- BÖLÜM
İçindekiler:
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN YARI-SÖMÜRGE OSMANLI TOPLUMUNA
OSMANLI TOPLUM YAPISI
A) OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN OLUŞUMU VE OSMANLI TOPLUM SİSTEMİ
OSMANLILARIN DEVLET DÜZENİNDE DEVLET-TOPLUM YAPISINDAKİ BELLİ BAŞLI OLGULAR
ERK’İN KULLANIMI
VERGİ DÜZENİ
KAPIKULU
TARİKATLAR VE AHİLİK
BİLİM VE DİN ADAMLARI
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA TOPLUMSAL DİNAMİZM
OSMANLI TOPLUM YAPISI
A) OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN OLUŞUMU VE OSMANLI TOPLUM SİSTEMİ
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi olguları, çeşitli açılardan önem taşımaktadır. Öncelikle, bu sürecin dinamikleri, 15. ve 16. yy’lara kadar dünyanın önemli bir kesiminin ilişki çelişkilerini derinden etkilemiştir. Bunun yanısıra, Osmanlıların tarihsel seyrinin değişen yönlerini tanımlayabilmek için, onun varoluş koşullarını ve varoluş olgularını saptamak zorunludur. Ayrıca değişim ve gelişim çizgilerinin, bu olguların tarihsel, sosyal, ekonomik özelliklerince biçimlenmesi de konunun bir başka faktörüdür.
- ve 13 yy.’lara göz attığımızda, Türklerin çok geniş bir coğrafi yüzeye dağılmış olduklarını ve hemen hemen her yönden heterojen bir tablo sergilediklerini görüyoruz . Bu tablo, konuştukları dilden dinlerine, yaşama biçimlerinden fiziksel yapılarına kadar değişik özellikler göstermektedir.
Türkler değişik karakterlere sahip oldukça çok sayıda kavim, kabile ve boylar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunların ortak özellikleri ise, genel olarak aynı ırk kökeninden gelmeleri ile Ural-Altay dil grubunun çeşitli lehçelerini kullanmakta oluşlarıdır.
Söz konusu kavimlerin bazılarının adlarını anımsamak gerekirse; Yakutlar, Dolganlar, Tobal ve Baraba Türkleri, Kokçuklar, Kazaklar, Kırgızlar, Çıtaklar, Nogaylar, Gagavuzlar, Çavuşlar, Balkarlar, Başkurtlar, Mişerler, Kipterler, Kazan Türkleri, Kırım ve Karait Türkleri, Özbekler, Tarancılar, Sartlar, Kaşgarlar, Solarlar, Sarı Uygurlar, Tatarlar, Karapapaklar, Karaçaylar, Kumuklar, Kara Nogaylar, Urusbi, Khulen Türkleri, Altay Türkleri ve diğerleridir.
Oğuzlar ise, İran-Irak üzerinden Anadolu’ya yayılan bir Türk boyudur. Bu yüzyıllarda Türklerin yayılmış olduğu dünya yüzeyini Fahrettin Mübarekşah şöyle tanımlamaktadır.
“Dünya ülkeleri arasında Türkistan’dan daha büyük, daha geniş, daha düz olanı yoktur. Doğu’da bu ülkelerin sınırı Çin’dir. Batı’da onun sınırı Rum’la birleşir. (Bizans İmparatorluğu) Kuzey’de bu sınır Yecüc-Mecüc Seddi’dir. Güney’de de Hindistan Dağları bulunur ki, orada biteviye kar yağar.”
Oğuzlarda han, beyler ve halk olmak üzere üç temel kategori görmekteyiz. Ne var ki, bu kategorileşmeyi klasik bir sınıflaşma tarzında değerlendirebilmek olası değildir. Aynı şekilde, temel ekonomik uğraşları hayvancılık olan toplumlardaki toplumsal kategorilerin belirgin özelliklerini de aramamak gerekir. Sözgelimi, halkın kahramanlık gösteren ‘yiğitlerinin’ her an ‘ad’ kazanma şansına sahip olması dolayısıyla, beyler arasına katılması olasıdır. Örf, adet ve geleneklerin korunmaya ve dinamik tutulmaya çalışılmasının, toplumun ana motifini oluşturduğu Oğuzlarda yasa beylerin emirleridir. Ayrıca bir yürütme kuvveti olmadığı gibi yargı organı da yoktur. Beylerin üçyüzer kişilik çevrelerine bu bağlamda herhangi bir işlev yüklemek yersiz olur. Çünkü, gerçekte bu çevre bir tarz güç unsuru olarak var olmuş ve sosyal pratikte o şekilde gelişmiştir. Son tahlilde gerçek bir monarşi…
Bu özellikler, monarşinin zor unsurunu kullanmaması ve ekonomik yaşamlarının rahat olmasından ötürü halk tarafından kolayca benimsenmiştir. Oğuzların sınıf şeması Şerif Mardin tarafından şu şekilde çiziliyor: “… babadan oğla geçen bir aristokrasi vardır. Eski Türklerde basit bir sınıflama görülüyordu. En yukarda han, onun altında aristokratik bir tabaka olan “beyler” ve son olarak “halk”. Aristokratik sınıfa dahil olabilmenin iki yöntemi vardır: Kan bağı bulunması ve başarılı olunması”.
Oğuzlarda halk, sadece itaatle sınırlı bir kesim olarak düşünülemez. Han’ı bağlayan kural ve davranış biçimi geleneklerinin neredeyse bir kurum haline gelmiş gücünü görüyoruz. Öte yandan beylerin sahip olduğu güç de, diğer bir önemli etmen olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu beylerin oluşturduğu ‘Kurultay’ların manevi otoritesi bir hayli belirgindir.
Oğuzların göçebelik ve hayvancılık özelliklerinin yanı sıra talancı ve haraççı özelliklerini de görüyoruz. Dede Korkut Masalları bu durumu şöyle aktarıyor: “Dokuz tümen Gürcistan’ın haracı geldi. Bir at kılıç, bir çomak götürdüler. Bayındır Han Katı Saht oldu. Aydur Niçe saht olmayan, her yıl altu akçe gelür idiyige bige virür idük hatırları hoş olur idi”. Bunların yanı sıra, cılız da olsa ticari yaşamda varlık gösterdiklerini, tüccarlara ve bezirganlara sahip olduklarını eklemek gerekiyor. Türklerin hiyerarşisi, Moğollar gibi 10.yy’da oluşmuştur. Bu hiyerarşinin en önemli yanı, aile kökenlerine bağlı olarak gelişmesidir.
Daha önce “Tengri” diye adlandırdıkları ulu bir varlığa inanan ve bu varlığın evrenin egemeni olduğunu düşünen Oğuzlar’ın İslamiyetle tanışmaları, 10.yy’da ülkelerine gelen Müslüman tacirler dolayısıyla olmuştur. 11.yy’ın başlarından itibaren hızlı bir şekilde İslamiyete kanalize olan Oğuzlar’ın, İslamiyeti çok esnek anlayışlarla ele aldıkları ve uyguladıkları da bilinen gerçektir. Hiçbir zaman Ortodoks Müslüman özellikler göstermemelerine karşın, İslamiyet onlar açısından iki önemli tarihsel sonuç getirmiştir. Öncelikle güneye göç başlamış, bağlantılı olarak da bu hareketlilik, İslamiyetin Batı’ya ve kısmen Doğu’ya Türkler tarafından taşınmasını doğurmuştur.
Türklerin Anadolu’ya yönelmeleri binli yıllarla birlikte başlar. Binli yılların hemen başında Ermenistan’ın doğusunu ele geçirmeye çalışmışlarsa da sonuç alamamışlardır. Bu yol, Türklere ancak güçlü bir Selçuklu Devleti’nin varlığından sonra açılmıştır. “Orta Asya steplerine göre daha iyi coğrafi koşulları ve doğal sınırlarıyla insan yerleşmesine çok elverişli olan Anadolu çevresinde, bugünkü Türk toplumu tarih yüzüne böyle doğdu.” (1)
Anadolu yarımadasında oldukça kısa zamanda son derece önemli değişiklikler yaratan , yeryüzünün bu bölgesini etnik bakımdan olduğu gibi farklılaştıran tarihsel nedenler, Türklerin fetih arzusu, vb. ile açıklanamaz. Bu noktada hem Türklerin o süreçteki dinamiklerini, hem de o dinamiklere zemin oluşturan Anadolu koşullarını tanımlamak gerekmektedir. Göçerliğin-egemen olsa da- tek olgu olmadığı Türkler, gelişen , değişen , büyüyen ekonomik, toplumsal durumlarını yeni ve elverişli bir çerçeveye oturtma gereksinimi duyuyorlardı. Onların bu yaşam koşullarına bağlı gereksinimi, kitlesel bir dinamik niteliğinde olduğu için büyük önem taşımaktaydı.
