İşte 1970’lerin başında M. Çayan yoldaş’ın karşı karşıya kaldığı sorun tam da buydu: doğru halkayı arayıp bulma sorunu… Yaşanan teorik keşmekeş içinde Türkiye devrimi için bir yol bulma ve bunun için üzerinde hareket edilen zemini kavrama çabası özellikle o dönemde artık gerçek bir ihtiyaç haline gelmişti.
60’ların ikinci yarısından sonra, emperyalizmin krizlerinin yansımasından da etkilenen yeni-sömürgeci ekonomik yapı tıkandığında ortaya çıkan toplumsal kaynaşma, artık yeni devrimci alternatiflerin çıkışı için uygun ortamı sağlamış ve bu büyük kaynaşma içinden süzülen insanlar biraraya gelmişlerdi. Bu hem kadrosal, hem de ideolojik bir süzülmeydi. Ülkenin her yanında yükselen toplumsal muhalefet, fabrikalardan köylere, okullara dek her yanı sarıyor ve her gün insanları daha fazla eğiterek bir iradi müdahale bilincine ulaştırıyor ve bu insanlar gösterilerin, işgallerin içinden belirli bir elit biçiminde ortaya çıkıyorlardı.
Diğer yandan ise, bu bir ideolojik süzülmeydi. Türkiye sosyalizminin geçmiş 50 yılından dişe dokunur bir teorik miras devralma şansı olmayan insanlar, marksist klasiklerle tanışıyorlar, edindikleri her yeni teorik bilgi ile ortamı yeniden kavramaya, durumu çözümlemeye çalışıyorlardı. Bu durumu bir keşmekeşe dönüştüren koşulları anlamaktan çok uluslararası kamplaşmanın hazır şablonlarına bu koşulları sığdırma eğilimiydi.
Bir teorik belge olarak “Kesintisiz Devrim” broşürü, işte tam bu şabloncu tarza karşın bir özgünlük arayışı olarak doğdu. Gerçekten de bu, Türkiye için özgün olanın arayışıydı. Sağa yaslanma geleneğinden sıyrılıp gerçek bir devrim isteğiyle yola çıkan insanlar nasıl yürüyeceklerini saptamaya çalışıyorlar, bunun için de nerede yürüdükleri sorusuna yanıt bulmak için çabalıyorlardı. M. Çayan’ın ilk yazıları incelendiğinde, bu arayışın hep varolduğu ama henüz daha çok ÇKP kaynaklı genel tezlerin ağır bastığı görülür. Bu yazılarda da halk savaşı anlayışı geliştirilir ve demokratik devrim daha çok “yarı-feodal ülke” çözümlemesine uygun olarak Milli Demokratik Devrim çerçevesinde yorumlanır. (2) Oysa, M. Çayan yoldaş’ın teorik gelişiminin-maalesef-son halkası olmak zorunda kalan “Kesintisiz Devrim II-III” karşımıza daha özgün bir belge olarak çıkar. Bu kez artık daha net olarak, polemikler fırtınasından sıyrılma, 60’ların sonundaki Türkiye’yi anlama isteği gözlenir. Eksikleriyle, (Kemalizm sorununda olduğu gibi) yanlış çözümlemleriyle “Kesintisiz Devrim” böyle gerçekten içten bir devrimci anlayışın belgesidir.
M. Çayan yoldaş, bu belgede, Marksizim-Leninizmin evrensel tezlerini ve belli başlı devrimler sürecini irdeledikten sonra Türkiye’ye gelir ve işe özellikle emperyalizmin dönemsel özelliklerini saptamakla başlar. Şüphesiz yaptığı, herşeyin yeniden keşfi değildir. Sözgelimi yeni-sömürgecilik kavramı, savaş sonrası emperyalist işleyişi tanımlamak için kullanılan genel-geçer bir kavramdır. Başka bazı kavramlar için de aynı şey söylenebilir. Zaten M. Çayan’ın orijinal olma gibi bir kaygısı da yoktur. Onun esas kaygısı, Türkiye’de devrimci sürecin önünü açmak ve bunun için de yaşanan koşulların temel noktalarını saptamaktır. Bu açıdan onun esas yaptığı bütün bu kavramların, durumların akademik bir incelenmesi değil, mücadele ve hareket formülasyonlarına varacak bir tarzda ele alınmasıdır. Yeni-sömürgeciliği ele alan M. Çayan, bu anlayışla onun Türkiye’ye yansımasını, bu yansımanın yarattığı sosyo-ekonomik-politik etkileri incelemiş, iktidar sisteminin yapısı ve kitlelerin politik tutumları üzerine tezler ortaya koymuş ve bütün bunlardan halk savaşı anlayışının yeni bir yorumunu soyutlamıştır. Politikleşmiş Askeri Savaş anlayışı ve silahlı mücadeleyi politik mücadelenin eksenine yerleştiren mücadele çizgisi, kırları-şehirleri bütünlük içinde kavrayan Birleşik Devrimci Savaş saptaması aynı zincirin halkalarıdır. Bu zincir, sonucu itibarıyla yeni bir örgütsel anlayışa dek ulaşmıştır.
