminin o büyük koalisyonu içerisinde, dediğim gibi birileri gitmiştir, birileri gelmiştir.

Şimdi, burada CHP’nin konumu da çok önemli. İki büyük parti üzerinden gidiyoruz. CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ şunları söylüyor, Ecevit’le bir görüşmesinde, diyor ki:

Askerleri sıkıntıya sokmamak gerek, dönüş yollarını açık tutmak gerek. Ne kadar kısa sürede başarılı olduklarına güvenirlerse, o kadar kısa süre içinde kışlalarına dönerler. Bu görüşten hareket ederek 3 maddelik bir strateji geliştirdik:

1- 12 Eylül kaçınılmazdı.

2- Türk ordusu bir Güney Amerika ordusu değildir. Geleneği vardır. Geleneğinde demokrasi vardır. Geçmişteki müdahalelere baktığımızda hep sözünde durmuş ve kışlasına dönmüştür.

3- Bunlardan hareketle biz parti olarak askerlere yardımcı olmaya çalışmalıyız.

Bunun üzerine çok fazla ilave edilecek birşey yok. Bunu hiç olmazsa, Mustafa Üstündağ, parti kurumunu gözeterek söylemişti. Ecevit, 12 Eylül’ü desteklemek konusunda daha ilginç bir strateji geliştirmişti. Partisini de tasfiyeye soktu. Kendini o sıkıntıdan kurtardı ve 12 Eylül’ü var eden koşullarla uyum içerisinde devam etti. Arada bazı açıklamalar yaptı. O açıklamaların neticesinde, buna gece hapislik verdiler. O gece hapisliği de ilginçti. Daktilosu, iki odası. Öyle bir hücre falan kimsenin aklına gelmesin. Yani daha sonraki süreçte kendi işine yarayabilecek bir takım imajlar yaratarak 12 Eylül sürecini değerlendirdi. Buna zaten 12 Eylül’cülerin de çok fazla bir itirazı olmadı. Yani burjuva politikacıları özet olarak, 12 Eylül’ü de, 12Mart’ı da desteklediler. Sözde bir takım darbelere karşı çıkıyor görüntüsü içerisindeler ama, birazdan onun zaten detaylarına gireceğiz. Ona da itibar etmemek gerekiyor. Niye itibar edilmemesi gerektiğini birazdan detaylarına girdiğimizde söyleyeceğiz.

Yiğit Tuncay: 80 öncesinde bir iç dinamik, dış dinamik çatışması gündeme geliyor. Güçler dengesi eşitlenince 80 darbesini görüyoruz. 80 darbesinin ardından, öncesindeki çalkantılı dönemin sularını durultmak orduya düşüyor. Bu sırada Suat’ın vurguladığı gibi sivil burjuva politikacıları kısa bir süre dinlenceye çekiliyorlar.

Suat Parlar: Evet, CHP’nin, AP’nin, Demirel’in, Ecevit’in hatırını sorduk. Erbakan’ın da hatırını sormadan geçmeyelim. 16 Eylül 1980’de, Milli Gazete’de yer alan demecinde MSP Genel Başkanı Erbakan şunları söylüyor:

Bir gemi, hepimizin içinde bulunduğu bir gemi, şimdilik burada. Güvertede kim var? Makina dairesinde, dümende olan nedir? Bunları ayrıntılı olarak ele almaya gerek yoktur. Bütün mesele bu geminin yüzmesi, menzile ermesidir. Batarsa hepimiz batacağız. Salah ve sükûna ererse, yine bizler canlı kalacağız.

Erbakan “aynı gemideyiz” diyor. 12 Eylül sonrasında, Dil Okulu’nda gözaltına alınan bazı MSP milletvekillerinin “Allah Evren’den razı olsun, memleketi kurtardı” dedikleri ortada. Yani kitaplarda var. Örneğin, Yalçın Doğan’ın “Dar Sokakta Siyaset” kitabında var. Merak edenler açsınlar, okusunlar. Türkeş’e gelince, Evren’e yazdığı mektupları var. Türkeş mektubunda Evren’e hitap ederken;

“Sayın orgeneralim, 12 Eylül gününden bu yana vaki beyanlarınız bizim de yıllardır savunmaya çalıştığımız ve bundan sonra da her şart altında savunmaya devam edeceğimiz düşüncelerin değişik bir üslupta teyidi niteliğindedir. Milletimizin geleceği hesabına bundan memnunum. Türk devletini güçlendirmek, daha mutlu ve aydınlık geleceğimizin temellerini atmak ve hür, demokratik rejimi süratle yeniden ikame etmek yolunda zatıalinize ve mesai arkadaşlarına en samimi başarı dileklerimi sunarım.”

Uzun bir mektup da ben bu kadarını okudum. Peki 12 Eylül’ü kim desteklememiş? Yani hemen hemen hepsi 12 Eylül’ün destekçisi olmuştur. Sanıyorum bu tablo yeterince ortaya çıktı.