Ekonomik, tarihsel ve sosyal gereksinimlerden oluşan koşulları, ideolojide de tanımını bulmuş ve ‘islami cihat’ olgusuyla çakışarak kendisine bu bağlamda meşru bir platform yaratmıştır. Sözkonusu “meşruiyetin” hayata geçirilme zemini olan Anadolu’nun o süreçteki durumu ise, ‘meşruiyet’e çanak tutan ek bir faktör sunmaktadır. Çünkü, II. Basileus’un ölümünden sonra hem devletin ve hem de bölge beylerinin katmerli vergilerinin yarattığı baskı, halkın nabzını iyice yükseltmiştir.
Her zaman olduğu gibi vergiler ve baskı koşut olarak tırmanıyor, Küçük Asya halkı, bir başka egemenliğe gönüllü gözüküyordu. Yine aynı paralelde, devletin dış düşmanlara karşı koyacak soluğu da kalmamıştı. Türkler işte bu koşulları zamanında kullanarak Anadolu’ya aktılar. Üstelik, bütün esirlere v e”paraiken” denilen ırgatlara özgürlük vererek, onları eski vergilerle kıyaslandığında oldukça hafif görünen bir vergi sistemine soktuklarını ilan ettiler. Aynı zamanda Türkmenler de yeni duruma hızla uyum sağladılar. “Yeni yeni köy, kasaba ve şehirler kuran, yaylalara mazide görülmedik bir canlılık veren Türk halk zümreleri, yeni vatanlarının doğal ekonomik gereklerine pek çabuk uymakta idiler. Halı, sof, kuru meyve, hayvan, kereste, şap gibi maddeler bol bol ihraç ediliyordu. Ayrıca Şark mallarını kervanlarla Bizans pazarlarına getirmeyi de Anadolu Türkleri üzerlerine almışlardı”(2)
Özellikle feodalizm tartışmasında gündeme gelen islami olguları, bu bağlaşıklık içinde ele almadan önce durumun genel verilerine değinmek gerekiyor. Çünkü Osmanlı Devleti’nin feodal üretim ilişkileri özelliklerini taşıyıp taşımadığı, özgün yanları, bu özgün yanların genel literatürde nereye oturtulması gerektiği, özel bir tanımlama zorunluluğunun olup olmadığının anlaşılabilmesi, ancak bu şekilde olasıdır.
Feodalizmin genel ölçüleri nelerdir? Bazı özelleşen yanlarıyla bir ‘islam feodalizmi’nden söz edilebilir mi? İslamiyet üretim ilişkilerine böylesine özel bir etkide bulunabilmiş ve onun dokusunu salt kendi kurallarından kaynaklanan nedenlerle değiştirmiş midir, yoksa genel dokunun özellikleri korunmak kaydıyla, bu özellikler üzerinde yükselen bir takım toplumsal, kültürel, psikolojik… etkenlerden ve sonuçlardan mı sözetmek gerekiyor? Osmanlı ekonomik sisteminin bel kemiğini oluşturan ikta ve tımar kurumlarının niteliği feodal midir?
Bu soruların yanıtlarını ararken, elbette öncelikle ‘toprağa bağımlı serf’ olgusuna bakacağız. Bu arayışımız, bir tarihsellik içinde gelişen üretim ilişkileri sistemleri temelinde olacak. Üretim süreçlerinin eşitsiz gelişim kuralının, sadece zaman değişkenine bağlı olmadığını; bu kuralın, değişik tarihsel, sosyal, kültürel ve hatta coğrafi özellikler taşıyan toplumların farklı ekonomik potansiyellerinden ötürü de değişiklikler gösterdiğini vurgulamak gerekiyor? Bu farklılıklar, klasik şemayı alt üst eden karakterler taşımasa da , özellikle mekanik yorumları zorlar.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda feodalizmin varlığından söz edebilmek olası değildi. Belli bir vergilendirme düzeni ya da üretim biçimi egemen olmadığı halde, devlet yapısını ve düzenini belirleyen bir takım kurallardan yola çıkarak üretim tarzı belirlemesi yapmak yanlış olur.
Konuyu toprak düzeni açısından ele alırsak; Anadolu Selçukluları’nda toprağın üç ayrı kullanım biçimi olduğunu görürüz.
Bunların ilki “mülk”, diğeri “vakıf”, üçüncüsü ise “miri” olarak tanımlanıyor. Gerçek bir kullanma özgürlüğünün söz konusu olduğu ‘mülk’lerde toprağın sahibi, o topraklar üzerinde dilediğini yapmak, toprağı arzusuna göre kullanmak hakkına sahiptir. Toplumsal amaçlarla kullanılan vakıf topraklarının, aynı zamanda genel düzene bu bağlamda katkıları olduğu, yer yer, söz ettiğimiz ikinci kategori toprakların bilim adına da sosyal kullanıma sokulduğu görülüyor. Kısacası bu topraklar “vakfediliyor” Bu uygulamanın göstermelik olmadığını, toplumsal yaşamda herhangi bir olgu olarak değil, etkin, uygulaması genel düzene ciddi veriler sunan bir olgu olarak varolduğunu belirtmek gerekiyor. Üçüncü tür topraklar ise, görev temelinde sahip olunan ve aslında devlete ait olan topraklardı. Yani miri toprak, bir görev dolayısıyla bir kimseye devlet tarafından ayrılan bölümün gelirinden yararlanılması idi. Söz konusu görevin sona ermesi halinde bu topraklar da yeniden devlet tasarrufuna devrediliyordu.
Feodalizmde göçebelik tartışmasını var olan savlara dayanarak yapmak olası değil. Her ne kadar ‘toprağa bağımlı serf’liği feodal düzen ilişkileri açısından mekanize etmesek de, göçebe kabile yapısının topluma nüfuz edici bir tablo çizmediğini, devletlerin bir hayli yüzeysel konumlanışları olduğunu, Osmanlı Devleti’nin belirginleşmeye başladığı süreçten sonra bu özelliğin de değişmeye başladığını görüyoruz.
İslamiyet, devlete teokratik nitelikler sunar. Egemenliğin sadece ve her alanda Allah’a ait olduğunu, yeryüzünde ise onun temsilcisi eliyle kullanılıp uygulanacağını tanımlayarak monarşinin kurallarını koyar. Kuran’da bu temsilciliğini nasıl kullanılacağı konusunda kayıtlar bulunmadığı, (ve ilerde değişik egemenlik biçimlerine de empoze edilecek) bu anlayışın temel faktörü yine bireysel bir temsil noktasında düğümlenmekte olduğu için, ‘şeriat’ devletinin cumhuriyet veya benzeri bir yönetim erkine uyarlanabilmesi, pratik gerçeklik bulamamıştır.
İslamiyet; ilk zamanlarda, moral değerleri bir hayli zayıf düşmüş, fakat bu durumu, bir yozlaşma ve çürümeye yol açmadan dönüştürme çabasında olan, gelenek, töre ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya sarılan, sınırlı birkaç el zanaatına ve ortak değerlerine olağan üstü önem veren Türklerin bu durumuna gereken yanıtları sunmuş, ,boşlukları hızla doldurmuştur.
Ne var ki, bir süre sonra, egemenliğin faktörü olarak kullanılmaya başlanır başlanmaz, toplumsal geri kalmışlığın da faktörlerinden biri haline gelmiş, Osmanlı statik yapısında din öğesinin belirginliğine yol açmıştır.
1500’lerde esen yenilenme rüzgarlarının Avrupa’yı şiddetle sarsmasına ve feodalizmin güçlü ögesi Hıristiyanlığı önemli ölçüde dönüştürmesine karşın, aynı süreçlerde (Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin görkemli durumunun da etkisiyle) İslamiyet kendi yolunda yürümeyi sürdürmüştür.