Kesintisiz Devrim’in olağanüstü sade bir metin olması zaten onun bu pratiğe dönük yanından kaynaklanır. Salt yazıldığı koşullardaki zaman sıkışması değil, bizzat M. Çayan yoldaş’ın sadelik isteği de bu durumu belirlemiştir. Sayfalar dolusu inceleme ve tahlillerden özellikle uzak durulmuş, daha çok iradi müdahalenin önünü açacak bir tezler yazısı, bir programatik belge hedeflenmiştir. Böylece metin, özellikle son bölümlerinde tezleri ortaya koyan ama bunların herbirinin dayandığı açılımları uzun uzun ele almayan bir tür manifesto halinde ortaya çıkmıştır.
Sonraki süreçte THKP-C kökenli politik akımların bir bölümünün devrimci çizgiden savrulmaları, devrimci çizgiyi savunanların da tezleri ele alıp geliştirme konusundaki eksiklikleri sonucu Kesintisiz Devrim belgesi savunulan ya da saldırılan bir metin haline gelmiş, bu sade metinden hayal gücü zorlamalarıyla türlü-çeşitli anlamlar çıkarılabilmiştir. metindeki kavramlar üzerinde keyfi oynamalar gerçekleştirilmiş, tezlerin yönü çarpıtılmaya çalışılmıştır. (3)
Belge bir yandan netliği ve sadeliğiyle bu tür çarpıtmalara imkan tanımazken, diğer yandan da yoğunlaştırılmış kısa soyutlamalardan oluşması nedeniyle zaman zaman cımbızlamaların konusu olabilmiştir.
Oysa, THKP-C tezleri kendi içinde dengesi olan bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı soyutlamalardır. Ve ancak böyle bir zincir üzerinden giderek algılanabilirler.
Bir tanım olarak suni-denge de, bir dizi çözümleme ve saptamanın içinde, onlarla bağlantılı halde anlamlıdır. Onun için biz de aynı zorunlu yolu izleyecek ve suni-denge kavramını, içine oturduğu teorik zemin üzerinde yakalayıp açmaya çalışacağız.
SÜRECE BAKIŞ VE 3. BUNALIM DÖNEMİ KAVRAMI ÜZERİNE
Esasında “Bunalım Dönemleri” kavramı THKP-C’nin teorik zincirinde bir noktaya oturmakla birlikte, salt ona özgü bir kavram değildir. Bir tür saplantı da değildir. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, burada da sorun, olguları anlaşılır hale getirme sorunudur. Kapitalist sistemin tekelci çağla birlikte sürekli ve genel bir bunalıma girdiği ve böylece bütün ülkeler açısından bir devrimler çağının açıldığı biliniyor. Serbest rekabet döneminin hızlı gelişme sürecini tüketen kapitalizm, tekeller ve mali oligarşiler dönemine geçtiğinde artık sürekli bir bunalımın da içine girmiştir. Artık sözkonusu olan, bilinen devrevi krizlerin de ötesinde, onları da kapsayan sürekli bir çürüme halidir. Bir üretim biçimi olarak ve onu sarmalayan politik çerçevesiyle kapitalizm artık toplumsal üretici güçlerin ciddi bir engeli halindedir.
Öte yandan, artık “tek bir zincirin halkaları”ndan oluşan dünya açısından bunalım geneldir de; Sistem bir bütün olarak bunalımı yaşamaktadır ve her parça bu genel çöküntü durumunu kendi sürecinde yeniden üretmektedir.
Böylece tekelci kapitalizm sistemin temel çelişmesini de öne çıkarıp, ancak tek bir yolla, devrim yoluyla çözülebilir hale getirmiş ve bütün ülkeler açısından proletarya devrimlerinin objektif koşullarını mümkün kılmıştır.
Ancak, doğal ya da toplumsal her süreç gibi, bu sürekli-genel bunalım süreci de tekdüze ve her aşaması birbirinin aynı olan düz bir çizgi izlememiştir. Sistemin bunalımı, kendi iç dinamiklerinin ve bu dinamikleri etkileyen konjonktürel durumların baskısı altında, zaman içersinde biçimsel evrimler geçirmiştir. Sistem olarak emperyalizmin özünün ve temel niteliklerinin aynı kaldığını söylemeye bile gerek yok. Ama emperyalizm, süreç içinde, sömürü ve işgal biçimleri, metropoller arasındaki ilişkiler ve karşıt güçle ilişkiler gibi bir dizi faktörün etkisiyle değişimler geçirmekte ve bu değişim noktalarından hareketle belirli dönemleri ayırdedebilmek mümkün olmaktadır.
Yani sonuçta yapılan şey, çok karmaşık bir işlem değildir. Sorun, somut durumların ve ayrım noktalarının tesbit edilmesi, pratiğe yararlı soyutlamalara dönüştürülmesidir. Sözgelimi; Ekim devrimi ile dünyada açılan süreç yeni bir konjonktürü ve ilişki-çelişkileri ifade eder. Artık ortada yeni bir dünya manzarası vardır ve en azından bu manzarada kapitalizm ilk kez ete-kemiğe bürünmüş net bir alternatifle karşı karşıyadır. Şüphesiz bu durum yüzyılın hemen başındaki durumdan farklıdır, dolayısıyla dönemsel ayrım noktaları bulma şansı vardır.
3. Bunalım dönemi kavramı da, 2. Paylaşım savaşı sonunda oluşan yeni dünya manzarasının açıklanma çabasının bir ürünüdür. Gerçekten, bu döneme salt yüzeysel olarak baktığımızda bile, geçmişe oranla farklı bir şeylerin olduğu net olarak görülür.