Yiğit Tuncay: Ortaya çıktı. Demin sen araya girmeden önce ben bir soruya hazırlanıyordum. Dediğimiz gibi, 80 darbesiyle ordu duruma müdahale ederek suları durultmaya çalışıyor. Bu arada sivil burjuva politikacıları biraz dinlenmeye çekiliyorlar. Fakat dinlenme aşamasında yeni stratejiler geliştiriyorlar. Ve ordu suları durulttuktan sonra yeniden sivil burjuva politikacılarına devletin yönetimini teslim ediyorlar. Fakat bundan sonraki açılım, hem sivil alanda, yani sivil burjuva politikacılarının alanında olacakken, hem de ordu alanında oluyor. Çünkü ordu da bu anlamda 80 sonrası açılımında görüyoruz ki, netleşiyor. Holdingleşmesini kastediyorum. Yani OYAK gündeme geliyor. Ben bu açılımı rakamları ile Suat’ın ortaya koyacağını biliyorum. Çünkü bu konuda çalışması da vardı. Kitabı da çıkmıştı. Bununla ilgil bize neler söyleyeceksin?

Suat Parlar: Ben hemen bazı detaylar vereyim. OYAK 1961 yılında kuruldu. Nevi şahsına münhasır bir kanunu var OYAK’ın. Koç ve Sabancı Holding’ten sonra Türkiye’nin en büyük tekelleri arasında yer alıyor. 93 Yılı itibarı ile OYAK’ın 124.000 üyesi vardı. OYAK yönetim kurulu 7 kişiden oluşuyor. Bunların 3’ü TSK’dan seçiliyor. Diğerleri ise 205 sayılı OYAK yasasının 8. maddesine göre; maliye, hukuk, bankacılık ve sigorta sahalarında ihtisas ve tecrübe sahibi yüksek tahsili olmak şartıyla Milli Savunma, Maliye Bakanlıkları ile Sayıştay Umumi Murakabe Heyetleri başkanlarından müteşekkil bir komisyon tarafından seçiliyor. Ticaret burjuvazisi ve finans kapitalin OYAK Yönetim Kurulu Başkanı’nın belirlenmesinde söz hakkı var. Bu önemli. Genel müdür ve yardımcıları da Ticaret Odaları, Ticaret Borsaları, Bankalar Birliği’nin etkin olduğu seçim komitesi tarafından tayin ediliyor. OYAK’ ın imtiyazları saymakla bitmiyor. OYAK kurumlar vergisine dahil değildir. OYAK kurum olarak, kurumlar vergisine tabi değil, kuruma yapılacak bağışlar, kurumun her ne adı altında olursa olsun üyelerine veya kanuni mirasçılarına yapacağı yardımlar veraset ve intikal vergisi ile gelir vergisinden; kurum her türlü muameleler, dolayısıyla damga resminden daimi ve geçici üyelerine yapılacak aidat gelir vergisinden; kurumun her türlü gelirleri de gider vergisinden muaftır.

İmtiyazlar bununla bitmiyor. OYAK’ın her çeşit malları, gelir ve alacakları devlet mallarının hak ve imtiyazlarına haizdir. Bunlara karşı suç işleyenler devlet malına gibi karşı gibi takibata tabi tutulur. OYAK’ın malları, devlet malı kategorisindedir. OYAK’ın, KOÇ’la, SABANCI’yla ortaklığı düşünüldüğünde, onların malları da devlet malı kategorisinde olur. Tekelci sermaye ile kaynaşmanın, bundan daha iyi bir göstergesi olabilir mi?

Şimdi çok hızlı bir şekilde OYAK’ın iştiraklerine bakalım. OMSAN Uluslararası Nakliyat San. Tic. A.Ş., Renault otomobillerinin ve yedek parçalarının dağıtımında Avrupa ülkelerine, Ortadoğu’ya tekstil ürünleri, otomobil ve otomobil yedek parçası taşımacılığını gerçekleştiriyor. Özellikle araç taşımacılığında Türkiye’nin en büyük kuruluşu. Yıllık araç taşıma kapasitesi 130.000 otomobil. SEYLAK, bu da OYAK’ın iştiraklerinden. Şirketin ana faaliyet konusu, madeni yağları da kapsayan tüm petrol ürünlerinin alımı, satışı, ithali, imali, dağıtımı. Bu organizasyon 8 yıl içinde aşamalı olarak 300 akaryakıt istasyonu kapasitesine kavuşacak. Burada yabancı ortaklar da var. GOODYEAR lastikleri, bu da OYAK’ın iştiraklerinden biri. Yani OYAK’ın ortakları arasında GOODYEAR var, TATKO var, KOÇ GRUBU var. GOODYEAR lastiklerinin İzmit’te 31.000 metre kare, Adapazarı’nda 46.550 metre kare vs. olmak üzere geniş bir gayri menkul varlığı var. Burada detaylarına girmiyorum. MAİS Motorlu Araçlar İmal ve Satış A. Ş, gene OYAK’ın iştiraki var. Yüzde 99 oranda MAIS’de, OYAK RENAULT Otomobil Fabrikaları A.Ş.’nin Türkiye Genel Distribütörü ve REJİ RENAULT’un Türkiye mümessili İskenderun Çimento, bu da OYAK’ın. SABANCI HOLDİNG ile de ortak OYAK. Mardin Çimento, Adana Çimento, veAkbank ile yani SABANCI Holding ile gene OYAK ortaklığı söz konusu. Bolu Çimento, Bolu Çimento’da Şeker Sigorta’nın ortaklığı var. Ünye Çimento, TUKAŞ (Turgutlu konservecilik A.Ş.), bu da OYAK’ın iştirakleri arasında. TAM GIDA’nın ortaklarından bir tanesi İSLAM Kalkınma Bankası. OYAK’la, İslam Kalkınma Bankası burada ortak. Onun yanı sıra ETİ PAZARLAMA var, burada da OYAK’ın iştiraki söz konusu. ETİ ile de ortak. ENTAŞ TAVUKÇULUK var, OYAK Sigorta var, OYAK Sigorta’da Başak Sigorta var, EMLAKBANK var, OYAK Menkul Değerler var. Bir de Türk Boston Bank var; Kuruluş tarihi 1984, OYAK’ın iştirak tarihi 1990, burada da yabancı ortaklar var. Türk Bostan Bank A.Ş, 1984’te faaliyete geçti. BANK of BOSTON İstanbul Şubesi’nin devamı olarak 1990 yılında kuruldu. 90 yılının son çeyreğinde The First National BANK of BOSTON, hisselerini çeşitli ortaklara sattı. Hissedarların en büyüğü OYAK. Bu önemli birşey.

