-Giriş:
Kavramsal Çerçeve
“Elbette hayat hiç bir zaman şu ya da bu şemalandırmaya harfiyen uygun olamaz. Her soyutlama ve şemalandırma gerçeğin bir kısmını ihmal eder, bir kısmını ise ister istemez abartır. Fakat teorik tahlil, hayatın giriftliğini ve çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek eylem kılavuzluğu görevini yerine getirir.”
Evrim ve devrim aşamaları konusundaki Marksist tezleri özetlerken bir yerde böyle bir uyarıda bulunma gereğini duyar M. Çayan yoldaş.Ve sonra sürdürür: “Bu yüzden, bu şemalandırmamızdaki dönemleri mekanik bir biçimde birbirinden ayrı şekilde değil de, tek bir sürecin birbiri içine girmiş halkaları olarak görmek gerekir” (Kesintisiz Devrim I)
Gerçekten de böyle bir uyarı teorik metin yazımı sırasında sık sık gerekli olur. Çünkü, işin doğrusu, teorik soyutlama ile onun içinden üretilmiş bulunduğu canlı hayat arasındaki ilişki, her zaman bir açıyı kendi bünyesinde barındırır. Engels’in Anti-Dühring’te söyledikleri de bu bakımdan bir uyarıyı içerir: “Bütün tanımlar, bilimsel bakımdan az bir değer taşırlar. Hayatın ne olduğunu gerçekten eksiksiz bir biçimde bilebilmek için, en aşağısından en yükseğine, onun kendini gösterdiği bütün biçimleri gözden geçirmemiz gerekirdi. Gene de günlük kullanım için, bu türlü tanımlar çok elverişlidir. Ve bazen de vazgeçilmesi çok güçtür; kaçınılmaz eksiklikleri unutulmadıkça, zararlı da olmazlar.” (Anti Dühring / Sf: 152)
Yani, kavramlar, tanımlar ya da adına ne derseniz deyin nihayetinde teorik çözümlemenin sonucu olan soyutlamalar, bütün bu sayılan riskleri içlerinde taşırlar, bu risklere karşın kullanılırlar. Esasen bu, teorik bilgi edinme sürecinin kendisinden kaynaklanan bir durumdur. Bilgi süreci bir açıdan çok da karmaşık değildir aslında; insanoğlu, önündeki somut olgunun en azından temel noktalarının belirli bir andaki somut verilerini ele alarak bizim çoğu kez pratikte “sonuç çıkarmak” dediğimiz şeyi gerçekleştirir. Fakat o bunu bir boşlukta da yapmaz; kuşkusuz her veriyi kendisinde önceden birikmiş bulunan bilginin süzgecinden geçirir, verilere bakışının yöntemi de sözkonusu bilgi birikimi tarafından belirlenir. Tanımlar ya da kavramlar böyle bir zemin üzerinde oluşurlar ve gözlem kapsamına alınan verilerin yeterince çok cepheli olup olmadığı ya da onların doğru yorumlanışına imkan veren bir donanımın varolup varolmadığı gibi bir dizi etkene bağlı olarak gerçeğin belirli bir ölçüde ifadesi olurlar ya da bütünüyle gerçekten uzak olurlar. Somutun yalnızca belirli cephelerini ele alan eksik verilerle işe başlamak ya da çeşitli önyargılarla belli verilerin baştan yok sayılması çözümlemenin gücünü sakatlar; aynı şekilde mevcut verilerin yanlış yorumlanması belirli bir düşünme tarzından yoksunluk sonucu da meydana gelebilir. Bir düşünme tarzı olarak diyalektik yöntemle davranmıyorsanız, doğru noktaları, esas halkaları tutabilmeniz de çok mümkün değildir.
Ve bu süreç, basit bir döngü olarak değil de, sarmal bir yükseliş olarak işler. Yani, somut verilerden yola çıkarak teorik birikim ölçüsünde yorumladığınız ve ürettiğiniz tanımlar, öngörüler, yeniden yaşama döner, yaşamdaki gereksinmeyi karşılamaya çalışırlar. Sonra, oradan çatışma içinde çıkıp yeniden ve bu kez daha yüksek bir kavrayışı doğurur. Bilgi süreci böylece akıp gider.
Elbette böyle bir süreç, içinde her zaman bilimsel bir “kuşku”yu barındırır. Çünkü, her teorik çözümleme çabası, belirli bir anda ele aldığı veriler toplumunu o moment için sabit kabul etmek zorundadır. Yani bu, yaşamın belirli bir anda durdurulması, o andaki durumun ve geçmiş bağlantıların ele alınmasıdır. Oysa yaşam, bizim henüz o teorik çıkarsamaları yaptığımız anda bile gerçekte durmaz, o yine de kendi seyrinde akıp gider ve hem bizim belirli bir moment için veri aldığımız olgular, hem de kendi düşünsel yetimiz değişikliklere uğrar, gelişir. Böylece yeniden dönüp yaşama iradi müdahalede bulunmayı deneyen teorik soyutlama, orada karşılamakta yetersiz kaldığı yeni olgular bulabilir, böyle bir risk varsayımı her zaman vardır.
