SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER
İçindekiler:
EMPERYALİSTLERLE İLİŞKİLER
SONUÇ
SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtiği dönemde K.Karabekir’e çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafıyla, daha o zamandan Rusya ile ilişkilerinden ne beklediğini, açıkça ortaya koymaktadır; “Sorumlu bazı delegelerin kabulü ve gelecekteki durumlarımız, silahlar, mühimmat, teknik araçlar, para ve ihtiyaç olduğunda insan vermek gibi işler üzerinde görüşmeler yapılabilir. Bu surette anlaştıktan sonra kendilerini sınırda tutmak ve itilaf kuvvetlerinin memleketi terk etmesi için silah olarak kullanmak… pek münasip olur…” Dönem dönem değişik görünümlere bürünse ve bazı ‘solcularımız’ için ciddi yanılgılara neden olsa da yakınlaşmaların amacını özellikle bu telgraf net koymaktadır.
Anadolu Hareketi’nin başından beri anti-komünist tavırlarını belirtmiş olan önderleri, Sovyet Rusya’ya, anti-emperyalist tavırlarını (açık işgalin son bulması yolundaki istemlerini) desteklediği ve çıkarlarının gerektirdiği çerçevede ilgi duymuşlardır. Rusya ise o dönem hiçbir çıkar ve karşılık beklemeden Anadolu Hareketi’ne ciddi yardımlarda bulundu. Bu noktada, Türkiye topraklarında gerçekleştirilecek nitelikli bir anti-emperyalist mücadele, genç Sovyet İktidarının emperyalistler tarafından kuşatılmışlığını da parçalayacak, belli ölçülerde etkisizleştirecekti.
Sovyetlerin ulusal mücadelenin demokratik bir halk devrimine dönüştürüleceğine, iktidarın sosyalistlerce kucaklanabileceğine ilişkin bir beklentisi olmamasına karşın, 3. Enternasyonal’in bağımlı ülkelere ilişkin “emperyalizme darbe vuran her ulusal hareket desteklenir” temel görüşü kapsamında Anadolu Hareketine destek verilmiştir. Emperyalizmin açık işgaline karşı mücadeleyi öngören önderlik, Sovyet Rusya ile ilişkilerinde tümüyle faydacı bir yaklaşım geliştirdiği gibi, bu ilişkileri aynı zamanda emperyalizme karşı bir koz, bir denge materyali, tehdit aracı olarak kullanmıştır.
Sovyetler Birliği açısından ise, Türkiye’nin anti-emperyalist bir çizgide tutulması önemliydi. Boğazların, emperyalistlerin denetimi altında tutulması, Rusya’daki iç savaş ve Vrangel’in bu yolla desteklenmesi, Karadeniz’in denetimi Sovyet limanlarının işgalinin yanı sıra Sovyet Rusya’ya düşman olan Kafkas hükümetlerinin (Taşnak Ermenistan’ı ve Gürcistan ) desteklenmesi ve buralardaki petrol bölgelerinin tutulması, Sovyetlerin önemli rahatsızlıklarındandı. Kafkasya’nın ve Karadeniz’in emperyalistlerin denetiminden kurtarılması, Sovyetler’in Türkiye’ye yardımının da önünde engel oluşturuyordu. Bütün bunlardan ötürü öncelikle Kafkasya’nın işgalinin kırılması gerekiyordu.
Biraz geriye gidip, o süreçteki gelişmelerin bazı yönlerini daha iyi kavramak amacıyla, Bolşeviklerin Çarlığa karşı kazandıkları zafer günlerine dönerek Türk-Sovyet ilişkilerini irdelemek gerekiyor. Çünkü Sovyet Rusya’nın hangi nedenlerle Anadolu Hareketi’ni desteklediğinin ve yardım ettiğinin, Türk-Rus ilişkilerinin dönüm noktasını oluşturan bu ilişkilerin Türkiye egemen sınıf ve katmanlarınca nasıl çarpıtıldığının ve kullanıldığının bazı kesimlerce de niçin anlaşılmadığının görülmesi önemlidir.
1917 Ekim Devrim ile Çarlığı yıkarak iktidara gelen Bolşevikler, bir yandan sosyalizmin yapılanmasına çalışırken, diğer yandan da Çarlık Rusya’sının Türkiye ve diğer ülkeler üzerindeki paylaşım planlarını dünya kamuoyuna açıklayarak, bu planların yırtıldığını ve artık geçerliliğinin kalmadığını, tüm ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceğini ilan ediyorlardı. Bu kapsamda Çarlık Rusya’sı zamanında işgal edilmiş olan topraklardan da zaman geçirmeden çekileceğini bildirmiş oluyordu. Nitekim 3 Mart 1918’de imzalanan Brest Litovsk anlaşmasının 4. maddesi gereğince Rusya, “Doğu illerini boşaltarak Ardahan, Kars ve Batum bölgelerinden birliklerini çekiyor, bu bölgelerin yeniden örgütlenmesini başta Türkiye olmak üzere komşu devletlere ve bu bölgede yaşayanlara bırakıyordu.
Kendisine ait olmayan topraklardan hiçbir koşul öne sürmeden ayrılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalistler tarafından paylaşılmasına karşı çıkan Sovyet Rusya, Dışişleri Bakanı Çiçerin aracılığıyla da 13 Eylül 1919 günü Türkiye işçi ve köylülerine bir çağrı yayınlayarak, emperyalist işgale karşı Sovyet Rusya Hükümeti’nin kendilerini destekleyeceğini ilan ediyordu. Bununla da yetinmeyen Sovyetler, emperyalistlerin ve kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulmak için uğraşan veya uğraşacak olan Doğu halklarına her türlü maddi ve manevi yardımı yapacağını söylüyordu.
Nitekim Sivas Kongresi’nden (4 Eylül 1919) bir-iki ay sonra Kafkasya Bolşevik Orduları Komutanı Chalva Eliava, Osmanlı İmparatorluğu’nun son durumunu incelemek ve Türk Milli Teşkilatı ile ilişki kurarak emperyalistlerin karşısında Türkiye’nin ulusal haklarını savunacaklarını ve bu uğurda her türlü yardımı yapacaklarını bildirmek için İstanbul’a gönderilmiştir.Fakat emperyalizmle bütünleşme emelleri ile dolu olan Anadolu’daki önderliğin niteliğinden dolayı, Sovyetlerin bu çabalarından sonuç almaları mümkün olmamıştı.
Ancak 16 Mart 1920’de İstanbul’un emperyalistler tarafından işgali ve ardından 11 Mayıs 1920’de Sevr anlaşmasının gündeme gelmesi, önderliğin emperyalizmle bütünleşme rüyalarını boşa çıkarıyordu. Böylelikle emperyalistlerden umduklarını bulamayan ‘kurtuluşun önderleri’ hemen aynı gün Sovyet Rusya’ya heyet gönderiyorlar ve Moskova’ya giden Türk heyetinin başkanı Bekir Sami, amaçlarını şöyle açıklıyordu: “Sovyetler’le bir dostluk anlaşması yapma olanağını araştırmak ve gereksinimimiz olan para ve her türlü malzeme yardımını sağlamaktı.”
Söylenen sözler ve yazışmalar, yapılacak her türlü yorum ve anlatımdan çok daha somut bir biçimde gereken verileri sunduğu için durumu nitelemeyi, izlediğimiz bu yöntemle sürdürelim. Mustafa Kemal yine aynı dönemde Kazım Karabekir’le olan yazışmalarında, Moskova’ya gidecek olan heyetin oraya götürmesini gerekli gördüğü mantığı da açıklar: “Memleketimiz kapitalist değildir. Çiftçi memleketidir. Fabrikalarımız da yoktur. Emperyalist olan Fransa ve İngiltere, İslam dünyasını Asya ve Afrika’da boğmuş ve her yerde esir aşamasına getirmiştir. Dolayısıyla Bolşevik amaçlarında, bir tahribatın yıkılarak tüm milletleri kardeş gibi yaşatmak varsa, biz emperyalist olan bu devletlerin ve özellikle İngilizlerin düşmanıyız. Ve bu noktada Bolşeviklerle sonuna kadar birlikteyiz. İslam kuralları tümüyle özgür ve özerk bırakılmalı. Çünkü Kuran-ı Kerim yoksullara, işçi ve emekçilere ait ve bizce bilinen ne kadar Bolşevik ilke varsa içeriyor.” Savaşın önderleri, bu şekilde bir taraftan emperyalistlerle uzlaşma olanaklarını ararken öte yandan Bolşevikten çok Bolşevik geçinerek abartmalı ve yapay yaklaşımlarla da Sovyetlere övgüler dizmektedirler. Elbette bu yaklaşımın altında, özündeki bütün anti-komünist düşüncelere rağmen, ülkedeki sosyalist hareketlenmeyi denetim altına almak ve Sovyetlerle ilişkide olan Enver Bey ve diğerlerine yapılan yardımları kendilerine kanalize etmek amacı da yatmaktadır.