Dünyada bankası olan nadir ordulardan biri Türk Silahlı Kuvvetleri. Boston Bank, OYAK BANK’a dönüştü. Önemli olduğunu düşünüyorum. HALK FİNANSAL KİRALAMA var, onun yanı sıra OYAK İNŞAAT var, ORTAŞ İÇ ve DIŞ TÎC. A.Ş. var, burada TÖBANK ortaktı. Vakıflar Bankası, OYTUR var, OYAK Turizmi TİC. A.Ş, PETKİM var, OYAK’ın iştirakleri arasında. OYAK Renault var, çok uluslu tekellerle ortak olan ASELSAN var, onun yanı sıra Oyak’ın çok sayıda gayrimenkulü bulunuyor. Onun yanı sıra borsa yatırımları var. OYAK’ın genel müdürü 26 Mart 1991’de Dünya Gazetesi’nde yaptığı açıklamada; “İMKB’yi yakın takibe aldık, Yatırımlarımız sürecek” diyordu. Yani finans kapitalin, para finans omurgasını oluşturan işlemlerde OYAK’ın çok büyük işlevi var.

İMKB’ye kote edilmiş bulunan OYAK iştirakleri şunlar: Goodyear, Adana Çimento, Bolu Çimento, Ünye Çimento, Mardin Çimento, Niğde Çimento, TUKAŞ, ETKAŞ, ASELSAN, PETKİM… Borsanın sektörel sermaye açısından konumu yeraltı ekonomisi bağlamında parayı meşrulaştırma fonksiyonu düşünüldüğünde, komutanların holdingi OYAK’ın borsaya sağladığı destek düşündürücü. Bir de TÜRK BOSTON BANK’ın açılımı var. Türk Boston Bank, İrlanda’nın başkenti Dublin’de bir finans kurumu açtı. “Niye Dublin” sorusunu ben burada cevaplayacak durumda değilim. Meraklıları araştırsınlar. İrlanda’nın son zamanlarda hangi tür bankacılık işlemleri yaptığını araştırsınlar ve daha da ilginç birşey söyleyeyim; Türk Boston Bank’ın müdürü, yani OYAK’ın müdürü Amerikalıydı. Onun yanı sıra, mesela; önemli birşey de bankanın bir dönem ALARKO ile ortaklığının olması. OYAK’ın, TÜRK BOSTON BANK’ın 6 tane şubesi vardı. Sanıyorum son zamanlarda OYAK BANK’A dönüştü. Sabancı Grubu ile ortaklık da var. Koç’larla ortaklık var. Fransız şirketi Renault ile ortaklık var. ABD’li GOODYEAR’la ortaklık var. Bunlar çok önemli.

Peki yönetime kimler geldi, kimler geçti? Hemen bir örnek vereyim ve sistemin çarklarının nasıl döndüğünü buradan çıkarsınlar dinleyicilerimiz; 1988 yılında yapılan genel kurulda yönetime Bülent Öztürkmen geldi mesela. Hayali ihracat olaylarında Bülent Öztürkmen’in konumu biliniyor. MİT görevlisi olarak hakkında işkencecilik iddiası öne sürülen bu kişinin, MHP’li bir bakanın yardımcısı olarak hayali ihracatçıya destek vermesi, oradan başbakanlık danışmanlığına atanması, ABD ve İsviçre bankalarında hesaplarının olması, Öztürkmen’le ilgili bilgiler. 1993 Rakamları ile üyelerine 840 milyar TL borç ve 356 milyar TL konut kredisi veriyor OYAK, Ordu Pazarları’nda o dönem 900 milyarlık bir ciro gerçekleşiyor. 89-93 Arası enflasyonun ortalama yüzde 17,5 üzerinde bir getirisi var. OYAK’ın bu tablosuna eklenecek çok fazla birşey yok bence. Tablo ortada. Türkiye’de darbe olur mu, olmaz mı, şöyle mi olur, böyle mi olur, Postmodern mi olur, klasiği mi olur; yani bunları tartışmaktan önce şu rakamlara bakmak gerekiyor.