İslamiyetin, üretimin gelişmesi üzerinde hiçbir olumlu etkisi olmamıştır. Ticareti düzenleyen bir takım kuralların, belli bir süre bazı toplumlarda-ve bu arada ilk zamanlarda Türklerde de- prensip ve canlılık sağladığı görülmüşse de, Kuran’ın kendi içinde üretken bir mantığı olmadığı için, giderek ticarette dahi engel faktör haline gelmiştir. Bu tür engellerden dolayıdır ki, “Müslüman tebaa” ile “gayrı müslüm tebaa” arasına önemli farklar konulsa da, son tahlilde ticarette gelişmenin cılız dinamikleri de Müslüman olmayan kesime terkedilmiştir.
Müslüman olmayanların salt bu nedenle elde ettiği avantajlar, toplumsal yaşantıda geri bir kategoriye itilmelerine karşın, ekonomik planda ve hatta hukuksal planda daha elverişli koşullar sunuyordu. Zekat verme zorunda olmamaları, o dönem çeşitli açılardan oldukça ağır bir yük olan askerlikten muaf olmaları, şeriat hukukunca yargılanmayıp kendi iç sınırlılıkları içinde özel yargı haklarının bulunması, gözardı edilmeyecek avantajlardı. Öte yandan “haraç” adı altında bir vergiye tabi tutulmalarının da önemli bir yük olarak görülmesi gerekmiyor. Ki, bu tür özel vergilendirme durumlarında da din adamlarından, yoksullardan talepte bulunulmuyordu.
Üretim-tüketim mantıkları açısından ve bu mantıkları yerleşik sonuçlar haline getiren nedenler açısından bir doğu-batı ayrımı yapmak, Osmanlı devletini de bu çerçevede gündeme getirmek yüzeysel bir soyutlama olmaz. W.Bjerkman’ın “Şark ekonomisi bir tüketim ekonomisi olup katiyen üretim ekonomisi değildir” tanımının “katiyen” abartmasının eşyanın tabiatına ters yanının çıkartırsak gerçekten doğu toplumlarında üretim ekonomisinin değil, tüketim ekonomisinin egemen olduğunu, ticaretin bu temelde sürmesine karşın, ekonomik üretkenlik ve dinamizm fukaralığının, çağlar boyu tarihi de kendince biçimlendirdiği açıktır.
Yukarıda İslamiyetin toplumlarda kendinden önceki durumu henüz çözmediği dönemlerden söz ettik. Bunun anlamı, yer yer önemli boşluklar olsa da kurumlaşmada herhangi bir değişiklik olmaması değildir. İslamiyet’ten önce de salt gelenekler, vb. alanlarda değil, bir çok alanda belli kurumlaşmalar vardır. Belirttiğimiz süreçlerde ise hem islami kurumlar hem de eski kurumlar yan yana, iç içe varolmuştur. Böylesi süreçlerde yer değiştiren kurumlaşmalar arasında bir çatışmanın olup olmadığına bakmak gerekir. Çünkü bu çatışmalar, toplumların evriminde önemli dönemeçlerdir. Ve Türklerde, İslamiyet’e geçiş döneminde bu anlamda ciddi bir çatışma yaşanmamıştır. Sözgelimi Selçuklular İslamiyet’ten sonra da Göktürk, Uygur, Oğuz kabile geleneklerinin belirgin etkileriyle yaşamlarını sürdürmüşler ve bu etkilerin, İslamiyetin yeni olguları karşısında silikleşmesi çok uzun zaman almıştır. Aynı şekilde daha önce, Samaniler’de, Gazneliler’de ve Karahanlılar’da Göktürk ve Uygur kurumlarını son derece somut olarak -İslamiyet’e rağmen- görüyoruz. Osmanlılar”da ‘eski’nin çözülmesi, özellikle Fatih zamanında gündeme gelmiştir. İslam ilke ve kurallarının ‘eski’ye egemen olmasına en kısa zamanı biçen araştırmacılar dahi, araya kuruluştan sonra bir-iki yüzyıllık zaman dilimi koymaktadırlar. Öyleyse bu süreci; İslam motivasyonları artı, Türk gelenekleri altında yaşanan, henüz İslamiyetin toplumsal kurumlara egemen olmadığı, ama ‘eski’nin yeni karşısında bir direnme koymadığı süreç olarak tanımlayabiliriz.
“Osmanlı toplumu, klasik feodal bir bünyeye sahip olmamasına rağmen feodal bir devletti. Tam deyimiyle-özellikle 15.yy’dan sonra, toplumsal yapı; askeri feodal bir yapıydı”. Mahir Çayan yoldaşın ‘merkezi-feodal’ nitelemesi önemlidir. Bu ‘merkezi-feodal’ yapı, kuruluştan itibaren geçerli olmuş ve olduğu gibi korunmuş bir statik bünyeye sahip değildir. Klasik feodal özelliklere daha yakın olan ilk süreçler, aşiret gelenekleri nedeniyle daha özgün yaşansa da, ilerleyen süreçlerde feodalitenin gerçek bir merkezi etkinlikle yürütülmeye başlandığını, doğu toplumlarının yarı feodal özellikleriyle, (merkezin güçlenmesi oranında) klasik feodal dokunun farklılaştığını görüyoruz.
Feodalitenin bir boyutu, güçsüz ve ancak devlet topraklarının belirli bir bölümünde sınırsız tasarruf durumu olan merkezin yanı sıra, merkeze belli ölçülerde bağımlı olsalar da esas olarak kendi topraklarında bir anlamda kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, (senyörler, derebeyler) bileşkesidir. İkinci ve ağır basan boyutu ise, toprağa bağlı serfliktir ki, tımar, bu durumu (yumuşatılmış ve güncelleştirilmiş hali olarak) karşılamaktadır.
Muzaffer Akdağ tımar’ı: “Devlet kendi hizmetindeki insanlardan bazılarına hizmetleri karşılığında maaş verecek yerde, belirli bir yerin vergilerinden bir kısmını kendi hesaplarına toplamak hakkını tanır ki, bu aşağı yukarı tımar demektir” biçiminde tanımlamaktadır. Özellikle ilk dönemlerde yeni ‘fethedilen’ toprakların, geniş yetkilerle birlikte sultan çevresinden insanlara verildiği bilinmektedir. Bu bey’ler bazen fetihlerde yararlılık gösterenler olduğu gibi bazen de sultan ailesinden olabilmektedir.
Bu noktada, daha sonraki tutumlarıyla birlikte ele alarak genel bir değerlendirme yaptığımızda ilginç bir sonuç ortaya çıkıyor. Osmanlılar gerek ekonomide gerek yönetimde ve gerekse dinde, uzun dönem zamandaş feodal yöntemleri yumuşatarak kullanmışlardır. Eski toplumsal olgularla İslami olguları yan yana yaşamışlar, toprak düzeninde, Anadolu Selçukluları’nın beylikler halinde parçalanışını merkezileştirmişlerdir. Bununla beraber, feodal yapının reaya olgusunu özgünleştirerek yaşatmışlar, yeni fethettikleri toprakların yerli kurumlarını tümüyle dağıtmaya gitmemişlerdir. Bunların, kendi koydukları kurallarla birlikte yaşamasına izin vermişlerdir. Sözgelimi Rumeli fetihlerinde, fetihleri gerçekleştiren komutanlara, oldukça geniş yetkilerle, sınır boyları mülk olarak verilmiştir. Ve bu komutanlar orada, yukarıdaki saptamalar temelinde bir düzen yaratmışlardır.
Osmanlılar’ın özellikle gelişme aşamalarında, duydukları gereksinim dolayısıyla, İslamiyetin ‘gaza ve cihat’ mantığını fetihlerde ciddi olgular olarak kullandıkları görülüyor.
Kuruluştan sonra çeşitli biçimlerde geçerliliğini sürdürmüş bir çok kurum ve tavır Fatih zamanında önemli ölçüde alt üst olmuş, değiştirilmiştir. Devlet gerçek bir imparatorluk anlayışıyla yönetilmeye başlanmış, dönüştürülmüştür. Cihad ruhu vb. eski motiflerin yerini bu anlayıştan kaynaklanan yeni kurumlaşmalar almıştır. O döneme kadar devlet düzeninde somut bir etkinliği olmayan ‘kapıkulu’, artık devletin belli başlı faktörlerinden biridir. Yine o döneme kadar düzen üzerinde söz sahibi olan aristokrasi, neredeyse saf dışı edilmiştir.
