D- KIZILDERE SONRASI DURUM VE GÖREVLER
İçindekiler:
E- MLSPB’NİN KURULUŞUNA KADAR THKP-C SEMPATİZAN POTANSİYELİ VE ORTAMIN ÖZELLİKLERİ
A) GRUPLAŞMALAR, TASFİYECİLİK, RESMİ VE GAYRİ-RESMİ İNKARCILIK:
B) KISACA TASFİYECİ GRUPLARIN DURUMLARI:
1) ‘Sekizlik Tasfiyecileri’
2) Kurtuluş Tasfiyecileri:
3) DEV-Genç Tasfiyecileri:
4) Yurtdışı Tasfiyecileri:
5) Acil Tasfiyecileri:
D- KIZILDERE SONRASI DURUM VE GÖREVLER
Ülkemizde 1900’lerin ilk çeyreğinde görülmeye başlanan sol filizlenme, çevreleşme ve hareketliliklerin evrimi 60’lı yılların sonlarına kadar incelendiğinde görünen şudur ki: Sağ pasifist çizgilerin karekteristik bir egemenliği vardır. Aydın hareketi olma özelliğini aşamamış, kendi tarihselliği içindeki nitel-nicel dönemeçleri henüz ciddi anlamda yaşamamışlardır. Spontane yanı önde olan sınıfın ve kısmen topraksız -az topraklı köylülüğün hareketlilikleri karşısında da onunla buluşamamış, buluşmanın politik ve örgütsel perspektifini açamamışlardır. Dolayısıyla girişimleri soyut kalan, kitlelerle ciddi bağlar kuramayan legal-illegal örgütler; devrimci çalışma tarzı yerine, kendi sağlarındaki güçlere bel bağlama geleneği oluşturmuşlardır. ‘Kemalizm’e yaslanmaktan cuntacılığa kadar uzayan bu çizginin öne çıkan olguları parlamenterizm, işçi kuyrukçuluğu, evrimcilik olmuştur.
1926 yılında III. Enternasyonal çalışmaları sırasında ‘Partilerin durumu üzerine EKK’nin Örgütlenme Raporu’nda, “Doğu Ülkeleri” başlığı altında, içinde ülkemizin de bulunduğu örgütlenme çalışmaları şöyle anlatılıyordu:
“Devrimci hareket Doğu’da geçtiğimiz yıl büyük ilerlemeler kaydetti. Devrimci hareketin büyümesiyle birlikte ve buna dayanarak, Doğu ülkelerinde devrimci ve komünist partilerin ve örgütlerin bulunduğu ülkeler şunlardır: Çin, Japonya, Kore, Endonezya, Türkiye, Suriye, Filistin, İran, Cezayir, Tunus, Mısır, Hindistan, Güney Afrika ve başkaları. Bundan başka Bağımsız Moğolistan Cumhuriyeti, İç Moğolistan (Çin) ve Tannu-Tuwo (daha önce Urian-Hai bölgesi) devrimci halk partileri de Komintern ile yakından ilişki içindeler.”
Mustafa Kemal’in, 14 arkadaşı ile birlikte katlettirdiği, III.Enternasyonal’in kuruluş kongresine katılan 51 kişiden biri olan Mustafa Suphi ise bu kongrede daha 1919 yılında şu şekilde konuşuyordu:
“Moskova’da dünyanın geleceğini değiştirecek olan bu görkemli III. Enternasyonal’de proletaryanın, ezilen Türk köylülüğünün ve işçi sınıfının adına, özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin adına, zalim ve yırtıcı emperyalizmden çok çekmiş, kapitalizmin pençesi ve batı uygarlığının şiddeti altında mahvolan silahlı bir halkın adına konuşmak büyük bir mutluluk. Gerçek şu ki, Türkiye’de diğer devletlerde olduğu gibi, halkın canına kastedip kanını emen birçok barbar ve alçaktan başka bir de sadece Ermenilerin değil, fakir işçi ve köylü kitlesinin de kanını akıtan Osmanlı Padişahları vardır. Barbarlığı temsil edenler halk kitleleri değil Osmanlı padişahları’dır.
…..1908’den itibaren Türk gençliğinin bir kısmı halkın esenliğini sosyal bir devrimden başka bir şeyde bulamayacağını anlamıştı. Ama o sıralar sosyalist çalışma kısıtlanmıştı. Ezilen halkın korunması için yükselen elem içindeki insanların güçlü sesi boşuna nefes tüketiyordu. Arkadaşlarımdan sadece bir kaçı giriştikleri işe sırt çevirmediler ve burada, Rusya’da devrimci Türk ocağını örgütlediler. Doğu’daki gerekli ekonomik ve sosyal değişimin sosyal devrimle gerçekleşebileceği yolundaki inançları Ekim olaylarından sonra iyice pekişti.
Sizlere bu inancın halen Türk proletarya ve aydınları arasında varolduğunu ispatlayan bir örnek vereceğim. Devrim ertesinde, İstanbul Üniversitesi, Nobel Ödülü’nün kime verileceği sorusunu sorduğu zaman Türk gençliği, Profesörlerin yaptığı baskıya karşın yoldaş Lenin’i seçti; ve bu, sosyal devrim fikirlerinin Doğu’da ne kadar etkili olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Büyük saygın usta ve onun eylemleri, tüm devrimci dünyayı temsil etmektedir ve Türk gençliği de yaptıkları seçimle devrimci dünyaya bağlı olduklarını göstermişlerdir.
Yoldaşlar, çok açıktır ki Fransız-İngiliz kapitalizminin başı Avrupa’da olsa da, gövdesi Asya’nın verimli topraklarındadır. Biz Türk sosyalistleri için önemli ve birinci görev Doğudaki kapitalizmin kökünü kazımaktır. Ancak bu yolla Fransız-İngiliz üretimini hammaddeden yoksun bırakabiliriz. Türkiye, İran, Hindistan ve Çin, Fransız-İngiliz endüstrilerine kapılarını kapayarak, onu Avrupa borsalarına akma olanağından yoksun bırakacak, bu durum iktidarın proletaryanın eline geçmesi ve sosyalist düzenin yerleşmesiyle sonuçlanacak, eli kulağında bir bunalıma yol açacaklardır. Buna ulaşmak için bölgesel devrimci hareketin ajitasyon yürütmesi ve Doğu halklarının Fransız-İngiliz emperyalizmine karşı ayaklanmaları lazımdır.”
Ne var ki gerek o yıllarda gerekse de daha sonraki süreçlerdeki Türk Solu hiçbir zaman devrimci bir atılımı nesnelleştiremedi. Revizyonizmin görüş ve tavırları içinde bocalamaktan kurtulamadı. Ta ki, 60 sonrası döneme kadar.60’lı yılların sonlarında, yaşanmakta olan döneme ait özgün şartların yanı sıra toplumsal-siyasal uyanışa da koşut olarak devrimci hareket, on yılları bağrında taşıyan dev adımlar atmıştır, birikimlerini sıçratma evresi yaşamıştır. Türkiye topraklarında ilk kez devrimci savaş ve strateji sorunları, devrimin somut olguları haline gelmiştir.
Bilindiği gibi mücadeleler, ister devrimci çizgide, ister revizyonist-oportünist çizgiler üzerinde olsun; kendi süreci içinde de, izleyen süreçlerde de olası sonuçları açısından incelendiği gibi, ortaya koyduğu maddi ve manevi güçleri açısından da incelenir. Yapısallaştırdığı, gündeme soktuğu, var olan programları etkilediği-belirlediği, sürecini dolduran norm ve taktiklerin yerine alternatifler sunduğu ve bunları gerçekleştirdiği çerçeveler içinde değerlendirilir.
Bu bağlamda Parti-Cephe, bir çok revizyonist devrim anlayışı, çalışma tarzı yol ve yöntemlerinin üzerini varlığıyla-mücadelesiyle ve hatta yenilgi biçimiyle çizmiştir. Söz konusu önemli dönemde bu ülkede ilk kez politikleşmiş bir askeri savaş uygulanmış, siyasi gerçekler ve devrimci alternatifler silahlı propaganda içeriğinde sentezlenerek, kitlelere hem maddi biçimleriyle hem de moral unsurlarıyla kanıtlanmıştır.Bu gerçekler kitleleri derinden sarsmış, devrim programlarının nasıl sunulacağı ve nesnelleşeceği evrensel bir çap içinde dosta da düşmana da gösterilmiştir. Aynı şekilde ideolojinin, Marksizmin literatüründen derlenmiş sözcükler, saptamalar, soyut ve kalabalık bilgelik modeli ya da ajitasyon materyali, tartışma aracı değil; politik bir hesaplaşma sistematiği olduğu, Türkiye devriminin gündemine işlenmiştir.
Mücadele ve örgüt biçimleri arasında diyalektik bütünlük kurularak silahlı mücadeleden silahsız ajitasyon ve propagandaya, ideolojik mücadeleden kitlelerin günlük mücadelesine kadar her alanda devrim hareketiyle kitle hareketlerinin çakışma, özdeşleşme koşul ve momentleri gösterilmiştir.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, yaşanan sürecin bir parti gereksinmelerine, evrimleşmesine olanak tanımaması ve çeşitli iç çözümlemelerini gerçekleştirmesi açısından soluklanamaması nedeni ile, bir yandan mücadele bütün hızıyla düşmana karşı sürdürülmekteyken öte yandan kendi bağrındaki sağ sapma oligarşiye yedeklenmiştir. Parti bu ağırlıkları bütün ciddi boyutlarıyla omuzlarına yükleyerek- yürümeye değil- koşusunu sürdürmeye çalışmıştır. Bir örgütün (partinin) ideolojik ve politik planda da, örgütsel planda da nesnel kriterlerle hayat geçirdiği her hesaplaşma, onun ileriye atılmış önemli adımlarıdır.
Bu bağlamda, sözgelimi ideolojik platformda ‘barışçıl geçiş’ revizyonist tezi, P-C’nin en geniş potansiyeli-tabanınca tartışılmış, red ve mahkum edilmiş olduğu için bu doğrultuda yaşanmış saflaşmanın radikalliği; benzer yaklaşımların potansiyelde bir daha kendisine yol açamamasını getirmiştir. Bu verdiğimiz örnek uç bir örnek olduğu için, bir örgüt tabanının bizzat yaşadığı ve üzerinde saflaşmış olduğu tezlerin o taban için ne ifade ettiğinin öneminin vurgulanması amacıyla kullanılmaktadır.
İşte, partide ortaya çıkan sağ-sapma da bu yanıyla ilgi,yankı bulmamış, örgütün en üst kademesinde (politbüroda) görev yapmakta olsalar da iki ihanetçinin geriye dönüşü olarak nitelenip kısa zamanda mahkum edilmiştir. Bu durum nezdinde Mahir Çayan’ın politik duyarlılığının ve kişisel inisiyatif rolünü de görmek gerekir.