Yiğit Tuncay: Türkiye’de savaş sanayiinin durumu ne Suat? Biraz da bu konuda bilgi verir misin bize?

Suat Parlar: “Kâr silahların ateşlendiği yerde değil, imal edildiği yerdedir” denilir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş görünüyor. 1939’dan sonra Türk ekonomisi aslında savaş ekonomisi olarak geliştiriliyor. 1939’dan 1945’e kadar ortalama devlet bütçesinin yüzde 45’i savaş giderlerine ayrılıyor. Bu dönemin detaylarına girmiyoruz ve çok hızlı, atak bir silah sanayi arayışı var. Özel sektör de burada etkili. II. İzmir İktisat Kongresi’nden sonra, yani 1980 sonrası dönemde Türkiye’nin silah sanayisine yatırımları oldukça arttı. Savunma Sanayi Müsteşarlığı bu dönemde kuruldu. 1986-1994 Döneminde 26 projeye 2 milyar 873 milyon dolar kaynak ayrılırken, sadece 1996 yılı için 806 milyon dolarlık ödenek planlandı. Türk silah sanayisinde faaliyet gösteren çok sayıda firma var. Üretim giderek çeşitleniyor ve Türkiye şu anda silah ihraç eden ülkeler arasında Ortadoğu’da İsrail’den sonra 2. büyük silah ihracatçısı konumunda. Türkiye’de hangi silahlar üretiliyor? F-16 savaş uçağı üretiliyor, Nakliye uçağı, JET motoru, muhtelif hava alanı destek cihazı vs üretiliyor. Türk silah sanayisinde faaliyet gösteren çok sayıda firma var.

Yani ciddiye alınması gereken bir savaş sanayi gelişiyor ve giderek Türkiye’de bir askeri sanayi kompleks ortaya çıkıyor. Çok sayıda fon bu silahlanmaya ayrılıyor. Büyük firmaların hepsi de burada paylarına düşeni alıyor. KOÇ holding, TEKFEN, STFA, Sabancı holding, Ercan Holding, OYAK, KAVALA, FMS, NUROL, ALARKO, ENKA ilk anda akla gelenler. Bunların hepsi şu veya bu şekilde savunma, daha doğrusu silah sanayi ile yakından ilgili. 1995-2004 Dönemi için stratejik hedef planında 1525 adet proje tasarlanmış olup, bunların kaynakları 67 milyar dolar. Bunun yanı sıra, önümüzdeki 30 yıllık süreçte ordunun reorganizasyon faaliyetlerine 150 milyar dolarlık bir kaynak ayrılacaktır. Bunun milli silah endüstrisinin geliştirilmesi kapsamında değerlendirileceği söyleniyor. Özel sektöre bu noktada dinamo görevi veriliyor ve ilginçtir, burada çok uluslu ortaklıklar, çok uluslu firmalar devrede. Bu firmalarla ortaklıklarla yani nasıl milli silah endüstrisi olacaksa artık? Hollanda, ABD, İngiltere kökenli uluslarötesi tekeller, sayısız firma bu üretimden payına düşeni alacaklar elbette. Önümüzdeki süreçte Türkiye’de en önemli dinamiklerden biri, bu savaş sanayi ve giderek OYAK da, deminden beridir çizmeye çalıştığımız çerçeve içerisindeki dinamiklerle bütünlüklü düşünülmesi gereken askeri sınai kompleks olacak. Türkiye, Suudi Arabistan’ın arkasından dünyanın en büyük silah ithalatçısı aynı zamanda. Rakamlar ortada. 1989 ile 1993 yılları arasında 7.73 milyar dolarlık silah alımı var. Rakamlar müthiş. Yani bunların detayına girme olanağımız yok ve burada bir envanter çıkaracak olursak, o envanter inanılmaz boyutlarda karşımıza çıkar. Yani bölgede en büyük silah yığınaklarından bir tanesi şu anda Türkiye’de bulunuyor. Silah anlamında ilk planda bunları söylemek mümkün.

Yiğit Tuncay: Abramovitz’in yaptığı bir açıklama vardı. “Türkiye, Asya içlerine kadar, hatta Uzak Asya’ya kadar bir güvenlik kordonudur” demişti. Çıkardığın tabloya baktığımızda da hakikaten bölgesel güç olmak için dayanılacak dinamikler ortada.

