ANADOLU HAREKETİ VE KEMALİZM
İçindekiler:
SÜRECİN GENEL TABLOSU
ANADOLU DİRENİŞ HAREKETİ’NİN VE “KEMALİZM”İN TANIMI
ANADOLU HAREKETİ SÜRECİNDE SINIFSAL DURUM
SAVAŞ DÖNEMİNDE SİYASAL GELİŞME VE İLİŞKİLER
KONGRELER VE MECLİS
ANADOLU’NUN ASKERİ VE ÖRGÜTSEL AÇIDAN DURUMU
HALK FIRKASI
ANADOLU HAREKETİ VE KEMALİZM
SÜRECİN GENEL TABLOSU
Birinci ve İkinci bölümlerde devlet yapısını ve toplumsal dinamiklerini incelediğimiz Osmanlı Devletinin özellikle 18. yy’dan başlayarak, yaşam damarları hemen hemen tümüyle tıkanmış, iç çelişkileri, onun çözülüşü ve çöküşü yönünde ağırlaşmaya başlamıştı.
Dünyanın konjoktürel gelişimi emperyalizmi doğuruyor, 1914’lerde ise ilgili bölümde sıraladığımız çelişmeler kaçınılmaz çatışmayı gündeme getiriyordu. Emperyalistler arası 1. Paylaşım Savaşı sırasında Alman Emperyalizmi, kısa bir süre için de olsa hedeflerinin önemli bir bölümünü gerçekleştirerek Berlin’den Basra Körfezine dek uzanan alanda egemenliğini ilan etti. Öte yandan Rusya ve Polonya’da geniş topraklar ele geçirdi.
Bu gelişmeler, ABD’nin savaşa katılmasında önemli rol oynamıştır. Nitekim Wilson şöyle diyordu: “Onların planları Ortadoğu çekirdeği ile Akdeniz üzerine, Asya’nın kalbine Alman askeri gücünü ve denetimini sağlayacak geniş bir hat çekmektir. Almanların fiilen denetimleri altında bulunan alan, Hamburg’dan Bağdat’a dek uzanıyor. Böylece Alman gücü bütün heybetiyle dünyanın kalbine saplanmıştır.”
Dolayısıyla ABD, Almanya karşısında terazinin kefesine tüm ağırlığını koyma mücadelesine girdi. Esas ilgi alanları Latin Amerika, Uzakdoğu ve Avrupa olmasına karşın, gelişmelerden ötürü bu ilgi bir süre Ortadoğu’ya kaydı. Ve Ortadoğu, başını Standart Oil’in çektiği ABD petrol tekelleri ile, Shell önderliğindeki İngiliz petrol tekellerinin çatışma alanı oldu. Klasik sömürgeciliğin ‘demode’ yöntemlerine rağbet etmeyen ABD, Birleşmiş Milletler’de ‘Manda Sistemini’ kabul ettirmek yoluyla, Alman sömürgelerinde, Suriye, Ermenistan, Mezapotamya, Filistin, Arabistan üzerindeki egemenlik yöntemlerini onaylattı.
Savaş sırasında petrol tüketiminin büyük ölçüde artması, hükümetlerin gözlerini gelecekte işletebilecekleri kaynaklara yönelmişti. Yapılan araştırmaların, ABD’deki kaynakların en çok 30-35 yıllık bir süre için tüketimi karşılayabilecek durumda olduğunu göstermesi nedeniyle, deniz aşırı kaynaklar önem kazanmıştı. 1919’da, petrol bulunabilmesi olası bütün bölgelerdeki konsolosluklara birer genelge gönderilerek, buralardaki petrol kaynakları üzerinde denetim durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol üretimine ABD’nin karışabilme olanaklarını bildirmeleri isteniyordu. Böylece Ortadoğu’da, Fransa ile işbirliği yapan İngiliz petrol tekelleri ile ABD tekelleri arasında bir çatışma başlıyordu.
- Paylaşım savaşını izleyen uluslararası anlaşmaların başlıca hedefi de, Alman’ların Balkanlar ve Ortadoğu ile olan doğrudan bağlantısını koparmak olacaktır. Genç ve güçlü emperyalist ABD, o ölçüde programlarında başarılı olmak şansına sahipti. Nitekim bütün çabasına karşın Alman Emperyalizmi ağır bir yenilgi aldı.
Aynı süreçte, 1917 Ekim Devrimi’nin uluslararası etkisinin de rolü ile Almanya’da Spartakistlerin mücadelesinin yükseldiğini görüyoruz. Yine aynı şekilde, proletarya ve müttefiklerinin bu büyük zaferi, Ortadoğu halklarının sömürgecilik karşısındaki ulusal kurtuluş mücadelelerine yeni bir soluk, daha güçlü bir zemin, olgunlaşmış perspektifler ve en önemlisi olgu haline gelmiş somutluklar sunacaktır.
Zafere ulaşan Sovyetlerin 3 Aralık 1917’de “Rusya ve Şark’ın Tüm Emekçi Müslümanlarına” seslenen bildirisinin perspektifi, emperyalizm ve dünya gericiliğinin bütün engelleme çabalarına karşın Ortadoğu’lu yurtseverlerce duyulan, onların büyük özverilerle yürüttükleri ve el yordamıyla yollarını çizdikleri ulusal kurtuluş savaşlarına yeni boyutlar getirdi. “Doğulu, İran’lı, Türk, Arap, ve Hindistan’lı müslümanlar, siz hepiniz, kafaları, özgürlükleri ve yurtları ticaret adına yüzyıllardır Avrupa’nın hızlı talanına peşkeş çekilenler, ülkeleri savaşa başlatan yağmacılar tarafından paylaşılmak istenilenler… Alaşağı edilen Çar’ın İstanbul’u zorla işgal etmek için yaptığı gizli anlaşmaları yırtıyoruz ve açıklıyoruz… İran’ın paylaşılması konusunda yapılan anlaşmanın yırtıldığını ve yokedildiğini açıklıyoruz… Zaman yitirmeyin ve yüzyıllardır ülkenizi sömürenleri sırtınızdan atın. Artık yurdunuzun bir parça toprağının bile yağmalanmasına izin vermeyiniz. Kendi ülkenizin efendisi kendiniz olmalısınız; kendi hayatınızı kendiniz yapınız ve ülkenizi zenginliklerine uygun biçimde kendiniz kurmalısınız. Bunu yapmaya hakkınız var. Kaderiniz kendi ellerinizdedir.”
Büyük Ekim Devrimi’nin muzaffer proletaryasının çağrısı yanıtsız kalmadı.
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun yüzlerce yıllık sömürgeciliği, birbiri üzerine yediği tokatlarla kökünden sarsıldı. İngiltere’nin hammadde deposu ve geniş pazarı Hindistan’da Mahatma Gandi önderliğindeki Hindular ve Müslümanlar, emperyalizme karşı ayakladılar. Sömürgecilerin baskı ve tahakküm yasalarının yetmediği, terör ve her çeşit zulümle karşı durmaya çalıştığı bu isyan sürecinde, yüzlerce kişinin kurşuna dizildiği Amritsar Katliamı, hala Hindistan halklarının olduğu kadar, bütün dünyanın mazlum halklarının belleklerindedir. Mısır’da önemli bir direniş söz konusudur. Sait Zaghlul önderliğindeki ulusal hareket, katliamlara, zorbalıklara rağmen İngiliz Emperyalizmi’nin genel etkinliğinin kırılmasında rol oynamayı bilmiştir. Yine bir İngiliz sömürgesi olan İrlanda’da 1916 Paskalya Ayaklanması’ndan sonra, emperyalizmin “böl, parçala, yönet” politikasına karşı ulusal kurtuluşçuların bayrağı açılmıştır. İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ve İrlanda Milliyetçi Örgütü Sinn Fein, İngiliz egemenliğini zorlamaya başladılar ve İRA bu yolda uzun bir mücadeleye atıldı…
Alman emperyalizmi’nin yediği darbeler ise çok daha etkili idi. Almanya’nın Avrupa cephelerinde aldığı yenilgiler, Filistin’deki Türk-Alman cephesinin parçalanmasına yol açtı. Önce İngilizler, ardından Fransızlar tarafından aldatılan Araplar, Kudüs’e girdiler. 1918 sonbaharında Almanlar, emperyalizmin işbirlikçisi Osmanlılar, kayıtsız şartsız teslim oldular.