Fakat ne yazık ki, stratejik-örgütsel olgunlaşmanın partinin bütün kadro ve kadro adaylarına nüfuz ettirilmesi için gerekli mücadele süreçleri yaşanamamış olduğu için Kızıldere eyleminden sonra geride kalan unsurlar edilgenlik, bekleme ve şaşkınlık içine girmişlerdir.
Bu koşullarda sağcılık önce bir iç statiklik olgusu halinde belirdi. O statik dönemdeki öznelleşmeler sonucunda birçok kişi ve kesimin her birinin, kendisine kendi kavlince yollar arayıp bulmasıyla da, yenilgi sonralarının klasik görünümleri, esas olarak geçmişten kalan devrimcilerde ortaya çıktı. Üstelik, sempatizanlardaki savaşma potansiyeline, yönelimine, arzusuna ve kitlelerdeki 71 mücadelesinin yaşayan prestijinin sunduğu devrimden yana olgulara rağmen…
Oysa Marksist-Leninist ideolojiyi kavrayanlar açısından sorun çok açık ve net olmalıydı. Parti-Cephe 70 Aralığı’nda bir dizi eylemle kuruluşunu açıklamıştı. Bu şekilde devrim stratejisinin somutlaştırılmasıyla birlikte “partileşme süreci” esas olarak o stratejiyle çarpışacaklar için, ülkemizde tamamlanmış bulunmaktaydı. Ancak partinin yaşamış olduğu gelişmeler nedeniyle, önüne koyduğu hedeflerin, programların gerçekleşme koşulları ortadan kalkmış, mücadele kesintiye uğramış ve devrimcilerin önündeki stratejik taktikler değil ama politik taktiklere ve örgütsel plandaki taktiklere ilişkin görevler değişmişti. Dolayısıyla somut koşullar örgütün yeniden yapılanmasını öne çıkarmıştı.
Parti-Cephe’nin yapısının reorganizasyonu, ideolojik-politik-stratejik ilkelerinin yaşama geçirilmesinin bir parçasıydı ve kesinlikle ondan bağımsız düşünülemezdi. Çünkü bir partinin öncelikli faktörleri onun ideolojik-politik çizgisi ve ilkeleridir. Maddi güçlerin dağınıklığının giderilmesi, fonksiyonerleşmesi ise, yine bu ilkeler çevresinde yürütülecek mücadeleye bağlıdır.
Mücadelenin yükseltilen her evresi onun platformunda genişleyen bir halka demektir. Ve bu durum yukarıdan aşağıya geliştirilecek görev ve işlevleri kapsar. O anlamda, P-C’nin ideolojik-politik-örgütsel ilkeleri üzerinde gerçekleştirilmesi gereken görev; bu anlayışları savunan devrimcilerin asgari örgütlülüğü yeniden sağlayarak, stratejiyi gücü oranında hayata geçirmek, bağlantılı olarak da öncelikle dağınık Parti-Cephe sempatizan kitlesini, potansiyelini örgütleyerek partinin yapısını reorganize etmekti.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının kurtuluş mücadelesi içinde çelikleşmiş, kararlı ve bilinçli öncülerin, aynı zamanda THKP-C’nin politik askeri kadroların oligarşi tarafından katledildiği darbe, kuşkusuz sıradan bir örgütsel darbe değildi. Yalnızca ağır kayıplar verilen örgütsel bir sınırlılık taşımaması nedeniyle aynı zamanda parti örgütünün hiyerarşik yapısının ve ilişkilerinin dağılmasını doğurdu.
Toparlanma ve mücadeleyi yeniden başlatma yönelimiyle yola çıkan bazı girişimler ise; belirleyici unsurların o nitelikte görevlerle çakışan, o girişimleri P-C ekseni haline getirebilecek dinamizmi ve politik seviyeyi taşımamaları, süreç içinde de o momenti yakalayabilecek iç devingenliğe sahip olmamaları nedeniyle başarıya kavuşamamıştır. Buradan çıkan en önemli sonuç; Kızıldere sonrasında hızlı bir toparlanmanın gerçekleşmemesi ve Kızıldere’nin, 1975 yılına kadar- oldukça uzun bir dönem- silahlı devrim cephesinin suskunluğa boğulacağı tarihsel bir kesitin başlangıcı olması idi. Devrimci potansiyelde bu yılların egemen olguları; şaşkınlık, yılgınlık, belirsizlik, bekleyiş ve ikincil olarak da arayış idi..
Kızıldere’de parti önderliğinin katledilmesi ile parti hiyerarşisinin dağılmasının ardından, geçmişte partimiz saflarında yer almış unsurlara; örgütsel gelişimin ve devrimci geleneklerin, Bolşevik prensiplerin zorunlu kıldığı önderliği omuzlama ve bunun gerektirdiği örgütsel, siyasal ve tarihsel sorumlulukları yerine getirme görevi düşüyordu. Ya da Kızıldere sonrası, bu ideolojik-politik-stratejik ilkelerin bilincine varanlar açısından, -geçmişte parti yapılanması içinde bizzat yer alsın, almasınlar- halkın kurtuluş ve sosyalizm mücadelesine sahip çıkarak, partinin dağılan yapısını yeniden inşa görevini omuzlamak sorumluluğu düşüyordu. Bu sorumluluğun somut anlamı; çizgi paralelinde mücadele idi.
Tarihte birçok devrimci hareketin saflarında, yenilen darbelerin ardından gün ışığına çıkan ortam özellikleri, 1972 Türkiye’sinde, bu kez kendi özgün yanlarını taşıyarak THKP-C saflarında görüldü. Gene tarihte birçok önderliğin başına gelenler, bu süreçte, bir dönem omuz omuza yürüyenlerin çeşitli biçimlerde geriye dönüşleriyle partimizde yaşanacaktı.
Kızıldere’den sonra, başta -konumlarından dolayı- tutsak devrimciler olmak üzere içerdeki ve dışarıdaki unsurların örgütsel-siyasal görev ve sorumlulukları tartışılmaz çizgiler taşıdığı halde, onların bu çizgilerin dışına düşmeleri söz konusudur. Sorunun bir diğer yanı da burada. Onlar, yaşanılan sürecin, Marksist-Leninist perspektiflerle ortaya konacak değerlendirme ve dersleri ışığında mücadelenin kaldığı yerden devam ettirilmesi bilinç, inisiyatif ve kararlığıyla hareket etmek yerine, yenilgi döneminin şoku ve ağırlığı altında ezildiler.
Ya yılgınlığa düştüler ya da genel açısından aykırı arayışlara yöneldiler. THKP-C’nin geride kalan güçlerinin, 1975’li yıllara kadarki evrimlerini karakterize eden ögeler bunlar olacaktı.
Bu arada önemli bir konunun vurgulanması gerekiyor: Yenilgi dönemleri idealizmin-yılgınlığın-sağcılığın verimli toprağıdır. Ki bu durum ne yazık ki politik bir saptama olacak kadar devrimler tarihinde genelleşmiştir. Bir çok devrimci mücadele tarihi incelendiğinde, ağır darbeler ve yenilgi koşullarında; yılgınlık, inkar, pasifizm, umutsuzluk, şaşkınlık, felsefi idealizm, ahlaki çöküntü, derin bir bireycileşme, kaçış, çürüme, çizgiye ve devrime inançsızlık, özgücüne güvenmeme, arayış, tasfiyecilik vb. değişik durumların aynı özde boy attığını görürüz. Hatta dönem dönem egemen olgular haline geldikleri de olur.Fakat sonucu daima, yenilgilerden ileriye dönük dersler çıkaranlar, onunla çelikleşenler ve yenilgileri zafere giden yolda yoğun deneyimler durağı olarak ele alanlar belirler. Bu, tablonun ana rengidir. Her ne kadar, genç devrimci süreçlerde biraz güç belirginleşse de…
Söz konusu yenilgizedeler, bir yandan iç hesaplaşmalarında boğularak tercihlerini, çizgiyi objektif ve subjektif tasfiyeye yönelen bir oportünizmden, ihanetten yana koydular. Elli yıllık revizyonist tezleri yeniden piyasaya sürmenin hazırlığı içinde debelenip duran bu “kalıntılar”, tarihsel sorumluluklarını; kendilerine umut bağlayan THKP-C sempatizanlarına “çocukluk yapmamaları, uslu durmaları” yönündeki öğütlerle, direktifler ya da sürece seyirci kalarak yerine getirdiler.
THKP-C’nin ideolojik-politik-örgütsel ilkelerini savunma ve hayata geçirme üzerinde samimi bir sorunları kalmamıştı. Bir kısmı bunu süreç içinde açıkça ortaya koyarak gerçek yerlerinde konumlanırken, bir kısmı da THKP-C’yi savunur görünmeyi oportünist bir taktik olarak gündemlerinin odağına oturttular ve bu tehlikeli tasfiyeci çizgi ile geniş bir sempatizan potansiyeli peşlerinden sürüklemeyi başardılar.
Hapishanelerdeki ve yurt dışındaki kalıntıların, ülkenin verili koşullarını çözümleyebilme yeteneksizliklerinin yanı sıra, herhangi bir ilerletici öngörüye sahip olmadıkları da açıktı. THKP-C’nin geriye bıraktığı sempatizan potansiyelin (ki bu potansiyel maddi bir örgüt gücü olmamasına karşın Kızıldere’den sonra sürekli yeni sempatizanlarla beslenmiştir) dinamiklerini değerlendiremediler.Yine bu potansiyelin o kapasite ve güç sınırlılığı içinde ilişki ve çalışmalarda gösterdikleri kararlılığın, isteğin ve dinamizmin temelindeki siyasal gerçekleri göremediler. Görenler için ise; bütün bunların kendi amaç ve niyetleriyle örtüşmemesi durumu vardı.
Her şeye yenilgi psikozu ile, “her şey bitti” cehaletiyle veya “yeni son”lara yol açmama endişe ve korkusu ile yaklaşıyorlardı. Bu durum elbette ‘yeni başlangıçlar’ yaratma konusunda tüm basiretleri bağlıyordu. Bu vektörlerin yaratacağı bileşke; son tahlilde ‘eski’den hayli uzak olmak zorundaydı. Ve ‘eski’nin hatalarından uzaklaşmak yönelimi, eskiyle hesaplaşmak, eskiyi yargılamak ve ‘değerlendirmek’ tez ve kargaşaları; eskiye sırt çevirmek noktasında sağ bir kimlik kazandı.