Ankara Hükümeti, Sovyetlerle yapılacak anlaşma görüşmelerinin uzaması üzerine Moskova’daki delegelerle şu kararı gönderir: “Moskova’daki delege kurulumuzun en son 29 Ağustos 1920’de ulaşan raporundan ve genel durumdan anlaşıldığına göre Bolşevik Rusya’nın kalbinde İslam ve Türk ülkesinde kesin bağımsızlık arzuları egemen olmaktadır. Türkiye’nin bakışını; bütün ülkesinin İslamiyet ile coğrafi ve siyasi ilişkisinin derinliğini saptamış bulunması belirlemektedir. Bir de savaş koşulları ve tekniği açısında pek fakirleşmiş olduğundan bu konuda çok büyük bölümü Müslüman olmak üzere dünyanın her tarafından gelecek yardımları israf edemeyecek bir halde bulunmaktadır. İç durumu nedeniyle İslam dünyasını tatmin etmek ihtiyacından henüz vazgeçecek durumda olmadığı gibi Batı kuvvetleriyle denge sağlayabilmek için İslam dünyasına tavır koymak, iktidarını korumak ve göstermek zorunluluğu da Batılılarla ittifak oluşturulmasına kadar geçerlidir.”
Ankara Hükümeti, Sovyet Rusya’nın kendilerine duyduğu yakınlığı ve dostluğu Rusya’nın sadece İngiltere pazarlığında kullanacağı bir malzeme olarak görmektedir. Ayrıca kendilerine yardım edemeyecek kadar da yoksul olduklarını söylemektedir. Oysa aynı dönemde, Sovyet devriminin önderi Lenin, kendileri hakkında söylenen ve alınan karardan habersiz, Türkiye’ye büyük elçi olarak göndereceği Aralov’a şunları söylemekteydi: “Kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa sosyalist değil ama görünüşe göre iyi bir örgütçü, yetenekli bir kumandan, ulusal burjuva devrimini yönetiyor. İlerici tabiatlı bir insan ve akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlıyor ve Sovyet Rusya’ya olumlu bir biçimde yaklaşıyor. İşgalcilere karşı kurtuluş savaşını yönetiyor. Ve ben emperyalistlerin burnunu kıracağına ve saltanatı da tüm çetesiyle temizleyeceğine inanıyorum. Halkın da ona güvendiğini söylüyorlar, ona yardım etmeliyiz. Ona yardım etmek gerekir. Türk halkına saygılı davranınız. Büyüklük taslamayınız, işlerine müdahale etmeyiniz. İngiltere, onların üzerine Yunanlıları saldırttı. Aynı İngiltere ve ABD bizim üzerimize de bir sürü ülke saldırttı.”
Lenin, Mustafa Kemal ve Anadolu Harekatı için bunları söylerken yardım konusunda ise çok daha açık konuşuyordu: “Biz fakir isek de Türkiye’ye maddi yardım yapabiliriz ve yapmalıyız.” Fakat aynı dönemde Ankara Hükümeti saldırılarını sürdürüyordu. Moskova’nın kendilerine yaklaşımını:
“Batı devletleri ile anlaşma çerçevesinde Türkiye’nin feda edilmesi olasılığını korumak için bizimle net bir anlaşmaya girişmemek, İslam milletleriyle Türkiye’nin aralarındaki ilişkiyi engellemek, Ermeni’ler nedeniyle Hırıstiyan Batı dünyası karşısında Türkiye aleyhinde yerleşen düşünceyi kışkırtmaktan sakınmak, kendilerine ve Batı devletlerine karşı Türkiye’nin bağımsız bir politika oluşturmasını engellemek için Bolşevizmi Türkiye içinde emrivaki hale getirip Türkleri bağımsızlıkla uyuşmayacak bir hale sokmak, memleketin idaresini Moskova’ya bağlamaktan ibarettir.” Şeklinde özetliyorlardı. Kısacası, Türkiye egemenleri, emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alırken bile onlarla nasıl uzlaşacağının yollarını aramaktadır. Bu arada da Rusya kozunu çok yönlü olarak kullanmaktadır.
Sovyetlerin Türkiye’den herhangi bir çıkar sağlamak ya da emperyalizmle ilişkilerinde Türkiye üzerinde bir ödünleşmeye girmek tarzında herhangi bir niyet ve tavrı olmadığı halde, Ankara Hükümeti tarafından 2 Eylül 1920’de, Sovyet Rusya’nın İngiltere ile Türkiye üzerinde pazarlık yapacağı öne sürülerek şöyle deniyordu: “İşte bu programı izleyen Bolşevikler, şimdiye kadar hiçbir fedakarlık karşılığında olmayarak Türkiye’nin kendi ellerinde bulunduğu propagandasını yapmışlar ve bu propagandayı İngilizler’le pazarlıkta kıymetli bir mücadele metası olarak kullanmışlardır. Türkiye’ye bir kuruş vermeyerek onu avutabilmişlerdir.” Oysa bu dönemde Sovyet Rusya, bırakalım ilerici, demokrat olmayı, İngiltere’ye karşı savaşan başta Türkiye olmak üzere İran, Afganistan, Hindistan gibi ülkeleri desteklemiş ve onlara dostluk elini uzatmıştır. Anti-komünist Ankara Hükümetinin düşünce ve kararları, gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmadığı gibi tam bir kavrayışsızlık ve gericilik örneğidir.
Sovyet Rusya’nın “Türkiye enkazı üzerine” İngilizlerle pazarlığa oturacağının söylendiği dönemde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderlik ettiği Komünist Enternasyonal, bunun tam tersini söylemektedir. Komünistler, “Sömürgecilik ve Ulusal Politika Sorunları ve 3. Enternasyonal” adıyla çıkardıkları kitapta şöyle demektedirler: “Sovyet Rusya’ya karşı savaş, ihtilalci doğuya karşı savaş demektir. Ve bunun tam tersi de doğrudur. Doğuya karşı savaş Sovyet Rusya’ya karşı savaş demektir.” Yine aynı kitapta şu görüşler yer almaktadır: “İngiltere ve Fransa için Rusya’da sosyalist iktidarın kalıcı olarak kurulması, doğudaki ve hepsinden de önce Küçük Asya’daki tüm İngiliz ve Fransız emperyalist planların yıkılması demektir. Bu yüzden Sovyet Rusya’ya karşı kudurmuş Leh Köpeklerinin, uyanan Türkiye’ye karşı da Klikya ve Suriye’deki Fransız birlikleriyle, Mezopotamya’daki İngiliz kuvvetlerine yardım etmek için Yunan köpeklerinin zincirlerinden serbest bırakılmalarının aynı zamana gelmesi boşuna değildir.” Bu şekilde, emperyalistlerin Türkiye ve Rusya üzerinde oynamak istedikleri ve oynadıkları oyunu ortaya koyuyorlardı.
Nitekim emperyalistler Vrangel’i destekleyerek ve Karadeniz’i kontrol altında tutarak Sovyet Rusya’nın denizden Türkiye’ye yardım yapmasını engelleyeceklerdi. Ayrıca Kafkasya’da Menşevik Gürcistan’ı ve Taşnak Ermenistan’ı destekleyerek denetim sağlanmış, Sovyet Rusya, Türkiye ve Hindistan tehdit edilerek birbirleriyle ilişki kurmaları engellenmeye çalışılmıştır.
1920 Eylül ayında Bakü’de toplanan ve Türkiye’nin de resmi delegelerle katıldığı Doğu Halkları Kongresi’nin açılış konuşmasında Zinovyev, Mustafa Kemal’in neden desteklenmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu: “Bizimle beraber olmayan hatta bazı nedenlerle bize karşı olan grupları sabırla destekleyeceğiz. Örneğin, Türkiye’nin durumu böyledir. Bildiğimiz üzere Sovyet Hükümeti Kemal Paşa’yı desteklemektedir. Kemal’in yöneteceği hareket, düşmanların elinden Halifeliğin kutsal kişiliğini kurtarmak istiyor. Bu bir komünist görüş müdür? Hayır… Bir daha tekrarlayalım. Türkiye’de halka dayalı hükümetin siyaseti bizim siyasetimiz değildir. Ama biz yinede şu anki İngiltere Hükümetine karşı devrimci her türlü mücadeleyi desteklemeye hazırız.”