Emperyalistlerin birbirleriyle yarışarak koştuğu Ortadoğu’da halkların başkaldırıları da, sömürgecilerin üstünlük yarışının materyali haline getirilmeye çalışıldı. Bu amaçla İngiltere ve Fransa, Arap’ları Alman’larla karşı karşıya getirirken, kendi aralarında da ödünleşiyorlardı. İngiltere bir yandan Avrupa’da Fransa’ya belli ödünler veriyor, bir yandan da Arap Şeyhleriyle işbirlikleri kurarak Ortadoğu’da Alman’lara karşı durumunu güçlendirmeye çalışıyordu. (1)
Savaşla birlikte çelişkilerin çözüm platformu da değişmişti. Bazı nüfuz alanlarındaki çıkar çatışmalarına rağmen, Alman saldırganlığının hızlı ve başdöndürücü gelişimi karşısında endişeye kapılan İngiliz ve Fransız sömürgecileri kolkola girmişlerdi. Ortadoğu’nun paylaşımı konusunda uzlaşan bu iki emperyalist güç, söz konusu durumu Sykes Picot anlaşmasıyla somutlaştırmışlardır.
Ortadoğu’nun İngiltere için anlamı, iki önemli boyut taşıyordu: Birincisi, Asya’daki sömürgelere uzanmak; ikincisi, petrol yatakları… Ve Sykes Picot anlaşması uyarınca; Hicaz, Basra, Körfez ülkeleri, Gazze, Beyrut ve Akdeniz sahillerine uzanan İngiltere, Mısır’a da egemen olduğundan, Doğu ve Hint yollarının denetimini eline geçirdi. İngiliz emperyalizmi’nin Mısır’daki etkinliğinin devamı olmak üzere, Akdeniz kıyı şeridinde güçlü bir tampon bölgeye gereksinim duyması ise, Siyonizm’in yönlendiriciliğinin el değiştirmesine neden olmuştur.
O sürece kadar Alman Emperyalizmi’nin denetimindeki Siyonist hareket, şimdi İngiltere güdümündedir. Teodor Herz’in rüyası gerçekleşmek üzeredir. Filistin halkının vatansızlaştırılması…. Katliamlarla başlayan ve Ortadoğu’da ABD jandarması İsrail devletinin oluşturulmasıyla tırmandırılacak süreç, İngiliz Emperyalizminin o yıllardaki talan politikasıyla karakterini belirlemiştir. Ne yazık ki, bu politikanın aleti sadece Siyonizm olmamış, bölgedeki Arap halkları da kışkırtılarak zaman zaman İngiliz çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Sonuçta Balfour Deklarasyonu (31 Aralık 1918), ABD Emperyalizmi tarafından da onaylandı ve İsrail’in Filistin topraklarında yerleştirilmesi resmileştirildi. Ardından İngiliz çıkarlarının temsilciliğine gönüllü yazılan Faysal, Siyonist lider Weizmann ile anlaşma imzalayarak, Filistin’deki Siyonist varlığın meşrulaştırılmasında aktif rol oynadı.
1. Paylaşım savaşından yenik çıkan Alman’ya, büyük bir çalkantı içindeki Ortadoğu’dan, “siyasal danışmanlarını” ve “kültür taşıyıcılarını”da çekmek zorunda kaldı. Ancak bu durum, Ortadoğu halklarının, Alman militarizminin ve emperyalizmin tehditlerinden bütünüyle kurtulması anlamına gelmiyordu. Birtakım monarşiler yerlerini cumhuriyetlere bırakmışsalar da tekellerin egemenliği esasında bir dönüşüm olmamıştı. Deutche Bank’ın Ortadoğu planları, bu kez ilk sosyalist ülkeye yönelik Fransız, İngiliz, ABD saldırganlık politikalarıyla sürdü.
- Paylaşım savaşının başladığı 1914’te, İngiliz Parlamentosunda, dönemin başbakanı Arguit şöyle konuşuyordu: “Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır. Türk İmparatorluğu savaşa girmekle intihar etmiştir.” Sir Adam Blach’de savaşın başladığı yıl İstanbul’u terk ederken şu görüşü savunur: “Eğer Almanya kazanırsa siz de kazanırsınız ve Alman sömürgesi olacaksınız, eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz.”
Ne var ki, bu ideologlar yanılmaktadır. Çünkü açık işgaller ezilen ulus milliyetçiliğine yön verecek, onu bizzat geliştirip besleyecek ve emperyalistler arası savaşlar, ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını hızlandıracaktır. Materyalistlerin öteden beri gördüğü ve saptadığı bu gerçekleri burjuvazinin de anlaması için ancak söz konusu durumu dünya somutunda bizzat yaşaması gerekiyordu.
İngiltere’nin durumuna gelince; o sürece kadar Osmanlı komprador burjuvazisi aracılığıyla tek bir pazarı sömürmek, İmparatorluğu bir an önce parçalamak gayretindeki Çarlık Rusya’sına karşı bu çıkarı paralelinde denge kurmak durumunda olan İngiltere, şimdi tavır değiştiriyordu. Çünkü Alman Emperyalizmi’nin sahnede büyük bir aktivasyonla yer alması güçler dengesini değiştirmişti. Ve 1907 yılında İngiltere bu kez Rusya ve Fransa yanında saf tutarak üçlü ittifaka katıldı. Ortadoğu’da artan Alman nüfuzu karşısında diğer emperyalistlerin duydukları endişe, bir bütün olarak egemenliklerini devam ettirebilme şanslarının kalmadığını görerek bölgeyi olabildiğince parçalayıp yönetme seçeneğine yönelmeleri, Osmanlı Devleti’nin söz konusu emperyalistlerce hep birlikte işgal edilmesini doğuran etmenlerdi.
19. yy’da (1838) resmen Avrupa kapitalizminin açık pazarı haline gelen İmparatorluk, şimdi fiilen teslim olmaktaydı. Mondros Mütarekesi bu teslimiyetin resmi belgesinden başka bir şey değildi. Anlaşma uyarınca Türk Orduları silahlarını bırakarak terhis edildi. Sadece iç güvenliği sağlayacak küçük birlikler silah altında kalacaktı. (Madde 9) Anlaşmanın 7. maddesine göre savaşı kazanan emperyalist ülkelerin güvenliği tehdit edildiği zaman, ülkenin stratejik yerlerinin işgali de yasallaşır. Ayrıca yine bu devletlerce belirlenen “6 Ermeni ilinde” (Sivas, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ) “karışıklık” çıkması durumunda emperyalistler ülkeyi yasal olarak işgal edebileceklerdi….
Emperyalistlerin, diledikleri zamanlarda dilediklerince kullanabilecekleri bu teslimiyet belgesinden ‘resmi biçimde’ yola çıkarak, ülkenin bütün zenginliklerini ve olanaklarını denetlemeyi açık işgalle sürdürmeyi seçtikleri bu süreçte, bazı yöneticiler de ülkeyi kurtardıklarının propagandasını yapmaya soyundular. Ülkeyi kurtarmaktan, emperyalistler arası bir tercih yapmayı anlayan bu çevre, bir dizi gizli anlaşmayla açık işgalin yaygınlaşmasında gönüllü hizmet verdiler.
İngiltere’nin, savaştan galip çıkmasına rağmen çeşitli açılardan bir hayli zayıflamış olması dolayısıyla, açık işgaldeki rolünün sınırlı tutulması ve Yunanistan gibi diğer bağımlı ülkelerin ordularını kullanarak işgale değişik ve dolaylı bir boyut verilmesi, direniş hareketlerinde ve mücadelenin kazanılmasında etkili olmuştur.
Savaş yıllarında İngiliz Emperyalizmi cephesinden görünüm nasıldı? Büyük devletlerden Rusya iç savaş halinde idi. Ege ve İran Körfezi’nden Asya ve Pasifik’e kadar uzanan alan üzerinde Rus baskısı artık söz konusu değildi. Alman sömürge imparatorluğu çözülmüş, Afrika’daki stratejik açıdan önemli olan ve Almanya’nın elinde bulunan topraklar, İngiltere’nin eline geçmişti.