Yeni sempatizanlar ise, gerekli bilinç, yetenek, tecrübe ve insiyatiften henüz yoksun olduklarından, yukarda tanımladığımız görevi omuzlayabilecek durumda değillerdir. Nitekim yıllarca, cezaevlerinin komutları ve soyut bir yurtdışı ütopyası peşinde beklentilerini sürdürdüler.
Geçmişte partimizle ilişki içinde olan ve Kızıldere sonrası döneminin koşulları içinde birinci dereceden sorumluluklar üstlenmesi gereken bazı elemanlar, görevlerinin gerektirdiği bilinç ve inisiyatiften uzak bir şekilde, yurtdışında küçük bir sempatizan çevreyle birlikte, teoride partinin ideolojisine sıkı sıkıya bağlı kalma savunusu içinde, fakat pratikte dar bir grup eğitimi dışında herhangi bir aktivasyon göstermeyerek oyalanıp durdular. Savaşın zemininden ve koşullarından uzak böylesi bir “eğitim” sürecinin havanda su dövmek olduğunu zaman bütün çıplaklığıyla kanıtladı. Bir kez daha bağırdı ki; sınıf mücadelesinin her türlü eğitimi, sınıf mücadelesinin koşulları içinde olasıdır. Eğitim, mücadelenin kendisidir. Mücadele içinde eğitilir, eğitildiğimiz için mücadele ederiz.
Bu arada, o dönem kafaları fazlaca bulandıran, ‘yenilginin nedenlerini ararken’ bazı iyi niyetli insanların dahi açmazlarından biri haline gelen, gündem maddelerinin belli başlılarından birine “Parti-Cephe geri çekilmeli miydi” sorununa değinmeden geçmeyelim. Bu soru, günümüzde de varlığını korumaktadır.
Bütün tanım ve kavramlarda olduğu gibi, geri çekilme (ricat) konusunda da Marksizmin, bütün zaman ve mekan olgularını kapsayan genel doğruları ile bunlar üzerinde yükselen, bu temelde gelişen fakat zaman ve mekan özgünlükleriyle değişen konularını karıştırmamak gerekir. Aksi halde yapılan, Marksizmin-Leninizm’in temel felsefesinden bir şey anlamamak demektir. Üstelik bu, sadece kavramamak veya karıştırmaktan öte anlamlarla yüklüdür.
Leninizm geri çekilmeyi, savaşan devrimci güçlerin, bir süre için kendini temel varlık koşulları ile birlikte korumak için saldırıdan vazgeçmesi, değişik bir taktik uğruna saldırıyı ertelemesi olarak anlar. Geri çekilmenin tasfiyeden kesin ve net çizgileriyle ayrılabilmesinin, ayrılma zorunluluğunun anlamı budur; maddi ve manevi varlık koşullarının korunma şartı…
Geri çekilme kararının, Marksizmin savaş normlarına tekabül edebilmesinin, onun gereklerini kucaklayabilmesinin özü; zorunluluktan kaynaklansa dahi iradi bir durum olmasıdır. Seçenekler üzerinde belirlenmesidir. Saldırıyı, savaşı kazanmanın politik ve askeri ön koşulu olarak belirleyen sınıf savaşımında, bu genelleme içerisinde bazı özel dönemlerde, mücadelenin kritik aşamalarda, ve mutlaka belli bir zamanlama içinde geri çekilme olasıdır. Parti, düşman saldırısının onun zorlanmamasına, güçler dengesinde aleyhine bir gelişme olmamasına karşın çeşitli nedenlerle geri çekilmeyi veya taktik saldırıyı ertelemeyi de öngörebilir.
Burada geri çekilme ve saldırıyı erteleme kavramlarının da birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini, bunların farklı objektif görünüm ve sonuçlarından dolayı değişik pratik ifadeler kazandığını da vurgulamak gerekir. Saldırıyı erteleme, esas olarak bir zamanlama ve o an içinde mümkün olabilecek bir politik askeri girişimin daha çaplı, verimli ve kalıcı sonuçlar adına (belki de düşmanın daha zayıf veya o anda saptanabilen, görülebilen somut bir açmazını, geldiğini kollama adına) ileriki tarihlere bırakılmasıdır.
Geri çekilme kararı, var olan temel kazanım, değer ve mevzilerin terk edilmemesi, gerilememesi kaydıyla mümkün olabilir. Devrimci mücadele ciddi kazanımlara ve dönemin gelip geçici akıntılarına kapılmadan, savaşın çok yönlü-uzun vadeli perspektiflerine oturabilen, sağlam siyasal mantıklara tekabül eden geri çekilmeler ile başlangıçtaki amaç ve niyet ne olursa olsun son tahlilde objektif bir tasfiyeye varan veya ona yol açan ‘geri çekilmelerin ayırtına varılamaması, bu önemli durumun en ciddi alt başlığıdır.
Geri çekilme kararı alan bir hareket (bir örgüt bir parti) geri çekilme sürecinde ve bu sürecin sonunda, kararı aldığı anda elinde bulunan örgüt ve etkinlik verilerini, sürecin sonunda geri çekilmenin ona sağladığı avantajlarla yeniden savaşa sürebilme koşullarına sahip bulunmalıdır. Yoksa, sürecin o an elde bulunanları aşındırdığı, veya kazanılmış mevzilerin statik zaman koşullarında gerilediği, yitirildiği geri çekilme, bir savaş taktiği olmaktan çıkıp, mücadele yolunda objektif olarak geriye yürüme anlamına gelir.
Devrim güçlerinin bu şekilde savaştan uzak süreçler yaşamaları, Leninist sınıf mücadelesinin temel çelişkilerine aykırıdır. O süreçler, hem geri çekilen güçlerin, eski değerlerin uzağına düşmelerine hem de o güçlerin yöneldikleri hedeflerde yaratmış oldukları etkilerin çözülmesine yol açar. Kitleler için de, düşman için de aynı şeyleri söylemek olasıdır.
Çünkü savaş, onu çevreleyen bütün koşullarla bağlantılarına, atılamaz diyalektik köprülerine karşın başlangıçtan itibaren kendi karakterini, kendi özel dinamiğini, yaşam bağımsızlığını çizen canlı bir organizmadır. O organizmayı besleyemediğimiz her gün, her saat son tahlilde gerileme sürecine tekabül eder. Ne yaşamın ve ne de savaşın dingin bir anı yoktur.
O nedenle siyasal geri çekilme bir mevzi geri çekilme değildir. Salt askeri planda kalan geri çekilmelerdeki askeri, taktik, pratik sonuçlarla siyasal geri çekilmenin sonuçları ve koşulları birbirine benzemez.
O halde siyasal geri çekilme yadsınmalı mıdır?
Hayır, siyasal ve örgütsel geri çekilme de olasıdır. Ve siyasal bir taktik olarak, stratejinin gerekleri içinde öngörülen geri çekilme dönemleri olur. Fakat bu saptama, seçeneksizliğin belirlediği bir saptama olarak ortaya çıktığı (ve çoğu kez zorunluluklarla gerçekleşmiş bir olumsuz sonucun sonradan konulmuş adı da olabildiği) hallerde geri çekilme şiddetle yadsınmalıdır.
Çünkü teorik olarak ahlaki gerçekler açısından bunun tanımı geri çekilme değil, bir siyasal bozgun, bir örgütsel yenilgi veya bir taktik dönem yenilgisidir. Yenilginin her zaman topyekün bir imha olmadığı, bulunulan mevziler, kazanılmış olgular üzerinde düşmanın saldırısı veya iç zaaflar dolayısıyla tutunamayıp geriye düşmeyi de içerdiği, bu gerilemenin hızla aşılamaması halinde yaşanılan sürecin geri çekilme değil, yenilgi süreci olduğu unutulmamalıdır.
Siyasal geri çekilme ve taktik geri çekilme kavramlarının pratik anlamını, geri çekilmenin ancak devrim cephesinin kazanımlarının ağırlıklı olarak elde tutulabilmesi koşullarında doğru ve savunulabilir olduğunu somutlayabilmek açısından, ülkemiz ve aynı zamanda yeni sömürgelerdeki anti-emperyalist, anti-oligarşik iktidar mücadelelerinin verileri üzerinde düşünelim.
Çoğu kez yapıldığı gibi, Marksizm-Leninizm’in ricat taktiğinin zaman mekan sistematiğinde değerlendirilmeden genelleştirilen ve tepkilere neden olan mantığını somuta indirgeyerek kendi koşullarındaki yanıtını arayalım.
Baştan itibaren mevcut ve ilan edilmiş bir sınıfsal karşıtlık, objektif savaş cepheleri ve emperyalist işgalin varlığından dolayı sınıfsal, bir avuç işbirlikçi dışında ulusun genelinin kurtuluş ve çıkarlarını temsil etmesinden dolayı ulusal olan, ulusal-sınıfsal bir objektif savaş zemini vardır, savaş koşulları vardır. O savaş, halkların statik evrelerinde, emperyalizmin ve oligarşinin silahlarının maddi ve manevi bir otorite gücü olarak kullanıldığı, esas olarak silahsız nüfuz etmeyi içeren, sürekli saldırının var olduğu özellikle gösterir. Halkların sözkonusu dönemlerdeki statik durumu, özünde bir ulusal-sınıfsal potansiyel taşımakla birlikte sözcüğün tam anlamıyla sadece potansiyel bir karakter taşır.
O dönemde düşmanın silahsız temelde gelişen ama silahı her an halka çevrili-fakat ateşlenmemiş bir tehdit unsuru olarak tutmasını içeren- tavrı, onun kendi yaşamını, çağın tehditlerinden uzak sürdürmesine hizmet eden korunma savaşıdır. Öz olarak, devletin silahlarının gölgesinde, ama henüz o silahların tam olarak ateşlenmediği bir silahlı savaş,düşman tarafından sınıf çıkarlarının karşıtlığı temelinde ilan edilmiş ve uygulanmakta olan bir savaş vardır. Sözkonusu dönemlerde, henüz karşı cephe anlamında savaşın aktif bir tarafı yoktur. Fakat halkların varlığının, çıkarlarının taşıdığı anlamda görünen dinamikler vardır. Artı, dünya çapında somutluk kazanmış, mazlum halkların başkaldırı ve sınıfsal mücadelesi, üretici güçlerin ilerleme yasaları vardır.
Ve o yasalar, sadece emekçi kitleler nezdinde değil, egemenlik güçleri nezdinde de, gelişimin önüne geçilemez bir işlerliğe sahip olduğunu kanıtlamıştır. Halklar, salt varlığıyla dahi, emperyalizmle birlikte iflas etmiş burjuva demokrasilerinde, yeni sömürgelerin faşist oligarşilerinde devletlerin gerçeğinin tehdididir. Bütün bu devletler, kendi egemenlik sınırları içinde, o süreçteki sınıf mücadelesinin çapı ne olursa olsun, durmaksızın işleyen çağdaş proleter devrimlerinin kurallarından ötürü, 1917’den bu yana her geçen günün aleyhlerine işlediğinin bilincinde ve paniğindedirler.