Doğu Halkları Kurultay’nda bu görüşler dile getirilirken “Türkiye’nin enkazı üzerine” İngilizlerle anlaşmaya oturacaklar diye feryat eden Ankara Hükümeti’nin 1921 başlarında Londra Konferansı’na gönderdiği Bekir Sami başkanlığındaki Türk heyeti, İngiltere Başbakanı Lıyod George ile görüşerek İngilizlerin güdümünde Sovyet Rusya’ya karşı savaşma önerisinde bulunuyordu. Yine 1921 yılında Fransız’larla bir ayrıcalık antlaşması imzalanmış ve Fransız’ların Romanya, Polonya ve Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya saldırtma durumları söz konusu olmuştur.
Tüm bunlar Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye kuşkulu bakmasına yol açıyordu. Ne var ki, bütün endişelere rağmen, bir yandan Enver Paşa ile ilişkilerin sürdürülmesi denenirken öbür yandan, Ankara Hükümetine çeşitli biçimlerde yardım edilir ve itici davranılmamaya çalışılır. Fakat nitelikleri konusundaki yargıdan ötürü, söz gelimi Ankara’nın 1920-21 yıllarındaki askeri ittifak girişimleri, güvensizlik temelinde geri çevrilir.
Ankara Hükümeti’nin 1921 Şubat’ında Moskova’ya ‘dostluk ve barış anlaşması’ yapmak üzere bir heyet göndermesiyle gündeme gelen gelişmeler de, bu durumu çeşitli yönleriyle ifade etmektedir. Görüşmeler sırasında, Sovyet yetkilileri Türklerin tutumunu hiç de güven verici bulmadıklarını bildirirler. Çiçerin, Türk yönetimini, gümrüğü işgal etmekle, Ermenistan’da ayaklanarak Erivan’ı ele geçiren batı yanlısı Taşnaklar’a yardım etmekle, Sovyetlerden Ankara’ya gitmek üzere yola çıkan TKP önderi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesiyle ve Ankara’daki komünistlere baskı yapmak ve tutuklamakla suçlar. Bu durum karşısında dostluk anlaşması yapılamayacağı, ancak bir barış antlaşması imzalanabileceği bildirilir. Bu arada, bu anlaşmaya yanaşılmamasında aynı dönem İngiltere ile yapılmaya çalışılan bir ticaret anlaşmasının da rol oynamış olduğunu belirtmek gerekir. Stalin, Ali Fuat Cebesoy’a şöyle der: “İttifak yapamayız. Çünkü İngilizlerle ticaret anlaşması yapacağız. Fakat asıl amacımız olan mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz. Biz muhtaç olduğumuz maddeleri İngiltere’den alır ve İtilaf Devletleri’nin birliğini parçalarsak, önemli bir başarı elde etmiş oluruz. Dolayısıyla, bu ticaret anlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur.”
Fakat Sovyetler, Türkiye’ye ilişkin bütün endişe ve güvensizliklerine rağmen, yukarıda vurguladığımız nedenler kapsamında, Anadolu Hareketi’ne ilişkin tutumunu değiştirmemiştir. Yine bu konudaki bir ikincil faktör olarak, Yunanlıların Anadolu’da yeniden ilerlemeye başlamalarını ve askeri açıdan emperyalist tehlikenin artmaya başlamasını da saymadan geçmeyelim. Sonuçta 16 Mart 1921’de bir dostluk anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre, Sevr anlaşması uluslar arası düzeyde Sovyetler Birliği tarafından geçersiz kılınır ve Sovyetler, daha o tarihte, Misak-ı Milli sınırları içinde Ankara hükümetini tanıyan ilk ülke olur. Aynı zamanda, anlaşmadan sonra Türkiye’ye yardımı daha da arttırır. Sovyetler, bu anlaşmayı imzaladığı gün, İngilizlerle de biraz önce değindiğimiz ticaret anlaşmasını imzalar. Londra’da yapılan görüşmelerde İngiltere Başbakanı Lloyd George, söz konusu anlaşmaya ‘Sovyetlerin Kemalistlere yardım etmemesi’ koşulunu koymak istemişse de bu istek, Sovyetler Birliği tarafından reddedilmiştir.
Ankara, Sovyetlerin kendilerine yönelik tutumuna ilişkin ne düşünüyordu? Ali Fuat Cebesoy’un sözcükleriyle dile getirelim. Cebesoy yapılan yardımın büyük bir özveriden kaynaklandığını vurguluyordu: “İttifak antlaşmasında ısrarımızın nedeni, fazlaca sağlamayı düşündüğümüz yardımı bir yükümlülüğe bağlamak içindi. Bir hükümetin ötekine yapacağı yardımı bir ittifak anlaşmasına yüklemenin, emperyalist bir devlete karşı müdahale durumunda bulunan bir millete yapılacak bir prensip yardımından daha önemli olacağı kuşkusuzdu. Çok çetin mücadelelerden sonra para, silah ve savaş malzemeleri bakımından yapılacak yardımın, Sovyet Dışişleri Komiseri’yle Türkiye Büyükelçisi arasında karşılıklı olarak gizlice verilecek mektuplarla sağlanması ve bu gizli mektupların da imzalanacak dostluk anlaşmasının ayrılmaz bir parçası sayılması kararlaştırıldı. Kısa zamanda birkaç taksitle verilmek koşuluyla 10 milyon altın ruble ve iki tümeni tümüyle silahlandırabilecek miktarda tüfek, süngü, mitralyöz, top, cephane, kesim hayvanları sağlanmıştır. O tarihlerde Polonya yenilgisi üzerine Polonyalılara 30 milyon ruble gibi önemli bir savaş tazminatı verilmesi yükümlülüğü ve Kızıl Ordu’nun Polonya savaşındaki silah ve cephane kaybı göz önüne getirilirse bizim elde edebileceğimiz para ve silah yardımlarının Ruslar için büyük bir özveri olacağından şüphe edilemezdi.”
Sovyetlerin Kurtuluş savaşına kendi zor koşullarına rağmen, en ateşli anti-komünistlerin dahi ‘Sovyetler, Milli Mücadeleye askeri malzeme ve para yardımında bulunmuştur’ yüzeyselliği içinde değinmek zorunda kaldıkları katkının son derece önemli boyutları olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. Şu saptama, bu durumun en yalın ifadesidir. TBMM Hükümetinin 1920 ve 1921 yılları içinde Mecliste onayladığı Milli Savunma giderlerinin toplamı, Sovyetlerin iki yıl içerisinde Ankara Hükümetine yaptığı para yardımına denk düşüyordu.(7)
Anadolu Hareketi boyunca alınan tek dış kaynaklı yardımı gerçekleştiren Sovyetlerin bu dostluk tavrını bir Sovyet yetkili şöyle temellendiriyordu: “M.Kemal Hareketi, bir kurtuluş hareketidir. Ve şu ana kadar elimizden geldiği kadar desteklememizin sebebi de bu özelliğidir. Ama bu hareket başarıldıktan sonra Türkiye’deki eski gericilerin, ağaların ve beylerin iktidarı yeniden ele geçiremeyeceklerine dair hiçbir garantiye şahit değiliz. 1908 Jön Türk ihtilal örneği önümüzde duruyor. Şu anda M. Kemal milletin saygı ve sevgisini kazanmış durumda ama bir karşı müstesna onu desteklemeyen generaller ve politikacılar geridir. Daha şimdiden elimizde Fransız kapitalistleri ve emperyalistlerle ilişkide bulunduğuna dair işaretler değil kesin deliller var. Yarın eğer savaşı kazanır ve Yunanlıları Anadolu’dan ve Trakya’dan kovarlarsa, başında M. Kemal bulunsun bulunmasın Türkiye Batı’ya yönelecektir.”
Bu öngörü, çok fazla zaman geçmeden gerçeklik kazanmış ve 1922 yılında, “Büyük Taarruz” dan önce Başbakan Rauf Orbay, savaşın kazanılacağı olasılığı kuvvetlenince Sovyetlerle ilişkiler konusunu kendileri açısından gereken bütün vurgulamalarıyla dile getirmiştir: “Bolşeviklere gösterilen dostluk, onlardan alınan para ve savaş araçları yardımından ötürüdür. Son Bolşevik armağanlarıyla birlikte Sovyet dostluğu bitecektir.” Ve Büyük Taarruz’dan sonra Türkiye’nin savaşı kazandığı kesinleşince, Batı ile ilişkilerini açığa vurma konusunda özgürleşmiş olarak, Sovyetlerin daha dün büyük özverilerle gönderdikleri silahları, emperyalistlerle birlikte Sovyetlere çevirmekten kaçınmazlar. Rıza Nur, Lord Curzon’a, işbirlikçiliğinin, emperyalizme uşaklığının dilini döker: “Biz Rus’a karşı sizin bir savunma siperiniz oluruz. Irak’ta para harcayacağınıza biz size parasız jandarmalık ederiz.”