Suat Parlar: Ortadoğu ve Kafkasya’ da çevik kuvvet görevini yapacak tarzda donatılıyor. Bölgesel güç haline gelme senaryoları ile bu militarist gelişmeler arsında doğrudan bir bağlantı var. Bu da ister istemez ordu içinde bazı gelişmelere yansıyor. Yani Türkiye’nin bu bölgesel rolü oynaması anlamında öngörüsü olan, programı olan, bu anlamda yeni dünya düzeninin dinamiklerini kavramış bir takım kadroların öne çıktığını görüyoruz. Hatta şunu da söylemek lazım, bu kadrolar bazı şeyleri çok net biçimde ortaya koyuyor. Örneğin, serbest piyasa ekonomisine dönük olarak bazı açıklamalar var. Serbest piyasa ekonomisinin savunucusu olduklarını belirtiyorlar. Eskiden “cumhuriyeti koruma, kollama” denilirdi, şimdi korunan, kollanan olgular arasında serbest piyasa ekonomisi de yer alıyor.

Yiğit Tuncay: Artık günümüzdeki gelişmelere gelelim. Tarihsel süreci inceleyen bir tablo çıkardın ortaya. Çok önemli rakamlar verdin. Tablo ortadadır. 28 Şubat Kararları’nı aldıran süreç, MGK’nun net olarak kendini dayattığı süreç ve bu sürecin ardından vitrin değişiklikleri, bir de sürekli herkesin ağzında sakız olmuş Susurluk var. Ordu bu anlamda yeniden ayağa kalktı. Fakat her ayağa kalkışında gittikçe taban genişliyor. “Tabanı genişletmek” derken neyi kastediyoruz? Sivil toplum yapılarını peşine takmaya çalışıyor, hatta Marksist soldan da bu anlamda ordunun bu ataklarına destek gelmeye başladığını kastediyoruz. Bunlar önümüze yeni tartışmalar getirdi. Bu tartışmalar; “darbe mi olacak, olmayacak mı”? Ara rejim tartışmaları var ve vitrin yeniden mi düzenlenecek? Bunlar önümüze yeniden getirildi, konuldu ve medya bunların çığırtkanlığını yapıyor. Bu arada RP dükkân değiştirdi. Bir dükkanı kapattı, başka bir dükkana geçti. Başka bir yerde dükkân açtı. Bu gelişmelerle ilgili bize neler söyleyeceksin Suat?

Suat Parlar: Son zamanlardaki darbe tartışmalarını da gülümseyerek izliyorum. Nedenlerini de deminden beridir ortaya koymaya çalıştım. Türkiye’de rejimin adı bir kere anayasal militarizmdir. Yani Türkiye’de açık bir darbeye şu anda ihtiyaç var mı, yok mu? Onu doğrusu ben çok iyi bilmiyorum ama, Türkiye’de bir örtülü darbenin yürürlüğe konulduğu biliniyor. Bir seneden beridir bu örtülü darbenin nasıl uygulandığını hep beraber gördük. Türkiye’de darbeler sürekli kılınmıştır. Yani kimi zaman darbe, kimi zaman seçim. Bunlar ikame süreçleridir. Bunu bir kere net olarak koymak gerekiyor.

Hangi ihtiyaçla darbe yapacaklar? Neye karşı darbe yapacaklar? Bunu çok iyi anlayabilmiş değilim. Kendilerinin de anladığını zannetmiyorum. Çünkü Türkiye bir “Fetret’e” neredeyse sürükleniyor. Yani şöyle bir durum söz konusu bir kere; “Kemalist İdeoloji” bir çözülme yaşıyor. Eskiden Türk-İslam sentezi vardı, bir çimento olarak görülüyordu. Şimdi o da ortadan kalktı, onu da istemiyorlar, yapay ayrımları geliştirmek istediler. Laik-antilaik temelinde toplumda birtakım güçleri kemikleştirerek arkalarına almak istediler. O da pek tutmadı. Bu anlamda ideolojik bir kriz yaşanıyor, bu ideolojik krizin siyasi göstergeleri de var. En azından dışarıya yansıdığı kadarıyla şu söyleniyor; Hükümetin elindeki “temel koz deniliyor”. Meşruiyet gerekçesidir. Yani “herşeyin çok açık hale gelmesini ordu da istemez” deniliyor. “Bu hükümette, bu ihtiyaca cevap veriyor” deniliyor. Bunlar gerçek payı olan değerlendirmeler. Ama temel süreçler hiçbir şekilde değerlendirilmiyor.

Demin sözünü ettiğim bu silahlanma programlarına Türkiye’de her hangi bir partinin itirazı var mı? yok mu? Bu konuda bir tartışması var mı? Yok. Peki hangi noktada demokrasi istiyor bu partiler? Demokrasi aynı zamanda ekonomik bir program içerir. 150 Milyar dolarlık bir kaynağı 30 senelik süre içerisinde harcayacaksınız. Özel sektörde bunu çok büyük silah projelerine aktaracaksınız. Peki, bunu gerçekleştiren emekçilerin konumu ne olacak? Yani bu 150 milyar dolarlık kaynak başka bir gezegenden gelmeyecek. Nihayetinde bu topraktan bu kaynak elde edilecek. Buna itiraz etmeden, demokrasinin alt yapısını hazırlayacak bir ekonomik program uygulamadan nasıl demokrat-sivil siyasetçi olunuyor? Yok böyle birşey. Yani bu iş bu kadar ucuz değil.