Bu ilan edilmiş savaş, halkın mücadelesinin, onun en ileri unsurlarınca açılan karşı cephe tarafından yükseltilmeye başlandığı süreçlerden itibaren objektif bir hal alır. Halk ve onun devrimci öncü güçleri açısından durum, mevcut bir saldırıya karşı savunma savaşıdır. O anlamda, güçlerin dengelenme dönemine kadar, halkın düşmanın saldırısına bizzat yanıt verebileceği, taktik saldırılarını nicel ve nitel olarak sürdürebilecek duruma geleceği süreçlere kadar, devrimci bir tırmanma sözkonusudur.
İşte o tırmanmanın, güçlerin bir denge haline erişeceği döneme kadarki politik fiziğinden söz ederken geri çekilmeyi öngörebilmek zordur. Çünkü bu dönemdeki bütün saldırılar, devrimci hareketin her ileriye atılışı, her adımı, yukarıya tırmanılmakta olunan bir duvarın üzerindeki hareketine benzer. Bir an ellerinin çözülmesi, biraz daha aşağıdan tutunulabilmesinin veya o noktada durabilmesinin şartlarını çoğu kez sunmaz. Tırmanışın yeniden aşağıdan ve baştan başlamasının zorunluluğunu doğurur.
Geri çekilmenin bir anlamda doğal ve politik bir ateşkes olarak kavranmasına ilişkin tezlerin bu dönem için öne sürülmesi, özellikle bu anlamından dolayı olanaksızdır. Devrimci gücün o zamana kadar yarattığı siyasal birikimlerini ve kendi fiziğini koruyarak geri çekilebilmesi ancak stratejik dengeye ulaşıldıktan sonra gündeme gelebilme şansına sahiptir.
Aksi halde adı ve amacı ne olursa olsun savaştan uzaklaşan devrimci gücün tavrının anlamı son tahlilde bozgundur, yenilgidir. Bu yenilgilerin fiziksel veya siyasal, ‘ideolojik-politik’ olup olmadığı ve o bağlamdaki açılımları aykırıdır. Onun bıraktığı ve henüz güçsüz, nicel ve nitel olarak cılız olan mevziler düşman lehine dönüştürülecektir.O halde stratejik savunma aşamasındaki (tırmanma dönemi) bütün duraksamalar (geri çekilme…), doğrudan doğruya oligarşiye, stratejik denge aşamasında, koşulları kim daha iyi değerlendirir ve kullanırsa ona, stratejik taarruz aşamasında ise devrimci güçlere (nihai saldırı ve sonuç için rahatlıkla kullanacağı koşullar, amaçlarına yönelen objektif veriler nedeniyle) hizmet eder.
III. Bunalım Dönemi’nin devrimci mücadelelerinde geri çekilme, bu genel ve özel anlamları içinde değerlendirilmelidir. Siyasal savaşın bir örgütün dar varlığıyla somutlaştırdığı durumlarda, o örgütün savaş arenasından geri çekilmesi, siyasal savaş henüz kendi varlığıyla sınırlı olduğu için, öncü savaşı güçlerinin ricadı, objektif olarak mücadelenin ricadı olarak yorumlanmamıştır.
Bunların dışında, savaşın esas güçlerine, temel cephesine denk düşmeyen, taktik, özel, lokal geri çekilmeler de gündeme gelebilir. Sözgelimi, sürmekte olan bir savaşın genel seyrinin çıkarları açısından belli bir bölgeden, belli bir çalışma alanından, saptanmış kurallar ve amaçlar temelinde taktik olarak geri çekilinebilir. Ne var ki, yine ancak saptanmamış, kendi dışımızda oluşmuş nedenlerin, faktörlerin belirleyiciliğinden değil, esas olarak iradi kapsamda bir geri çekilmeyi tartışabiliriz. Öte yandan, bir hareketin çeşitli nedenlerle savaş soluğunun düne nazaran aynı güçte çıkmadığı, fiziki varlığının tahrip olduğu, düşmanın saldırıları nedeniyle veya kendi iç olumsuzluklarının yol açtığı zaaflar dolayısıyla geçici olarak tırmanışını o noktada durdurmasını, gücünü yeniden toparlamanın somut ve hızlı aktivasyonları içinde olmasını gerektiren dönemler, bir geri çekilme dönemi olarak adlandırılamaz. Bir düzenleme, reorganizasyon, organizmanın sağlık kontrolü olarak değerlendirilir.
Son olarak, her geri çekilme, ne savaşın kendi stratejik dönemleri açısından ne de savaş seyri açısından, duraklama, gerileme ile özdeşleştirilmemelidir. Kendi özel faktörleri, devrimci savaş açısından hangi gerekliliklerine tekabül ettiği değerlendirilmelidir.
Özel olarak, savaşımızın temel güçlerinin imha edilmesiyle sonuçlanan 72 dönemi için, bir geri çekilmeden ne öncesi ne de Kızıldere sonrası için söz edebilmek ya da durumu bu şekilde tanımlamak doğru değildir. Kızıldere eylemini gerçekleştirmeden önce güçlerimizin değerlendirilmesi belli önder ve kadroların geçici olarak savaşın esas cephesinin dışına çıkarılması olası mıydı, doğru muydu? Her iki soruya da olumlu yanıt verilemez. Her şeyden önce 71 dönemi mücadelesinin, Politikleşmiş Askeri Savaşın halklar nezdinde ilk yapı taşlarının atılması süreci olduğunu şimdiye kadar zaten tekrar tekrar vurguladık. Bu sürecin başarısız bir silahlı mücadele girişimi olarak tarihe geçmesi, veya bunu sağlamak olanakları feda etmeyi içerse de politik askeri savaşı, eldeki bütün gücü seferber ederek artık ülkenin nesnel bir olgusu haline getirme seçenekleri gündemdeydi. Parti tarafından bu seçenek tercih edilmiş, o tercihin doğruluğunu da zaman kanıtlamıştır.
Nitekim Kızıldere yenilgisi, Türkiye Devrim Tarihine belki birçok başarılı sayılan sonuçtan daha radikal ve kalıcı faktörler sunmuş, bu faktörler yeniden inşanın temel taşlarından, belirleyici olgularından olmuştur.
E- MLSPB’NİN KURULUŞUNA KADAR THKP-C SEMPATİZAN POTANSİYELİ VE ORTAMIN ÖZELLİKLERİ
73 Seçimleri ile birlikte gizli faşizme geçiş süreci yaşandı. Ancak geniş halk yığınlarının hoşnutsuzluğunu, tepkilerini örgütlü bir güç çevresinde somutlaştırıp siyasal bir eyleme dönüştürebilecek bir proletarya partisinin olmayışından dolayı, oligarşi’nin siyasi arenaya sürdüğü reformist maskeli umut bezirganları, kitlelerin taleplerine sözde sahip çıkarak onların muhalefet potansiyellerini düzen sınırları içinde tutmaya çalıştı. Bu şartlar içinde yapılan seçimler sonucu CHP ağırlıklı CHP-MSP Hükümeti kuruldu.
III. Bunalım döneminin oligarşik diktatörlükleri genellikle, açık faşizm döneminin yoğunlaşmış baskı ve terörü ile yaşamlarının basıncı iyice artan kitlelerin patlama noktasına gelmesini engellemek ve suni dengeyi sürdürebilmek, ortamı nötralize etmek amacıyla açık faşizm süreçlerini, belli başlı gereksinimlerini giderdikten sonra hızla dönüştürmek isterler.
Bu dönüşüm sürecinde çoğu kez reformist görünümler altında sundukları görece esnek programlar uygulayacak hükümetleri işbaşına getirirler. Ya da o güne kadar yıpranmamış bazı yeni güçleri taze kan olarak sunarlar. Bunu da, cuntaların lanse ettiği hükümetlerle değil, tam tersine görünümde cuntalara karşı tezlerle alternatif haline getirilen hükümetler yoluyla gerçekleştirirler.73 Seçim ortamının yarattığı göreceli serbestlik ve CHP-MSP Koalisyonu döneminde yukarıdaki politika temelinde oluşturulan siyasal koşullarda, sınırlı da olsa legal çalışma ve örgütlenme olanakları doğdu. Bir müddet sonra 12 Mart’ın yarattığı psikolojiden sıyrılmaya başlayan (başta gençlik kesimi olmak üzere), halk, sınıf ve tabakalarının, ekonomik, demokratik, akademik istemleri doğrultusunda hareketliliği hızla yükselmeye başladı.Ekonomik, demokratik ve akademik mücadele çıkışlı legalite sınırları içinde gelişen bu mücadelede gençlik, önemli ve aktif bir rol oynamaktaydı.Bu gençliğin büyük kesimi ise THKP-C sempatizanlarından oluşuyordu.
74 dönemi tablosunu ortaya koyarken ve onu çözümlemeye çalışırken, genel, özel, subjektif ve objektif öğeleri ayrı ayrı saptamak gerekir. Yaptığımız saptamalar, tıpkı önce bir peysaj eskizini çıkarmak, sonra buradaki her figürün, her renk ve tonun karakterini ayrı ayrı belirlemek niteliğinde olmak zorundadır. 74 ortamının, tarihin bir önceki diliminden alıp üzerine olduğu gibi giydiği ortak giysiler de vardır, özel aksesuarlar da.
O halde bir yanıyla genel bir Parti-Cephe potansiyelinden, P-C sempatizanları zemininden sözedebilsek de, diğer yanıyla bu P-C düşüncesi ve pratiği üzerinde yükselmiş ortam, kısa bir süre sonra kendilerini farklı şekillerde tanımlayacak özel yanları olan, ileriye dönük heterojen veriler sunan bir ortamdır.
“İlkin düşünce, türdeş öğelerin bir birlik durumu olduğu denli bilinç nesnelerinin kendi öğelerine ayrılmasıdır da. Çözümleme olmadan bireşim de olmaz. İkinci olarak düşünce, yanlışlık yapmaksızın, ancak varolmuş bulunduğu bilinç öğelerini de bir araya getirebilir.” (1)
Açık faşizm sürecindeki devrimci mücadelenin göbeğinde de mevcut olan sağ ve sol tasfiyeci akımlar, özgürlüklerine ve esas misyonlarını icra etmelerine giderek daha fazla olanak tanıyan atmosferlerine kavuştular. Ve görünümdeki metamorfoz gerçekte kimlik bulma, kimlik açıklama, fısıldanan kimlikleri haykırma süreciydi.