Ama bütün bunlara karşın yine de kavramlara ihtiyacımız vardır, onları kullanırız. Yaşamın kesiksiz akışını bütünüyle ifade edebilmenin fiili imkânsızlığı, bizi, bütün teorik çabayı reddeden bir bilinemezciliğe ya da çoğu kez onunla aynı kapıya çıkan basit rölativizme götürmez. Böyle bir yanılsama ile bir adım olsun ilerlememiz mümkün olmazdı. “Bilgi teorisinin temeli olarak görecilik, yalnızca bilgilerimizin göreciliğinin kabul edilmesi demek değildir; aynı zamanda her türlü ölçünün, insandan bağımsız olarak varolan ve bizim göreceli bilgimizin gittikçe daha çok yaklaştığı her türlü nesnel modelin de yadsınması demektir.” Materyalizm ve Ampriokritisizm (sf:144/İNTER yay) Oysa “Marks ve Engels’in diyalektik materyalizmi, elbette ki göreciliği kapsar, ama ona indirgenemez; yani diyalektik materyalizm, bütün bilgilerimizin göreliliğini nesnel gerçekliğin yadsınması anlamında değil, ama bilgilerimizin bu gerçeğe yaklaşmasının sınırlarının tarihsel göreceliliği anlamında kabul eder.” (age/sf:144)
Yani burada sözkonusu olan, teorinin gri-yaşamın yeşil olduğu deyişinden hareketle, soyutlamanın imkansızlığı ya da anlamsızlığı düşüncesi değildir. Gerçeği ifade etmekteki bütün eksiklik riskine karşın, yaşamda teorik çıkarımlarla yürürüz; çünkü yeni ve daha yüksek bir bilgi düzeyine ulaşmamızın bilinebilen tek yolu, daha önceden kazanıp sınıflandırdığımız bilgi ve soyutlamaların yaşam içinde yeni verilerle zenginleşmesinden başka bir şey değildir. Marksist diyalektiğin tavrı, yaşamın akışını hiç bir konsantrasyon kaygısı taşımaksızın rastgele bir yanından bakarak izlemek ve bununla yetinmek değil, eksiklik riski taşıyan saptamalarla da olsa, kavramlar üretmek, saptamalara ulaşmak ve fiile dönüşen öngörülerle yaşama müdahale etmektir. Anlama ve değiştirme eylemleri arasındaki setin Marksizm tarafından yıkılmış olmasının anlamı budur. Çünkü insan ancak bir değiştirme eyleminin içinde değiştirmeye çalıştığı olguyu anlayabilir ya da olgu üzerine varolan fikirlerini geliştirebilir.
Özellikle siyasal süreçlerde, değiştirme eylemine soyunan insanlar ve onların örgütsel bileşimi olan yapılar, içinde yaşadıkları sosyal-siyasal-iktisadi-kültürel çerçeveyi anlamak, bu çerçevenin bugünkü ve geçmiş verilerini yorumlayarak somut programlar, stratejiler, taktikler üretmek zorundadırlar. Bu programların yaşam içersinde sürecin bütün cephelerini ifade edebilme yeteneğinin varolan sınırları, programların önemini ortadan kaldırmaz. Çünkü toplumsal süreçte, iradi müdahale ancak belirli bir hedefler-yöntemler sistemi ile mümkündür, bu hedef ve yöntemlerin gerçekçiliği ise ancak iradi müdahalelerin sürecinde algılanabilir.
Öte yandan, salt sözcükler ya da isim-sıfat tamlamaları olarak siyasal kavramlar da vazgeçilmez değildirler; daha doğrusu aslolan onların açıklamakla görevlendirildikleri olguların kendisidir. Bir sözcük yerine bir diğerini tercih ediyor olmanızdan öte olgunun kendisine nasıl baktığınız önemlidir. Kuşkusuz teorik çaba, ele aldığı somut durumu anlaşılır hale getiren açıklayıcı kavramlara kaçınılmaz olarak ulaşır; ama tam bu noktada da kavramları oluşturan sözcükler kendi teknik ya da lügat anlamlarından sıyrılıp artık yeni bir anlam kazanırlar; sözcükler birbirleriyle yeni bir ilişkiye girerler ve ortaya yeni bir şey çıkar. Sözgelimi “Emperyalizm” kavramının dilsel kökeni ne olursa olsun, artık o, kapitalizmin tekelci çağının ifadesidir. Ya da “slogan” sözcüğünün karşılığı olarak Meydan Larusse’da “İskoç klanlarının savaş çığlığı” yazıyor olması, kavramın bugünkü siyasal anlamını değiştirmez. Siyasal süreçlerde sorun, kavramların altını dolduran çözümlemeler dizisiyle ilgilidir; bu çözümlemelerin ait oldukları süreci kavrayıp kavrayamaması önemlidir. Bu anlamda “kitabi” bir tavırla yeni kavramlara tepki duymak da sağlıklı değildir. Örneğin, “yeni-sömürgecilik” bir emperyalist politikanın adı olarak bir dizi somut göstergenin çözümlenmesine dayanırken, bütün bu göstergeleri yok sayıp kavramın kendisine takılmak sonuç üretici bir tavır değildir. Zaten, Marksist teori de yazılıp bitirilmiş bir kusal kitap değildir.