EMPERYALİSTLERLE İLİŞKİLER
Emperyalizme karşı tavır almak; emperyalizmin özellikleri ve girdiği geri kalmış ülkelerde gündeme soktuğu ilişki ve programlardan ötürü, temelde onun sömürü sistemine ve yerli işbirlikçilerine tavır almak demektir.
Özellikle dönemimizde ‘siyasal bağımsızlık’, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel bağımsızlık bütünün bir faktörü olmaktan çıkmış, emperyalizmin sömürüsünü daha olgun ve rahat koşullar altında sürdürmesinin bizzat emperyalizm tarafından takılan yaftası haline gelen, içi boşaltılmış, suni bir kavram olmuştur. Bu nedenle emperyalizmin açık işgaline karşı verilen savaşların, doğrudan onun sömürü sistematiğine ve ülkedeki her türlü varlığına son vermeyi amaçlamadığı, buna yönelmediği hallerde, bir işgal biçiminden başka bir işgal biçimine geçişi sağlamaktan öte bir anlam taşıyabilmesi olanaksızdır.
Çağımızda, ulusal kurtuluş savaşlarının ancak proletarya ideolojisinin önderliğinde söz konusu olabileceği gerçeğinin gerekçesi budur. Bu karakterde bir kurtuluş, bu boyutlar ve kapsam içinde anti emperyalist tavır alış, ancak ve ancak proletarya ideolojisinin yön vermesi ve elbette aynı bağlamda proletarya ve müttefiklerinin önderlik tavrı, belirleyici işlevleri ile gündeme gelme şansına sahiptir.
Anadolu Hareketi’nin seyrinde ise, gerek önderliğin durumu açısından, gerekse aynı temel verilerden kaynaklanarak emperyalizmle girilen daha savaş yıllarındaki ilişkiler açısından tam tersi özellikler görülmektedir. Bu özellikler ki, ikincil nitelikli boyutlar taşımayan, hareketin egemen karakteri olan özelliklerdir. O halde Anadolu Hareketi, anti emperyalist bir içerik ve sonuç taşımamakta, salt açık işgale verilen bir savaş panoraması sunmaktadır.
Bir hareketin tanımlanmasına yol açan neden, hareketin sunduğu verilerin sentezi, tayin edici fonksiyonları niteliğidir. Dolayısıyla, gerek önderliğin tavırlarında, gerekse savaşın kapsadığı kesimlerin amaç ve niteliklerinde homojenlik aranamaz. Aynı şekilde, bizzat savaşan güçlerle olsun, fiili ittifak veya destek güçlerinin farklı çıkış noktalarından hareket ettikleri halde bir yerde buluşmaları, farklı sınıfsal ve politik karakterlere rağmen çakışmaları yanıltıcı olmaktadır. Nitekim söz konusu çakışmaların çok geçmeden çelişkiye dönüşmesi kaçınılmazdır. Öte yandan önderliğin küçük burjuva yapısı göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu çakışma perspektifleri, Marksizmin sınıf ve katmanlar çözümlemelerinde karşılığını bulmaktadır. Küçük burjuva kesimi, sınıfsal bir yapısallık arzetmeyen, halkın yön verdiği hareketliliklerde proletaryaya, aksi halde burjuvaziye yedeklenen, burjuva ideolojisi ve tavrını temsil eden bir kesimdir.
Bu çerçeve içinde Anadolu Hareketine baktığımızda, önderliğin, bir yandan açık işgale karşı dövüşürken bir yandan da emperyalizme eklemlenmenin, çizilecek ulusal sınırlar içinde emperyalizmin uluslar arası sistematiğine dahil olmanın canhıraş döğüşünü verdiğini görürüz. Savaşın başından itibaren, hatta en güçlü oldukları anda, emperyalizmin bu yönde bir girişimi olmadığı dönemlerde dahi, emperyalistlerle anlaşmanın kapılarını zorlamışlardır. Deyim yerindeyse, emperyalistlerden emperyalist beğenmişlerdir. “Siyasi bağımsızlığın tanınması halinde” yabancı sermayeye karşı olmadıklarını, yabancı sermayenin ülkeye gelmesinden memnun olacaklarını özellikle ve sürekli olarak vurgulamışlardır.
Aynı sürecin bu tarz sömürü yöntemindeki başarılı ve cazip ismi ABD olduğundan, gönülde yatan büyük aslanın ABD olması da doğaldır.
Siyasal bağımsızlığın, ülkenin alt ve üst yapısının kayıtsız özgürlüğü demek olduğu gerçeğinin bilincini, Anadolu Hareketi’nin önderlerinde aramak anlamsızdır. Çünkü bu saptama, materyalizmin gerçekleriyle siyasallaşan sınıfların ve önderliklerin çıkarımıdır, onların tavırlarına yön verir, ışık tutar. Siyasal bağımsızlık, askeri bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık vb. soyutlamalar ise idealizmin safsatalarından öte, emperyalizmin demogoji riyasından başka anlam taşımaz.
Ve Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında demektedir ki: “Ulusal egemenlik, ulusal ekonomi ile desteklenmelidir… Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun ekonomik zaferle taçlandırılmazsa sonuç kalıcı olmaz.” Güzel! Fakat ne yazık ki Mustafa Kemal konuşmasını sürdürüyor: “Sanılmasın ki yabancı sermayesine karşıyız… Kanunlarımıza uymak şartıyla yabancı sermayelerine lazım gelen güvenceyi vermeye her zaman hazırız”… İzmir İktisat Kongresinde benimsenen, Misak’ta ise başından beri güdülen amaç açıkça görülmektedir: “Türk, diline, milliyetine, toprağına… düşman olmayan milletlere daima dosttur, yabancı sermayesine karşı değildir. Ancak kendi yurdunda kendi diline ve kanununa uymayan kuruluşlarla ilişkide bulunulamaz… her türlü ilişkide fazla aracı istemez”.
Cumhuriyet’in kurulduğu ilan edilene kadar emperyalizmle ilişkiler konusunda bir hayli yol alınmıştır. Emperyalist devletlerle, hayata geçen geçmeyen bir dizi anlaşma imzalanarak çeşitli ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu anlaşmalar, Anadolu Harekatı’nın niteliğini, programını en iyi tanımlayan belgelerdir. Hemen hemen hepsinde, yapılacak yatırımlarda % 50 oranına kadar Türk sermayesinin katılımı öne sürülür.
1921 yılında Londra Konferansı’na katılan Bekir Sami, İtalyanlarla ve Fransızlarla teslimiyet niteliğini taşıyan anlaşmalar imzalamıştır.
Bu anlaşmalar, M. Kemal ve Meclis tarafından reddedilmiştir. Ancak aynı tutarsız karakteri doğrultusunda, M. Kemal bu kez kendisinin yönlendirdiği gelişmeler sonucunda, 20 Ekim 1921 tarihinde, Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşmasının devamı olan mektup alışverişi ile, daha önce karşı çıkılan imtiyazların hemen hemen tamamını tekrar Fransızlara vermiştir.
Olayın dikkat edilmesi gereken yönü, yapılan anlaşmalarda imtiyazlardan söz edilmediği halde, aynı dönemde gerçekleştirilen bir dizi gizli mektup alış-verişi ile bağlar kurulmasıdır. Türkiye adına Dışişleri Bakanı Yusuf Tengürsenk altı, Fransa adına Franklin Boulan beş mektup vermiştir. Mektuplara göre bir Fransız grubu, Hurşit vadisindeki demir, krom ve gümüş madenlerini %50’ye kadar hissesi Türk olmak üzere 99 yıl işletecektir. Ayrıca, Ergani madenlerinin işletilmesine Fransız gruplarının da girebilmesi sağlanıyordu. Savaştan önce Adana’da bir Fransız şirketinin almış olduğu pamuk arazi imtiyazının hayata geçirilmesinde çıkarılan zorlukların giderilmesi için çaba sarfedileceği bildiriliyor; varılan anlaşmalarla, Türkiye’deki Fransız sağlık, eğitim ve hayır kurumlarına dokunulamayacağı garantisi veriliyordu. Türk sanat ve jandarma okullarında Fransız öğretmenlerden yararlanmanın arzu edildiği bildiriliyordu.