73’de başlayan bu süreç, mücadelenin seyri içinde büyük ölçüde tamamlandı. Giderek süreçler değişecek, gündemler farklılaşacak ve başka vektörlerle daha değişik tablolar çizilecektir.
Bu dönem var olan THKP-C potansiyelini, homojen bir taban olarak görmeyip değişik kategorilerde değerlendirmek gerekiyor. Bir kısmı, geçmişteki gençlik örgütlenmeleri içerisinde şu ya da bu düzeyde ilişkisi ile yer almış ve THKP-C’nin Kızıldere sonrası örgütsel yenilgisi ile dağılmış unsurlardır. Bir diğer bölümü, Kızıldere sonrası THKP-C’nin görüşlerine ve savaşımına sempati duyan ve onu asgari kıstaslar üzerinde savunan, genellikle daha genç (yeni kuşak) sempatizanlardan oluşuyordu. Diğer bir kısmı ise, düzenin olumsuzluklarına karşı tepki duyarak tercihini devrimden yana somutlaştıran ve THKP-C sempatizanlarıyla girdikleri ilişkilerde saflarda bulunan unsurlardı.
Derli toplu ifade etmek gerekirse, genel olarak bu potansiyeli eski ve Kızıldere sonrası oluşan yeni kuşak sempatizanlar olarak degerlendirebiliriz.
1975’de var olan geniş THKP-C sempatizan potansiyeli, dağınık ve ağırlıklı olarak koşulların belirlediği kümelenmelerden oluşuyordu. Merkezi yönlendirmeden ve politikanın bütünlüğünü yanıtlayabilmekten çok uzak, amatör çalışma alanları faaliyetleri içerisindeydiler. Bu durum, çeşitli grupların ortaya çıkıp bu potansiyel kapsamında düşünmeye başlamasına, bu doğrultudaki arayışlara, toparlama, saflaşma döneminin başlamasına kadar böylece sürdü.
Kendiliğindenci sürecin sempatizan potansiyeli, partinin Kızıldere sonrası durumunu, sürecin görevlerini bütün yönleriyle çözümleyebilmek ve merkezi inisiyatifi geliştirebilmek durumunda değildi. Sendikalarda, öğrenim kurumlarında, derneklerde, yurt dışında, kısacası değişik çalışma zeminlerine göre öne çıkan, belirginleşen özellikler, farklılıklar gösteriyorlardı. Bu durumdaki potansiyelden, THKP-C çizgisinin gerektirdiği görevleri omuzlamaları beklenemezdi. THKP-C’nin yeniden yapılandırılmasında ise, hem örgütlenme anlayış ve prensipleri uyarınca hem de potansiyelin sunduğu veriler nedeniyle, yatay veya aşağıdan yukarıya bir süreç izlemesi olası değildi.
A) GRUPLAŞMALAR, TASFİYECİLİK, RESMİ VE GAYRİ-RESMİ İNKARCILIK:
Bir parti çizgisi doğru stratejik-taktik ilkelere dayanıyorsa, yenilgi ve darbe dönemlerinde ortam koşullarının gerekli kıldığı politik taktikler gündeme getirilir. Teorinin revizyonu, ideolojik inkarcılık, örgüt nihilizmi, savaş yabancılaşması değil…
Her ağır darbe ve taktik -örgütsel- fiziki yenilginin ardından ideolojik politik çizgiyi revize etme yolunu seçenler, devrim isteyebilir ama devrim için yola çıkmanın gerektirdiği siyasal fonksiyonlara sahip olmadıklarından dolayı bir türlü iktidar alternatifi bir yapılanma oluşturamazlar. Genellikle düzen sınırlarını fazlaca zorlamayan bir düzlemde hareket etme tavrını benimserler. Hangi iddialarla yola çıkarlarsa çıksınlar, sonuçta bu düzlemde saf tutarlar.Kızıldere sonrası ortamda durum bir yönüyle bu şekildedir. Sürecin bu yönünde ilerlemeye başlayanların durumu esas olarak devrimci çizginin yaşam bulmaya başlamasıyla berraklaşacak ve siyasal konumlanışı belirginleşecektir.
Bilindiği gibi, alternatifi henüz oluşmamış bir çizginin, niteliği ve durumu ile çakışmayan politik boşlukları doldurması ve devrimci sürece yapay yanıtlar sunması olasıdır.
THKP-C, ideoloji ve mücadele planında güçlü evrensel bir miras bırakmıştır. Yaşanan süreç dikkatle incelendiğinde, Parti-Cephe’nin teorik evrimini son derece hızlı bir şekilde gerçekleştirdiği görülür. Bunun nedeni, kısaca da ifade edilebilmesinin yanı sıra çok yönlü anlamlarla yüklüdür. her şeyden önce P-C, savaşın her cephesinin tümüyle içindeydi. Ve yaşam-kuram diyalektiğini gerçek anlamda yaşamaktaydı.
Mahir Çayan’ın ilk yazılarından “Kesintisiz Devrim II. III” bildirgesine uzanan çizgi, somut bir ideolojik gelişim çizgisidir. Parti-Cephe anlayışında dogmatizme yer yoktur. Yapılan saptamalar yaşam dinamiği olan tezlerdir. Ve yaşamın, bilimin gelişen değişen yanlarıyla birlikte, o süreklilik içinde tekrar tekrar sağlaması yapılır. Yaşamla sınanır, yaşamı sınar. Ne var ki her türlü yadsımacılığa, savaşın getirdiği yeni sonuçlarla değil ama çeşitli subjektivizmlerle belirlenen ‘değişme’lere, inkarcılıklara karşı tavrı da o ölçüde nettir, acımasızdır.
Partimizin ideolojik evriminin bitmiş olduğunu elbette söylemiyoruz. Yalnız hiçbir ‘yeni’, onun savaşla özdeşleşmiş temel çizgilerine, stratejisinin köşe taşlarına dokunamaz… Örgüt ve devrim anlayışının zaafa uğramasına prim verilmesi olası değildir. Sıcak mücadelenin hızlı ve kısa sürecinde parti, birbirinin ardılı olması gereken bütünlüklü bir programın aşamalarını oluşturan gelişim ve yerleşim dönemlerini yaşama olanağı bulamamıştır. Dolayısıyla, önüne koyduğu teorik-ideolojik programın tamamını da gerçekleştirememiştir.
Bu nedenle çeşitli saptamaların açılımları yapılmadığı gibi, eksik bırakılan ve birinci dereceden önem taşıyan konularda boşluklar da sözkonusu olabilmiştir. Sözgelimi Kürdistan ve Kemalizm sorununda böyle ciddi bir boşluk vardı. Kemalizm, Birleşik Devrimci Savaş, Suni Denge gibi kavram ve saptamaların yeterince açılmadığı görülüyor.
Dönemin belirleyici devrim olgusu olan THKP-C, bu niteliğine bağlı olarak, Kızıldere sonrasındaki, resmi ve gayrı resmi inkarcıların ve oportünizmin her çeşidinin saldırı odağı haline getirilmiştir. Akıl almaz tahrifatlarla, kelime cambazlıklarıyla dahi Parti-Cephe tahrif edilmeye başlanmıştır. Savaş kaçkınlığının makul ve mazur hale gelebilmesi için zorunlu olunan P-C’yi mahkum etme savaşı, edinilen her silahla yükseltilecektir…
1974-75 yılları, Türkiye’de saflaşmaların, gruplaşmaların yoğun olarak yaşandığı yıllardır. Uzun zaman devrimin, mücadele ve örgütlenmenin sorunlarından uzak yaşayan geçmişin kalıntıları ya da bunların türevleri, siyasal arenada kendi çelişkilerine uygun olan yerleri almaya başladılar. Kafalarında kimisinin hala tam olarak yenememiş olduğu THKP-C ideolojisinin fazla tehlike arzetmeyen yanlarını harmanlayıp piyasaya sürmenin hazırlıkları yapılıyordu. Çekilinen köşelerden, icazetli mücadele koşullarında ‘en ileri’ olmak için denizin durulması beklenmişti. Ve işte şimdi tam sırasıydı..
Yalnız bu baylar harekete geçer geçmez kafalarını son derece ciddi bir olguya çarptılar. Evet, potansiyelin çoğunluğu onları abartıyordu, onlardan çok şey bekliyordu. Ama Parti-Cephe stratejisi üzerinde o denli duyarlı idiler ki bu çizginin temellerinin ‘onlar tarafından dahi’ zaafa uğratılmasına, saptırılmasına izin vermeyecekleri çok açıktı. Bu görünen köye uygun olarak oportünizm kılık kıyafetini hemen ayarlamak gereksinimi hissetti.
Durum, II No’lu MLSPB bülteniyle şu şekilde saptanıyordu; “Hapishanelerde her şeyin bittiğini sanarak susanlar 1972 sonrası yılgınlık ortamında yeniden Maksizmi öğrenerek (!) teslimiyetçi teorilerini sistemleştirdiler. Ancak bunu hemen açığa vurmadılar. Af’tan yararlanarak çıkan bu hainler, Parti-Cephe’nin geniş sempatizan kitlesiyle karşılaştılar. THKP-C sempatizanlarından tecrit olmamak ve bir kesimini peşlerinden sürükleyebilmek amacıyla teslimiyetçi teorilerini sinsice, adım adım ileri sürdüler…” Gerçek düşüncelerini savunmaları halinde bu potansiyelden tecrit olacaklarını bütün somutluğuyla görmüşlerdi.
Geçmişin mücadele süreçlerinde hangi konum ve fonksiyonlarla yer almış olurlarsa olsunlar, cezaevlerinde ve dışarıda bulunan bütün kesimlerin ortak özelliklerinden biri de; önderliğin pratik içinde ve pratiğin bilinen bütün normlarının bizzat en önünde belirginleşmiş, doğal ve tartışılmaz bir biçimde benimsenmiş durumundan ötürü, onun yitirilmesiyle içine düştükleri güven bunalımıdır.
Önderliğin manevi otoritesi savaş içerisinde o denli pekişmiş bir konum ve belirleyicilik göstermekteydi ki, değiştirilen görüşlerin dahi bir çok kesimce herhangi bir endişe duyulmaksızın benimsenmesine varan yüksek bir güven düzeyi oluşmuştu. Bu olgunun zedelenmemesinin, zaafa uğramamasının önemli nedeni, söylenenlere, savunulanlara, saptanıp ortaya konulanlara, hemen akabinde önderliğin kendisince yaşam verilmesiydi.