Fransa, kıta Avrupa’sında üstün durumdaydı. Akdeniz bölgesinde zayıf İtalya’nın İngiltere’ye gereksinimi sürüyordu. Rus ve Türk gücünün yıkılmasını Boğazlar bölgesinde doğurduğu boşluğu doldurmak için Lloyd Geoge, Yunanlıların İzmir’i işgalini teşvik etti. (İzmir daha önce Fransa, İngiltere, Çarlık Rusya ve İtalya arasında yapılan anlaşma gereği İtalyan’lara verilecekti.) Rusya’daki Devrim sonucu Sovyet hükümeti tüm anlaşmaları iptal edince, İngiltere de İzmir’in İtalyan’lara bırakılmasını istemiş oldu. İngiltere, İtalya’yı Yunanistan gibi denetleyemeyeceğini düşünüyordu. İtalya’nın aradaki çelişkiler nedeniyle Paris Konferansı’nı terk etmesini değerlendiren İngiltere, İzmir’in Yunanlılara bırakılmasını onaylattı.
Daha sonra konferansa katılan İtalya için iş işten geçmişti. Bu nedenle İtalya, işgal ettiği bölgelerde daha yumuşak davrandığı gibi, Ankara hükümetine de zaman zaman -doğru yanlış- emperyalist cepheye ilişkin bilgiler veriyordu. Ege’nin hem Avrupa hem de Asya kıyıları, emin bir şekilde Yunanistan’ın eline bırakılırken, Hindistan’a Akdeniz’den kestirme ulaşım yolu kapanmamış oluyordu. Uzakdoğu’da Amerika ve Japonya arasındaki sürtüşme, Japonya’nın İngiltere ile ilişkilerini koruyacağını gösteriyordu. Ancak Amerika’nın deniz silahlanmasına hız vermiş olması, İngiltere’nin denizdeki üstünlüğünü tehdit eder nitelikteydi.
Bütün bunlar çerçevesinde Mondros Mütarekesi ertesinde İngiltere şunu kavramıştı ki; diğer emperyalistlere oranla daha güçlü durumda olmasına rağmen Türkiye’ye asker çıkararak uzun süre tutabilecek durumda değildi. İngiltere’yi direkt askeri müdahaleden alıkoyan ekonomik olguların yanı sıra, kuşkusuz yüzbinlerin eylemleriyle somutlaşan ve her gün giderek yaygınlaşan savaş aleyhtarlığı olgusunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İngiliz işçi sınıfı ve halkı her fırsatta İngiltere’nin savaşı durdurmasını istiyordu.
Bütün bunlar savaşın başından beri parçalama, kışkırtma taktiklerinin kullanılmasına neden oldu. İngiltere 5 Kasım 1914’de Osmanlı Devletine savaş ilan etmeden önce 3 Kasım’da Kuweyt’i “İngiltere’nin himayesinde bağımsız bir devlet olarak” tanıdı. 5 Kasım’da Kıbrıs’ı ilhak ettiğini, 18-19 Aralık’ta Mısır üzerinde himaye kurduğunu açıkladı. Daha sonra, 30 Nisan 1915’de Yemen’in kuzeyindeki Sabya topraklarının Şeyhi İdris-i Seyyid’le, 25 Aralık’da da Suudi Şeyhi İbni Suud’la, 3 Kasım 1916’da Katar Şeyhi ile anlaşmalar yaptı. Osmanlı Devleti 23 Kasım 1914’de “Kutsal Savaş” ilan ederek din unsurunu İngiltere’ye karşı kullanmak istediyse de Mezopotamya’nın petrol yönünden önemi nedeniyle Arap’larla sürekli ilgilenmiş olan İngiltere, onları ustalıkla Osmanlılara karşı ayaklandırdı.
Ruslar’ın bağlantılarını kesmek amacıyla Çanakkale’ye çıkarma yapmayı amaçlayan İngilizler, Yunanistan’a baskı yapıyordu. Yunanistan’ın tedirginliğini kırmak için 11 Ocak 1915’te bu ülkeye İzmir Bölgesiyle Kıbrıs ve Ege Adaları vaat edildi. Sovyet Devrimi’nden sonra ise Batı kapitalizmi ve İngiltere açısından durum oldukça endişe verici bir grafik çizmeye başladı. Bir yandan Boğazların denetimini kaptırmak istemeyen İngiltere, diğer yandan ne diğer emperyalistlerin ne Sovyetlerin tepkisini toplamak istemiyordu. Çünkü yeni bir savaş için ekonomik, sosyal ve askeri açıdan elverişli koşullara sahip değildi. O halde Boğazları dolaylı bir biçimde denetlemeye çalışmalıydı.
Ayrıca, Ekim Devrimi’nden Rusya’ya yapılan müdahalenin yanlışlığı konusunda dersini alan İngiliz Emperyalizmi, Türk’leri dize getirmek için İngiliz askerlerini Türkiye’ye yollamayı bu yönden de istemiyordu. Ve çözüm olarak “Büyük Yunanistan” ideali peşinde koşan Venizelos kullanılacaktı. İşte günümüzde yeni-sömürgeciliğin “bölgesel savaş” kışkırtıcılığı ve dolaylı işgal taktiklerinin ilk olguları, I. Paylaşım Savaşı’nın bu çelişme, çatışma ve “çözüm”lerinde yatar…
Anadolu topraklarındaki açık işgalle, Anadolu Direniş Hareketi’nin de nesnel koşulları doğmuştu.
ANADOLU DİRENİŞ HAREKETİ’NİN VE “KEMALİZM”İN TANIMI
Anadolu Direniş Hareketi’nin ve Kemalizm’in çözümlemesine geçmeden önce bu konudaki genel saptama noktalarını koyalım:
1. 1919 Anadolu Hareketi asker-sivil aydınlardan oluşan politik askeri kadrolar önderliğinde, burjuva program çerçevesinde, burjuvazi-feodalite temeli üzerinde yükselmiş ve zafere erişmiştir. Bir başka anlatımla, burjuva ideolojisi önderliğinde kapitalist karakterde bir harekettir.
2. Anadolu Hareketi, emperyalist açık işgale karşı siyasal bağımsızlığı hedefleyerek, anti-emperyalist içerik taşımakla birlikte, sınıf karakterinin kaçınılmaz sonucu olarak emperyalizme karşı kararlı ve radikal tavır takınamayarak emperyalist ekonomik etkinliklere karşı tavır alamamış, imtiyaz ve teşvikleri sürdürmüştür. Tek parti yönetimi süresince emperyalizm ile ekonomik ve siyasal ilişkiler, özellikle 1930’lu yıllarda giderek yoğunlaşmış, 2. Paylaşım Savaşı sonucunda Anadolu Harekatı’na önderlik yapan aynı kadroların önderliğinde Türkiye, emperyalizmin boyunduruğuna tamamen sokulmuştur.
3. Üst yapıda feodal kurumlara ve ideolojiye tavır alınmakla birlikte alt yapıda feodal etkinliklere tavır alınmamıştır.
4. Kurulan T.C Devleti burjuva karakterde, inisiyatif burjuvazide olmak üzere burjuvazi feodalite ittifakının siyasal mekanizmasıdır.
5. “Kemalizm”, feodal siyasi mekanizmayı yıkması, feodal ideolojiye karşı tavır takınması ve göreceli olarak kapitalizmi geliştirici yönleriyle “ilerici” özellikler gösterirken, “Güneş Dil Teorisi”, “Türk Tarih Tezi” ve Kürt ulusu üzerinde jenoside kadar uzanan asimilasyon politikası ile şovenist ve gerici özelliklere sahiptir.
6. “Kemalizm” bir ideoloji değildir. Yerli burjuvazi bir dönem, özellikle 1930’lu yıllarda “Kemalizm’i bir ideoloji olarak geliştirmeye çalıştırmış olmakla birlikte, Kemalizm’in ulaştığı tarihsel evre ve bu anlamda yerli burjuvazinin gelişim dinamiği buna olanak tanımaktan uzak kalmıştır. “Kemalizm” kendi içinde oturmuş bir sistematiğe sahip olmayan, herkesin istediği şekilde yorumladığı ve sistemin tıkandığı noktalarda esasta yerli oligarşinin egemenliğini meşrulaştırmak için ve kitleleri bir ideoloji etrafında toparlamak amacıyla zorla bir ideoloji gibi sunulmaya çalışılmaktadır.