Fransızlarla bu anlaşmaların yapıldığı süreçte Ankara’daki yabancı trafiği bir hayli yoğundur. Bu trafik akışında Amerikalılar dikkati çekmektedir. Daha sonra ABD ticaret ataşesi olarak Türkiye’de bulunacak olan Jullian Gillespre, 1922 başında davetli olarak Ankara’ya gelir. “Yusuf Kemal Bey, Fethi Bey, Dr. Adnan Bey ve Celal Bey’lerle tatmin edici bir çok görüşmeler” yapan bu Amerikalı, Washington’a gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli resmi raporunda şunları yazmaktadır: “Milliyetçi Türk hükümeti, gerçekten ABD ile yakın ticaret kurmak istiyor. Hem hükümet çevrelerinde hem de halk arasında Amerikalılara karşı uygun bir davranış var. Bu tutumun nedenleri şunlardır. 1) Milliyetçi Hükümet hemen maddi yardım istemektedir. Bu verilecek bir imtiyaz karşılığı avans, kredi ya da özel bir borç biçiminde olabilir. 2) Hükümet yetkilileri, Amerikan sermayesi yatırım yaparsa Amerikalıların Misak-ı Milli’de yazılı amaçlara müdahalede bulunmayacağına, siyasal amaçlarla hareket etmeyeceğine inanmaktadır. 3) Ayrıca Avrupa’da ileride yapılacak bir barış konferansında ticaret ve iktisadi haklar konusunda sorun çıkabileceğinden çekinmektedirler. Bu durumda, şu imtiyaz ya da bu ekonomik hak başkasına verilmiştir, diyebilmek istemektedirler. Açıkça, ticari imtiyazların Amerika gibi siyasal bir güç tarafından desteklenen güçlü finans gruplarına verilmesinden yanadırlar”
“Klikya’da Amerika ve Amerikan iş çevreleri konusunda olumlu bir eğilim var. Anadolu’nun en verimli köşelerinden biri olan Adana Ovası’nın sulama projesi daha kimseye verilmiş değil. Hükümet bu projeyi incelemekte ve şimdilik Amerikan kapitalistlerinin bir öneride bulunmasını beklemektedir. Güvenilir kişilerden öğrendiğime göre, böyle bir sulama projesi için büyük sermaye yatırımı gerekmeyecektir. Bu yapılırsa bütün Adana ilini ve Mersin Limanı’nı kapsayacak elektrik elde etmeye yeterlidir. Savaş sırasında bu konuda Alman mühendislerinin hazırladığı özel bir raporu ele geçirmeye çalışıyorum.”
Özel raporları ele geçirmeyi sağlayacak ilişkiler içinde olan Amerikalı, Rauf Orbay aracılığıyla Türk Hükümeti’ne soruyor: “Hükümet tarafından şimdi ne gibi yatırım ve yapım projeleri üzerinde durulmaktadır? Bunların hangileri Amerikan sermayesinin incelenmesine açıktır?” Rauf Orbay’dan aldığı yanıtı da ülkesine şu biçimde bildiriyor: “Hükümet tarafından incelenmekte olan projeler şunlardır: Mersin Limanı, Adana Ovası’nı sulama projesi, Zonguldak ve Bayburt’un elektrik projeleri… Şu projeler de hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz Limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak demiryolları, bu bölgelerdeki madenler, Ankara-Sivas ve Erzurum-Sivas, Bayburt-Erzurum-Trabzon, Trabzon-Rize demiryolları, Harput-Ergani-Mardin-Diyarbakır demiryolları… Bu sayılan işler Amerikan sermayedarlarına açıktır.”
Amerikan sermayesine açık olan projeler yalnızca bunlar değildir. Aynı bağlamda, sözkonusu Amerikalı raporunu sürdürüyor:
“Türk Milliyetçi Hükümeti, Musul ilinin Arap değil Türk nitelikler taşıdığını bildirerek kendilerine ait olduğunu ileri sürüyor. Buralardaki ve Van Gölü çevresiyle Erzurum’daki petrol yatakları çok önemli sayılıyor. Belki de bu ülkenin işlenmemiş en büyük kaynağı olarak kabul ediliyor. Bu yönde herhangi bir Amerikan grubu girişimlerde bulunursa olumlu işlem görecektir sanırım.” Jullian Gillespre’nin tahmini doğru çıkıyor ve 1923 başlarında bir Amerikalı grup ile (Chester Grubu) Doğu’daki petrolleri kapsayan anlaşma imzalanıyordu.
Nisan 1923 tarihinde, TBMM tarafından onaylanan Chester Anlaşması’na göre, Amerikan grubu Ankara’dan Kerkük’e, Samsun ve Doğu Beyazıt’a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda demiryolu ile üç liman yapımı üstlenmiştir. Demiryolu ve limanların işletme hakkıyla, inşa edilecek demiryolu hatlarının her iki yanındaki 20’şer km.lik alanda, petrol dahil olmak üzere, tüm madenleri işletme imtiyazları 99 yıllığına bu şirkete veriliyordu. Önemli ölçüde vergiden muaf tutulacak ve özel kolaylıklardan da yararlanacak olan bu şirkete, azami %50 oranında Türk sermayesinin de ortak olması öngörülmüştür. Bu grupla imzalanan ikinci anlaşmayla da Türkiye’nin ithal edeceği tarım makine ve gereçleri grubun tekeline verilmiştir.
Ülkemizin yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını 99 yıl Amerikan sermayesine teslim eden bu anlaşma, hükümet çevreleri tarafından “Ekonomik Zafer” olarak nitelenip, büyük coşkuyla karşılanmıştır. Başbakan Rauf Orbay, şu sözlerle meclisi de kendi coşkusuna ortak olmaya çağırmaktadır: “Cenab-ı Hak (Chester imtiyazı ile öngörülen) hududun rey ifasını Meclis-i Alinize mukadder kıldıysa.. meclisten alnınız açık vicdanınız sarih olarak gidebilirsiniz.”
Türk yetkililerin “büyük başarı” olarak değerlendirdikleri bu ayrıcalık anlaşmasına, İngiliz ve Fransız emperyalizmi, tekel niteliği gösterdiği için karşı çıkmış, serbest rekabet şartlarının ve “açık kapı” ilkesinin bozulması olarak değerlendirerek “açık kapı” ilkesinin uygulanmasını istemişlerdir.
Anlaşma, Musul petrolleri üzerinde gündeme getirildiği ve esas olarak o tarihte Türk-Irak sınırı henüz belli olmadığı, Musul’un nerede kalacağı saptanmadığından dolayı, daha sonra Musul’un Türkiye sınırları dışında kalması üzerine Chester grubunun anlaşmayı feshetmiş, Türkiye’ye 50,000 liralık tazminat ödetmiştir. Türkiye ile Chester grubunun anlaşmasından önce, bir başka Amerikan grubu olan Standart Oil Company de İngiliz-Fransız sermayesi ile yine Musul petrolleri üzerine anlaşmıştır. Böylece iki taraflı oynayarak durumu kendisi açısından sağlama alan Amerikan emperyalizmi, her koşulda kazançlı çıkacağı bir politika izlemiş, Musul konusunda da İngiliz görüşlerini desteklemiştir.
Türk Hükümeti bir yandan Amerikan emperyalizmine hizmet ederken, diğer yandan Yunan işgalcilerin babası İngiliz emperyalizmini de unutmamıştır. Demiryollarının, limanların ve yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını Amerikan tekeline verirken, İngiliz emperyalizmine de, dış ticaretin önemli bir kısmının tekelini vermiştir.
Londra’da yayınlanan Morning gazetesinin 6 Ocak 1923 tarihli sayısında, Leslio Urguhatt, “Türkiye İnkişaf-ı İktisaliyesi” adıyla kurulan Şirket için şunları yazıyordu: “İngiliz sermayesi Türkiye’nin ekonomide gelişmesine yardımda bulunabilmek için Lozan Konferansı’nın başarıyla sonuçlanmasını beklemektedir.” Bu şirketin en önemli ortağı Russo Asiatik Corporation adlı şirkettir ve nominal sermayesi 250,000 İngliz Lirası olup, şartlar gerektirirse bir milyon veya daha fazla İngiliz Lirasına çıkarılacaktır. Şirketin amacı; madenleri -petrol dahil- geliştirip işletmek, demiryolları için resmi ve özel anlaşmalara girmek, hükümet adına iş yapmak veya takip etmektir. İdare heyeti, beş İngiliz ve dört Türk’ten kurulu olacaktır.