Kadro ve aktif parti elemanlarının, parti karar ve görüşlerini kabul edip, onları, verilen perspektifler içinde uygulama kapasitesi ile; var olan sistematik bağlar, yukardan aşağıya yönlendirme sekteye uğradığı zaman, elindeki o zamana kadar birikmiş politik-örgütsel verilerle bütünleşip onları salt kendi iradesi ile yürütme, uygulama dinamiği gösterebilmesi farklıdır. Fakat parti kadrosundan, hatta parti aday kadrosundan beklenilen de ikincisidir. Onların niteliği bu ikinci durumun gereklilikleriyle çakışmak zorundadır. Fakat ne yazık ki önderlik kurumlaşmasına ilişkin belirttiğimiz algılamaların yanı sıra, daha önceki bölümde ifade ettiğimiz gibi kadroların normal ve olağan işlerlik süreçleri yaşayarak, olgunlaşmış ilişki ve çalışmalardan geçmemesi, parti sistematiğinin olgunlaşmaması, savaşın güncel taktiklerine, değişen durumlara ayak uydurabilmesi, onları göğüsleyebilmesi durumuna kavuşulamamış olunması nedeniyle, yenilginin ilk sonucu şok ve moral çöküntüsü şeklinde gündeme gelmiştir.
Bir yanıyla Kızıldere ile somutlaşan ve başlayan yenilgi sürecinin sonucu değil, nedeni de bu durumdur. Neden-sonuç ilişkisini sarmal bir bağlantı içinde görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Bir sarsıntının akabinde, ‘düşünme-değerlendirme’ dönemi başlamıştır. Tarihte bir mücadelenin, bir devrimci çalışmanın, hatta herhangi bir çarpışmanın -global ya da lokal- devam eden örgüsü içinde onu ele alıp değerlendirmekle, ‘bitti’ hükmünü verdikten sonra (olumlu ya da olumsuz, kazanılmış ya da yitirilmiş olsun) değerlendirmek, ezici bir genellemeyle, farklı sonuçlar ortaya koymuştur.
Pratik içinde, fakat pratiğin yanıltabilir ikincil etkenlerinden uzaklaşarak objektif yargılara varabilenler, veya pratiğin zayıf olduğu süreçlerin çözücü etkilerinden uzak iradecilik ve politik güçle objektif olabilme dinamiğini düşüncede ve eylemde gösterenler de olmuştur… İşte onlar, tarihin çarklarına ivme kazandırabilenlerdir. Varsın doğrular olgunlaşmamış olmasın, onu olgu haline getirebilecek olan, düşünce ve eylem gücü somutluğunda, insandır diyebilenler, aydınlığın güvencesidir.
Cezaevlerinde, yenilgiden sonraki ilk dönem bu bilinçten uzak yaşandı. Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan’ın mahkeme ve cezaevi tavırlarının olumsuzluğunun da yardımıyla, anında damgalanabilen ve yankı-taraftar bulamayan ihanetçi tutumlarının yarattığı endişe, tartışma ve görüşlerin şekillenmesindeki etkenlerden biri oldu. Bir yanıyla, yenilmiş bir pratiği bütünlüklü olarak değerlendirip savunma-savunmama ikilemi, diğer yanıyla onu eleştirmek yoluyla ihanetçilerin saflarına düşürebilir, onlarla özdeşleşilir endişesi, kafalardaki soru ve yadsıma noktalarının özgürce açılımının önünde bir dönem için engel oluşturdu. Politik bir kapasite sorunu olan, stratejiyi ve onun pratiği olan çalışma tarz ve anlayışlarını bütün bağlantıları ile kavramaları, eksik-hata ve doğruları içinde çok yönlü analizden geçirerek değerlendirip savunmaları gerçekleşmemişti.
Dolayısıyla tersten başlayan ilk çıkışlar, yüzeysel ve ilkel bir tarzda, tek tek eylemlerin mahkum edilmesi noktasında gündeme getirildi. Ve giderek gündeme kavramlar sokulmaya başlandı. Eylemlerin yadsınmasıyla kendine bir çıkış yolu bulan ‘eleştirelliğin’ bu yöntemine daima dikkat edilmelidir. Çünkü devrim saflarındaki bireylerde tehlike çanlarının çaldığı iki tipik belirtiden biri de budur: Temel mücadele yönteminin hatalarını genelleştirmek ve öne çıkarmak. Ve ikincisi; zaaflı devrimcilerden yola çıkarak bütün devrimcileri yargılamaya kalkmak…
Herkesin belirgin bir tarzda yolunu çizmeye başladığı bu dönemde, gelecekler belli olsa da görüşler muğlak tutulmaya devam ediliyordu.
Ve ilk saflaşmalar, kopuşmalar ‘basit nedenler’ görünümü altında yaşandı. Her ne kadar açıkça ifade edilmese de karşılıklı olarak hemen hemen herkes karşısındakinin kafasının belirleyici çelişkisini yakalamıştı. Ve yaşamın, bunların açıkça ifade edileceği zamana kadar tahammülü olmaması gerçeği üzerinde, temelde belli bir özden kaynağını alan ama henüz sözkonusu ‘öz’ gündem maddesi olmadığı için, çeşitli biçimsel nedenli farklılaşmalar yaşandı.
Öte yandan, değişik bölgelerde bulunanların her biri bir diğerine bel bağlayarak, ondan çözüm umarak beklentilerini sürdürdüler. dışarıdakiler cezaevlerindekilere, cezaevindekiler yurtdışına bel bağlayarak bir dönemi yerken, bu arada kendi manevi otorite, misyon ve saygınlıklarını da yediler. Yine de bütün günahlarına karşın içlerinden bazıları, çizginin aşamalı kemirilmesi programlarını uygulama zeminini bularak özellikle Ankara’da gençlik kesimine egemen olmayı başardılar.
Gerçekten de geçmişin kalıntıları, farklı görünümlerine ve bu yolda harcadıkları değişik çabalara rağmen, özünde rengin farklı tonlarından oluşan bir kompozisyon çiziyorlardı. THKP-C’nin ideolojik, politik, stratejik ve örgütsel ilke, görüş ve anlayışlarını tahrif ve inkar ederek onu ihtilalci özünden uzaklaştırıp içi boş bir ucube haline getirmek, THKP-C’nin tarihsel çizgisini setlemek, kırmak ve yok etmek için onun temel taşlarını oluşturan kuramlarını akıllarınca çürütmeye yönelmek, sistemli saldırılarını adım adım uygulamakta, adeta gizli bir koalisyon oluşturmuşlardı.
Amaçlarına varma yolunda tam bir taktik birliktelik içindeydiler. Bu taktik uyarınca, ilk etapta THKP-C teori ve pratiğine açıkça saldırılmayacak, ona en genel anlamda sahip çıkılarak hem potansiyelin üzerine oturma hem de prestijini sömürme avantajları kullanılacaktı.
THKP-C, önderlerinin can bedeli savundukları ve uyguladıkları siyasal görüşlerinden yalıtılacak, düşmanın bile saygı duyduğu yönlerine, devrimci atılganlıklarına, politik cesaret ve iradelerine, yiğitlik ve tutarlılıklarına sahip çıkılacaktı. Böylelikle, yaşamdan soyutlanmış misyonlara hapsedilerek anılacaklardı.
Lenin’in dediği gibi, ölümlerinden sonra devrimci önderlerin görüşleri fark edilemez ve cezalandırılamaz bir şekilde dönüştürülecek, bir hale ile süslenerek oportünizmin sömürü faktörü haline getirilecek, tüketilecekti…
Bugün bütün bunlar artık uzak bir yaşanmışlığın ifadesinden başka bir şey değildir. Ve bu nedenle de ideolojik mücadele vb. fonksiyonları değil, tarih yazımı, aktarımı ön plandadır.
Bu arada, 74’lerde potansiyel üzerine ‘birlik’ sağlama tartışmalarının ve bazı sistematiklere bağlanabilecek çalışmalardan sonra bir platform vb. yaratılarak partiyi inşa etme teoremlerinin üzerinde bir yanıyla daha durmak gerekiyor.
Günümüzde de kimilerinin politik açmazlarını oluşturan bu tarz savlar, o dönemde de savunulmuş, gerçeklerle ne ölçüde bağdaşabildiği -bağdaşma olasılığının hiçbir biçimde bulunmadığı- dönemin devrimcilerince yaşanmıştır. Gerek yurtdışında, gerekse ülkede oluşan ‘platform’ fikirlerinin kendi sav mantığı içinde dahi gerçeklik kazanabilmesi için öncelikle farklılıkların ve aynılıkların açıkça ve geniş bir açı içinde tartışılması, onların ağır basan yanları beraberliğe elveriyorsa, bunun gerçekleştirilmesi gerekirdi.
Bu noktada, hep gözardı edilen önemli bir tartışma noktası daha vardır: Tartışmacıların durumu.. Hiç kimseye ‘eski’liği adına yeni süreçleri belirleme hakkı tanınamaz. Eğer sözkonusu kişiler, bir çizgiyi, bir misyonu ara vermeksizin sürdürmüş ve politik yaşamında zaaf göstermemişse kuşkusuz bu tartışmamızın dışındadır. Ne var ki, ülkemizdeki ‘platformcular’ hep inkarcılık sürecine giren insanlar olmuştur. Bu tür tartışmalar da yorgun eski tüfeklerin, kendilerine biçtikleri yeni rolün platformu olmuştur. Devrim pratiğinde herhangi bir politik ve örgütsel görev almak gibi bir niyetleri olmayan birtakım insanlar, ülke devriminin sorunlarını tartışmak, programlar yapmak için masaya otururlar. Huşu içinde başlayan bu tartışmalar, birlik ve beraberliğin de sadece o masalarda kaldığı bir masa tenisi maçının sona ermesi gibi biter, gider…
Devrim süreçlerinde ‘yurtdışı’, en fazla platformların, cephelerin, ittifakların kurulduğu-ve o ölçüde de en fazla dağıldığı- çalışma alanıdır. Pratiğin odağından uzak devrimcilerin, teorinin lafızları ışığında ve çoğu kez kitabi teoremlerle ve yine pratikten uzak olmanın aşındırdığı iradecilik ve özgüven yoksulluğuyla, ‘güç’ ve nicelik arayışlarıyla ve/veya daha rahat bir çalışma ortamının zaafa uğrattığı Leninist örgüt anlayışının hantallaşan, Menşevikleşen, ‘esneyen’ perpektifleriyle kurdukları beraberlikler soyut ve sunidir. Pratiğin gerçekleriyle karşılaşır karşılaşmaz da güneş görmüş dondurmaya dönerler. Erir, yavanlaşır, amaç ve özelliklerinden tümüyle uzaklaşırlar.