7. “Kemalizm”in Türkiye solu içinde rağbet görmesi, 60 darbesinden sonra, bu darbenin getirdiği “nisbi demokratik ortamın” sınıfsal bir analizden geçirilmeyip yanlış değerlendirilmesinin sonucudur. Ve “Kemalizm’in “ilerici” yönleri aşırı abartılmış ve hatta çeşitli çevrelerce “sosyalist” bile ilan edilmiştir.
8.Yukarıda sıraladığımız niteliklerinden dolayı “Kemalizm” anti-oligarşik, anti-emperyalist devrimde dolaysız ittifaklar içinde değerlendirilemez. (MLSPB III. Olağanüstü Konferans Kararlarından)
ANADOLU HAREKETİ SÜRECİNDE SINIFSAL DURUM
Paylaşım savaşı sonrası, İmparatorluğun emperyalistlerin açık işgaliyle karşı karşıya kaldığı evrede ülkemizde, nicel ve nitel olarak güçlü, içinde bulunduğu üretim ilişkileri temelinde yapısallaşmış, karakterini bulmuş bir işçi sınıfından söz edebilmek olası değildir.
Bu konuda rakamlara başvurduğumuzda, 1923 yılında 33.058 işletmede ancak 76.216 işçinin çalıştığını görüyoruz. Durumun bir başka ifadesi, işletme başına ancak 2-3 kişinin düşmesi demektir ki, sınıfın konumlanışına ilişkin olarak çok şey anlatmaya yeterlidir. Bu işyerlerinde, genel olarak el sanatlarından öte bir işlev söz konusu değildir. Bütün bu veriler ışığında, işçilerin örgütlenmesinin gündeme gelmesi henüz ufukta görünmüyordu. Söz konusu işletmeler, emperyalizmin işgali altındaki İstanbul, İzmir gibi illerde yoğunlaşmıştı. Bu durum ise işçileri fiili olarak mücadelenin içinde olmamalarına rağmen köylülüğe oranla daha politik ve işgale karşı duyarlı kılıyordu. Henüz yeterli bir tavra dönüşmese de emperyalizme karşı mücadele gerekliliğinin fikir olarak belirginleştiği söylenebilir.
Bu dönemde beliren sol oluşumlar, dünyadaki iki hareketten etkilenmişlerdi. Birincisi ve elbette en önemlisi Rus Bolşevik Hareketi; ikincisi ise, Alman Spartakisleridir. Bu hareketlerin etkileriyle 1919 yılında “Osmanlı Mesai (Emek) Fırkası” kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son Meclis-i Mebusan seçimlerine katılan bu parti, İstanbul’dan bir de milletvekili çıkarmıştır. Emperyalizmin işgali altındaki bölgelerde, özellikle İstanbul’da gösteriler düzenlemiş, grevler yapmıştır. 1919-23 yılları arasında İstanbul işçileri kurtuluş mücadelesini her yönden desteklerken, Tünel, Şirket’i Hayriye, Haliç-i Seyrü Sefain, Şimendifer, Havagazı gibi emperyalistlerin denetimindeki belli başlı işletmelerdeki grevlerde, ücret artırımının yanı sıra, 8 saatlik işgünü, gece çalışmalarında çift ücret, sağlık hizmetleri, kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi ve parasız eğitim sağlanması gibi taleplerde de bulunmuşlardır.
Ne var ki, bunların hiçbiri işçi sınıfının kurtuluş savaşına önderlik edebilecek durumda olmasının verileri değildi. Genel olarak İstanbul emekçileri çerçevesinde kalan bu işçi hareketleri, Anadolu Hareketine düşünce ve eylem planında önemli bir faktör sunamadı.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve yıllardır en acımasız sömürü koşullarının cenderesi içinde olan köylüler ise, Balkan Savaşı’ndan beri ardı ardına girilen savaşların -asker deposu olarak- tam anlamıyla içindeydiler. Bu savaşların sürekli insan malzemesi olan Anadolu köylüsü, savaşların kendi yaşamlarına yönelik en ufak bir düzelme ışığı vermediğini, tam tersine açlık, sefalet, sömürü ve salgın hastalık getirdiğini görmüşler ve savaşa karşı soyut bir tepki içine girmişlerdi.
Aynı nedenle, daha 1. paylaşım savaşının son dönemlerinde bile köy kökenli askerlerin ‘asker kaçaklığı’ yaygın bir olgu durumuna gelmişti. Bu şekilde yasa dışı konuma düşen söz konusu insanlar, yaşamlarını sürdürme yolunu ‘eşkıyalık’ta buluyorlardı. Asker kaçağı eşkıyalar genellikle Müslüman, gayri-müslüm ayrımı yapmadan, bulundukları bölgelerde gerçekleştirdikleri soygunlarla Anadolu’da gözardı edilmeyecek bir gerçeklik haline gelmişlerdi. Ne var ki bu insanların eylemlerinin kurulu düzene yönelik bir içeriği olmadığı için (varlıklılar üzerinde yoğunlaşan baskıları, zenginden alıp fakire dağıtma tavırları olsa dahi) çoğu kez bulundukları yerlerdeki aşiretlerin denetimine giriyor ve onların vurucu gücü haline geliyorlardı. Daha sonra ise bu eşkıya köylüler, Kuvay-i Milliye içinde ve onun örgütlenmesinde rol oynayacaklar, savaşın önemli gücünü oluşturacaklardır.
Osmanlı ülkesinde, toplum yapısının özelliklerinden dolayı “ceberut devlet”, “yıkılmaz devlet” psikolojisinin en köklü olduğu kesim olan köylüler, bulundukları koşullar ne denli olumsuz olursa olsun, bu koşulların kaynağının devlet olduğunu en azından yerel otoriteler düzeyinde görseler de, ona karşı durulabileceği yolunda bir düşünce somutluğuna varamıyor, dolayısıyla bu temelde bir tavır içine de giremiyorlardı.
Yine aynı yapısal özelliklerin bir sonucu olarak klasik feodal toplumlara özgü köylü isyanları yaşamamış olan Osmanlı Köylüsü, politik bir pasiflik içindeydi. Birinci Paylaşım Savaşı yıllarında gündeme gelen yeni güçlüklerle ve baskılarla sıkıntısı ağırlaşan köylülüğün, aynı dönemlerde bazı tavır alışlarına uygun koşullar yaratabilecek otorite boşluğu da söz konusu olmadığından dolayı -politik pasifliğinin kırılabilmesinin çıkış yolu yine oluşmamıştır. Ayrıca eşrafa ekonomik, politik planda büyük ölçüde bağımlı oluşu da bu durumu pekiştiren önemli bir faktördür.
Emperyalizmin ülkemizdeki doğrudan ya da dolaylı organları, hem Hıristiyan hem de Müslüman Osmanlı yurttaşlarınca oluşturuluyordu. Ve gerek uluslar arası pazara yönelik büyük tarım işletmelerinin mülk sahipleri, gerekse hem devlet hem de Osmanlı Bankası ya da Düyun-u Umumiye gibi emperyalizm tarafından yaratılan kurumların görevlileri olarak köylülerle doğrudan ilişkide somutlaşıyordu. Sonuç olarak, tarımda dolaysız emperyalist denetim olgusu, sömürge koşullarının geleneksel köylü isyanlarının önüne dikiliyordu.
Büyük politik pasiflik içinde bulunan köylülüğün, ülke koşulları ve bu koşullardaki sınıfsal konumlanışından ötürü, başlangıçta Ermeni sorununda, Yunan işgalinin olduğu bölgelerde savaşa girmeleri de eşrafın yönlendirme ve denetiminde gündeme gelmiştir. Meclisin açılmasından sonra ise köylülük, çeşitli yasalarla savaşa koyulmaya çalışılmıştır.
Köylülüğün savaşa katılımını sağlamak için çıkarılan yasalardan biri ‘Baltalık Kanunu’dur. Bu kanun, yeni meclisin hemen hemen ilk yasalarından biridir. Her orman köylüsüne iki hektar ormanın mülk olarak verilmesini kayıt altına alır. Orman köylüsünün savaşa katılımını sağlamak için çıkarılan bu yasanın uygulanması, Anadolu Harekatı’nın bitimi ve Lozan Barış Antlaşması sonrası durdurulmuş, 1924 yılından itibaren ise ormanlar yerli ve yabancı sermayeye devredilmiştir. Ancak, özel sermayenin ormanları telef etmesi sürecinden sonra 1937 yılında da ormanlar devlete devredilir.