Yalnız sözünü ettiğimiz bu aristokrasiyi, klasik feodal bünyeye sahip devlet yapılarındaki alışıla gelmiş aristokrat zümre ile karıştırmamak gerekmektedir. Merkezinde, hükümdar ve onun ailesi, bu merkezi çevreleyen bürokrat nitelikli fakat kalıtımsal bünyeli bir aristokrasi ve henüz palazlanmamış kapıkulları, erkin bütünüdür. Giderek bilginlerin, kadıların, şeyhlerin, zengin tüccarların, kırsal kesimde mülk ve nüfuz ile belirginleşen bir üst halkanın; merkez ile halk arasında tali bir erk , ara bir kat oluşturdukları, bir nevi aracı durumuna geldikleri görülüyor. Halkın durumu sadece üretici ve vergi ödeyici olmaktan öte bir veri göstermiyordu. “Toprağa bağlı reaya üretiyor; artı-ürün ikinci dereceden feodaller aracılığıyla merkezi otorite tarafından ele geçiriliyordu.” (3)
Fatih zamanındaki değişikliklerin tanımı, merkezileşmenin netleşmesidir. O döneme kadar hükümdarların yanı sıra, -son çözümlemede yine tek ve mutlak erk olsalar da- kendilerini çevreleyen kesimin belli bir etkisi söz konusuydu. Bu etkinin temelinde; vezirlerin, beylerin, vb. kişilerin, padişahların tahta çıkmasında oynadıkları rol yatmaktaydı. Fatih bu duruma son vermiştir. Oğuzlardan beri süregelen ilkel aristokratik kesimin etkinliğini ortadan kaldırmış, kalıtımla, savaş yararlılıklarıyla, ahilik olgusuyla hükümdarı çevreleyen ‘bey’lerin rollerini, bir anlamda hükümdar tekeline almıştır. Fatih, bütün bu tasfiyelerin doğurduğu boşluğu, (hükümdarlık erki açısından hiçbir tehlike yaratmayacağı gerçeğinden hareketle) büyük bir ustalıkla kapıkulu ile doldurmuştur. Bu devşirmelerin yönetici vasıflarla donatılmaları, herhangi bir manevi otorite ve ‘hükümdarlara rağmen’lik tehlikesi yaratmadan, hükümdar memurluğu yapmalarından başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu tasfiyelerin de son darbeyi vurduğu büyük toprak mülkleri erkinin yaşayabilmesinin koşulları da böylece ortadan tümüyle kalkmıştır. Gerçekte bu şekilde bir erkin oluşabilmesinin ve yaşayabilmesinin önünde öteden beri çeşitli engeller bulunmaktadır. Toplumsal yapı, klasik feodalitede önemli bir olgu olan miras’a değişik yaklaşmaktadır. İslam hukukunun oynadığı roller vardır ve aile ve toprak soyluluğuna karşı bir tavır sözkonusudur. Bu konuda ciddi araştırmalarda bulunmuş Türk tarihçilerinin hemen hemen hepsi, Osmanlı devlet-toplum düzeninin klasik bünye ile çakışmadığı sonucuna varmışlardır. Bunlar arasında Çağatay, Akdağ, Barkan, İnalcık, Köprülü, vd…’leri ni sayabiliriz.
Son tahlilde feodal beyin, merkezi devletin kendisi olmasından hareketle, merkezi-feodal yapı tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Reayanın toprağa bağlılığı da, yine bu temel ve yukarıda sözünü ettiğimiz ek faktörler kapsamında, mutlak bir bağımlılık değildir. Ama bağımsızlık da değildir. Çünkü, “çift bozan resmi” denilen bir vergiyle, toprağı terk etmek isteyen reaya, devlete belli bir tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır.
“Reaya, başlıca ikta reayası (tımar, zeamet, has), vakıf reayası, malikane reayası ve ya bunlardan ikisinin ortak reayası olarak dört sınıftır. Köylü, elindeki toprağın geçici tapusunu kimin reayası ise ondan alır ve öşür resmini ona verirdi. Köylü, kendi elindeki yerleri sürüp ekmekle mükellefti; o toprağı bırakıp başkasının toprağına gidemezdi ve başkasının reayası olamazdı. Yalnız köylünün çalıştığı toprak mülk iken, vakıf iken borcuna karşılık sipahiye verilmiş ise, köylü de o suretle toprakla beraber vakıf, mülk veya sipahinin reayası olmak üzere yeni şekle göre isim değiştirirdi.” (4)
Bilindiği gibi Marks; Çin, Hindistan ve Türkiye örnekleri temelinde, klasik sınıflamaların dışında, coğrafi çerçeve içinde, Asya tarzı üretim biçiminden söz etmiştir. Hala çeşitli tezlere kaynaklık eden birtakım arayışların düğümlendiği bu konuda genel bir fikir için, Grundrisse’nin “Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler” bölümünün ‘Giriş’indeki görüşlerini anımsayalım.
“Mülkiyet, toplumun kendi varlığını yeniden üretme sürecinde, bu üretimin nesnel koşullarını, kendisine (yani üretimin özel koşuluna) ait şeyler, ya da kendi üretiminin koşulları olarak görmesi ve değerlendirmesidir; dolayısıyla, mülkiyet, bireyin bir toplum üyesi olarak varlığından ayrı düşünülemez. Birey ancak bir toplum üyesi sıfatıyla mülk sahibi olabilir ve her toplum üyesi, bu sıfatıyla toplumun mülkü üzerinde hak sahibidir. (Bu hakkın üç farklı çeşidi-Asya tarzı, Alman tarzı, Antik tarz-incelenecektir). Dolayısıyla bireyin toplum içindeki varlığını yeniden üretmek, onu bir mülk sahibi olarak yeniden üretmek demektir ve emek, mülkiyetten ayrı düşünülemez.
Öncelikle Marks’ın sunduğu üç toplum ve mülkiyet tarzı, ideal biçimlerde sınıf ayrımına yer vermeyen ilkel Komünal toplumlardır. İkincisi, üçü arasındaki ayrım tarihi değil coğrafidir. Asya tarzı diye adlandırılan biçim, özellikle (metinde sözü edilmese de Marks’ın başka yazılarından anladığımız kadarıyla) Çin, Hindistan ve Türkiye’de fakat aynı zamanda Slav ve Romen klanlarında, Meksika (Aztek) ve Peru (İnka) uygarlıklarında ve eski Keltlerde geçerlidir. (5) Antik tarz başlığı altında sadece Roma toprak düzeni tartışılmış ve bunun Yunan ve İbrani uygarlıklarında da geçerli olduğunu söylemiştir. Alman tarzı ise, büyük göçler öncesi Kuzey Avrupa Cermen aşiretlerinin tarzıdır. Moğol ve Kızılderili kavimlerine değinildiği halde, bunların Asya tarzı sayılıp sayılmayacağı açık değildir. İlkel Afrika kavimlerine ve İslam öncesi Arap aşiretlerine hiç değinilmemiştir.”
Bütün arayışların ve tartışmaların ötesinde, buraya kadar belirlediğimiz noktalar, ‘merkezi feodal’ yapı saptamasına ilişkin veriler sunmaktadır. Bu genel bir çıkarımdır. Çünkü Osmanlılar’ın geniş ve sürekli büyüyen topraklarında, belli bir merkezi prosedürün uygulanmasının yanı sıra, ele geçirilen her yeni bölge için, o bölgenin koşullarına uyacak tarzda, değişik ‘kanunnameler’ düzenlenmiştir. Bunların herhangi biri tek başına ele alındığında, değişik bir tanımlama için kuvvetli veriler sunabilmektedir. Fakat doğrusu, bütün bu özgünlüklerin sentezi olan merkezi devlet yapı ve uygulamalarının esasta gözetilmesidir. Ki, o zaman belirleyici olanın merkezi otorite olduğu ve toprak düzeninin genel olarak bu merkezde cisimleşmiş bir feodal karakter taşıdığı anlaşılmaktadır.
Bu noktada, reaya ile tımar sahiplerinin ilişkilerinin düzenlenmesine, bu düzenin, klasik feodalite de feodal beyle serf arasındaki ilişkiyle karıştırılmasına bakmak gerekiyor.
Tımar sahiplerinin reaya üzerindeki tek hakları, yasalarla saptanmış belirli vergileri toplamak idi. Sahip ile reaya arasında bir anlaşmazlık çıktığında bunun incelenmesi ve çözümlenmesi yöresel kadılıklar yoluyla ya da merkezden verilecek emre göre yapılırdı. Reaya sahibi, köylüye karşı hakkını savunabileceği gibi, köylü de hakkını aramak yetkisine sahipti.