Öncelikle, 2. Paylaşım savaşı sonrasında sosyalizmi seçmiş ülkelerin sayısı ve gücü artık çok farklı bir noktadadır. Dünya yüzeyinde sosyalizm, somut yüzölçümü anlamında olsun, politik etkinlik açısından olsun çok yaygın bir haldedir ve dünyanın hatırı sayılır bir bölümü emperyalizmin egemenlik alanı dışına çıkmıştır. Sosyalist ülkelerin nitelikleri, zaafları, kendi aralarındaki derin çelişkiler ve bu çelişkilere rağmen sosyalizmin bir “blok” oluşturup oluşturmadığı çok tartışılabilir. Geçmişte de tartışılmıştır ama herşeye karşın görmezlikten gelinemeyecek olan, bu ülkelerin toplamının o konjonktürde emperyalist kontrolün dışında olduğu ve politik-askeri-ekonomik bir güç olarak yer aldığıdır. Yani, ortada, kendi içinde nasıl bölünmüş olursa olsun, emperyalizmin her davranışı sırasında hesapladığı, dolayısıyla da bu davranışları sınırlayan bir somut güç vardır. Bu konumlanış, sahnede yalnız SSCB’nin yer aldığı geçmiş döneme göre yeni bir durumdur ve kuşkusuz bu emperyalizm açısından politik-ekonomik bir daralma anlamına gelmiştir.
Kontrol alanının daralması salt yüzölçümsel bir olgu da değildir. Salt pazar daralması değildir. Sosyalizm, bu süreçte, sosyalist ülkelerin bütün iç zaaflarına karşın olağanüstü bir etki ve prestij kazanmıştır. Dolayısıyla bu prestij ve dönem boyunca yükselerek süren halk savaşları da aynı hesap hanesine eklenmelidir. Üstelik bu savaşların, emperyalist pazarı ve kontrol alanını daraltmaları için mutlaka zafer kazanmış olmaları da gerekmiyordu. Halk savaşlarının bizzat varlığı ve sürdürülüyor olmaları bile, bağımlı/yeni sömürge ülkelerin bir çoğunu yatırımlar açısından öyle bir “güvenilmezlik” noktasına sürüklemiştir ki, sonuçta “parayı sokağa atmayı” rasyonel bulmayan tekeller açısından bu ülkeler “fiilen” pazar olmaktan çıkmışlardır.
Öte yandan aynı süreç, dıştaki daralmayı içe, metropollere de taşımış, pazarları genelde daralan emperyalizm, kendi metropollerinde de refah ve esneklik payını düşüren, krizleri sıklaştırıp derinleştiren etkiler yaşamıştır. Dönem bir bütün olarak incelendiğinde, dıştaki yaralar ile içteki toplumsal hareketliliği kronolojik olarak izlemek mümkündür ve bu denk düşmeyi “Metropol gençliğinin ulusal kurtuluş savaşlarından ideolojik etkilenişi” faktöründen çok ( ya da onunla birlikte ) esas olarak ekonomik kökenler açısından ele almak gerekmektedir.
Yani bu dönem, ciddi bir nüfuz daralması dönemidir. Ve hatta bu “daraltıcı” faktörler arasında, sosyalizmle hiç ilgisi olmayan önderlikler altında gelişen ulusal-dinsel hareketleri bile saymak gerekir. Öte yandan aynı dönem, emperyalizmin normal çözüm yolu olan “genel paylaşım savaşı” yolunun da tıkalı olduğu bir dönemdir. Şüphesiz böyle saptamalar hiç bir zaman tam bir kesinlikle ortaya konamaz ama o konjonktürde pazar sorununun yeni bir dünya savaşıyla çözülmesi gerçekten de pek kolay değildir. Artık ortada başka alternatif ve potansiyel güçler vardır ve dünya üzerinde pervasızca savaşılmasına izin vermeyecek bir ilişkiler zemini üzerinde dönmektedir. Karşılıklı konumlanış, durmadan yükselen olağanüstü bir silahlanma seviyesine yol açmış, Amerikan politikacılarının pek sevgili atom bombalarıyla öğündükleri 40’lı yıllar çabuk geçmiş, ortaya bir denge çıkmıştır. Böyle bir manzarada artık “cihan harbi” ile sorunları çözmek bir yana, savaşın ortada “cihan” diye bir şey bırakıp bırakmayacağı kuşkulu hale gelmiştir.