Tarihsel örneklere gelince, daha doğrusu tarihsel sürekliliğe baktığımızda ne ile karşılaşıyoruz? Türkiye’de “sivil politikacı” kategorisi diye bir olgu yok. Türkiye’de sivil politikacı yok. Kaldı ki, zaten üniforma ile sivil arasında belli temellendirmeler kapsamında ayrım yapılmasını da doğru bulmuyorum. Yani, şu kadarını söyleyeyim sana; Türkiye’de bugün bütün sistem partilerinin doğasında faşizm vardır. Bunların sadece üniforma giymiyor olması demokrat olarak nitelendirilmesi için veya başka anlamlarda nitelendirilmesi için yeterli olabilir mi? Hatta bazı noktalarda bunlar daha militer değerleri savunabiliyorlar. Demin bir örneğini verdim. Kenan Evren aday olmadığı halde, Kenan Evren’e cumhurbaşkanlığı seçiminde oy veren parlamenterler görev yapıyor. 12 Mart Demirel’siz Demirel programı idi. 12 Eylül’ü az evvel anlattım. Bunların artık detaylarına dönmeye gerek yok.

Düş görmek güzeldir. Yani o zamanda bir illüzyonu yaşıyorlardı, şimdi de illüzyonu yaşıyorlar. Bunun adına “ilericilik illüzyonu” deniliyor. Tam bir illüzyondur. Yani maskeli bir anti-komünist döneminden, eğer, Türkiye’den sol adına bir yarar umulacaksa, onu doğrusu bilmiyorum. Bu dönem restorasyon süreci işletiyor. O restorasyon süreci ile ilgili olarak hemen şunlar söylenebilir; önümüzdeki süreçte dar bölge seçim sistemi gündemdedir. Dar bölge seçim sisteminin yanısıra, polisin imajının düzeltilmesi gündemdedir. Düşük yoğunluklu çatışma konseptine uygun daha “insani” imajları ön plana çıkaran polis yapılanmaları muhtemelen gündeme gelecektir. Onun yanısıra, yerel yönetimle ilgili bir takım düzenlemeler gündemdedir. Kent yaşamının düzenlemeleri gündemdedir. Bu konuda zaten erken tarihte bazı çalışmalar vardı. Mesela Vedat Dalokay’ın Ankara Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde, köyden kente göç olgusunu değerlendiren ve nasıl bunların kentlileştirileceklerine dair programları içeren çalışmalar devletin arşivlerindedir. Bu da önümüzdeki restorasyon sürecinde gündeme alınacak bir olgudur. Onun yanısıra, bir cephenin kurulması söz konusudur. Bir birlik cephesinin kurulması söz konusudur. Bu birlik cephesi içerisinde çok çeşitli toplum kesimleri yer alacak. Çünkü, dediğim gibi artık ideolojik çimento çözüldü. Dolayısıyla, rezerve edilen bütün kadroların, bugüne kadar üzeri örtülü kalmış kadroların artık cepheye sürülmesi söz konusudur. Devlet onlardan elbette ki, hizmet bekleyecek. O kadrolar birlik cephesi içerisinde yerlerini alacaklar. Böyle bir krizin nereye evrileceği hiç belli olmaz.

Yiğit Tuncay: Peki bu nasıl birlik Suat?

Suat Parlar: Çok açık değil mi neyin neye karşı olduğu? Bu birlik cephesi, Türkiye’de restorasyon sürecinin koçbaşı işlevini görecek. Türkiye’de mümkün olsaydı, Kemalizmin aşkın ideoloğu Doğan Avcıoğlu’nun hayalini kurabildiği yönetim iş başına gelmiş olsaydı, restorasyonun ne olduğunu, aslında, belki de oradan görmüş olacaktık. Restorasyonun ne anlama geldiğini öyle bir uygulamayla çok net görmüş olacaktık. Ne yazık ki, tarih böyle bir şansı vermedi. Şimdi “2. Doğan Avcıoğlu dönemi” değerlendirmeleri var. Ordu içerisinde de Avcıoğlu’nun görüşlerine yakın bir kesimden söz ediliyor. Avcıoğlu’nu okudum. Avcıoğlu’na çok büyük saygım da var. Doğrusu nasıl bir çatışma, nasıl bir örtüşme olduğunu hale anlayabilmiş değilim. Yani ya benim koyduğum rakamlarda bir yanlışlık var, ya ben de bir yanlışlık var. Cahil olabilirim, birikimsiz ve bilgisiz olabilirim -tanımları çoğaltmak mümkün- veyahut da bu çözümlemeleri yapanda bir yanlışlık var. Siyasi bir yanlışlık var. Ve ben bu çözümlemelerin ileriki süreçlere de tırmanacağını da düşünüyorum. Hatta giderek daha salgın hale de geleceğini düşünüyorum. Bu soldan da, sağdan da yoğunlaşacak. Sağda da bunun işaretleri var. Ortadoğu Gazetesi’nin bu noktada çıkışları var.

