Roma’nın köle ayaklanmaları bütün köleci toplum sürecinin en çok bilinen ve kayıtlara geçmiş olan isyanlarıdır. Oysa aynı süreçte Doğu dünyası da esasen kaynayan kazan gibidir.
Ayrıca yine dinlerin ve peygamberlik kurumunun da esasen mevcut düzene karşı ayaklanma ya da muhalefet biçimleri olduğu söylenebilir.
Ancak dinlerden ve peygamberlerden de daha önemlisi, etkileri yüzyıllar boyu sürerek günümüze dek ulaşan “aykırı” mezhepler ve dini gruplar sorunudur. Hem Hıristiyanlıkta hem de Müslümanlıkta yaygın biçimde görülen bu durumun kökleri çoğu kez doğrudan ya da dolaylı olarak sınıfsal ayrımlara dayanmıştır. Bir dinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, duruma hakim olan kast ile çelişkiye düşen daha dışlanmış kesimler, dinsel metinlerin ve olayların şu ya da bu yorumundan hareketle yeni tarikatlar kurmakta ve çoğu kez bu oluşumlar ayaklanmalara yol açmaktadır. Dinin bir devlet biçiminde örgütlenmiş olan hakim eğilimi, toplumsal zenginliklerin de sahibidir ve bu noktadan sonra her muhalif hareket, bu zenginliklerden uzak tutulan daha yoksul kesimlerin tutumunu ifade etmektedir. Ve tabii hemen her durumda, hakim eğilim, muhalif güçleri “dinden sapma” ile suçlamakta ve “sapkın” olarak görmektedir.
Ortaçağda görüldüğü gibi mevcut kilise düzeni feodalizmle özdeşleşerek büyük zenginliklere el koyar hale geldiğinde ise bu, artık bir yoksullar savaşı haline dönüşmekte, bir köylü hareketi niteliğine kavuşmaktadır. Bunu az sonra göreceğiz. Aynı durumun Doğu’daki en etkin ifadesi, eski Asya dinsel inanışlarından gelen halkların Müslümanlığa dahil edildikten sonra gösterdikleri direnç ve giderek bu direnç noktasına uygun mezhepleri benimsemesidir. Muhammed sonrası ilk ayrılığın Arap toplumu içinde patlamasına karşın, sonradan bu çatışmadan türeyen ve giderek bu ilk çatışmayı da aşan akımların daha çok Arap olmayan topluluklar arasında yayılması bu anlamda rastlantı değildir.
Örneğin Alevilik, günümüze dek akıp gelen yönleriyle sadece “Ali’ye haksızlık” söyleminin çok ötesine geçerek özellikle Anadolu coğrafyasını kapsayan ve kendine felsefi, kültürel, vb. zeminler yaratan bir harekettir. Bu akımın çeşitli kollarının hemen her zaman şatafat ve saltanat karşısında sadeliği ve adalet duygusunu öne çıkarması, Avrupa’daki ilkel Hıristiyanlığa dönüş eğilimleriyle bu bakımdan bir benzerlik göstermesi rastlantı değildir; çünkü, sonuçta bu eğilimler ezilenlerin ve dışlananların bağrından doğmakta ve o kesimlerin tepkilerini ifade etmektedir.
Elbette aykırı uçlar yalnızca Alevilik inancıyla sınırlı değildir. Müslüman dünyada “Batıni” denilen başka “aykırı” eğilimler de vardır ve bunların bazılarının kökleri çok daha eski tarihlere uzanmaktadır. Sonuç olarak ağır vergiler ve yoksulluğun halkların belini büktüğü her durumda öfke filizleri yeşermekte ve bu biriken isyan potansiyeli kendisini dinsel yollardan ortaya koymaktadır. Aslında bu durum kaçınılmazdır da, feodal çağın temel bilinç biçimlerinin tümü kendilerini dinsel formlar içinde ortaya koymuşlardır. Henüz bilimsel düşünme biçimlerinin ortaya çıkmadığı koşullarda, en ilerici düşünceler kendilerini ancak o dönemin ideolojik biçimleri altında ortaya koyabilirlerdi. Gerçekten de olan budur; tanrıyı insanlaştırırken “cennet”i dünyevileştiren, adaleti maddi dünya koşullarında arayan bu akımlar, çoğu durumda daha eşitlikçi bir düzen isteğinin somut belirtilerini ortaya koymaktadır.
Bu süreçte İslam dünyasında görülen en özgün ayaklanmalar, ağırlıklı olarak İran civarında ortaya çıkmıştır. 6. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan ve “Tanrı topraktan yiyeceği ve tüm gereksinimleri, halk onları aralarında eşit bölüşsün diye yaratmıştır. Hiçbir kimse diğerinin payından fazlasını alamaz” felsefesine dayanan Mazdek inancı, bu ayaklanmaların en önemli ideolojik dayanağıdır. “İnsanlar, gıpta, azap, öç, yoksulluk, hırs gibi beş şeytan tarafından doğruluktan uzaklaştırılır.
Bunları yenmek ve iyi bir inanç yolunda yürümek için zenginlik ortak ve kadın-erkek eşit haklara sahip olmalı” diyen bu inancın sahiplerinin ve bu inancı değişik biçimlerde üreten pek çok akımın Abu Müslim’le başlayan ayaklanmalar zinciri, 21 yıl süren Babek isyanı ile devam etmiş, iki halifeye saltanatlarını kaybetme korkusu yaşatmış, yüz binleri aşan büyük ordular kurmuştur. Türk, Arap, Kürt, Bizanslı, Ermeni gibi değişik uyruklardan komutanlar tarafından yönetilmekte olan Babek orduları, bu süreçte Abbasi halifelerinin kuvvetlerini defalarca yenilgiye uğratmışlardır.