Çeşitli yasalarla belirtilmiş olduğuna göre, yani tımar sahibi için, köylüden öşürünü en yakın pazara iletmek ve köyde bir ambar yapmaktan başka özel bir hizmet önermek ya da parasız herhangi bir şey istemek yasaktı..(6)
Toprak düzeninin dışında, ticaret hayatının koşullarına ve durumuna genel olarak bir göz attığımızda; 16.yy’da dünyadaki gelişmelere paralel olarak Osmanlı ticaret hayatının da ölmeye başladığını görüyoruz. Çünkü kuruluştan beri kervan ticareti ve transit eşya olgularına dayanan belli bir canlılık vardır. Üstelik yerli ürünlerin devlet sınırları dışında da pazarı vardır. Fakat 16.yy’daki bilimsel, teknik, ekonomik gelişmeler bu yaşamı hızla öldürüp dönüştürmüştür.
Değişimin dışında kalan İmparatorlukta, kaçınılmaz olarak ticaret koşulları ölmeye başlamıştır. Daha önce stratejik ticaret yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması, İmparatorluk için çeşitli açılardan (hem ekonomik hem toplumsal olarak) büyük avantajlar sağlıyordu. Şimdi ise hızla zenginleşen Avrupa liman kentlerinde odaklaşmaya başlayan ekonomik canlılık, hammaddelerin Avrupa’ya akmasını doğuruyordu.
Dolayısıyla, avantajların tümü dezavantajlarla yer değiştiriyordu. Artık ticaret yolları Kuzey Avrupa ve İngiltere üzerinden Okyanus’a kaymış durumdadır. Bu değişimler birkaç yüzyıl çizgilerini korumuşlar ve sonuçta İmparatorluğun göreli ticaret yaşamını da azınlıklar, Rum, Ermeni ve Yahudiler ellerine geçirmişlerdir.
OSMANLILARIN DEVLET DÜZENİNDE DEVLET-TOPLUM YAPISINDAKİ BELLİ BAŞLI OLGULAR
ERK’İN KULLANIMI
Her koşul altında (onu çevreleyen, dönem dönem değişiklikler gösteren yönetim düzeni görüntüsüne rağmen) erk; padişahtır. Bu durumun zirvesi 15. ve 16. yy’lardır. Kuruluştan itibaren giderek yükselen grafik, sözkonusu yüzyıllardan sonra ise giderek alçalmıştır. Çünkü başlangıçta, yine son söz ve güç sultanda olmak kaydıyla “Türkmen aristokrasisinin”, “ahilerin”, “savaş Alplerin” ciddi etkinliği vardır. Grafiğin, padişah erki açısından inişe geçtiği dönemlerde ise, kapıkulunun, din adamlarının, saray bürokrasisinin etkinlikleri görülür.
Öte yandan, her ne kadar ‘fetva’ olgusu nedeniyle Şeyhülislamların önemli konumlanışı varsa da, son çözümlemede yasa, yine hükümdar buyruğudur. Hükümdarların bir yandan kendilerini şeriatla özdeşleştirmeleri ve dini kurumları onların temsil etmesi (ki halifelikle somutlaşmıştı), öte yandan şeriatın özel uygulamalarını Şeyhülislamlığa bırakmaları, gereksinim duyduklarında müdahale etmeleri, durumu en uygun şekilde yürütmeleri yolunda ‘politik’ bir tutum olmuştur. Hükümdarların şeriatla daha fazla çakışması, özellikle II. Beyazıt’dan başlamak üzere gündeme gelmiştir.
Bilindiği gibi Osmanlı erkinde padişaha en yakın halka olarak ‘Divan’ vardır. Ne var ki, Divan’ın bütün görkemine karşı gerçek işlevi, bir kurum olarak son derece yüzeysel ve göstermeliktir. Ancak, kişisel inisiyatif temelinde yer yer Divan üyelerinin önemli etkinlikler koyduğu ve o şekilde devlet yönetiminde söz sahibi oldukları da bilinmektedir. Diğer hallerde Divan, esas olarak padişahın danışma kurulu niteliğindedir. Vezirler, kazaskerler, defterdarlar ve nişancı Divan üyeleridir. Önemle belirtmeliyiz ki, kazaskerlerin dışında bütün Divan üyeleri, kapıkulu arasından çıkar. Sadece kazasker kapıkulundan gelmez ve özgün durumu, görece bağımsızlığı vardır.
Kazaskerlerin, şeyhülislam, medrese üçgenini tamamlayarak ‘ulema’ kategorisi bütününde özel bir güç oluşturdukları biliniyor.
VERGİ DÜZENİ
Osmanlı vergi düzeninin iki önemli esprisi vardır. Her ikisi de merkez açısından pratik avantajlar sağlayan bu esprilerin ilki, memurlarına kendileri için vergi toplatılmasıdır. Bu durumun merkeze sağladığı yararları; devletin alan ve tekrar veren olma külfetinden kurtarılması, memurların maaşlarının tutarını reayadan bizzat alması şeklinde özetleyebiliriz.
Bu konuda ikinci önemli espriye gelince; Osmanlıların bütün imparatorluk topraklarını kapsayan bir vergi sisteminin olmadığına daha önce değinmiştik. Son derece geniş bir coğrafi yüzeye hükmeden imparatorluk, bu her bakımdan değişik özellikler gösteren bölgeler için aynı vergi programlarını uygulamamış, yörelerdeki eski düzenleri de gözetmiştir.
Öncelikle imparatorluğa yeni katılan bölgelerin yürürlükte olan sistemini incelettirmiş, bunu kendi isteklerine göre yeniden düzenlettirmiş ve üstelik hazırlanan özel kanunnameleri bir deneme sürecinden geçirtmiş, nihayet pratik sonuçlarını derleyerek son şeklini vermiştir.
Öte yandan savaş giderleri için alınan “avarız”dan söz etmek gerekir. Çünkü özel bir vergidir. “Erk’in kullanımı” başlıklı bölümde belirttiğimiz gibi merkezi yönetim, din kurallarının ağırlık taşıdığı durumlara fazla karışmamak yolunda tercih kullanırdı. Aynı durum vergilendirme alanında da geçerlidir. Dolayısıyla genel olarak vergilerin “şer”i ve “örfi” olmak üzere iki ana kola ayrılmış olduğu söylenebilir.
Önce Şer’i vergi alanına giren vergi türlerine bir göz atarsak, esas olarak öşür, cizye (haraç), zekat, ihtisap resmi, maden resmi’ni saymak gerekir. Öşür, tarımsal ürünlerin onda biridir. Cizye (haraç), Müslüman olmayanlardan sağlanır. Zekat, Müslümanların İslamiyetin gerekleri çerçevesinde ödedikleri paradır. Bu para, daha önce dini inançları dolayısıyla Müslümanlar tarafından yoksullar için gönüllü olarak ödendiği halde daha sonra vergiye dönüştürülmüştür. İhtisap resmine gelince, zanaatkar ve tüccarlardan toplanan bir vergidir. Pazar denetimcisi tarafından saptanır.
Özel mülk olan madenlerden de üretimin beşte biri alınırdı. Osmanlılarda tam seksen tür “şer”i vergi görüyoruz. Ama bunların en önemlileri öşür, haraç ve cizyedir. Osmanlıların öşür ve haraç aldıkları toprakları miri toprak şekline sokmaları, bu temelde bir bölüşüm doğurmuştur.
Örfi vergilerin düzenleyicisi Divan-ı Hümayun olmakla birlikte tek merkezden kararlarla sağlanan bu vergiler, her yöre için değişen özellikler gösterirdi.
KAPIKULU
Kapıkulu kurumu, Osmanlılarda hem toplum, hem devlet, hem sınıf yapısı açısından önemli olmuş, özgün görünümler doğurmuştur. Öyle ki bazı araştırmacı ve tarihçiler, abartılı yorumlara giderek, Osmanlı sınıf yapısına bu kurumun damgasını vurduğunu söyleyebilmişlerdir.
Bu önemli kurumun, Osmanlılar döneminde ortaya çıktığını düşünmek ve onu Osmanlı Devleti ile özdeşleştirmek yanlış olur. Çünkü Selçuklular da dahil olmak üzere daha önceki Türk devletlerinde yaklaşık olarak aynı özellik ve işlevlere sahip olan “hassa kuvvetlerini” görüyoruz. Hassa kuvvetleri, kapıkulu gibi yabancı devşirmelerden oluşturulan ve direkt hükümdara bağlı, onun çevresini oluşturan bir nitelik göstermekteydi. Yine Türklerin alınmadığı bu kuvvetler Rum, Ermeni, Rus, Kıpçak vb. kökenli insanlardan oluşuyordu.