Bütün bu koşullar, dönem boyunca emperyalistleri, bir yandan “sıcak savaş” çığırtkanlığını sürdürürken, öte yandan aslında “soğuk savaş” ve “bölgesel çatışmalar” ile yetinmeye zorlamıştır. Emperyalistler açısından pazar sorunu çözmek için kendi aralarında ya da sosyalizme karşı bir dünya savaşı açmanın imkanları daralıp sınırlanmıştır. (4)
Yine aynı dönemde, aynı koşulların ürünü olarak “entegrasyon” dediğimiz olgu da meydana gelmiştir. Emperyalistler bir yandan daralan egemenlik alanları üzerinde alttan alta boğazlaşırken, öte yandan sosyalizmin ve ezilen halkların tehdidi altında “ittifak”lara zorlanmışlardır. Bu durum, bir paradoks gibi görünse de, onların iç çelişkilerinin zayıflamasının değil, şiddetlenmesinin bir sonucu olmuştur. Yani, çelişkiler şiddetlenmiş ama yaşanan koşullar sonucunda bu çelişkiler farklı boyutta bir kapışma şeklinde sürmüş, zaman içersinde bu kapışmanın kurumsal zeminleri de oluşmuştur. Bu dönem boyunca gözlenen olgu, eski günlerin (ittifak-itilaf ya da mihver-müttefik gibi) karşılıklı politik-askeri kamplaşma örgütlerinden çok, bütün belli başlı emperyalist devletleri kapsayan NATO türü bütünsel askeri teşkilatlar ve emperyalist zincirin bütünü üzerinde etkileri olan IMF, OECD, Dünya Bankası gibi politik-ekonomik kurumlardır. Ve artık kapitalist devler arasındaki çıkar savaşımları bu tür örgütler bünyesinde kızışmaktadır. Süreç boyunca Avrupa ve Japon kökenli çıkışlar, ciddi çelişmeler görülse de, bunlar doğrudan kapışma seviyesine varmamaktadır. (5)
Sonuçta görülen manzara, özetlersek; yeni dönemde emperyalist pazarların ve kontrol alanlarının olağanüstü daralışı karşısında, bu tıkanıklığın aşılmasının “normal” şartlarının oldukça kısıtlı olmasıdır, ki işte tam bu nokta, emperyalizm açısından çok öldürücü bir noktadır. Gerçekten de, emperyalizm, tarihindeki en ağır koşulları bu dönemde yaşamıştır. Ve emperyalizm, kendisi açısından ölümcül nitelik taşıyan bu çelişkileri başlıca iki yolla aşmaya çalışmıştır: Bir soğuk savaş dalgasıyla birlikte ekonominin uç noktaya varan militarizasyonu ve yüzölçümsel olarak daralan pazarın derinlemesine büyütülmesinin bir yöntemi olarak yeni-sömürgecilik… III. Bunalım dönemi olarak adlandırılan sürecin en belirgin özellikleri bunlar olmuştur. (6)
Gerçekten, emperyalist ekonomi bu dönemde bütün tarihi boyunca ulaşamadığı bir militarizasyon seviyesine ulaşmıştır. Nükleer yarışa bağlı olarak olağanüstü düzeyde geliştirilen askeri üretim teknolojileri ile bölgesel kışkırtmaların çakışması bu açıdan bir rastlantı sayılamaz. Böylece kapitalist ekonomi daralan pazarlar çıkmazında kavrulurken, normal yollarla yaratamayacağı bir pazar ve üretim kapasitesini yakalayıp sürdürebilmiştir. Sözgelimi bir Pershing füzesinin çeşitli parçalarının 600 civarında ayrı şirket tarafından siparişlerle yapıldığını düşünürsek, manzara kolayca ortaya çıkar. Öyle ki, zaman içerisinde ekonominin ritmi askeri programlara bağlı hale gelmiş, kriz devreleri ile askeri sorunlar arasındaki ilişki kronolojik şekilde izlenebilir olmuştur. Emperyalist ekonomi giderek kendisine ilaç diye bulduğu olgunun “bağımlısı” haline gelmiştir.
Emperyalizmin her zaman savaşlar ve savaş için harcamalar demek olduğu kuşkusuz doğrudur. Ama bu kez sözkonusu olan şey, yukarıda sözünü ettiğimiz daralma ve bu daralmanın geniş çaplı bir savaşla açılamıyor oluşuyla ilgilidir. Bu kez açmaz ölümcül şekilde büyüktür ve askeri ekonomi bu tıkanıklığı açmak için devasa bir araç halinde kullanılmaktadır.
Öte yandan, yeni-sömürgecilik de basit bir siyasal tercih sorunu değildir; aynı tıkanıklığı aşma sorunu ile ilgilidir. Politikanın özü, pazarın “derinliğine” geliştirilmesi ve egemenliğin yeni bir boyutta pekiştirilmesidir. Eski sömürgeciliğin kaba yöntemleri (birden değil, zaman içersinde) terkedilmiş, sermaye ihracının bileşiminde kısmi değişiklikler yaratılarak, çok uluslu şirketlerin yerli birikimle içiçe geçmeleri ve “birlikte” üretim yapmaları sonucu nisbi bir gelişme yaratılmıştır. Borçlandırmayla desteklenen bu program, bir “sanayileşme hamlesi” havası oluşturarak bu ülkelerin sosyal-ekonomik çehresini değiştirmiş, bu arada feodal güçlerin “zenginleştirilerek” çözülmesinin kısmi gerçekleşmesi de pazar ilişkilerini en uç köşelere dek yaymıştır, ki bu, pratikte yüzölçümü değişmeyen eski “pazar”ın giderek daha fazla sermaye ve ürünü emebilecek duruma getirilmesi, yani kapasitesinin ve hacminin arttırılması anlamına geliyordu.
Olgu, salt iktisadi sonuçlar yaratmakla kalmadı. Öncelikle emperyalizme nisbeten yeni bir egemenlik biçiminin imkanlarını sağladı. Eski CIA patronlarından J.F.Dulles’in deyimleriyle; “Eğer batı, sömürgeciliğin, statükonun devamıyla sonsuza dek sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye uğrayacaktı.” (akt..: Avcıoğlu) Şüphesiz bu bütünüyle Dulles’in paranoyasından ibaret değildi ve tam böyle bir noktada yeni-sömürgeci egemenlik biçimi eski biçimlerden farklı avantajlar sunuyor, ikili anlaşmaları, borçlandırmalar ve uluslararası finansal-askeri kurumların etkinlikleriyle sahte bağımsızlık biçimlerine denk düşen yeni bir hegamonyaya yol açıyordu. Böylece aslında egemenlik bir yandan biçimsel olarak gizlenirken, diğer yandan da güçlendirilmiş oluyordu. Doğrudan işgalin ya da kaba sömürgeciliğin iğreti yapıları yerine, kollarını “modernleşme” yoluyla ülkenin her yanına uzatabilen güçlü bir merkezi otorite geçiyor, baskı mekanizmalarının etkinliği daha tam ve yaygın hale geliyordu. Koruma şartlarında geliştirilen tekelci burjuvazinin ağırlığı altında ama ülkedeki diğer gerici güçleri de gözeten bir yönetim tarzı olan “oligarşik diktatörlük”ler bu dönemin karakteristik unsurudur.