Bu isyan da stratejik çizgi ve kullanılan araçlar bakımından tipik bir halk savaşı-halk ordusu örneğini bize verir. 816’da başlayan Babek hareketi, klasik bir davranış olarak önce dağlık bölgelerdeki boğaz ve geçitleri tutarak kendi gücünü büyütmüş, daha sonra geniş bir bölgeyi ele geçirmiştir. Karargahları, komuta kademeleri ve ele geçirilen kentlerde sivil yaşam örgütlenmeleri vardır; yani kontrol ettiği bölgelerde kendi yaşam biçimlerini uygulayan, merkezi iktidara karşın “ikinci bir iktidar” yaratan bir tarza sahiptir. Bu, daha sonraları Avrupa’da da örnekleri görülen tipik bir tarzdır. Belli bir alanı alternatif yaşam bölgesi olarak fethedip inşa etmek, böylece “devlet içinde devlet” yaratarak orayı korumak biçimindeki bu çizgi, süreç boyunca hep görülecektir.
İsyan, nihayet Abbasi Halifesi Mutasım tarafından bastırılmış ve sonuçta ele geçirilen Babek, bütün organları tek tek kesilerek öldürülmüştür. Yine de Babek Mutasım’ın önünde eğilip af dilememiştir. Hatta rivayete göre işkence altındaki Babek, kendi kanını yüzüne sürmekte ve bunu “yüzü korkudan sarardı demesinler” diye açıklamaktadır.
Aynı hareketin devamı olarak 860’lardan itibaren Hamdan Karmat tarafından güney ve orta İran’da yaratılan Karmati hareketi ise “komünist” özellikleri daha belirgin bir harekettir ve Irak, Bahreyn, Suriye gibi bütün diğer bölgelere de yayılmıştır. Önce gizli dernekler biçiminde gelişen öğreti, daha sonra Hamdan’ın 890-891’de Karmatiler için Küfe yakınlarında bir toplu yaşama yeri olan Dar al-Hicra kalesini kurmasıyla bir isyana dönüştü. Göçmenler Evi anlamına gelen kale, (daha sonraları sahneye çıkacak olan) Hasan Sabbah’ın Alamut’una benzer biçimde ele geçirilemez bir konumdaydı ve içinde mülklerin ortak olduğu bir düzen uygulanıyordu. Aynı biçimde Bahreyn Karmati devletinin başkenti Al Ahsa’da da para yerine kurşun kuponların kullanıldığı, iş yapmak isteyenlere devletin yer gösterip kredi verdiği bir düzen hakimdir. Daha sonraları Selçuklu sultanlarının yok edeceği kent, tipik bir kırsal komün gibidir.
Zaman zaman Bağdat kapılarına dek dayanan Karmati ayaklanmasının tarzı da dönemin askeri mantığına uygun olarak en geride, sağlama alınmış bir derin üs (Dar-al Hicra Kalesi ya da Al-Ahsa) ve oradan başlayan akınlar biçimindedir. Yani pratik olarak bir “ikili iktidar” ve “kurtarılmış bölge” durumu en baştan mevcuttur, hareketin başlangıç noktası böyledir. Yine büyük halk orduları kurulmakta, karargah ve komutanlık düzenleri oluşturulmakta ve kentleri kuşatıp düşüren bir yol izlenmektedir.
Daha sonraları, Doğu dünyasının en özgün isyan örneklerinden olan Hasan Sabbah hareketine geldiğimizde ise temel mantık yine değişmez. Ancak bütün diğer ayaklanmalardan farklı bir stratejik çizgi izleyen bu hareket, büyük ordularla kentlere saldırmak yerine, kendi seçtiği güvenli bir mevzi olan Alamut Kalesi’nde yuvalanmış ve burada yetiştirdiği küçük gerilla timleriyle bütün iktidar güçlerinin korkulu rüyası olacak bir suikastlar taktiğini uygulamıştır. Artık söz konusu olan düpedüz bir ikinci iktidar, hatta ayrı bir devlet düzenidir. Merkezi yönetim, bu alternatif iktidarın varlığını bilmekte, onu yok etmek için elinden geleni yapmakta ama hem dönemin askeri imkanlarının kısıtlılığı, hem de Sabbah’ın ustalıklı yönetimi nedeniyle bunu gerçekleştirememektedir. Klasik deyimle söylersek, bu tam bir “denge” durumudur.
1090 yılında başlayan ve genel olarak İsmaililer diye bilinen bu hareket, Sabbah’ın ölümünden sonra da devam etmiş, bütün kaledekilerin kılıçtan geçirildiği 1256’ya dek sürmüştür. Sünni tarihçiler tarafından üzerine çeşitli spekülasyonlar üretilse de Sabbah’ın Alamut’ta kurduğu düzenin tipik ortaklaşmacı-eşitlikçi özellikler gösterdiği kabul edilmektedir. Hareket, sonuçta bir iktidar değişikliği yaratamamıştır ama ezilenlerin, emekçilerin egemen sınıflara karşı yürüttüğü gerilla savaşının tarihsel olarak en yetkin, en sistematik ilk uygulaması diyebileceğimiz bir savaş düzenini yaratmış, hatta bu süreçte Selçuklu baş veziri Nizam-ül Mülk dahil birçok devlet adamının ortadan kaldırılması bağlamında, bir benzetme yaparsak, silahlı propagandanın ilk örneklerinden birini gerçekleştirmiştir.