Kapıkulu, önce bir süre sadece kölelerden ve Müslüman olan ve olmayan insanlardan oluşturuluyor, fakat hemen ardından devşirme düzenine geçildiği görülüyor. Kapıkulunun en önemli bölümü yeniçeri birlikleridir. Ayrıca yeniçerilerin Bektaşilikle yakın ilgileri; Bektaşi tarikatının, yeniçeriler için bir tür danışmanlık ocağı oluşu dikkate değerdir. İlerleyen dönemlerde yeniçerilerin oynadıkları rollerde bu ilişkinin de yeri olacaktır. Bunun yanı sıra, kendi yaşam ve kurallarını düzenleyen özel yasalara bağlı olmaları nedeniyle sivil ve yerel yasalar karşısında bağımsız olmaları da önemli bir ayrıcalık olarak yeniçerilerin yine aynı bağlamdaki çeşitli davranışlarına zemin yaratmıştır.
Öte yandan merkezi çevreleyen güç olan kapıkulunun yanı sıra, illerde özel il muhafızları ve tımarlı sipahilerden oluşan eyalet kuvvetleri vardır ve bunların büyük bir yoğunlukları söz konusudur.
Müslüman Türklerin bu kesimden soyutlanmaları, kalıcı bir aristokrasinin Osmanlı yönetim halkasında yer almayışında rol oynamış ve öteden beri var olan bir tür aristokrasinin de zaman içinde niteliğini yitirmesine yol açmıştır. Ayrıca Osmanlı devlet-toplum yaşamı dinamikleri incelendiğinde, Müslüman Türk halkının ülke sorun ve gelişmelerinden soyutlanmalarında, edilgenleşmelerinde bu kurumun çok önemli rolü olduğu görülüyor.
Sonuç olarak, en genel tanımıyla kapıkulu; “saraya ya da padişaha bağlı yönetici ve savaşçı kesim”dir. Küçük yaşta ve belli kurallarla (ki bu kuralların her birinin siyasal, toplumsal psikolojik nedenlere dayandığı anlaşılıyor) toplanan devşirmeler ve Hıristiyan esirlerden oluşur, asker ya da yönetici olarak görev yapar ve “ulufe” denilen bir ücret alırlardı.
TARİKATLAR VE AHİLİK
Ahi örgütlenmesi bir tarikat değildir. Esas olarak sanat ustalığı temelinde ve biçimsel yanlarını güçlü tutarak varlıklarını koruyan bu çevrenin yiğitliği ve cömertliği, dini ve bilimi gözetme yanlarıyla toplumsal yaşamda bir hayli etkili olmaları sözkonusudur.
Bu etkinlik dönemlerinin en önemlisi ve belirgini, kuruluş sürecidir. Ahilerin kuruluşta birinci dereceden rol oynadıklarını söylemek yanlış olmaz. Daha sonra da, kuruluşu sağlayan değil, fakat kuruluşta önemli faktör olan bu kesim, bir süre devlet içindeki etki ve gücünü korumayı bilmiştir.
İlk dönemlerde Anadolu’da yaygın olan Sünni tarikatların belli başlıları ise, mevleviye, rifa’iye, halvetiye, vb.dir.
Köken olarak da, etkinlik anlamında da Abdal Kadir al Gilani tarafından kurulan Kadiriye tarikatının özel bir yeri vardır. Bütün bu tarikatların var olan düzenin sürdürülmesi, onun sosyal ve psikolojik açılardan gözetilip kollanması doğrultusundaki işlevleri gözardı edilmeyecek bir öneme sahiptir. Ve yine aynı ölçüler içinde etkin, fakat bu kez tam tersine giyim kuşamlarından adetlere, düşünceden davranış biçimlerine kadar varolan koşullara aykırılıklar sunan tarikatlar vardır.
Şeriata yönelik muhalif tutumlarıyla belirginleşen fakat geçmişlerini Ebu Bekir’e dayandırmaları nedeniyle Sünnilerin keskin tepkilerini çekmeyen, ulema için kabul edilir sayılan bu tarikatların başında Baba, Abdal lakapları taşıyan ve nüfuzları bir hayli önemli kişiler bulunur. Bir yanıyla Türk Şamanlarını çağrıştırır, onlardan da motivler taşırlar. Bu kategorideki tarikatların askeri güçler (yeniçeriler) üzerinde etkinlik kurması ve bir dönem onlarla bağdaşık bir tablo yaratması, Osmanlı tarihsel süreci açısından önemli olgular yaratmıştır.
Sözgelimi, 15. ve 16 yy’larda Bektaşilik’le yeniçeriliğin neredeyse özdeşleştiği görülür. Bu önemli özdeşlikte Bektaşilik bir anlamda yeniçerilerin resmi ideolojisi olmuştur. Gerçekte, Baba İshak’ın ardılı olan Hacı Bektaş Veli’nin somutlaştırdığı bu çizginin başından beri etkin olduğu görülüyor. Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın da kapsamında olduğu bu düşünce sisteminin tümüyle Anadolu’ya özgün olmadığı, Türkmenlerin buraya birlikte getirdikleri bir çok moral faktörle birlikte kimlik bulduğu gerçektir. Ve ‘Baba’ denilen Türkmen Şeyhleri’nin çevresinde toparlandığı görülür.
Yukarıda söz ettiğimiz tarikatlarla bunların bir ayrımı da, yukarıdakilerin kent çıkışlı, bunların da kırsal yörelerin tarihi-moral ikliminde karakter kazanmış oluşudur. Öte yandan ikinciler, bozulmalarına yönelen ve düzenin olanaklarını da içeren her türlü saldırıya karşı dirençli bir tavır içinde olmuşlardır. En önemli güçler dahi uzun zaman Baba’ların köylüler ve göçebeler üzerindeki etkileriyle boy ölçüşememişlerdir. Ve bu yörelerin insanlarının kapalı yaşamlarının belirleyicisi şeyhler olmuşlardır. Dağınık ve kapalı yapılar, daha önce Yeseviye, Kalenderiye, Haydariye gibi isimler altında varlık gösterirken, giderek Babailik adı altında toparlanmışlardır.
Anadolu Selçukluları zamanındaki ayaklanmaları nedeniyle katledilen Babailerin (Baba İshak Ayaklanması), daha çok bu durumdan sonra Bektaşilik adı altında biraz değişime uğrayarak varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.
BİLİM VE DİN ADAMLARI
Ulema, İslam uzmanı Osmanlı demektir. Bunların görevleri; şeriat hükümlerini uygulamak ve bunun yanı sıra medreselerde verdikleri eğitimle yeni din adamları yetiştirmek olduğu için, bu eğitmen işlevlerinden dolayı ‘İlmiye’ kategorisini oluşturmuşlardır.
Eğitim, ilkokul düzeyinde camilerde başlatılır ve çeşitli aşamalardan geçerdi. Fatih zamanında sekiz dereceli bir eğitim düzeni haline getirilen bu sistem, küçük yerleşim birimlerindeki ‘haşiye-i tecrid’ medreselerinde başlar, kırklı, hariç, dahil ve sahn-ı seman aşamalarından geçerdi. Sahn-ı seman medreselerinde eğitilenler ‘danişmend’ (bilgin insan) payesi ile onurlandırılırdı. Öğretim konuları arasında; hat sanatı, arap dili ve gramer, güzel söz ve yazı, şiir, mantık, felsefe, astronomi, betimleme, inanç doktrinleri, peygamber sözleri, şeriat bilgisi, din bilgisi ve ahlak bulunurdu. Kanuni ile başlayan bir uygulama ile bunlar arasına tıp, matematik, fizik de katıldı.
Ulema sınıfından Şeyh-ül İslamlık şansı olabilenler, yalnızca Sünni olanlardı. Ve elbette bilimin lideri Şeyhülislamdı. Bu sınıfta müderrislerin yanı sıra, yasaları yorumlayan müftüler ve nihayet onları “mahkeme” yoluyla uygulayan kadılar yer almaktaydı.
Osmanlı hukuku; bir bütün olarak salt islami hukuk kuralları değil; Türk, İran ve İslamiyet hukuk anlayışı ile öteden beri var olan alışkanlıkların bir sentezi idi. Toplumun maddi yaşam kurallarının en önemli olgularından olan vergi düzeninde olduğu gibi hukuk ta, örf-i sultani ve din hukuku olmak üzere iki ana kola ayrılıyordu.