Yine aynı yıl çıkarılan bir yasayla da, köylüler 50 hektar büyüklüğünde alanları ‘mükellefiyet’le ağaçlandırmaya zorunlu kılınmıştır. Köylüyü savaşa sokmak için bir yandan orman verilirken, diğer yandan İstiklal Mahkemeleri uygulamaları ve Zorunlu Askerlik Yasaları gündeme getirilmiştir.
Son çözümlemede, köylü kitlelerinin örgütsüzlüğünde somutlaşan ve Osmanlı İmparatorluk düzeneğinin özelliklerince yüzyıllar boyu gerçek atalet çemberinde biçimlendirilen Anadolu Köylüsünün, elbetteki savaşa sınıfsal durumuna uygun isyanlar temelinde katılması veya savaşın önderlik yükünü paylaşması söz konusu olamazdı. Sömürülen sınıflarla anti-emperyalist mücadele arasındaki nesnel ve evrensel bağa rağmen, o koşullarda işçi ve köylülerin konumları böyle bir mücadeleye önderlik etmelerine elverişli değildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi feodal yapısının daha önce incelediğimiz evrelerinde şekillenen özelliklerinden dolayı, ülkede emperyalist sömürüye ve emperyalizmin açık işgaline karşı tavır alabilecek bir ulusal burjuvazi de gelişmemişti. Emperyalistler, ülke üzerindeki sömürülerini, Rum, Ermeni, Levanten denilen azınlıklar tarafından yürütüyorlardı. Özellikle ticaret alanında belli bir sermaye birikimi sağlayan bu emperyalist burjuvazi, açık işgali bütün gücüyle destekliyordu.
Türk-müslüman burjuvazisi ise son derece cılızdı. Alman Emperyalizmi’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘bütünlüğünden’ ve yerli burjuvazinin aracılık etmesinden yana tavrı, son dört yılda İttihat ve Terakki’nin ulusal burjuva yaratma girişimleriyle çakışınca, savaşın özgün ortamı belli ölçülerde de olsa belirlenmişti.
Sonuçta, özellikle spekülatif kazançlı bir Müslüman-Türk burjuvazisinin İstanbul’da yoğunlaştığı görülüyor. 1922 yılında İstanbul’da dış ticaret işletmelerinin %4’ü, taşımacı firmaların %25’i bu kesimin elindeydi. Kuşkusuz bu Müslüman-Türk burjuva kesiminin emperyalist sömürüye ve onun işgaline tavır almasını beklemek gerekmiyordu. Nitekim açık işgalin kapıyı çaldığı koşullarda İngiliz yanlısı “Hürriyet ve İtilaf Partisi”ne girerek, emperyalizmle uzlaşmakta gereken gayreti gösterdiler. İttihat ve Terakki’nin 4 yıllık politikasından memnun olmayan ve çelişki içinde olan Anadolu’da, ‘eşraf’ diye adlandırılan kesim içinde yer alan Anadolu ticaret burjuvazisi ile çelişkiler sürdü ve bunlar Anadolu Harekatı’nı desteklemeyerek dışında kaldılar. Bu kesim, Anadolu Hareketinin başarıya ulaşacağını anladığı andan sonra ise, İstanbul’da hızla harekete geçerek yarı-müslüm komprador burjuvazinin konumunu devralmak için örgütlenmeye başlamıştır.
Türk ticaret burjuvazisi, 1922 yılında Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurarak emperyalist sömürüde aracı olma isteğini duyurur. Bu birliğin kuruluş amacı, kuruculardan Ahmet Hamdi Başar’ın açıklamasına göre, Batı sermayesinin işbirlikçisi gayrı-müslümlerin tasfiyelerinden doğacak ” ticari boşluğu hızla Türk ticaretinin doldurmasını sağlamak… Bunun için Avrupa ve Amerika’nın büyük ticaret kurumları ile doğrudan ilişkiler kurulmasına (çalışmak); onlara Türk olmayan temsilciler yerine Türk işadamları önermek” idi.
İstanbul ticaret burjuvazisinin bu politikaları, Anadolu Hareketini yöneten kadroların politikasıyla çatışmıyordu. Tersine tam bir uyum içindeydi. Dolayısıyla savaşın dışında kalmış olan İstanbul burjuvazisinin Anadolu Hükümeti ile anlaşması zor olmamıştır. Ankara Hükümeti ile anlaştıktan ve onların onayını aldıktan sonra İstanbul Ticaret Odası’nı ele geçirmeye yöneldiler. Diğer taraftan da Anadolu Hareketi’nin önderleriyle ilişkilerini geliştirmek ve böylelikle konumlarını güçlendirmek uğraşı içine girdiler. 1923 Ocak ayında İstanbul’da bir Dış Ticaret Kongresi hazırlığı başlatmışlarsa da Ankara Hükümeti bu kongreyi gerçekleştirmemelerini isteyerek İzmir’de geniş çaplı bir İktisat kongresi toplanacağını belirtir. 17 Şubat 1923’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin hazırlıklı, etkili grubu elbetteki İstanbul Ticaret Burjuvazisidir. Böylelikle Anadolu Hareketi’nin dışında kalan bu kesim, zaman geçirmeksizin toprak ağaları ve Anadolu burjuvazisi ile gereken anlaşma ve uzlaşmaları gündeme sokarak, yeni devletin sınıfsal temelini oluşturur.
Eşrafın durumuna gelince; farklı sosyo-ekonomik koşulların özelliklerini taşıyan bir kategoridir. Ama egemenlik, toprağa bağlı yapısını sürdürdükçe, toprağa bağlı aşiret beyleri, yarı-feodal ağalar ya da kapitalist tarım üretiminde büyük mülk sahipleri en önemli unsurlar olmayı sürdürür. Bunlara, tarım alanındaki üretimle, Osmanlı ya da hıristiyan burjuvazisi arasındaki aracıları, Anadolu burjuvazisini de eklemek gerekir. Bu kesim, küçük oranda ticari ve mali sermayeye, fakat herşeyden önce büyük tarım makinelerinin toprağa dayalı sermayesine dayandığından, henüz ilkel bir nitelik göstermekteydi.
Ayrıca, tefeci tüccar ve özellikle Ege’de kapitalist çiftliklere dayanan oluşum halindeki burjuva sınıfı, emperyalizmle ve onun ülkedeki uzantısı olan komprador bürokrasiyle çelişki içindeydi. Emperyalizmin esas işbirlikçileri, Rum, Ermeni, Levanten kesim olduğu için Anadolu burjuvazisi sömürüden yeterince pay alamıyordu. Bürokrasinin ise merkeziyetçiliğinden ve aşırı müdahaleciliğinden yakınmakta idiler.
Öte yandan son 4 yıllık dönemde İttihat Terakki’nin yaratma ve geliştirme politikasıyla İstanbul ticaret kesimini desteklemesi, bu kesimin İttihat Terakki’ye tavır almasını getirmişti. Çelişkilerin kaynağı, emperyalist sömürüde aracılık rolünü üstlenmek arzularıydı. Ve elbette bu kesimden de burjuva demokratik devrim için bir tavır beklemek söz konusu değildi.
Bir bütün olarak feodal niteliklerin ağırlığını taşıyan eşrafın dolaysız biçimde emperyalist işgale karşı duruşundan söz edemeyiz. İşbirliği arzusundaki Türk-Müslüman eşraf için emperyalist devletlerin doğrudan varlığı, yalnızca onun işlerini kolaylaştıracak bir durumdu. Feodalizmin özelliklerinin ağır bastığı bir ülkede en verimli sömürü, emperyalizme bağımlı, toprağa ve ticarete dayalı burjuvazi aracılığıyla gerçekleştirilir. Çünkü yabancı sermaye doğrudan doğruya sınırlı olarak toprak sahibiyle işbirliği yapma olanağı bulur, yaygın olarak mülk sahibi köylüler topluluğunun olması durumunda da yerli tüccar kesimini tercih etmek zorunda kalır. Eşraf açısından bu biçimde bir yapının oluşturulması temel arzu olduğu için, İngiliz ve Fransız işgaline karşı tavır almamıştır.