İnsanların, ‘ya yarın değişirse, değiştirmek zorunda kalırsak’ endişesiyle görüşlerini yazılı hale getirmekten kaçındığı, sözgelimi sosyal emperyalizm gibi bir tez üzerinde dahi, düşüncedeki ciddi eğilime rağmen ‘THKO sempatisini kaybetmemek için’ açık olarak herhangi bir şeyin söylenmediği, ayrı program, ayrı eleştiri ve mantıklar çerçevesinde platforma hitap etmeye başlayan insanların karşılarında buldukları ortamın daha önce düşünemedikleri verileri karşısında, (öyle olmadığı halde) ‘P-C’yi tamamen savunuyoruz’ diye ortaya çıkmaları… tarzında örnekler ve özellikler taşıyan bir ortamın “platformu” nereye oturtulabilir?
‘Platform’ ve ‘genel toparlama’ mantığının odağında olduğu çeşitli girişimler gündeme gelmiştir. ‘Düşünce bazında farklılaşmaları engelleyelim, olası görünen kamplaşmaların daha fazla uzaklaşmaların önüne geçelim’ niyetiyle girişilen birlik amaçlı ama kopuşmaların somutlaştığı çeşitli tartışmalar olmuştur.
Daha sonra sağ ya da sol görüşlerini belirginleştirecek grupları kapsayan geniş yelpaze içinde cereyan eden iletişimler sırasında, partiyi kısa vadede ya da uzun vadede yaratma düşünceleri, var olan ikilemlerden biriydi. Ve bu durum son derece normaldi. Çünkü mantıkların en önemli katalizörlerinden birisi budur.
Öte yandan, pratik olarak ‘bir platform’dan, gerçekten ‘birlik’ yaratma girişimlerinden sözetmek gerekirse, bu yolda da çabalar harcanmış, sözgelimi bir bölgede tekrar kurulan Dev-Genç bünyesinde bir süre bölgenin bütün potansiyeli toplanmıştır. Fakat mantığın karakteri nedeniyle kaçınılmaz sonuç, girişimin yerel ve geçici kalması, revizyonist çalışma tarzı içinde örgütlenmeden uzak olarak yaratılan bir yapay ve yatay birlik çerçevesinde, potansiyelde o dönem var olan olumlu özelliklerin de eritilmesi olmuştur.
B) KISACA TASFİYECİ GRUPLARIN DURUMLARI:
1) Sekizlik Tasfiyecileri:
Savundukları görüşleri ilk olarak sekiz sayfalık bir yazıyla açıklamalarından ötürü, devrimci çevrelerde ‘sekizlikçiler’ olarak adlandırılan bu sağ tasfiyeci grubun başını çekenler, bizzat THKP-C içinden ya da Dev-Genç çalışmaları içinden gelmekteydiler.
Kısa devrim, yakın zafer umutlarıyla devrimci hareket saflarına katılan bu kişiler, açık faşizmin zorlu mücadele koşullarında yılgınlığa kapılmış, kafalarında kurdukları dünyalar yıkılmıştır. Zaaflarından kaynaklanan yılgınlıkların nedenlerini ise THKP-C çizgisinde aramaya başlamışlardır. Çok geçmeden de, devrimci mücadelenin pratikte tarihin çöplüğüne atmış olduğu PDA’nın arşivlerinde, aradıklarını bulmuşlardır. Yeniden keşfettikleri PDA tezlerini başlangıçta bir bütün olarak benimsediklerini ilan etmek yerine, parça parça ileri sürerek, THKP-C sempatizan çevreleri üzerinde geçmişten kalmış olmanın avantajını kullanmak yoluyla belli bir toparlama yaratmaya çalıştılar.
Adım adım ortaya koydukları görüşleri şu belli başlı saptamalardan oluşuyordu: THKP-C’nin 1971 pratiği o günün koşullarında doğruydu, ancak günümüz koşullarında devrimin karşısına çıkan sorunları yanıtlayabilmek için THKP-C’yi çok yönlü aşmak gerekir. Onu aşmanın yolu, doğru yönlerini almak, yanlış yönlerini atmaktan geçer. THKP-C önderleri kararlı, yiğit ve cesur idiler ancak ideolojik ve politik olarak yeterli değildiler. Kendi özgüçlerine güvenmedikleri için Sovyetler Birliği’nin etkisinde kaldılar ve onun sosyal emperyalist yüzünü görmezden geldiler. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi yanlıştır. Ne Marksizm Leninizm’de yeri vardır ne de dünyanın herhangi bir ülkesinde görülmüştür. Bu tezler, Latin Amerika’da Fokocu örgütlerin görüşleriyle Marksizm-Leninizm teorisinin kaynaştırılmaya çalışılmasıdır. Eklektizmdir. THKP-C narodnik bir harekettir….
Başlangıçta “geleceğe yönelik çalışmaların doğru temeller üzerinde yükselebilmesi için geçmişin zaaflarının değerlendirilmesi gerektiği” şeklinde tanımladıkları ve ilk bakışta olumlu ve makul görünümüyle kimsenin yadsıyamayacağı bu genel doğrunun ardında yatan gerçeğin, ihanetin teorik kılıfı ve utangaç, temkinli çıkış noktası olduğu böylelikle anlaşılacaktı.
Sekizlikçiler, siyaset sahnesinde dönemin belli başlı iki kesiminden biri olan legal cephecilerle kozlarını paylaşırken bu kekemeliklerinin tersine inkarcılıklarını hızla örgütsel, ideolojik, politik bir anlayışlar bütünlüğüne kavuşturdular. Ve o bütünlük içinde savundular. Özellikle İstanbul’daki tartışma gündemini onların yazıları belirlemiştir. Bu yazının niteliğine karşı, legal cepheciler de dahil olmak üzere, potansiyel olarak P-C görüşleri savunuldu. Bu görüşler ciddi bir biçimde yadsınarak onlara karşı sınırlar kısa bir sürede net olarak çizildi.
2) Kurtuluş Tasfiyecileri:
Daha sonra Devrimci Gençlik -Devrimci Yol’u oluşturacak insanlarla 75 ortalarına kadar aynı zeminde hareket eden ve daha sonra bu platformdan koparak, bir süre sonra ‘kurtuluş’ adı ile hareket edecek olan bu çevrenin- süreçte ön plana çıkarıp tartıştıkları konular farklı olmasına rağmen- izledikleri taktikler ‘sekizlikçiler’le benzer yönler taşıyordu.
Bu çevre, Kemalizm ve Ulusal Sorun’u özellikle işleyerek THKP-C çevreleriyle bağ kurmaya çalıştı. THKP-C’nin “Kemalizm”in sınıfsal temelini doğru çözümleyemeyip, oluşum sürecinde TİP, Yön vb. hareketlerin etkisinde kalması ve sonuçta bu konuda hatalı bir yaklaşım sunmasının yanı sıra, Türkiye devriminin temel sorunlarından biri olan Ulusal Sorun’a çözüm getirememiş olması nedeniyle, var olan bu gedikten hareketle ortama yerleşmeye çalıştılar. Bu konuları Truva Atı gibi kullanarak P-C çevrelerinde, ‘eksik ve yetersiz ideolojinin’ bu boşluğunu doldurarak ideolojik yetkinlik göstermek görünümü ile etkinlik sağlamak istediler.
Her ne kadar THKP-C’yi savundukları, ancak eksik ve yanlışlarını düzeltmeye çalıştıkları imajını yaratmak istedilerse de potansiyelin Parti-Cephe tahrifatına karşı yoğun bir duyarlılık içinde olması dolayısıyla, bu taktik te sürecin hızla yadsıdığı bir yöntem olarak kaldı. DG’cilerin aksine görüşlerini daha açık ifade etme yolunu tercih eder etmez, Parti-Cephe potansiyelinden tecrit oldular.
Daha sonra ‘Kurtuluş Sosyalist Dergi’ aracılığıyla TKP’nin görüşlerini zenginleştirip modern ambalajlarla piyasaya sürmeye devam ettiler.
Kurtuluş öncüllerinin, değişen devrim ve örgüt anlayışlarını, yeni tezlerini ortaya koyarak o dönem P-C potansiyelini yitirmemek amacıyla görüşlerini açıklamayıp aksini ifade ettikleri için farklılaştıkları ve bu temelde saflaştıkları Dev Yol öncüllerinin durumu, mevcut potansiyel açısından ne idi?
Bilindiği gibi bazı tavırların kendisine geçici ve suni temeller bulunabilmesi her zaman olanaklıdır. Yeter ki yönelimi, içinde bulunduğu konjonktüre oturabilsin. Siyaset sürekli yeni Tar Baby’ler doğurmakta üretkendir. DY’nin geniş bir potansiyel oluşturmasını, koşullarla buluşması şeklinde değil, kafalarındaki farklılığa rağmen kitlelere “sen haklısın” taktiğiyle (!) açıklamak gerekir.
1895’te Dühring’in görüşlerine Almanların gösterdikleri ilginin Marks ve Engels tarafından nasıl değerlendirilmiş olduğunu anımsayalım. Sosyalistler oldukça geri bir teori düzeyiyle arayışlar içinde iken gereksinim duydukları, bekledikleri düşünce adamı kimliğini Dühring’i tanır tanımaz onun göğsüne takıvermişlerdi. Bernstein bu durumu şu şekilde ifade eder: “Marks ve Engels teorisinin genel sonuçlarını kabul ediyorduk. Ama temellerini, temellerinde yatan fikirleri yeterince özümlemeksizin, onların görüşleri ile Lasalle’in görüşü arasında var olan temel farklılıkların doğru bir anlayışına varmaksızın. Burada da pratik uygulamalardaki farklılıklardan başka bir şey görmüyorduk.”
Nitekim giderek benzer durum Devrimci Gençlik-Dev Yol ilişkileri içinde de yaşanmıştır. Pratikteki tablonun rahatsızlığı ortada idi. Temel esprileri yakalayarak ta olsa, inancında ve asgari olarak bilincinde oldukları P-C ideolojisini yaşadıkları pratikle bağdaştıramadıkları için çelişkiler içinde bocalayan aktif sempatizanların bir kısmının amaç ve enerjileri eritilip revizyonist çalışmaya adapte edilebilmiş, bir kısmı çelişkilerini, açmazlarını çözemeyip bireysel tutumlar içinde gerileyerek bozulmuş, bir kısmı da özellikle 76’dan başlayarak tavrını koymuş, arayışını, savaşı somutlaştıran örgütlerden yana sonuçlandırmıştır.
Kurtuluş için durum daha farklı olmuş, esas olarak kendi görüşleri çerçevesinde ama o görüşlerin P-C’nin temel esprilerini yadsıdığı, tümüyle bunun dışında bir çizginin içeriğiyle yüklü olduğu da hiçbir zaman somut olarak ifade edilmeden, örgütsel ve politik tutum geliştirmişlerdir.