Yani Türkiye’de sanki böyle ulusalcı, ulusal bir sol aranışı, böyle bir program varmış ve ordu içinde de bu programın sahipleri varmış havası yayılmaya çalışılıyor. Bunun ben doğru olmadığı inancındayım. Birçok nedenle. O nedenlerin çok küçük bir bölümünü az evvel anlatmaya çalıştım. Türkiye’de darbe olur mu? Türkiye’de insanlar günlük yaşamlarına baksınlar ve bu soruyu ondan sonra sorsunlar. Darbe ille bir generalin çıkıp da TV kanalında bir bildiriyi okumasıyla başlamaz. Veya her darbe de bir anayasa projesi gündeme gelmez. Yani şu klasik darbe imgelerini bir kenara bırakmakta ve bu işi sürekliliği bağlamında değerlendirmede fayda var. Önemli noktalardan bir tanesi de bu gündelik olaylara çok fazla takılmamak olmalı.

Şimdi burada insan ister istemez gülümsüyor. Çünkü Anavatan Partisi zaten bir darbenin ürünü. Anavatan felsefesini oluşturan Turgut Özal’ı burada anlattım. Bu ülke açısından bilinmeyen birşey değil. Darbenin ürünü olan bir partiyle Türkiye’de darbe önlenebilir mi? Doğrusu bu da çok büyük bir sorun olarak orta yerde duruyor. Anavatan partisi darbenin ürünü de diğerleri neyin ürünü? Diğerlerinin de darbenin ürünü olduğunu biliyoruz ve çok açık birşey söyleyeyim, “darbe” denildiği zaman, benim aklıma sadece askerler gelmiyor; partilere de bakıyorum, basın tekellerine de bakıyorum, biz hergün darbeyi yaşıyoruz. Türkiye muazzam bir şiddeti yaşıyor. Bir darbe döneminden ne eksiğimiz var Allah aşkına? Katliamlar anlamında bir eksiğimiz mi var? Temel hak ve özgürlüklerin askıya alınmasında mı bir eksiğimiz var? Grev ertelemeleri anlamında mı? Örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellemeler anlamında mı bir eksikliğimiz var? Yani bir darbe sürecinden ne eksiğimiz var?

Bir açık darbe yapacaklarsa, bunca yoğun bir baskı, şiddet ve açlığa rağmen bir darbe sürecini niteleyecek tüm özelliklere rağmen halen daha darbe yapılacaksa, böyle bir darbe yapılsın. Bundan daha fazla nasıl bir baskı, nasıl bir şiddet, nasıl bir açlık tablosu gündeme gelir, doğrusu bilmiyorum! Bundan ötesi artık soykırım olur. Başka da birşey olmaz. Yani bu topraklarda insan soyunun kırımı olur. Başka bir anlamı olduğunu ben düşünmüyorum. Çünkü artık insanlar sınırdadırnve büyük halk kitlelerinin sınırda olduğunu da biliyorlar. Bunu egemenler de biliyor. O açıdan global bir toplum projesinin uygulanması anlamında Türkiye’nin gündeminde bir açık darbe var mı, yok mu? Tartışmalar benim uzağımda, yani ben bu tartışmalara girmek istemiyorum ve dediğim gibi “ilericilik” adına bu restorasyon sürecine kan verilmesine ben şiddetle karşıyım. Böyle şey olmaz, hele solculuk adına bunu yapmak hiç doğru değil. Bunu yapma çabasında olanlarla da ayrışmak gerekiyor. Çünkü bunu yapma çabasında olanlar yarın başka şeyi savunur hale gelecekler. O bakımdan “ilericilik-gericilik” gibi politikada yeri olmayan kategorilerle bunların peşine takılmamak gerekiyor. Sınıfsal argümanlardan yola çıkmak gerekiyor.