Mr. Urguhatt’ın şirketi ile, kapitülasyon özellikleri de taşıyan bir anlaşma imzalanıyor, yine Londra’da yayınlanan The Times, (22 Haziran 1923) bu konuda şunları yazıyordu: “Türkiye ticaret şirketi veya benzer bir isim altında, 145.000 İngiliz liralık veya yaklaşık olarak bir milyon TL’lık yeni bir şirket kurulması kararlaştırılmıştır. Bu yeni şirketle Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ. birbirinin dörtte bir hissesine sahip olacaklardır. Bu iki şirket en geniş bir biçimde işbirliği yapacaklardır. Yeni şirket Millet Meclisi’nin idaresi altındaki bölgelerde yapılacak ihracatta Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ. tüm temsilciliğine sahip olacaktır. Millet Meclisi bu tasarıyı desteklediğinin bir göstergesi olarak Cardiff’e benzediği söylenen Karadeniz’deki (Zonguldak) kömürleri işletmesini bu şirkete bırakmıştır.
Türkiye’nin kalkınmasını, bütün ülkenin ithalat ve ihracatını kontrol eden ve geniş ölçüde parlamento üyelerinin ortak olduğu bir şirkete bağlamak, aslında Türkiye gibi ticaretin savaş dolayısıyla karmaşık, örgütsüz bir duruma girdiği bir ülke için dikkat çekici bir çözümdür. Şayet bu tasarı amacına ulaşırsa Türkiye ile ticaret yapmak isteyenler bunu ancak yeni şirket aracılığıyla yapabilecektir.”
Bu anlaşma iki önemli nedenden ötürü uygulamaya girmemiştir. Birincisi, emperyalistlerle ilişkilerde İstanbul Ticaret Odası ağır basmıştır. Anadolu ticaret burjuvazisinin kendi yerini almaya çalışmasına ve hükümet destekli bir tekel kurmasına karşı çıkmıştır. İkinci muhalefet te Amerikan emperyalizminden gelmiştir. Amerika’nın söz konusu muhalefeti The New York Times’da (17 Haziran 1933) şu şekilde dile getirilmektedir: “Bu anlaşma uygulamada rekabeti ortadan kaldıracak güçte olup, İngiliz ve Fransız mallarına, Türk pazarlarına girişte mutlak bir öncelik tanımaktadır… Türk hükümeti şirkete herhangi bir müdahaleyi, serbest ticaret bahanesini öne sürerek reddebilecektir. Oysa yeni şirketin Türklere ait bölümünün hemen hemen tamamı Türk milletvekilleri tarafından kontrol edildiğine göre, uygulamada ‘açık kapı’ ilişkisinin gerçekleşmesini beklemek pek mümkün değildir.”
Yine ABD emperyalizminin uluslar arası Standart Oil şirketi, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 17 Mayıs 1987 tarihli mektupta şunları yazıyor: Bize bildirilenler doğruysa, Türkiye’deki yatırımlarımızın büyük bir tehlikeyle karşılaştığını belirtmek isteriz.” Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyor: “Bu anlaşma hem Amerikan ticaretine, hem de Amerika’nın desteklediği ‘açık kapı’ ilkesine indirilmiş önemli bir darbedir.” O günkü emperyalistler arası ilişkilerde, Amerikan çıkarlarına darbe indirilmesi sözkonusu olamayacağından, bu anlaşmaların hayata geçmemesi, Türkiye’nin emperyalizme tavrı açısından önem taşımaz. Önemli olan Türkiye’nin emperyalist sömürü karşısındaki anlayışı ve attığı adımlardır. Kaldı ki, anlaşmaların uygulamaya girememesinin nedenleri, o günkü koşullarda emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı ve Türkiye’nin bunlara karşı tavır alamayışıdır.
Bu anlaşma ve tanınan ayrıcalıkların, ağırlıklı olarak politik nedenlerden kaynaklandığını, yapılacak Lozan Antlaşması’nda destek sağlamak amacından kaynaklandığını da söyleyemeyiz. Bu anlayışla hareket edilseydi, birine veya birkaçına karşı diğerine ayrıcalık tanınarak destek sağlama yoluna gidilirdi. Oysa, aynı süreçte barış anlaşması yapılacak bütün emperyalist ülkelere ayrıcalıklar dağıtılmıştır. Bu konuda esas olarak Anadolu Hareketi’nin sınıfsal ve ideolojik özellikleri, tali olarak da dönemin politik etkenleri rol oynamıştır. Çıkarılması gereken sonuç, “anti-emperyalist” bir hareketin, emperyalizmin askerlerini topraklarından çıkararak tekellerini davet etmesidir. Bu davetteki aşırı istekliliği nedeniyle şu espriyi dile getirmemek elde değil: “Sen askerlerinle beni sömüremezsin ama ben tekellerin aracılığıyla kendimi sömürtürüm!”
Bu arada belirtmek gerekir ki, üzerinde büyük fırtınalar koparılan ‘kapitülasyonların kaldırılması’ sorununda, kapitülasyonların reddi, emperyalizm açısından fazlaca önem taşımıyordu. Bir anlamda, uzun yıllar devlet üzerinde ciddi bir bağlayıcılık yaratmış bir sömürü mekanizması olan kapitülasyonların kaldırılması yeni devletin başarısıdır. Fakat bu başarıyı, zaman aşımına uğramış, bir hayli yıpranmış bir sistemin taşıdığı anlamla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu durumda, azınlık burjuvazisinin eski konumunu yitirmesi dolayısıyla, emperyalizmin ülkeyi sömürmekte azınlıkları kullanmasının koşullarının da tükendiği görülecektir. Böylelikle ne emperyalizmin kapitülasyonlar üzerinde durmasının gerekliliği kalmıştır, ne de yeni devletin, bunları kaldırmak konusundaki tavrı dolayısıyla, emperyalistlerle o çok önem verdiği ilişkilerinin zaafa uğramasına ilişkin bir endişe duymasına gerek kalmıştır.
Lozan’da 29 Ekim 1914’ten önce yapılan anlaşmalar ile bu anlaşmalara daha sonra yapılan eklemeler kabul edilmiştir. Düyun-u Umumiye borçlarının Türkiye sınırları içinde kalan kısmının ödenmesi benimsenmiştir. Buna göre 5 Kasım 1914 yılına kadar ödenmemiş olan 139 milyon Osmanlı altınının %65’i ödenecektir. Musul sorunu da daha ileride görüşülmek üzere Milletler Cemiyetine bırakılmıştır. Milletler Cemiyeti, bir süre sonra Musul’un Irak’ta kalmasını kararlaştırmıştır.
Son olarak, emperyalizmle ilişkiler sorununun bir diğer boyutuna değinelim: Yukarıda ana hatlarıyla koyduğumuz, özellikle örnekler vererek ve tarihsel seyri somut adımlarıyla aktararak nitelediğimiz ilişkilerin durumuna rağmen, Anadolu Hareketi’nin emperyalizme hiçbir anlamda zarar verici işlevi olmamış mıdır? Kuşkusuz olmuştur. Bu soruya ‘hayır’ yanıtı vermek, olayın gereken kıstasları içinde anti emperyalist konuma oturmamış olmasına ve gelişmelerin kısa zamanda emperyalizme önemli kazanımlar sunmasına rağmen; emperyalizmin Osmanlı düzeneğindeki ilişkilerini, planlı programlı olarak yeni devletin yeni ilişkilerine dönüştürmesi şeklindeki açıklamaları gündeme getirir ki, durum bu değildir. Böyle bir açıklama Marksizmin tarihe yaklaşım yöntemiyle örtüşmez.
Durum, birebir benzerlikler içinde olmasa da, benzer süreçlerde benzer özellikler gösteren geri kalmış ülkelerin, açık işgal karşısında, emperyalizmin saldırganlığına tavır alması, ama sömürü mekanizmasını parçalayacak dinamiklere sahip olmaması olayıdır. Ülkenin ‘geri kalmışlığı’, üretim ilişkileri temelinde söz konusu olduğu için ve üretici güçlerin o süreçlerdeki nitel ve nicel seviyesi, emekçi kitlelerin önderliği ele geçirmesine elvermediği için az önce tanımladığımız sonuç ortaya çıkmaktadır.