Ve tabii pazar ilişkilerinin genişlemesi, hızlı (ve çarpık) kentleşme, yaşam standartlarındaki boyut değişiklikleri, sosyal kademelerin çeşitlenmesi gibi bir dizi faktör de bütün bunlara ekleniyor ve halkın, çalışan sınıfların siyasal tutumlarını etkileyen sonuçlar yaratıyordu.
Kısaca, yeni-sömürgecilik bir dizi iktisadi ve politik amacı birarada gerçekleştiren zorunlu bir uygulama halinde gündeme geliyor ve bütün bir süreç boyunca etkili oluyordu. (7)
-DİPNOTLAR
(2) Ferhat Ali (Yeni Demokrasi/sayı: 17), M. Çayan’ın ilk yazılarında Mao Zedung anlayışına uygun tahliller yaptığını ve “yarı-sömürge/yarı-feodal Türkiye” çözümlemeleriyle o dönemde “doğru yolda” olduğunu söylüyor. Ferhat Ali’ye gore teorik kayma Kesintisiz II-III’ten sonra gerçekleşiyor ve M.Çayan revizyonist Gueveracı-Troçkist vs… sularda “kulaç atmaya” başlıyor!
Doğrusu bu söylenenleri tersinden düşünüp daha çok bir “iltifat” olarak algılamak mümkündür. Gerçekten de bu zaman diliminde M. Çayan yoldaş, teorik gelişimi itibarıyla bir yerden bir yere gelmiş, emperyalizmin ve ülkenin durumu üzerine düşüncelerini geliştirip daha net kavramlara varmış, sözgelimi “anti-emperyalist /anti-feodal” MDD tezinden, “anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk devrimi” gibi daha sağlıklı kavramlara ulaşmıştır. Arayışının bir sonucu olarak devrimci durum ve kriz üzerine, faşizm üzerine düşünceleri, silahlı mücadele üzerine saptamaları bu süreçte olgunlaşmıştır. Mahir Çayan’ın gerçekten hızılı bir gelişim gösterdiği doğrudur ve bu anlamda onun “eksik olanda ısrar etmek” gibi bir “özel yeteneğe” sahip olmadığı söylenebilir. Yirmi küsur yıldır dönüp dönüp aynı şeyleri söyleme “tutarlılığı” ise Türkiye’de ancak Ferhat Ali’nin ekolüne nasip olmuştur ki, doğrusu biz bunun çok özenilesi bir beceri olduğunu düşünmüyoruz.
(3) Sözgelimi, şöyle bir paragraf yazılabilmektedir: “… silahlı propagandayı temel alan, politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimlerini bu biçime tabi kılan devrimci strateji de Mahir’e göre, politikleşmiş askeri savaş stratejisidir. Silahlı siyaseti kumanda edecektir bu strateji. Zira, politik mücadele, silahlı mücadeleye tabidir Mahir’de” (Y.D./ sayı 17)
Bilerek uç bir örneği seçiyoruz; öyle ki insan bu söylenenlerin neresini düzelteceğini şaşırıyor! M. Çayan’ın metinde silahlı propagandayı “politik mücadelenin en üst biçimi” olarak algıladığı ve temel-tali ilişkisinde de “silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir…”vurgusunu özenle yaptığı biliniyor. Yani sözkonusu olan, politik mücadelenin bir biçimi olan silahlı mücadelenin, diğer zengin politik, ekonomik vb. mücadele biçimleri arasında eksen durumunda olmasıdır. Bu kadar basit bir gerçeği, metinde yazılanlara göre göre (ki normal şartlarda F.Ali’nin “eleştirdiği” metni okumuş olması gerekiyor, daha doğrusu biz okumuş olduğunu varsayıyoruz; eğer okumamışsa bu, F. Ali için “bilgi eksikliği”ne denk düşen bir “hafifletici sebep” sayılabilir. Ama bu gerçekten, her anlamda bir “hafifletici” sebeptir!) keyfi unutmalarla karmaşık hale getirmek açıklanamaz bir durumdur. Üstelik daha sonra, Çayan’ın fokocu anlayışa yönelttiği bütün eleştirileri ve politik vurguları yok sayıp, metinden “politik mücadele silahlı mücadeleye tabidir” gibi bir sonuç türetmek, doğrusu gerçeğin bütün sınırlarının fena halde zorlanması anlamına gelir. Bütün bunlar tezlerde öylesine nettir ki, bu netlik karşısında insan F. Ali’nin bu çarpıtmalarını ancak bir şekilde açıklayabiliyor: Bilgi eksikliğine güvenmek! Yani, F. Ali, özellikle genç kuşakların bu metinleri fazla bilmediğine güvenip şansını deniyor! Metni okuma imkanı bulamamış insanların, işin aslını araştırma konusunda bir tembellik edebileceğini varsayıp (ki bu az rastlanan bir durum da değildir) “eleştiri” rotasını böyle şekillendiriyor.