Bölge düzeninde ise mevleviyet denilen mollalar adaletin yönlendiricisi idi. Ulema boyutunda gerçek merkezileştirmenin yine Fatih zamanında başlatıldığını görüyoruz. “Habsburg”lularla yapılan barış, Kanuni’nin, 1548’de İran’a yeni bir sefere çıkana kadar yaklaşık 5 yıl İstanbul’da iç gelişmelerle uğraşmasına olanak sağlamıştır.
Üretici sınıfın, zamanın en büyük bilgini olan Şeyhül İslam Ebusuud Efendi önderliğinde, dini, kültürel hiyerarşisine ve örgütlenmesine önem verildi. Fatih Sultan Mehmet zamanında kağıda geçirilmiş olan Osmanlı ulemasının örgütsel yönetmelikleri, tam olarak uygulanmaya başlandı. Ancak en yetenekli ve bilgili kimselerin ulema sınıfına geçmeleri ve bunların hükümet müdahalesi olmadan, padişahın bütün uyruklarının haklarını koruma isteği göz önünde tutularak, namuslu ve etkin bir biçimde hizmet görmeleri sağlandı. Kadıların, yetkilerini din hukukundan değil de padişah tarafından atanmalarından aldıkları düşüncesini geliştirmiş olan Ebu Suud Efendi; daha sonra gelen padişahların, vezirlerin, mahkemelerin, yasaları uygularken padişahlarının iradelerine boyun eğmelerinin, adaletten önce geldiğini iddia etmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı hukuk düzeninin temeli olarak düşünülen pek çok standartın yıkılmasına olanak sağlamıştır.
Ebu Suud Efendi, padişahın topraklarındaki İslam hukuku uygulamalarını derlemiştir. Onun önderliği altında, Fatih Sultan Mehmet’in imparatorluğunun, idari, mali, askeri ve ekonomik temel düzenine ilişkin yayınlanmış olan bütün yasa ve yönetmelikleri kanunnameler haline getirmek işi de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bunlar, bir dizi fetva ile dinsel hukukun ilke ve kurallarıyla bağdaştırılmıştır. Ve böylece iki başlılığın tehlikeleri önlenmiş, zamanın gereklerine göre yasama yapılmasına olanak sağlanmıştır. Ebu Suud Efendi, Kanunname-i Ali Osmani’yi kendisi hazırlayarak, hukuku çiğneyenlere yeni cezalar getirmiş, vergi sistemini düzeltmiş reaya ve asker arasında bir hiyerarşi kurmuştur. Tımar sahiplerinin hukuksal ve mali durumları belirlenmiş, tımarlar gelirlerine göre üç sınıfa bölünmüştü: Has, tımar, zeamet… (7)
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA TOPLUMSAL DİNAMİZM
Mahir yoldaşın sözleriyle; “stratejik ticaret yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması ve dış talan, iç talanın-iç sömürünün-keskin olmamasını sağlıyordu.
Bu durum ve mevcut feodal yapının klasik tipte olmaması, iç çelişkileri belli ölçülerde yumuşatıyordu. (Yani üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişki kısa dönemde had safhaya gelecek kadar keskin olmadı)”. (8)
Gerçekten belirtildiği gibi, yüzyıllar boyu devletin genişlemeyi sürdürmesinin ve üstelik yeni fetihlerin, devlet gereksinimlerini sürekli besleyecek stratejik bir coğrafi rota izlenmesi, merkezileşmenin yönetme gücü, bu gücün egemenliğini dengeleyecek özel ve yerel esneklikler, İslamiyetin tevekkül politikasının egemenliğe sağladığı olanaklar, toplumsal bir dinamizmin belirginleşmemesinin önündeki ciddi engellerdir.
Yüzyıllar boyu fetihlerin sağladığı doyumla iç sömürüyü yoğunlaştırma gereği duymayan devletin ‘hakim ve kadir’ imajı zaafa uğramadan sürdü. Koşullar değişmeye başladığında ise, bu yüzyılların yerleşik psikolojisinin dönüşmesi için yeni yüzyıllar gerekecekti.
Merkezi fonksiyonlarla yayılmacılık, paralel ve birbirini gerektiren bir nitelik gösterir. Yayılan ve olanakları artan devlet, güçlendikçe merkezi yapısını pekiştirir, sistematize eder. Merkezi yapı pekiştikçe, var olan mekanizmayı o haliyle koruyabilmenin ve egemenliğini sürdürebilmenin koşulu, yeni fetihler, yayılmacılığın sürmesi olur.
Her büyüme süreci bir rahatlama ve çelişki ikilemini gündeme getiren ve sürekli kendini tekrarlayan olgular dizgesi demektir. Fethedilen yeni bölgenin maddi olanakları merkezi bünyeyi semizletirken, yönetim ve bürokratik sorunlar, askeri sorunlar, güvenlik, asker-sivil kadro sorunlarıyla yeni yükler ortaya çıkıyor, bu yüklerin hafifletilmesi için yeni fetihler gerekiyordu.
Bir toplumda iç dinamikler zayıf olsa ve çelişkiler genel olarak nitelikçe keskinleşmese de mutlak bir statiklik, doğaya aykırıdır. Nitekim ‘yükseliş’ dönemlerinde bile Osmanlı Devleti’nde homojen olmayan alt yapı ve değişik faktörlerin çatışması nedeniyle birtakım isyanların ve iç karışıklıkların baş gösterdiğini görüyoruz.
İlk çelişki ve çatışmalar, daha ilk dönemlerde, kuruluşta rol oynayan beylerle hükümdarın çevresinde hızlı bir şekilde palazlanan ve egemenlikte ciddi bir faktör haline gelmeye başlayan kapıkulu arasında olmuştur. Bu çatışma, iktidar amacına yönelik bir boyut taşımaz ve iktidarda söz hakkı, etkileme gücü olanaklarının amacı ile sınırlıdır. Bir süre söz konusu beyler, kapıkulunun güçlenmesine karşı direnme yolunu, eski Oğuz geleneklerini canlandırmak vb. yöntemlerde aramışlardır. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Türk-Müslümanların kapıkulu olamaması, halkın devlete olağanüstü uzaklığını doğurduğu için, apolitikliği konusunda çok önemli bir rol oynamıştır. Bu durum giderek bir ilgisizlik haline gelmiş, edilgenlik had safhaya ulaşmıştır. Aynı şekilde egemenlik de halka yabancılaşmıştır. Yığınlar; askere alınan, vergi toplanan, başka bir fonksiyonu olmayan/verilmeyen, başka bir rol içerisinde düşünülmeyen/düşünmeyen ve ne yazık ki yüzyıllara yayılan tarihsel pasifikasyonla zincirlenmişlerdi.
Tarihsel seyir içinde belirginleşen bazı isyanlara değinerek, bunların oluşma koşulları temelinde, toplum-devlet yapısının özelliklerine bir kez daha yer verelim. Bunlar arasında Celali İsyanları, halklar arasındaki, ilişki, din faktörünün rolü ve geniş bir zamana yayılma özelliklerinden dolayı ilginç görünümler sunar. Sünni inançların Osmanlı hanedanının temeli haline gelmesi, sultanların Doğu seferlerinde ‘huzursuzlukları’ aradan çıkarmak amacıyla Türkmenler üzerinde katliamla geçmesi, önemli bir isyan potansiyeli yaratmıştır.