Yine ülkelerin dönüşümlerinde, iç dinamiğin belirleyici olması evrensel gerçeği temelinde; Anadolu Hareketi sırasında olduğu gibi, ülkenin doğru tanımlanmasından, beklentilerin rasyonelliğine, pratikteki ciddi katkılara kadar, Lenin önderliğindeki Sovyetler gibi ülkelerin bile durumun niteliğini değiştirmede fazla şansları yoktur.
Bağlarsak, Anadolu Hareketi’nin emperyalizmin çıkarlarına ilişkin ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlar da sözkonusudur. Açık işgalin kırılmasının, diğer geri kalmış halklara en azından bu bağlamda güç vermesi, emperyalizmin o koşullarda önem verdiği bir politika olan Hindistan yolunun önüne engeller çıkması, Sovyetlerin kuşatılmasında en azından problemli bir bölge oluşması hareketin tarihsel sürece soktuğu olumlu faktörlerdir.
SONUÇ
Anadolu Hareketi’nin tarihsel seyrini yer yer kısa saptamalarla birlikte genel olarak gözden geçirdikten sonra onun niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor. Bilindiği gibi bir hareketin niteliğini belirlerken; onun sınıfsal dokusu, önderliğin durumu, program ve hedefler göz önünde bulundurulur. Ki, 1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin çeşitli yerlerinde çarpışmayı soyutlayarak Anadolu Hareketi’ni salt işgal güçleriyle vuruşmaya indirgemek, olaya ‘savaş’ demek de doğru değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan, gerekse de daha sonra genel olarak aynı paralelde sürdürülen politikalarla, siyasal, sosyal, ekonomik, vb. çok yönlü bir hareket sunmaktadır. Dolayısıyla, genel bir nitelemeden önce başta nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı sorunların yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi bir sınıf ideolojisi temelinde mi gelişmiştir, yoksa bu şekilde gelişmeye tarihsel ve siyasal elverişlilik ortamı olmayan çeşitli hareketler gibi, görünümdeki farklılıklara karşı esasta bir sınıf ideolojisine bağlı, onun köklerinden sürgün vermiş ve sonuçta ona hizmet eden bir çizgi midir?
Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin -bugünkü kapsamıyla- sol literatürüne kadar uzanmış ‘Kemalizm’ kavramı, kendi özel niteliği olan bir ideoloji midir? İdeolojiden öte, bir ekol, bir çizgi olarak özgünlük taşımakta mıdır? Bu kavramın böylesine geniş bir yelpaze içinde yerleşikliğinin nedenleri nelerdir? Ve ideoloji nedir? İdeolojiyi; ekonomik, siyasal, sosyal normlara sahip sınıfların düşüncelerinin sistemli biçimlenişi olarak genel bir soyutlamayla tanımlamak olasıdır. Ne var ki, ideolojiler bu genellemenin kapsamında ama bundan çok daha yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce, maddi koşullarca belirlenir. Düşüncenin kendi sistematiği içinde ciddi aşamalar, nitelik sıçramaları yapabilmesinin koşullarını, tarihsel boyutu içinde maddi yaşam sunar. Bu veriler dönüp yeniden maddi yaşamın gelişme dinamiği olur. Fakat önemli bir noktayı tam da burada gözden kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin yanı sıra, belli bir dokuya, kendi kendine yaşama özgürlüğüne kavuşan düşünce, o andan itibaren maddi yaşamdan göreceli bir bağımsızlık kazanır. Yaşamın verilerini alarak kavramak-tanımlamak basit denklemi, artık karmaşık, çok bilinmeyenli problemlerle yer değiştirmiştir. Ve düşünce kendine özel bir dünya yaratmış, kendi kurallarını koymuştur.
İşte eğer bu tablo sınıfsal ve siyasal boyutlar içinde çiziliyorsa, o artık bir ideolojidir. Ayrıca yine eklemek gerekir ki, bir düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi için bilimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm gibi bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle de bezeli olabilir, ama bu onun bir sınıfın varlık koşullarını tanımlamasına engel olmadığı için ideolojisi olmaması anlamına gelmez. Konuya ilişkin olarak Engels’in 14 Temmuz 1893’de Franz Mehring’e yazdığı mektubu anımsamak yararlı olacak… Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji üzerinde çok yönlü düşünerek diyor ki:
“İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir. Onu harekete geçiren gerçek güçler kendisi için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış ya da görünüşte kalan itici güçler tasarımlar. Düşünsel bir süreç olmasına bakarak, ister kendisinin ister kendisinden öncekinin düşüncesi olsun, ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar ve daha uzaklarda, düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz. Onun gözünde bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla gerçekleşen her insan eylemi ona son çözümlemede, temelini düşünceye dayamış olarak görünür. Sanki tarihsel ideoloji, her özel alanda, daha önceki kuşakların zihninden bağımsız olarak meydana gelmiş ve birbirlerini izleyen bu kuşakların beyninde kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir. İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu görünüşte bağımsız tarihleridir ki, insanların çoğunu aldatmaktadır.
Luther ve Calvin resmi Katolik dininin hakkından geliyorlarsa, vb. bu, herhalde düşünce alanından çıkmayan olaylar nedeniyledir ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel bir yansısıdır. Aslan Yürekli Richard ve Philippe Auguste, haçlı seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların şu aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte rol oynayan çeşitli ideolojik alanlara bağımsız bir tarihsel gelişme tanımadığımıza göre, onlara hiçbir tarihsel etkilik de tanınmamalı.. Bu iddia, diyalektiğe aykırı basit bir görüşe, karşılıklı etki üstünde kesin bir bilgisizliğe dayanmaktadır. Bu baylar, ekonomik olgular tarafından yaratılır yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin de bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken olabileceği olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak unutuyorlar. Gerçeğin bu biçimde çıkarımlarının yapılabileceği Aristo çağından günümüze kadar düşüncenin karakterinin üzerinden de çok fazla su aktı.”
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın maddi yaşam koşullarınca belirlenen, onun çıkarlarını amaçlayan, dolayısıyla maddi hareket noktası üzerinde biçimlenen düşünsel olgular temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde bir sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir. (Komünizm ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk kez toplumsal düşüncedir.) Komünizme kadar sınıflar dışında, sözgelimi ara tabakalara ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine ilişkin ya da ezilen katmanların bileşimine ilişkin ‘özgün’ ideolojiler yaratmak, materyalizmin temel kıstaslarını tepelemekle eş anlamlıdır. Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz. Onun düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı biçimde, çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm aynı zamanda köylülüğün ezici nitel bölümüne hitap ettiği ve onun koşullarını, çıkarlarını tanımladığı halde, sosyalizm proletarya ideolojisidir, diyoruz.
Sonuçta Kemalizm, bir ideoloji olmadığı halde Türkiye egemenlerinin ‘sınıflar üstü devlet politikası’ demagojisinin içini kendi programlarıyla doldurduğu bir egemenlik ve muhalefet gömleği (hem egemenlik, hem muhalefet gömleği, karşıt bütün tezlerin ortak gömleği…) olarak sürrealist varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide, Kemalizm’in ve idealizmin (burjuva ideolojisinin) arayışı içinde olan, bunu gerçekleştirmek için çırpınan, uluslar arası ilişkilerinde de daha o günden bu temelde varoluşun eklemlenişlerini arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü ne proletarya ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen olma, onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik, hem kendi kimliği, hem de programları açısından sürekli çırpınıp durmuş, otodinamiğinin verilerinin farkında olduğu için de kendisi emperyalizmi aramıştır. Bu sözlerimiz, M. Kemal’in tutumunu hoşgörüyle karşıladığımız, tarihsel bir alternatifsizlik olarak yorumladığımız şeklinde algılanmamalıdır. Marx’ın farklı bir konuda, burjuvazinin tarihsel görevini sona erdiğini belirtirken ifade ettiği gibi artık onun, “kendisinin çağırdığı bu cehennem güçlerinin maşası olarak” kendi ülkesini, alacağı işbirliği rüşvet (bu rüşvetler çoğu zaman ‘iktidar’dır) karşılığı emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır”…
Düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın dışında bir sistematik kurulabilmek te siyasal bilime aykırıdır. Ve elbette ‘Kemalizm’e bir felsefe akımı demek hiçbir anlamda sözkonusu olmasa da ‘Kemalizm’in toplumsal etkinliklerini düşünürken, Fransız Regar Garaudy’nin ‘mızmız felsefeler’ diye adlandırdığı burjuva akımlarını (3) anımsamamak olası değil. Burjuva ideolojisinin genel karakterinden kaynaklanan bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına karşı yola çıkıp, ona hizmet etmeye kadar varan çeşnidir. Ne var ki, bütün bu görünürdeki çeşniye karşın, son çözümlemede çağımız iki büyük kamptan ibarettir. Burjuvazi ve proletarya.
“Günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle, derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek sözle ezen ve ezilen her an birbirlerine karşı olmuşlar ve kimi zaman alttan alta, kimi zaman da açıktan açığa sürekli bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga, her seferinde, ya bütün toplumun dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır…
Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva toplumu, yeni baskı koşulları ve yeni kavga biçimleri getirmiştir. Burjuva çağı, şu ayırt edici özelliği taşır: Sınıf çelişkilerini basitleştirmiştir. Bütün toplum giderek iki büyük topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve proletarya. Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından da burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir… Burjuvazi, tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır. Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal, ataerkil ilişkilere son vermiştir. Feodal bağları hoyratça koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar ve peşin para bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır. O güne dek el üstünde tutulan, baş tacı edilen en kadar meslek varsa hepsinin kutsal halesini yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır.”(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince; bir hareket, önder kadroların sınıfsal kökenine bağlı olarak nitelenmez. Önemli olan bu kadroların hangi sınıftan, kattan gelirlerse gelsinler, o hareketin sürecinde hangi sınıfsal temellerden kaynaklanan amaç ve programlara hizmet ettikleridir.
Evet, çokça söylenegeldiği üzere, Anadolu Hareketi’nin önder kadroları, ordu ve bürokrasiden gelmektedirler. Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu olan bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların, bürokrat ve askerlerin genellikle küçük burjuva hareketin ‘ideolojik, sınıfsal’ yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği söylenemez.
Küçük burjuva ‘ideolojiler’in değil ama, küçük burjuva karakterli çizgilerin tipik ‘mızmız’lıkları, yalpalamaları, burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları, ihtilal ve yukarıdan aşağıya girişimcilik darbecilik tablolarıyla küçük burjuvanın çizebileceği çeşitli çizgiler çekmiştir döneme… Ne var ki, olayın sınıfsal niteliği bu çizgilerle değil, dayandığı temel ekonomik ve siyasal olgularca belirlenir ve ol belirlemeler burjuva rotayı ortaya koymaktadır. Önderliğin amaçları, toprak ağaları ve Anadolu komprodor burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret burjuvazisinin amaçlarıyla buluşmuş, programın esası, devlet yönetiminde varlık çıkarları temelinde bürokrat ve askerlerin bu amaçlarıyla bütünleşerek oluşmuştur. (5)
Önderlik söz konusu kesimlerin siyasal ifadesi haline gelmiştir. Bu durum, bürokrat kesimin egemenlik güçleriyle ittifakı tarzında şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin görece bağımsızlığına rağmen bir buluşma gündeme geliyordu. Savaştaki ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile söz konusu ‘bağımsızlık’ artmış, yeni devletin inşasında önemli rol oynamış, onların rahatlığına ve işlevlerindeki hızına hizmet etmiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse, bilindiği gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Ancak bu durum her zaman ve her koşulda bu denli yalın ve kaba çizgiler içinde değildir. Ve kendi içinde özgün biçimler oluşturur. Devlet sınıfsal bir baskı örgütlenmesi olduğu ve bu durum uzun vadeli programlarla belirlendiği halde, güncel anlamda toplumdaki diğer kesimlere karşı da yükümlüdür ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır.
Öte yandan devletin iki temel örgütü olan ordu ve bürokrasi de kendi içlerinde kurumsallaşır. Özellikle kapitalizmin güçlerini daha da geliştirip karmaşık bir hale getirdiği bu kurumların yönlendirilmesinin, aralarındaki eşgüdümün sağlanmasının mekanizması, siyasal iktidarın yönetim ve yürütme organıdır. Ve her siyasal iktidar gücünü toplumun egemen sınıflarından aldığı gibi egemen sınıfların bürokrasi, militarizm ve siyasal iktidarla ilişkileri de karmaşık dengeler üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, egemen sınıflarla ilişkilerinin kuruluşuna, tarihsel gelişimine, toplumun ideolojik, politik, hukuksal, kültürel vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine oturur. Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok kurumlaşma özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların durumuna göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları da taşırlar. Toplumsal evrimdeki farklılıklar, devletin şekillenmesine de yansır. Ancak temelde bir sınıfın, burjuvazinin devleti olma niteliği değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak üst yapı kurumlarına değişen özellikler getirir. Egemen sınıfların devlet içindeki konumlanışına, devletin biçimlenişindeki etkinlik ve rollerine göre bazı özerkliklerde şekillenir. Öte yandan kimi ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık bir karakter arzetmekte iken kimilerinde daha yalındır. Kimi ülkelerde siyasal mekanizmayla egemen sınıfların ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşmasına, siyasal mekanizmaya ve egemen sınıf ilişkilerine bakarken, sorunu bu perspektiflerle ele almak gerekir. Ülkenin toplumsal evriminin koşul ve verilerine ilişkin olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin gerçeklikten uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet Devleti, Osmanlı Devleti’nin sunduğu tarihsel veriler üzerinde varlık kazanmış ve onun kalıcı yanlarını içererek, dinamizm sunabilen yanlarında kısmi değişiklikler yaparak biçimlenmiştir.
Osmanlı devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine palazlandığı, siyasal mekanizmanın asker-bürokrat kadrolarca oluşturulduğu, bu kadroların mevcut belirsizlik ve otorite boşluğu ortamında egemen sınıf gibi davrandığı (aynı zamanda esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı) bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları bu durum, Anadolu Hareketi’nin kadrolarına daha fazla özerklik olanağı tanıyan bir özellikti. İlk bakışta bu görece özerklik, söz konusu kadroların egemen sınıflarla ilişkilerini gizliyor, onlara bağımsız bir görünüm kazandırıyordu. Gerek bu olgu, gerekse de askeri-siyasi kadroların küçük burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik egemenlik güçlerinden ayrı olarak, küçük burjuvazinin elinde olduğu, (savaşın önderliğinin küçük burjuva kesimince üstlenilmesinin yanı sıra) yeni devletin de ‘küçük burjuva diktatörlüğü’ olduğu yanılgısına yol açmıştır.
Bu saptama yapılırken, gelişmelerin, siyasal, ekonomik ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların, ağırlıklı olarak emekçilere mi yoksa egemen sınıfların çıkarlarına mı hizmet ettiği gözetilmemiş ve yanlış çıkarımlar yapılmıştır.
Öte yandan emperyalizmle acil bütünleşme tavrı, devlet olanaklarının hangi kesimlerin çıkarlarına sunulduğu doğru çözümlenememiştir. ‘Kemalislerin’ sol tandanslı bazı tavırları da ülkenin yobaz bir çevresince ‘komünist’ ilan edilmelerine yol açmıştır. Bismarkvari girişimlerle burjuva kültürü, işçi ve köylüye devletin ihsanı olarak sunulmuştur. Bu kültürün en ilkel ve yapay tarzı, bütün topluma şırınga edilmeye çalışılmıştır. Çözümlemelerdeki yanılgıların nedenlerinden biri de bu durum olmuştur. Söz konusu yanılgılar, daha sonraki dönemlerde de değişik şekillerde sürmüştür. İlginç olan, aynı durumun değişik dönemlerde, dönemin koşulları doğrultusunda tümüyle zıt saptamalarla tanımlanabilmesi ya da değişik kesimlerce yadsınması veya savunulmasıdır.
Oysa ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler ulusal gelirden çok az payı alırken, aslan payı toprak ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950’ye kadar ücretliler %70-80 oranında vergi öderken, tüccar ve sanayicilerin ödedikleri vergi tutarı ancak %10’du. Bütçe gelirlerinin en büyük bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı vergiler oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe gelirlerinin %38’i, 1930-34 arasında %28’i, 35-39 arasında ise %27’si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı ve yine toplam kredilerin 1924-38 arasında %70’i tarım dışı alana giderken, %19’u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farklılık göstermeyen ama devlet müdahaleciliğinin, liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan yola çıkan değişik klikler oluşmuşsa da, oligarşik ittifakın temelinin (Oluşumunun değil) yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde atıldığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını rehber edinen yeni devletin, bu anlayışı ülke koşulları ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda hayata geçirmeye çalışmasının yanı sıra, tutarlılık gösterdiği tek konunun anti-komünizm ve şovenizm olduğu gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.