Böyle bir rotanın tek sakıncası var: sözkonusu varsayım herkes için geçerli değil! Yani bütün bunları yutmayanlar da çıkabiliyor!
Ama burada sorun şu: M. Çayan’ı Marksist felsefenin yalnızca “kenarından geçmek”le suçlayan F. Ali, bunun bile bir “kazanç” olduğunu unutmamalıdır. Marksist felsefenin temeli gerçeğe karşı dürüstlükse eğer, insan onun “kenarından” bile geçse bir şeyler kazanabilir. Zaten, “kenarından geçmek” ile “çok uzaktan bakmak” arasındaki fark da budur.
(4) M.Çayan yoldaş bütün bunları söylediğinde, bu fikrin Kautskizmin hangi versiyonuna uyduğu ya da Kruşçev’in ne bakımdan etkisi altında kaldığı çok tartışıldı; ama doğrusu bugün dönüp o konjonktüre bakıldığında görülen olgu, tarihin akışının en azından bu bakımdan söylenenleri haksız çıkarmadığıdır. Tabii ki bunlar yine tartışılabilir. Herhalde en kolayı da F.Ali gibi Lenin’den “özel mülkiyet düzeni varolduğu sürece, bu iktisadi temel üzerinde, emperyalist savaşlar mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.” biçiminde alıntılar yapıp daha sonra “savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için emperyalizmi yıkmak gerekir” (Stalin) gibi başka alıntılarla pekiştirmek ve en sonra da “işte bütün bunlar Mahir’in suratına bangır bangır bağırıyor!” türünden edebiyatlı sözler söylemektir. Ama böylece, herhangi bir şeyi anlamak ve çözmek bir yana, yalnızca sorunu hafifletmiş olursunuz. Sözcüklerle oynamaya hiç gerek yoktur. M.Çayan’ın işin temelini oluşturan bu zeminleri reddetmek gibi bir derdi olmadığı açıktır; yapılan şey, belirli bir konjonktürdeki görünen olguların tesbiti ve bu tesbitin devrimci çıkarımlara dayanak yapılmasından ibarettir. Sorun, düşmanın genel durumunun kavranması sorunudur.
Savaş, emperyalizmin yapısal unsuru, karakteridir. Ama bunun böyle olması, dönemsel koşullardan bağımsız olarak sabahtan akşama her an bir savaş olasılığının varolduğu anlamına gelmez. Yaşanan somut olgular, iç ve dış dinamikler ve başkabir dizi faktör bu olasılığın yaşamdaki karşılığını belirler. Genel-geçer olgunun yaşamda nasıl bir varoluş sunacağı bunlarla belirlenir. Çayan’ın yaptığı, bu yaşamdaki karşılık üzerine düşünmektir. İşin alfabesiyle yetinip, bu budur deyip bırakan bir tavra ise teorik çaba değil, olsa olsa yineleme denebilir. Oysa teorik çaba, varolan temel çıkarımların yinelenmesi değil, bu çıkarımların da yardımıyla yeni olguların anlaşılması çabasıdır.
Burada sözkonusu olan şey, F.Ali’nin dediği gibi “ipe sapa gelmez teorik didintiler” ya da “biraz ondan biraz bundan” eklektisizmi değilidir. Kruşçev’in nükleer paranoyası ve ondan üretilen “barış içinde yarış” tezleriyle Çayan’ın teorik yolu arasında bir bağ kurmak ise en azından insafsızlıktır. Kruşçev’le temelleri atılan SBKP tezlerinin temelinde, “savaşın emperyalizm yıkılmadan da bir tehlike olmaktan çıkarılabileceği”, “barış mücadelesi”nin sonucu olacak bir uzlaşma ile artık genel olarak “barışçıl dönüşümler” yolunun açılabileceği fikri vardır. Modern Revizyonizmin teorik zeminini oluşturan bu tezlerle, elinde silahı iktidar için savaşan bir insanın ne ilgisi olduğu, boşlukta kalan kocaman bir sorudur. Aynı şekilde, daha sonra, ’70’ler boyunca THKP-C ekolünden yürüyen insanların niye bu teorilerin ürünü olan “UDC-Barışçıl Geçiş” saçmalıklarıyla değil de, devrim mücadelesiyle ilgilendikleri yine bir soru işaretidir.
Yani, aklın sınırlarını zorlamaya hiç gerek yok! Hiç bir zorlama, İ.Bilen ile M.Çayan arasındaki binlerce kilometrelik uzaklığı bir milimetre olsun azaltmaz. Çayan’ın yaptığı şey bir dönemin karakteristik özelliklerini saptama çabasından ibarettir. Bu saptamalar bir zincirdir ve sağda solda benzerlikler aramak, garip garip yorumlar çıkarmak yerine, zinciri izlemek, ne söylendiğini iyi anlamak daha doğrudur.Üzüm yemenin bağcı dövmekten daha az heyecan verici olduğu doğrudur; ama daha yararlı olduğu da kesindir.
(5) THKP-C eleştiricilerinin bu konuda kopardıkları Kautskizm gürültüsünü de doğrusu çok ciddiye almak mümkün değilidir. Entegrasyon, M.Çayan’ın özel bir keşfi değil, yaşanan, herkesin çıplak gözle görebildiği bir olgudur. Burada, eşitsiz gelişme yasasının reddi filan sözkonusu olmadığı gibi, tam tersine bu olgu eşitsiz gelişme yasasının temeline oturur. Eşitsiz gelişim, emperyalizmin temel yasasıdır ve emperyalistler arası çelişkilerin hergün derinleşmesinin zeminini teşkil eder.