Söz konusu potansiyel, Doğu’dan da şii hükümdarlarca besleniyordu. Bu isyanların ilki, 1519 yılında, Celal adında bir Safevi’nin liderliğindeki ‘göçebeler’ ile patlak verdi. Vergilere karşı hoşnutsuzluğu olan köylülerle bazı kentliler, Mesih olduğunu söyleyen Celal’in çevresinde toplandılar. Daha sonra Şah İsmail adını alan Celal’in ordusunu yeniçerilerin imha etmesine ve isyanı tümüyle bastırmalarına karşın, bundan sonra Anadolu’daki çeşitli kalkışmalara Celali hareketleri denmeye devam edildi. Şah İsmail’e sığınan Şah Kulu’nun, isyan nedenlerini soran Şah İsmail’e verdiği yanıt ilginçtir:
“Beyazıt Han son derece yaşlı ve zayıf, yenik huylu ve naif olup yaşlılığın rahatsızlıklarını almış, gelişmelere karşı önlem almaz hale gelmiş ve İslam devleti uyruğunu vezirlerine teslim etmiştir. Böylece ülkeye ihtilal gelmiş, reaya ve bütün halk ayaklar altında sürünmüştü. Zulümlerine dayanamayıp düşmanlığı seçtik.” (9)
Durum, ekonomik ve toplumsal olumsuzlukların, İstanbul’daki devşirmelere karşı Anadolu’daki Türkmenlerin düşmanlığı biçimine bürünmesi temelinde gelişiyordu. İstanbul’da ise yeniçerilerle daha çok Anadolu kökenli sipahiler çatışıyorlardı. Sipahileri, Sunullah Efendi adındaki eski bir şeyhülislam destekliyordu. 1603’te softaların da katılmasıyla İstanbul’da ayaklandılar. Sipahi kışlalarının ateşe verilmesi ve elebaşlarının öldürülmesiyle sorun İstanbul’da çözüldü. Fakat binlerce sipahi Anadolu’ya kaçarak Celali hareketlerine katıldılar. Gerek orduya yönelik, gerekse devletin işlevlerine yönelik bir görünüm yaratmasa da bütün Onyedinci yy. boyunca bu hareketlilik sürdü. Şeyh Bedrettin olayına gelince; toplumsal dilekleri somutlanması açısından oldukça önemlidir. Alaaddin Keykubat soyundan gelen Şeyh Bedrettin Mahmut; Bursa, Konya, Suriye ve Kahire medreselerinde köklü bir öğrenim görmüş, Tebriz’de Timur’un yakın çevresinin tartışmalarında bulunmuş, daha sonra da Batınilere yakın olmuştur. Bedrettin’in Anadolu’ya gelmesi, Fetret Devri’ne, yani Yıldırım’ın oğullarının taht için çatıştıkları, İmparatorluğun her açıdan bir kargaşa ve bunalım içinde olduğu yıllara denk düşüyor. Bu durum bir yandan Bedrettin için, görüşlerini yaymaya uygun bir ortam oluştururken, öte yandan onun, ‘servetin halk arasında eşit dağılması’, ‘çeşitli dinlere bağlı insanlar arasındaki farklılıkların giderilmesi’ biçimindeki görüşlerinin halk üzerindeki etki ve prestijinden yararlanmak isteyen Musa Çelebi’ye, Bedrettin’i kullanma fırsatını verdi. Bedrettin Şeyhülislamlığa atandı. Ne var ki Çelebi Sultan Mehmed’in Musa Çelebi’yi öldürerek iktidarı ele geçirmesi üzerine İzmit’e sürüldü. Bedrettin oradan Deliorman’a geçerek halkı ayaklanmaya çağırdı. Yandaşları Börklüce Mustafa Karaburun’daki, Torlak Kemal de Anadolu’daki çalışmalarını sürdürerek Manisa çevresini ayaklandırdılar. Bu ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Ve Bedrettin yakalanarak Serez çarşısında asıldı…
Osmanlı tarihi boyunca halk hareketleri ve isyanlar incelendiğinde hemen dikkati çeken olgu, on dokuzuncu yy.’da yoğunlaşan Kürt isyanlarıdır. Çaldıran savaşı sonrasında 1514’te yapılan anlaşmaya kadar, kendi içerisinde bir devlet örgütleyememekle birlikte, aşiret ilişkileri temelinde ve bağımsız yaşayan Kürtler, bu anlaşmayla Osmanlı geleneğini kabullenmişlerdir. Anlaşmaya göre;
– Kürtler eski ekonomik ve siyasal konumlarını koruyarak özerk bir yapıya sahip olacaklardır.
– Kürtler prensliklerini eskiden olduğu gibi babadan oğla geçerek varlıklarını sürdüreceklerdir.
– Osmanlıların girecekleri savaşlarda, gerektiğinde Kürtler Osmanlılara, Kürt Prenslerinin bizzat kendilerinin veya yerlerine gönderecekleri birilerinin komutanlığı altında asker vereceklerdir.
– Savaşlar, Osmanlı bayrağı altında, Osmanlılar adına olacaktır. Ama Kürt Prensleri bu savaşlardaki yağmalardan elde edilecek ganimetlerden pay alacaklardır.
– Kürtler İranlılar’ın Kürdistan’ı geçmelerine izin vermeyecek, Osmanlılar açısından İran’a karşı burada bir tampon bölge işlevi görecekler, buna karşı, gerektiğinde Osmanlılar Kürtler’e askeri yardımda bulunacaklardır.
– İlişkiler bu şekilde sürdürülürken, Osmanlılar kesinlikle Kürtler’in iç işlerine karışmayacaklar ama Kürtler de Osmanlılara belli bir miktar haraç vereceklerdir.
Bu anlaşmanın nedenini, en temelde Kürdistan’ın önemli ticaret yollarını içermesi ve Kürt Beyleri’nin Osmanlı gücü karşısında olanakları onlarla paylaşmak zorunda olmaları oluşturuyordu. Anlaşma ile Osmanlılar uzun ve kanlı bir savaşa tutuşmak zorunda kalmadan Kürdistan’ı ele geçirmiş oluyorlar, buna karşılık olarak da; Kürdistan’a işgal ettikleri diğer ülkelerden değişik bir statü tanıyorlardı.
Buna göre Mir-i arazi sistemi Kürdistan’a uygulanmıyor, Kürt beylikleri iç ilişkilerinde serbest kalıyor, ancak vergilendiriliyor ve savaşlara asker göndermekle yükümlü tutuluyorlardı. Ayrıca savaşlarda, yağmalardan Kürt beylerinin pay almaları öngörülmekteydi. Olayı, Osmanlıların Kürdistan’ı organik olarak kendilerine bağlamalarının olanaksızlığını gördükleri andan itibaren, Kürtlerin feodal düzenlerini tanıyıp, onları İran’a karşı kullanmaları biçiminde özetleyebiliriz.
1639’da İran ile Osmanlılar arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile soruna yeni bir boyut geldi. Bu anlaşma ile Osmanlılar ile İran arasında sürekli savaşlara neden olan Kürdistan’ın paylaşılması tamamlanıyor ve bu topraklar İranlılar ve Osmanlılar arasında pay ediliyordu. Anlaşma bir yönüyle, coğrafi ve siyasi açıdan uygun özellikler taşıyan Kürdistan’ın iki ülke arasında tampon bölge olarak kullanılması anlamına geliyordu. Bu durum özellikle 19.yy’ın başlarında önemli ayaklanmaların patlak vermesiyle, siyasi özellikler yüklenerek sürecekti.
Söz konusu ayaklanmaların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
– 1804 yılında Van’da gelişen Derviş Paşa Ayaklanması sonucunda Kürtler bağımsızlık ilan etmiş ve hatta para bile basmışlardı. Genişleyen ayaklanma 1807 yılında İranlılar tarafından bastırılmış, ancak, çalkantıları uzun yıllar boyu sürmüştü.
– 1839’da yine Van’da, Mahmut Han önderliğinde patlak veren ayaklanma fazla yayılmadan bastırılmıştı.
– 1840’da öteden beri Kürdistan açısından önem taşıyan merkez durumundaki Cizre’de patlak veren, ulusal bilincin etken olduğu bir ayaklanma olan Bedir Han önderliğindeki isyan, Osmanlılar tarafından büyük kuvvetler kullanılarak ve çok güç bir biçimde bastırılmıştır. Ancak isyanın çok yönlü etkileri sürmüştür.
– Nitekim, 1877’de yine Bedirhanlar önderliğinde geniş ölçekli bir isyan patlak vermiş ve yine asker sayısı neredeyse isyancı Kürtleri aşan ordularla bastırılabilmişti. Aynı yıl patlak veren ve Kürtlerin ilk büyük ulusal isyanı kabul edilen Şeyh Ebadullah önderliğindeki isyan ise çok genişlemiş, uluslaşma kavramlarını tüm Kürdistan’a yaymıştır. Ebadullah’ın önderi olduğu Barzan Aşireti’nin bugün sahip olduğu başkaldırı özellikleri düşünüldüğünde durum daha iyi anlaşılır. 1871-81 arasını kapsayan isyan, yüzyılın en önemli Kürt isyanı olarak kabul edilebilir.
Ebadullah Hareketi, on dokuzuncu yy’da başlayan Kürt ulusal bilinçlenmesinin önemli ateşidir. Ancak ekonomik ve siyasal nedenler, aşiret yapılarının sahip olduğu karakter, uluslaşmayı çok ağır ve sancılı kılmış, zafere ulaşmasını engellemiştir.