Ve tabii bol alıntılı hamasi edebiyat da teorik sorunlarda pek anlamlı sayılamaz. Sorun, olguyu anlama çabasıdır ve bu çabanın bilimsel dayanaklara oturup oturmadığı sorunudur. Sözgelimi, “III. Bunalım Dönemi” kavramını tartışırken, tutup Stalin’den bir dizi alıntıyla III. Bunalım denilen dönemin “aslında II. Bunalım Dönemi olduğunu” kanıtlamaya uğraşmak polemikçilik açısından neye yarar bilinmez ama böyle bir kanıtlama uğraşının 1945 sonrası sürecin ekonomik-siyasal göstergelerini değiştirmesinin mümkün olmadığı kesindir. Yani siz ne gibi bir adlandırma yaparsanız yapın, tanıklığa kimi çağırırsanız çağırın, II. Dünya savaşı sonrasının somut verileri değişmez ve esas sorun da zaten bu verilerin algılanıp siyasal sonuçlar çıkarılmasıdır. Gerçekten devrim perspektifi olan insanların derdi, bu devrimin içinde gelişeceği koşulların çözümlenmesidir; bu çözümlemenin sonuçlarının nasıl adlandırıldığı değil. (1)
Aynı şekilde “suni denge” konusu her açıldığında hemen Engels’e dönüp “denge-dengesizlik” üzerine alıntı dizileri sıralamak da çok anlamlı değildir. Yazının ilerki bölümlerinde değineceğimiz gibi “suni-denge” kavram bütünlüğü içinde “denge” sözcüğünün kullanımı çok farklıdır ve ortalığı alıntıya boğup işin ABC’si üzerine ders verir pozları takınmak tartışmanın seviyesinin de düşürülmesi anlamına gelmektedir. Üstelik işin kötüsü alıntıları sıralayıp “suni-denge” kavramının “anti-diyalektik”(!) olduğunu kanıtladığınızda, böylece Türkiye’nin 1950’ler sonrasında oluşan sosyo-ekonomik özellikleri de ortadan kalkmaz! Sosyal olgular-biz de dahil-kimsenin keyfine bağlı değildir. Suni-denge kavramı, gözlenen bir sosyo-ekonomik durumun ifadesi olarak anlamlıdır, bir “açıklayıcı kavram”dır, soruna ancak çözümlemeye tabi tutulan veriler ve olgular açısından bakılabilir. Oysa sorunun özünden, yani gerçekten içten bir anlama ve çözüm üretme kaygısından uzaklaşıldığında ve polemik dünyasının skorboard’ının çekiciliğine kapılındığında, bolca tanıklık gereksinimi duyulur ve çoğu kez de bu alıntılar bastığınız toprağın gerçekliğini anlamanıza çok yardımcı olmaz.
Yani asıl önemli olan, önünüze gerçek bir devrim perspektifi ve devrim isteği koyup koymadığınızdır. Eğer durumunuz böyleyse, o noktada kolay polemik zaferleriyle daha az ilgilenip üstünde durulan toprağı anlama çabasına daha çok önem verirsiniz. Çünkü bu toprağın özelliklerini anlamak, ona nasıl yaklaşacağınızın anahtarını verir ve ancak bu anahtarla kapıları zorlamak mümkündür.
-Devam edecek
-DİPNOTLAR
(1) Yazı içersinde “Yeni Demokrasi” dergisinde geçmişte yayınlanmış bir Mahir Çayan “eleştirisi”ne sık sık döneceğiz. Ama işin en başında, bu “eleştiri”nin insan sabrını çok zorlayan bir düzeysizlik örneği olduğunu sölemeden edemeyiz. “Yeni Demokrasi”nin 17. sayısında başlayıp devam eden bu dizi, herşeyden önce Türkiye’de artık terkedilmesi gereketiğine inandığımız kötü bir üslübun örneğidir. Kalemden kan damlatan bir pokemikçilik hırsıyla yazı, saygı sınırlarını zorlamakta, “pusulayı şaşıran şaşkın kaptan” ya da “Che Guevera’nın eteklerine yapışan (Mahir)” gibi bir çok örneği verilebilecek seviyesiz bir yazı üslubuyla sürmektedir. Biz, insanların teorik yazı yazarlarken, “edebiyatlı söz söyleme” arzularını sınırlayıp ciddi ve ağır başlı olmaları gerektiğine inanıyor, bu kötü müsamere tarzını günümüzün “ansiklopedi savaşçılarına” bırakmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.