Burada önemli bir nokta da İslamcıların konumu. Türkiye’de İslamcıların ne bir direniş örgütlemesi söz konusu, ne böyle bir direnişin bayraktarlığını yapması söz konusu. Yani onlar başörtüsü zulmü derler, şunu derler, bunu derler, en fazla 24 saat veya 48 saatlik bir tutarlılıkla sınırlı kalırlar. 72 Saatten sonra da devrimcilere küfretmeye başlarlar. 68’e küfrederler, 71’e, 72’ye küfrederler, anlatabiliyor muyum? Bunlarla zaten bizim herhangi bir ittifakımız söz konusu olamaz. Böyle birşey yok. Böyle bir ittifak iddiasında olan herhangi bir sol hareket yok. Bu ittifak iddiasında olan herhangi bir sol güç olmadığını da ben çok net biliyorum. Bu konuda herkes kendini deklare etti. Haklar boyutunda, elbette ki, bir takım ortak noktalar oluştu. Ama dediğim gibi, onlar başörtüsü zulmü derler, şunu derler, bunu derler. Fakat 16 Mart katliamının anma günü olduğunda ortada olmazlar, başka protestoda ortada olmazlar, özelleştirmeye yönelik hiçbir karşı çıkışları yoktur, sermayeye yönelik hiçbir karşı duruşları yoktur. Türkiye’de militarizmi var eden koşullarla hiçbir problemleri yoktur. Devletle de bir problemleri yoktur. Kof, özü boş bir karşıtlık söylemiyle kalkarlar göz boyamaya çalışırlar. Bunun bir anlamı olduğu inancında değilim ben ama, o kesim içerisinde de giderek daha tutarlı hale gelen, giderek daha anti-emperyalist, daha fazla anti-amerikancı, daha anti-faşist bir çizgide solla buluşabilecek kesimler elbette ki vardır. Ama o unsurlar alabildiğine zayıftır. Onların da bu süreçte çok fazla taktik umutlara kapılmaması gerekiyor. Yani hiç kimse Türkiye’de solu manüple edemez. Biz herkesin haklarını koruduğumuz gibi, sistem karşısında tüm ezilenlere sahip çıktığımız gibi, ezilme noktasında elbette onlara da sahip çıkarız, sahip çıkmaya da devam edeceğiz ama, biz bunu onların gerçeğini bilerek yapıyoruz. Bize yaranmak için bir takım demagojik lafazanlıklara hiç gerek yok. Biz onları biliyoruz, onlar da bizi biliyor.

Bir takım basın, yayın organlarında bazı yazılar çıkıyor. Bir dönemin gençliğini, 70’li yılların, onların deyimiyle, “terörist gençliği”nden ayıran yazılar çıkıyor. Yani dediğim gibi demagojik lafazanlıkta sınır yok. Siz bir gün “biz devrimciyiz” diyeceksiniz, “devrimci islam”dan söz edeceksiniz; ikinci gün kalkıp, Türkiye’de devrimcilerin değerlerine küfredeceksiniz, taktik bir gereklilikle bazı şeylere sahip çıkıyor görüneceksiniz. Bunlar bizim malumumuz olan şeyler ve dediğim gibi tekrar tekrar şunu söylemekte yarar var; bizim bir ittifak ilişkimiz söz konusu olamaz. Bu rahatlık nereden geliyor bana? Ben, Türkiye’de devrimci hareketi, sol hareketi tanıdığımı düşünüyorum. Okuyorum, dergilere bakıyorum, hiç kimsede bir ittifak arayışı söz konusu değil. Böyle bir güçsüzlüğü Türkiye’de zaten kimse sola yakıştırma hakkına sahip değil. bu bir özgüvenin ifadesi, politik bir özgüvenin ifadesi, bir taktik değil. Tüm ezilenlerin yanında olunduğu gibi, burada bir baskı söz konusuydu ve karşı duruldu ama, o kadar. Bunun altını da özellikle çizmek istiyorum ve şunu söylemek istiyorum; Türkiye’de bir açık darbe süreci -ki bu bir spekülasyondur- gündeme geldiğinde, İslamcılar buna direniş göstermezler. Böyle birşey yok. Öncesini de biliyoruz ve 12 Eylül sonrasında ki süreçte de o koşullardan kendi örgütlerinin gelişmesi için nasıl yararlandıkları hepimizin malumu. Ama şimdi bu dönemde devlet bu kesimin üzerine varınca yaygarayı kopardılar.

İslamcı, kendisini İslamcı olarak değerlendiren, dindar olarak değerlendiren emekçi halk kesimleriyle, tepe noktada bulunan egemenleri de bence ayırmakta yarar var. Yani onlar, Türkiye’de o büyük koalisyonun, egemenlik sistemini var eden büyük koalisyonun ortağı durumundadırlar. 28 Şubat kararlarının altında Necmettin Erbakan’ın imzası halen daha duruyor. Eğer Türkiye’de bir darbe yaşandıysa 28 Şubat’ta, bu darbenin mimarlarından bir tanesi Necmettin Erbakan’dır. 28 Şubat belgesinde Necmettin Erbakan’ın imzası duruyor. Ve o “imza” da kendine rağmen atılmış bir imza değil. Benim ana hatları ile söyleyeceklerim bunlar.

Yiğit Tuncay: Suat’ın da belirttiği gibi Türkiye Devrimci hareketi uzun bir geçmişe dayanıyor. Uzun bir tecrübesi sonucu o derin devlet İslam’ının nerde yattığını görebilecek kadar tecrübeli olduğunu düşünüyorum Türkiye devrimci hareketinin. Ve Türkiye devrimci hareketi yaptığı her hamlede, bence emekçilerle günden güne daha fazla yakınlaşmaya başladı ve emekçilerin yanında, halkın yanında yapılması gerekeni keşfetti. Bundan rahatsız olan kesimler olabilir. Olacaktır da. Bunlar pek önemli değil.

Evet dostlar, bugünkü söyleşimizi tamamladık. Hepinizin huzurunda ben Suat Parlar’a teşekkür etmek istiyorum.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.

Yiğit Tuncay – Suat Parlar, Çevre Radyo (105.7), 19 Mart 1998

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.