Ne var ki, emperyalizmin açık işgalde Yunan ve Ermeni unsurunu kullanması, eşrafın sınıfsal çıkarlarını tehlikeye sokar. Emperyalist sömürüde azınlıkların aracı olarak kullanılması, eşrafın ticari rantını azalttığı gibi, toprak mülkiyetini de önemli ölçüde tehlikeye sokuyordu. Emperyalist sistem içinde hammadde ihracatçısı görevini üstlenecek sömürge bir Türkiye’de, o güne kadar ticari faaliyete ağırlık verip kentlerde kökleşen azınlıkların, doğal olarak temel üretim aracı olan toprağa yönelmeleri, bir kolonileşmeyi beraberinde getirecekti. Bu durum, kırsal alandaki feodal yapıyı sarsacak, büyük toprak sahiplerini topraklarından edecekti.
İşte bu tür bir sömürgecilik, eşrafın ve küçük toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını tehdit edince, son derece uzun bir döneme yayılan sınıf üstünlükleri karşısında Rum, Ermeni faktörlerini görünce emperyalist açık işgale tavır aldılar. Bu noktada, Anadolu Hareketinde ezilen sınıf ve katmanlar değil ama, sömürüden pay alan kesimler, durumlarının sarsılması endişesi içinde bir anlamda sınıfsal tavır almışlardır, demek yanlış olmaz. Eşraf, emperyalistlere karşı olmadığını, Yunan işgaline karşı çıktığını, 19 Ağustos 1919 günü Alaşehir Kongresi’nin tüm delegelerinin imzasıyla İngiliz Generali Milne’ye çekilen şu telgrafla da göstermektedir. “İtilaf kuvvetlerine karşı çıkma fikri kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir. Yunanlıların işgal ettikleri yerlerden çekilmesini istiyoruz.”
Emperyalist açık işgal karşısındaki asker ve bürokratların tavrını iki ayrı kategoride ele alarak incelemek gerekiyor. Bunların bir kısmı sarayla bütünleşerek kayıtsız şartsız teslim olmuş, emperyalizmle her yönden tam bir işbirliğine girmiştir. İkinci kesim ise, tam tersine emperyalizmin açık işgaline açık ve erken tavır alanlardı, fakat bunların da homojen bir yapıları yoktu. Bir bütün olarak sınıfsal-siyasal kimlik ve bilinç faktörleriyle yönlenmediklerinden dolayı, ne iç tutarlılık, ne de kategorik tutarlılık gösteriyorlardı. Bakış açılarının “Amerikan mandacılığı’ndan işgale karşı açık fiili tavır önderliğine kadar uzanan yelpaze içinde gezindiği, bazı görüşlerin de zaman içinde değişen, farklılaşan bir çizgi izlediği görülüyordu.
Ordu ve bürokrasiden gelme bu kadrolar, Anadolu Hareketi’nin önder siyasi ve asker kadroları oldukları gibi, savaş sonrasında da, kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetim ve idari organlarını oluşturmuşlardı. Bu kesimin savaştaki konum ve rolünü değerlendirirken, sorunu sınıfsal temellerinde tanımlamak çeşitli karışıklıklara yol açmaktır.
Biraz geriye dönersek, özellikle Tanzimat Dönemi’nden sonra Osmanlı Aydını, Batı kültürü ve ideolojisiyle ancak tanışmaya başladı. İmparatorluğun yarı sömürgeleşme sürecine girmesiyle birlikte, subaylara ve mülkiyelilere, batılı eğitmenler tarafından batı kültürü de aktarılmaya başlandı. Tepeden inme bir burjuva ideolojisi olayıyla karşılaşarak, Batı’daki gelişmeleri, reformları, devrimleri öğrenip, bunların soyut ve yüzeysel etkileriyle donanan bu insanlar tarafından, söz konusu çerçeve içinde ‘batılılaşma’ akımı başlatıldı.
Burjuva devrimlerinin sempatisi içine giren, ancak yukarıda dile getirdiğimiz koşullar ve ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal yapısı temelinde spesifik bir aydın karakteri sunan kesimce gündeme getirilen değişme, Batı ile özdeşleşme savları, Batı’nın gerçekleştirdiği burjuva devlet ve kurumların kendi ülkelerinde de kendileri tarafından yukarıda aşağıya bir eksen izleyerek gerçekleştirilmesi soyutlamasından öte bir anlam taşımıyordu. ‘Osmanlıcılık’ kapsamında çıkış yapan anlayış, çok uluslu Osmanlı devletinde ulusal hareketlerin gelişmesiyle birlikte Pan-Türkizm, Pan-İslamizm aşamasından geçerek, Anadolu Hareketi sürecine yine gerçek kıstaslarına oturmayan ‘Türk Milliyetçiliği’ noktasına ulaştı.
Empoze burjuva ideolojisiyle çarpık donanmış bu milliyetçi kesim, ülkenin batılılaşması, yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin geliştirilip Müslüman bir devlet olarak emperyalist sistem içinde yer alınması amacındaydı. Sömürü sistematiğindeki yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin de desteğiyle iktidarı ele geçiren İttihat Terakki, esasta bu politikayı uygulamaya çalışmıştır. Alman emperyalizminin güdümünde yaşama geçirilen söz konusu politika ile, emperyalistler arası I. Paylaşım Savaşı’nda Alman emperyalizminin yedeğinde yer alınarak ülke savaşa sokulmuştur. Sonuç, bilindiği gibi, ağır bir yenilgi ve ülkenin savaş galibi emperyalistler arasında dilimlenmesidir.
Savaş sonrasında ise, İttihat Terakki iktidarı sürecinde görece gelişme gösteren İstanbul burjuvazisi, İttihat Terakki’den desteğini çekmişti. Savaş suçlusu ilan edilen İttihat Terakki önderleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Kaçak İttihat Terakki önderlerinin bir kısmı, dışarıda Türklüğü ve İslamiyet’i kurtarma diye ifade ettikleri bir çaba içine girdiler. Diğer bir kısım İttihat Terakki kadrolarının Anadolu’ya geçerek savaşa katılmalarına karşın Anadolu Eşrafı ve halk bu insanları yadsıdı, onlarla ilişkiye geçmek istemedi. Çünkü halk, son on yıldır biteviye süren savaşlardan İttihat Terakki’yi sorumlu tutuyordu. Bunun yanı sıra eşrafın da İttihat Terakki’nin İstanbul burjuvazisini desteklemesinden ve tepeden inme tavırlarından dolayı, bu kesime karşı oluşmuş bir tepkisi vardı. İşte bu nedenlerle, Anadolu Hareketi içinde asker ve siyasi kadro olarak yer alan eski İttihat Terakki’liler, İttihat Terakki ile ilişkilerini gizlemek ya da reddetmek zorunda kalıyorlardı.
Anadolu Hareketi’ni yönlendiren asker-bürokrat kadroların tavırlarının, temelde İttihat Terakki programlarına aykırı içerik taşımadığını belirtmeliyiz. Aradaki en önemli fark, öncekinin ‘Türk İslam Dünyası’ çapında savlarla yola çıkmasına karşın Anadolu Hareketi önderlerinin konuyu Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde ele almalarıdır. Başta ‘düşmanın topraklardan kovulması’ teması ile yola çıkan kadrolar, sistemli programlar çerçevesinde davranmamış, tutumları sürecin seyrine göre gelişen koşullarla belirlenmiştir. Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türk devleti kurulması ise, emperyalist sömürüye Müslüman-Türk burjuvazisinin aracılık etmesi paralelinde bir çıkış noktasıydı.
Emperyalistleri ve sarayla bütünleşerek işbirliği tavrını öne çıkaran kesimi bir tarafa bırakırsak, asker-bürokrat kadroların açık işgale karşı tutum içine girmelerinin bir nedeni de, orduların yenilgisinin kabul edilebilir bir hale dönüştürülmesidir. Diğer bir neden ise, ülkenin açık işgal altında olmasından dolayı emperyalizmin orduyu tasfiye etmesi, bu kesimin de tasfiyeyle çakıştığı için, içine düştükleri her açıdan tecrit durumudur.. Bütün bunların yanı sıra, kafaları yeni olgularla dolmuştur ve yeni bir ideoloji demenin doğru olmadığı bu birikimler, onları tavra yönelten ciddi etmenler olarak belirmiştir.