Emperyalizmin tek bir bütüne ulaşması, gerçekten Lenin’in dediği gibi ancak “teorik olarak tasavvur edilebilir” bir olgudur. Oysa en başta kapitalizmin doğası bunun engelidir. Entegrasyon dediğimizde sözkonusu olan ise, yumuşama değil, bütün bu temel olgulara rağmen katlanılan bir zorunluluktur. Hatta tam tersine, düşman kardeşlerin bir süre aynı evde yaşamak zorunda kalmalarına benzer biçimde bu hırlaşma çok daha boyutludur.
Bu bir saptamadır. Saptamalar eleştirilir vb… ama teorik çaba da böyle saptamalarla yürür. Tek bir yanlış yapma riskine girmeden sizden önce söylenmişleri alt alta sıralamanız da tabii ki mümkündür ama yararlı değildir. Oysa, teorik üretim, öngörüler çıkarma çabasıdır, risklidir ama gereklidir.
(6) F.Ali bu konuda işin kolayını bulmuştur. Bir dizi alıntı sonucu bize Çayan’ın III. Bunalım dediği sürecin, aslında II. Bunalım olduğunu kanıtlar. Peki, bizce de bunun bir mahzuru yok. Tutalım ki öyle olsun ve bir rakam yerine diğerini koyalım. Neyi değiştirir bu? Olguları bir milimetre yerinden oynatır mı? iki ya da üç, ya da başka herhangi bir şey; burada sözkonusu olan bir sürecin özgün niteliklerini yakalamak, bunların ülke toprağına nasıl yansıdığını anlamaktır. Çayan’ın derdi budur. Yani, “III. Bunalım gibi bir dönemi, Marks’tan Mao’ya uzanan ML klasikleri zincirinde bulmak mümkün değildir” dediğinizde çok şey değişmez. Marks’ta bunun nasıl “bulunabileceği” bir yana (ki bu F.Ali’ye özgü bir espri olabilir, bilemiyoruz) genel olarak herhangi bir kavram herhangi bir klasikte bulunmayabilir, bulunması da şart değildir. Sorun, sizin kavram aracılığıyla neyi ifade ettiğinizdir. Gerisi -herhalde yaşasaydı Stalin’in de çok canını sıkacak olan- boş bir tartışmadır.
Öte yandan F.Ali kavramın içeriği konusunda da rahat bir pozisyondadır. Bunalım dediğiniz şey zaten kapitalist temellük ile toplumsal üretim arasındaki çelişkinin ve üretim anarşisinin bir ürünüdür… Sermayenin yoğunlaşması, temerküzü zaten vardır… Dünyanın 1/3’ünün emperyalist kontrol dışına çıkması, pazarların daralması zaten Stalin’in de tesbit ettiği şeylerdir… Yeni-sömürgecilik ise zaten yarı-sömürgecilikten farklı değildir…
Zaten… Zaten… Zaten
Yani ortada konuşacak bir şey yok! Herkes huzur içinde olabilir!
M.Çayan’ın yaptığı ise, bütün bu zaten varolan şeyleri bir özgünlükmüş gibi, “egzotik kategorilerle” sunmaktır. (geçerken belirtelim, “egzotik kategori” kavramının bu fasılda ne anlam ifade ettiği henüz tarafımızdan anlaşılabilmiş değildir!) Oysa, Stalin’in 1952’de söyledikleriyle pekala yetinebilirdi! 1970’te durup nasıl bir ortamda yaşıyoruz diye çevreye bakınması hiç gerekmezdi! Aslında bugün bile böyle bir çaba gereksizdir, bakıp gördüğünüz şey -ya da gördüğünüzü sandığınız şey- zaten orada vardır! Bir sosyal-politik konjonktürel olguyu incelemek için kafa patlatmak yerine kütüphanenizle yetinebilirsiniz ya da daha iyisi biraz zahmet edip F. Ali’den sorabilirsiniz. O da size “bunun kalübeladan beri varolduğunu”, “ortada telaş edilecek bir durum olmadığını” söyler..
Bu karışıklıkta en kötü olan şey, Stalin’in de küçümseniyor oluşudur. “Dünyanın 1/3’nin kapitalist sömürü dışına çıkmış olması Mahir’in keşfi değil, Stalince saptanan bir özelliktir” demek, gerçekten çok gariptir. Çünkü ortada bir “keşif” filan yoktur. 1950’lerde önüne dünya haritasını alan her ilkokul çocuğunun görebileceği bir gerçeği “keşif” diye sunmanın da gereği yoktur. Sorun, bu manzaranın somut süreçler açısından ne türden sonuçlar yarattığının ve bu sonuçlar üzerinde nasıl stratejik-taktik politikalar üretebileceğinin tesbitidir. Stalin’in ve sonra M. Çayan’ın kafasını yoran sorun budur. Burada tutup şunu önce kim keşfetti diye sormak son derece anlamsızdır. Stalin 1952’de bir sürece bakmış, saptamalar yapmıştır. M.Çayan ve başkaları ise 1970’te yeniden sürece bakmaya, öngörüler üretmeye çalışırlar. Ve daha sonraları başkaları da başka duruş noktalarından süreci irdelerler, Marksizm-Leninizmin çözümleme zinciri böylece akıp gider.