Yine bilinmektedir ki, diyalektikte yadsıma yalnızca hayır demek ya da bir şeyi, bir fikri yok saymakla özdeş değildir, mutlaka o anlama gelmez. her şeyin, her ilişkinin, her fikrin oldukça zengin yadsıma biçimleri mevcuttur.
3) DEV-Genç Tasfiyecileri:
Sağ tasfiyeci çevrelerin üçüncüsü, önce Devrimci Gençlik, daha sonra da Devrimci Yol adını alan kesimdi. Bunlar, Kızıldere’den sonra THKP-C’nin örgütsel tasfiyesine karşı çıkmamışlar ve Devrimci Gençlik adı ile faaliyete geçene kadarki zaman dilimi içinde, sonradan ortaya sürdükleri kibar oportünist tezlerini şekillendirme çabası içinde olmuşlardır.
Bu sağ tasfiyeci akımın özelliği, daha önceki görüşleri ve pratiği savunmadığı halde, olduğu gibi savunduğunu ileri sürmesi idi. Fakat içine girmeye çalıştığı bu giysiye karşın tümüyle bir iç kılıksızlık durumu göstermekteydi. Düzeni bozulmuş kavramlar, içi boşaltılmış, soysuzlaştırılmış formülasyonlar, yalıtık ‘partileşme süreci’ şekilsizliği ile yıllar boyu geniş bir tabanı sözcüğün bütün yüküyle, oyalamayı başardılar.
THKP-C’nin teorik-pratik-örgütsel-stratejik görüşlerini savunduklarını iddia ede ede legal cepheciliği tezgahladılar. ‘Eski’ olma ve THKP-C’yi savunuyor görünmenin sağladığı avantajlarla THKP-C çevreleri içinde önemli bir yer edindiler. Bu oportünist şeflerle ilişkiye geçen insanlar, günün koşullarının gerektirdiği adımların atılmasını sağlayacak politik kavrayış ve cesaret, tecrübe ve insiyatiften yoksun olduklarından ve de bu sempatizan unsurların durumunu yanıtlayabilecek başka bir oluşumun yokluğundan ötürü bir süre onlara yedeklendiler.THKP-C zemininde safların henüz tam olarak belirginleşmediği o günlerde ‘legal cephecilerin’ yaşanan sürece ve geleceğe ilişkin savundukları ise kısaca şunlardı:
“Yaşanan süreç, partileşme sürecidir”, “bu süreçte temel mücadele biçimi ideolojik mücadeledir”, “sürdürülecek ideolojik mücadele içinde proletarya partisinin ideolojik-politik-stratejik çerçevesi oluşturulacaktır.”, “12 Mart açık faşizmi ile birlikte, diğer tüm çalışma ve mücadele yolları kapandığı için THKP-C zorunlu olarak Silahlı Propaganda yöntemine başvurdu.”, “Bugünkü koşullar farklıdır, legal çalışma şartları vardır.” diyorlardı.
Legal cephecilere göre, uzun bir parti hazırlığı dönemi yaşanacak, bu hazırlık döneminde temel alınan ideolojik mücadelenin aracı olarak legal yayınlar çıkarılacak, bu yayınlar aracılığıyla geniş kitleler örgütlenecek, esas alınan sözkonusu çalışma yöntemi içinde proletarya partisinin ideolojik-politik-örgütsel-stratejik görüşlerini hayata geçirecek kadrolar yetiştirilecekti. Bu ‘sabır’ gerektiren çalışmalar sonucunda ise proletarya partisi kurulacak, henüz bu parti olmadığı için silahlı propaganda yapılmayacaktı. Silahlı mücadeleyi bu şekilde ‘ustaca’ ekarte eden görüş, bir ölçüde makul olabilmek için hemen ekliyordu: elbette, bütün bunlar demek değildir ki, süreçte hiç silah patlamayacak…
Bu sağ tasfiyeciler 1977 1 Mayıs’ına kadar geçen zamanda, THKP-C sempatizanlarının büyük çoğunluğunu çevresinde toplayarak ihtilalci özlerini “partiyi bekleyin” parolasıyla gemleyecek, o güne kadar ki oportünist yayınları aracılığıyla işlediği düşüncelerden sonra onların artık yadırgamayacaklarına inandığı anda da “Dev Yol Bildirgesi” ile görüşlerini daha cesurca ifade etmeye başlayacaktı.
Partinin yaratılması yolunda bilinçli bir adım nasıl anlaşılmalıdır. Bu her şeyden önce bir siyasi çizgi sorunudur. (abç) Türkiye devriminin sorunlarına çözüm getirmeyi içerir. Marksizm’in Leninizm’in uygulanmasıyla devrimin yolu, devrimci mücadelenin hedefleri ve bu hedeflere varmak için kullanılacak bir politikaya ihtiyaç vardır. (DY Bildirgesi S. 48) diyerek açık ve nihayet net bir biçimde, mücadele etmek için siyasi bir çizgiye sahip olunması gerekliliğini, böylesi bir çizginin ise var olmadığını, devrimin sorununu öncelikle (ve elbette ideolojik mücadele yoluyla!) bu çizgiyi yaratmak olduğunu ifşa ediyorlardı. Bu ifşaata rağmen ‘P-C’yi savunmaya devam ediyor’ ve amaçladıkları gibi, birkaç yıldır üzerinde çalıştıkları ve izole ettikleri tabanın nicelik olarak önemli sayılabilecek bir bölümünü peşlerinden sürüklemeye devam ediyorlardı. “Devrimci hareket, kendisinin siyasi varoluş koşulu olan görüşlerini henüz sistemleştirmiş değildir.” (Bildirge’den) demekle bu stratejinin üzerini çiziyorlardı. Ve bu çizginin merkezine geçirdikleri bütün “savaşacağız” menşeyli halelerle tabana gösterdikleri seraplara karşın artık ifadede gerçek yerlerine oturuyorlardı.
Sürecin bir diğer tarihi ironisi, bütün bu oportünist şeflerin 1974’ten önce, silahlı mücadeleden ödün vermemek, revizyonizmle kalın çizgiler çekmek ve sınıfın içinde olmak temelinde biçimlendirilecek bir parti yaratmak gibi konuları odağa oturtarak bunları ilkesel sorunlar olarak saptadıkları ve bu temelde hem fikir oldukları bir ‘birlik’ platformu kuralları saptamış olmalarıdır.
4) Yurtdışı Tasfiyecileri:
Bu ‘sol’ tasfiyecileri 12 Mart Mültecileri olarak tanımlamak gerekir. Kızıldere sonrası THKP-C’nin örgütsel yapısının tasfiye edildiği ve P-C saflarında dağınıklığın egemen olduğu günlerde, ülkeye dönerek dağınık ilişkilere yön vermeye ve savaşı güçleri oranında yeniden örgütlemeye çalışmaları gerekirken, yurt dışında kalmayı seçmişlerdir. Mülteci grubunu oluşturanlar, geçmişte P-C’nin yurtdışı görevleri için atadığı “yurtdışı komitesi”nde görevli olan kişileri bünyesinde barındırıyordu. Legal ve yarı-legal örgütlenme biçimlerini yadsımak yoluyla ‘sol’ kimliklerini tanımladılar. Çalışmalarının belirgin yönü, yurtdışında, çevrelerinde topladıkları kişileri önce pratik devrimci faaliyetlerden uzak ve toplantılarında ‘teorik eğitimden’ geçirmek, bunun ardından da askeri olarak eğitmek idi.
Bütün bunları yaparken, çok yakında ülkede başlatılacak yoğun bir mücadelenin hazırlığı içinde oldukları imajını veriyorlardı. Bu ‘parti okullarında’ eğittikleri bazı insanlara ‘parti kadrosu’ payesi veriyorlar ve ilerde (?) bu ‘parti kadrolarını’ Türkiye’ye göndererek P-C sempatizanlarını toparlamayı, savaşı başlatmayı umuyorlardı.
Kendilerini partinin devamı olarak görüyorlar, fakat ülkede partinin savaşa başlaması için bir hazırlık dönemi yaşanması gerektiğini öne sürüyorlardı. “Geniş birlik-platform” tartışmaları sırasında yurda gelerek bu kesimlerle kısmi tartışmalarda bulundular.” P-C’yi yaşatma, P-C olarak çıkma”, fikirlerine karşılık “yanlışları sürdürmeme”, özeleştiri yapma fikirlerini savundular. Fakat, ‘P-C adına çıkarsak geniş birliği sağlayamayız’ şeklindeki savlarla yüzyüze gelince bu ilişkileri daha fazla sürdürmeyip kendi dünyalarına ve kendi hazırlıklarına geri döndüler.
Ancak hazırlık döneminde nasıl bir mücadele ve örgütlenme hattı izleyecekleri, bu hazırlığın nerede biteceği sorularına verilebilecek net bir yanıta da sahip değillerdi. Bu suskunluklarına karşın yürüttükleri devekuşu faaliyeti, onların hazırlıktan ne anladıklarını ve bu hazırlığın son bulmasının divana kaldığını, savaşın başlama şansının bu ellerde mümkün olamayacağını bağırarak söylüyordu.
5) Acil Tasfiyecileri:
İlk defa, 184 sayfalık “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” adlı broşürle ortaya çıktıklarından devrimci çevrelerce ‘184’lükler’ veya ‘Acilciler’ olarak adlandırıldılar. Sağ ve sol görüşler ve pratikler içinde debelenip durdular. Bir taraftan legal ve yarı legal çalışma ve örgütlenme biçimlerini teorik olarak ve büyük oranda pratikte de reddederken, diğer taraftan yaşamın zorlamasıyla legal ve yarı legal çalışma ve örgütlenme girişimlerinde bulundular. Bir taraftan hızlı ‘öncü savaşı’ savunuculuğu yaparken diğer taraftan yurtdışı mültecileriyle aynı kapsamdaki ‘uzun süreli hazırlık’ anlayışı içinde son çözümlemede derin bir pasifikasyona saplandılar.
Bir ara mültecilerle birleşerek “Proletarya Partisini” (THKP-C) kurduklarını açıkladılar. Bu birleşme öncesinde karşılıklı olarak birbirlerine kendi durumlarını abartarak aktardıkları için, yurt dışında parti okullarından geçmiş çok sayıda kadro ve çeşitli ilişkilere sahip bir grupla yurt içinde ülke çapında örgütlü bir diğer grubun birleşmesi doğal (!) olarak parti için gerekli her türlü veriyi sağlamış bulunuyordu…
Bu yapay temeller kısa sürede çatırdadı. Ve herkes geldiği yere geri döndü. Acilciler 1978 yılında Parti-Cephe görüşlerini tümüyle terk ederek geleneksel, sol çıkışlar arzeden sağ karakterli çizgide konumlandılar.