- Paylaşım savaşının en önemli faktörlerinden biri olan Ortadoğu petrol alanları zaten ülkenin elinden çıkmıştı. Bu bölgelerde artık Türk etkinliğinden söz etmek olası değildi. Söz konusu kadrolar, anti emperyalist bilinçten yola çıkan bir anti-emperyalist tavır içinde değildiler. Ulusal sınırları çizilmiş ve görünürde siyasi bağımsızlığı olan, emperyalist sömürü sistemi içinde yerini alan, Müslüman Türk burjuvazisinin başını çektiği bir kapitalist devlet oluşturulması amacındaydılar. Bu amaç ve programlarını, emperyalizmin işgaliyle savaşırken, daha o süreçte emperyalizme dayanarak hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bu noktada sözgelimi, emperyalizmin ülkeyi fiilen parçalama girişiminden vazgeçtiği, sömürü aracısı olarak bu kesimi yedeklemediği ve açık işgalde ikinci devletlerin kullanılmadığı koşullarda asker-bürokrat kadroların tavırlarının da farklı olacağını belirtmek gerekiyor.
Savaşın kesin olarak yenilgiyle biteceğinin anlaşılması üzerine 1918 Ekimi’nde Mustafa Kemal, padişaha mektup yazarak, Tevfik Paşa Hükümeti’nin Meclis-i Mebusan’dan güvenoyu alamayarak düşürülmesi ve kendilerinin içinde yer aldığı bir hükümet kurulması için uğraşmıştır. Bu da olmayınca, aynı amaçlar için bu kez Mustafa Kemal, Padişahla görüşür. Fakat yine olumlu bir yanıt alamayınca gizli bir dernek kurarak hükümeti düşürmeyi dener. Ne var ki, planlarını gerçekleştiremeyince İtalyan ve İngilizlerle ayrı ayrı görüşerek sorunu direkt emperyalizmle çözmeye çalışır.
Bütün bu girişimlerden sonuç alınamayınca, geriye tek seçenek kalıyordu; Anadolu’ya geçerek eşrafın desteğiyle, var olan çeşitli örgütlenmeleri merkezileştirmek, daha kolektif ve güçlü kozlarla emperyalizmin karşısına çıkarak onu açık işgale son vermeye zorlamak…
Fakat yine de emperyalizmle ilişkiler çeşitli biçimlerde sürmektedir. 1921 Kasımı’nda Rafet (Bele) Paşa, İngiliz Generali Harrington’a, İngiltere’nin siyasi desteğine karşılık olarak İngiliz sermayesine kolaylık gösterileceğine ilişkin güvence sunar. 22 Kasım 1920 tarihli bir İngiliz raporunda, Mustafa Kemal’in İngiizler’le anlaşma isteği bildirilir. Savaş durdurulur ve ülkenin bağımsızlığı tanınırsa her Türk valisinin yanına bir İngiliz danışmanı verilmesi gibi İngilizlerin pek çok isteğinin kabul edileceği ileri sürülür ve Bolşeviklerle ilişkinin kesileceği bildirilir. Yapılan kongrede, emperyalizme karşı olmadıklarını, daima işbirliği yapmak yanlısı olduklarını çeşitli şekillerde vurgulaşmışlardır.
Aynı bağlamda, Sivas Kongresi’nden sonra İstanbul Hükümeti’yle ilişkileri kesilince, emperyalist ülkelere, hareketlerinden ürkmemelerini, endişe duymamalarını belirten güvence içerikli bildiriler yollamışlardır. İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya, Sırbistan, İsveç, Danimarka ve İspanya elçiliklerine gönderilen bildirilerde, İstanbul Hükümeti’nden şikayetçi olduktan sonra şöyle demektedirler. “….gerek milletimizin ve gerekse Avrupa ve Amerika’nın gelecekteki yüksek çıkarlarına uymakta olan bu günkü milli durumumuzun, arayışı bozacak hiçbir fikre dayanmadığını ve genel emniyeti bozacak hiçbir olayın gelişmeyeceğini ve bütün anlamıyla müslihane bir hareket hattı izleneceğini” belirttikten sonra da, Sivas Kongresi’nin, “Cihana adalet vaadeden büyük devletlerin manevi desteğinden ve kefaletinden emin olduğunu” bildirmektedirler.
Ordu ve bürokrasinin üst kademelerinden gelen ve Anadolu Hareketine önderlik eden siyasi ve askeri kadrolar, yukarıda değindiğimiz anlayış ve tavırlarının yanı sıra, devlet yönetme konusunda deneyime sahiptiler. Bu avantajla da ülke çapında yaygınlaşan dağınık örgütlenmeleri merkezi bir odak çevresinde toplayıp kendilerinin siyasi ve askeri kadrolar olarak benimsenmelerini, eşraftan başlamak üzere fazla zorlanmadan sağlayabildiler.
SAVAŞ DÖNEMİNDE SİYASAL GELİŞME VE İLİŞKİLER
KONGRELER VE MECLİS
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İstanbul’da Ege’de, Güney’de ve Doğu’da yerel eşrafın, aydınların, bürokrat ve asker kadroların içinde yer aldığı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Reddi İlhak Cemiyetleri kurulmuştur. Askeri, mülki ve siyasi işlevleri olan ve içinde eşrafın ağırlıkta olduğu bu örgütler, bölgesel özellikler taşımaktadır ve birbirinden bağımsızdır.
Bulundukları bölgelerde, hatta kent ve kasabalar çapında örgütlenmiş olan bu derneklerin başlangıçtaki amaçları, Paris Konferansı’nda, yazışma ve görüşmeleri baskı gücü olarak kullanarak, bölgenin Türk bölgesi olduğunu emperyalist ülkelere kabul ettirmek yoluyla ulusal sınırların çizilmesidir.
Bu kapsamda, bölgesel kongreler toplayarak izleyecekleri yolu ve politikaları tartışmışlardır. 1919 İzmir Konferansı, Balıkesir Kongreleri, Alaşehir Kongresi, Gümülcine Kongresi, Lüleburgaz Kongresi, Erzurum ve Sivas Kongreleri önemli toplantılardır. Bu örgütlenmelerin Anadolu’da olanları, özellikle işgal karşısında, Kuvayi Milliye diye bilinen askeri örgütlenmelere giderler.
Anadolu Hareketi’nin ilkelerinin derli toplu belgelendiği ilk kongre, Erzurum Kongresidir. Erzurum Kongresi’ne; Trabzon, Van, Bitlis, Sivas ve Erzurum delegeleri katılmıştır. Kongreye 18 çiftçi ve tüccar, 5 emekli subay, 4 emekli memur, 5 öğretmen, 4 gazeteci, 5 hukukçu, 2 mühendis, 1 doktor, 6 din adamı, 3 eski mebus, 1 kumandan, 1 eski nazır katılmıştır. İşçi ve köylü ise yoktur. Katılan memur, öğretmen gibi kesimlerin de büyük çoğunluğu eşraf çocuğudur.
Kongreye Mustafa Kemal ve arkadaşlarının katılımını, daha önceden bölgenin eşrafıyla sıkı ilişkileri olan ve onlar adına hareket eden Kazım Karabekir sağlamıştır. Erzurum Kongresi’nin önemli özelliklerinden biri de, savaşa önderlik edecek kadroların birleşmelerinde önemli bir adım oluşudur. 14 gün süren bu kongrede Misak-ı Milli sınırları belirlenmiştir. İstanbul Hükümeti’nin milli iradeye dayanmadığını, Milli Meclis’in hemen toplanması gerektiğini belirleyen Kongre, hükümetin Kürdistan bölgeleri konusunda nasıl davranacağını kestiremediği için de kendince önlemini almıştır: “terk edildiği ve önem verilmediği halde Hilafet ve Osmanlı Saltanatına olan bağlılığımızın korunması ve vatanı Rum ve Ermeni ayakları altında çiğnetmemek üzere derhal Doğu Anadolu’da geçici bir irade oluşturulacaktır.” Ülkenin çözülüp dağılması halinde ise diğer illerle işbirliği içinde vatanı kurtarmak, bu yapılamazsa Doğu Anadolu’yu tek başına da olsa savunmaya devam etmek kararına varılıyordu. Kongre, örgütlenme amacını ve yönetim biçimini belirleyen bir ‘tüzük’ hazırlamış ve bir ‘heyet-i temsiliye’ oluşturmuştur.
Emperyalist devletlerle ilişkiler konusunda ise; Türk milletinin iyi niyeti ifade ediliyor, Misak-ı Milli sınırlarının kabul edilmesi, bu sınırlar içinde bağımsız bir devlet istemi dile getirilecek, bu koşulları kabul eden emperyalistlerin ekonomik, teknik vb. yardımlarının sevinçle karşılanacağı ilan ediliyordu.