(7) F.Ali’nin yeni-sömürgecilik kavramına neden ve nasıl itiraz ettiğini anlamak pek mümkün görünmüyor. Fakat, bütün karmaşa içinden anlayabildiğimiz şey, F.Ali’nin yine “bunlar zaten vardı” noktasında durup “Mahir’in orijinalitesinin olmadığını” gösterme kaygısıdır. İşin başından beri F.Ali, M.Çayan’a bir “orijinal olma sevdası” yükleyip sonra da bunu çürütme derdindedir. Ve tabii bunu da polemik dünyasının yaldızlı laflarıyla yapmayı seviyor: “Leninizm, onda (M.Çayan’da) bir yün yumağına dolanmış al bir iplikten başka bir şey değildir. Ama koca bir yün yumağındaki tek bir iplik nedir ki?” (Yeni Demokrasi/sayı 18)
F.Ali böylece biraz edebi zevkimize hitabettikten sonra, esas (ve artık alıştığımız) açıklamasına geliyor: “Yeni-sömürgecilik ile yarı-sömürgecilik arasında herhangi bir farklılığın olduğu söylenemez. Her iki ifade de aynı muhtevanın iki farklı söylem biçimidir.” (a.g.y)
İşte bu kadar basit! F.Ali, herkese sesleniyor: “Durup durup başımıza yeni şeyler çıkarmayın! “
Yeni-sömürgecilik denilen olgu kırk yıldır bir yığın incelemenin, tezin konusu olmuş, F.Ali için bunların hiçbir önemi yoktur. Herşey, ta Ekim Devriminden beri vardır… Bütün bunlar II. Paylaşım savaşı sonrasına değil, tüm sürece özgü şeylerdir…
Ama işte tam böyle de diyemiyoruz… F.Ali herşeyi iyice karıştırınca rahata ermemiz mümkün olmuyor. “Belirtmeliyiz ki -diyor F.Ali- II. paylaşım savaşından sonra, dünya proletaryası ve ezilen yığınların vede mazlum milletlerin zorlamasıyla yeni-sömürgecilik denilen yarı-sömürge biçim daha da yaygınlaştı ve hemen hemen tüm alanlarda klasik sömürgeciliğin yerini aldı.” (a.g.y.)
Böyle olunca da al ipliği-boz ipliği ayırmak iyice zorlaşıyor. Çünkü F.Ali’nin itirazını anlamak zorlaşıyor. Bütün yazı boyunca (ki okurlarımız yazıyı mutlaka okumalıdır) yeni-sömürgecilik üzerine hiç de fena olmayan yorumlar yapılıyor ve bu noktaya geliniyor. Ve bütüne bakılınca geriye esas itiraz noktası olarak yalnızca F.Ali’nin “yeni” sözcüğüne olan takıntısı kalıyor.
Ama F.Ali bir kez “bağcı dövmek” için kolları sıvamıştır ve bunun için en akla gelmedik zorlamaları yapabiliyor. “İçsel olgu” sorununda böyle yapıyor örneğin.
F.Ali, emperyalizmin “asıl klasik sömürgecilik döneminde” içsel olgu olduğunu; çünkü ülkeyi fiilen emperyalistlerin yönettiğini; yarı (ya da yeni) sömürgecilikte ise emperyalizmin varlığını “dayandığı sınıflar vasıtasıyla” duyurduğuna söyleyip sürdürüyor: “Emperyalizm artık İÇSEL değil DIŞSAL bir olgudur. Bir İÇ çelişme değil, DIŞ bir çelişmedir…” Ve kuşkusuz, bunun tersini söyleyen Mahir, bir küçük burjuva yorumcudur…
İnsanın kendisini ve kavramları bu ölçüde zorlaması, bunun için enerji ve kağıt harcaması gerçekten üzücüdür. Çayan’ın söylediği şey gayet nettir ve iç-dış sözcüklerinin fiziksel-lügat anlamlarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Klasik sömürge tarzında ülkenin temel noktalarının fiili işgal altında oluşu ve fiilen dış bir güç tarafından yönetiliyor oluşu, sömürgeci olan gücün toplumsal yapıya dışsallığıdır. Oysa, yeni sömürgecilik olgusunda sözkonusu olan şey, emperyalizmin ülkede oluşturduğu ekonomik-siyasal bir yeni bağımlılık biçimidir ve bu biçimde o artık dış bir unsur değil ülke yönetiminde, ekonomisinde vb. bir güçtür. Bizzat hakim sınıflar bloku içinde yer alan emperyalizm, ülke için artık iç bir olgudur. Bu kadar kolay kavranabilir, bu kadar basit bir anlatımı karmakarışık edebilmek öyle zordur ki, insan bunu ancak büyük bir polemikçilik hırsıyla deneyebilir.
Aslında F.Ali’de temel sorun, onun politik itirazları ya da doğru bulmadığı şeyleri söylemesi değildir; F.Ali de sorun olan şey, kendi itiraz noktalarını ortaya koyarken gerçeği zorlaması ve üstelik hiç de mütevazi olmayan bir tutumla zaman zaman seviyesiz bir şatafatlı üslubu benimsemesidir. Yün yumağındaki al iplik!… İşte bütün yazıyı okuduktan sonra akılda bir tek bu kalıyor! Oysa bir polemik yazısı bu denli hafif olmamalıdır.