Ülkedeki tüm örgütlenmeleri merkezileştirme amacı taşıyan Sivas Kongresi’nde gündemde iki temel konu vardı: Erzurum Kongresi’nde belirlenen ilkeler ve ‘Amerikan Mandası’… Bu kongrede, Erzurum Kongresi’nde toparlanan ilkeler, tüm Anadolu’yu ve Trakya’yı da içerecek biçimde genişletilerek kabul edilmiştir. Bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiş; ayrıca “heyeti temsiliye vatanın heyeti umumiyesini temsil eder” kararına varılmıştır.
Sivas Kongresi’nde tartışılan diğer önemli konu, ‘Amerikan Mandası’ olmuştur. Kurtuluş savaşına askeri-siyasi önderlik eden kadroların bir çoğu manda savunucusuydu. Bu kadrolar arasında mandaya karşı çıkanlar, Mustafa Kemal ve o süreçte kongreye katılmayan Kazım Karabekir idi. Ayrıca alt rütbedeki subaylar da bu görüşe katılmıyordu. ‘Mandacılar’, ülkenin ekonomik-politik durumunun kötü olduğunu, tek başına bağımsızlığı elde etmenin mümkün olmadığını, büyük bir devletin korumacılığının gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kongre, bu konuyu uzun boylu tartışarak bir sonuca ulaşamayınca Amerika’dan bir kurulun gelip ülkeyi incelemesini isteyen bir telgrafın Amerikan Meclisi’ne çekilmesi kararına varılmış, ne var ki, bu istek Amerika tarafında ciddiye bile alınmamıştır.
Erzurum Kongresi’nde yalnız Rum ve Ermeni işgaline karşı çıkılırken, Sivas Kongresi’nde “her türlü işgal ve müdahaleye”, “özellikle Rumluk ve Ermenilik oluşturma amacına” karşı çıkılmaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizme karşı net ve tutarlı bir tavır alış söz konusu değildir. Bir taraftan Amerika davet edilirken diğer taraftan ‘ her türlü işgal ve müdahale” reddedilir. Ve kongrelerde esas olarak ‘Rumluk ve Ermenilik gayesine’ karşı çıkılması, konunun anlamı açısından diğer önemli noktadır.
Sivas Kongresi sonrası Heyet-i Temsiliye, Anadolu’da denetim kurmaya başlamış ve Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin Sivas Kongresi’ni etkisiz kılmak amacıyla aldığı Meclis-i Mebusan seçimlerinin yapılması kararını savsaklaması üzerine, seçimlerin hızla yapılmasına çalışılmıştır. Damat Ferit Hükümeti’nin düşürülmesinden sonra iş başına gelen Ali Rıza Paşa Hükümeti’yle anlaşarak yapılan ve azınlıkların katılmadığı seçimde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti büyük başarı göstermiştir. Seçimlerden sonra Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanmasını istiyor, ancak Heyet-i Temsiliye’nin yüksek komutanlar ve mülki amirlerle yaptığı toplantı sonrası, Meclisin İstanbul’da toplanmasına karar veriliyordu.
Meclis-i Mebusan 17 Şubat 1920’de Misak-ı Milli’yi kabul etmiş ve barışın ancak Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde benimsenen ilkeler çerçevesinde yapılabileceğini duyurmuştur. Bir ay sonra, 16 Mart 1920’de ise İstanbul’un emperyalistlerce resmen işgal edilmesi üzerine Meclis-i Mebusan basılarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ileri gelenleri tutuklanmıştır. Bundan iki gün sonra Meclis-i Mebusan’ın kendini feshettiğini görüyoruz. Heyeti Temsiliye’nin, Meclisin Ankara’da toplanmasını ve yeni seçimlerin yapılmasını ilan etmesiyle, Ankara’da kurulacak Meclis’e, İstanbul’dan gelen milletvekilleriyle birlikte sancaklardan seçilecek beşer milletvekilinin katılması kararlaştırılmıştı. Böylece Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk tüzüğünün 4. maddesi doğrultusunda, ülke yönetimine alternatif olduğunu somutlaştırmış bulunmaktadır.
Sivas Kongresi’nden sonra başlayan ve Meclis-i Mebusan’ın dağılmasıyla devam eden ayaklanmaların bir çoğunun İstanbul Hükümeti’nin kışkırtmasıyla baş göstermesi önemlidir. Yeni Ankara Hükümeti’nin, özellikle işgal alanları dışındaki bölgelerde bu ayaklanmaları bastıramadığı koşullarda otorite kurmasının mümkün olmadığı açıktır. 1920’nin en önemli sorunlarından biri olan ayaklanmalar, 1920 Eylül başına kadar tam olarak bastırılamamış, sorunu çözümlemedeki en önemli güç ise Kuvayi Milliye olmuştur.
ANADOLU’NUN ASKERİ VE ÖRGÜTSEL AÇIDAN DURUMU
Savaşın başlangıcında temel askeri gücün Kuvayi Milliye olduğu bir gerçektir. Kuvayi Milliye, Rus işgaline ve Ermeni hareketlerine karşı oluşan yöresel askeri örgütlenmelerdir. Homojen ve düzenli bir yapısı olmayan Kuvayi Milliye, ağırlıklı olarak bölge eşrafının desteğiyle, asker-bürokrat kadrolar tarafından oluşturulmuştur. Ve köylüler, gönüllüler, efeler, hapishanelerden çıkarılan mahkumlar katılmışlardır. Köylülük, başlangıçta eşrafın zoruyla seferber edilmesine rağmen, kazanılan başarılara bağlı olarak, hükümete ve düzenli güçlere karşı konulabileceği gerçeği somutlaştıkça gönüllü katılmaya başlamıştır.
Kuvayi Milliye*, gerek iç ayaklanmadaki başarısıyla, gerekse Yunan ordularına karşı cephelerde ve cephe gerisinde kazandığı başarılarla, Anadolu Hareketi’ni dünyaya kanıtlayan güç olmuştur. Fakat düzenli bir örgütlülük olmayışı, heterojen yapısı ve bileşiminin elverişsizliği çerçevesinde, ve yer yer bizzat halka yönelik soygunculuk benzeri olumsuz tavırlar, halkın tedirginlik ve güvensizlik duygusunu kısa sürede atamamasının etkenleri olmuştur.
* “Kuvayi Milliye”, sözcük karşılığı olarak “Ulusal Kuvvetler” anlamına gelir
Bu arada dağınık Kuvayi Milliye güçlerini Çerkez Ethem ve kardeşleri bir araya toplayarak ‘Kuvayi Seyyare (Gezici Kuvvetler)’ adı altında seyyar çete birliğini oluşturmuşlardır. Bu birliğin elde ettiği bir takım başarılar ve aynı dönemde ordunun başarısızlıkları, Kuvayi Seyyare’nin hem ülkede hem de Meclis’te önemli bir prestij elde etmesini doğurmuştur. Düzenli ordu asker toplamakta zorluk çekerken, askerleri maddi olanaksızlıklar içinde çırpınırken, askerleri firar ederken, Ethem’in kuvvetleri daha bakımlı ve disiplinli bir tablo çiziyorlardı ve kaçak Kuvayi Milliye askerlerinin bir kısmının bunlara katıldığı görülüyordu. Bunlar, Anadolu Hareketi’nin önder kadrolarının durumunu tehdit eden faktörlerdi.
Kuvayi Seyyare de başlangıçta eşrafın etkisi ile oluşmuş olduğu halde, çıkarların çatışması sonucu bu ilişki kısa zamanda çelişki haline gelmiştir. Çetelerin bakımı ve gereksinmeleri için eşraftan vergi toplamasının, ‘mülkiyetin kutsallığına’ saldırı olarak değerlendirilmesinin yanı sıra, Kuvayi Seyyare’nin son derece yüzeysel olarak da olsa Bolşevizm’den esintiler denilebilecek bazı görüntüler sergilemesi, bu çelişkinin belli başlı nedenlerinden biridir.
Bütün bunlar, başlangıçta güçlerinin elvermemesi nedeniyle belirgin olmasa da, Anadolu Hareketi’nin önderlerinin Kuvayi Seyyare’ye karşı bir tutum içine girmesini doğurmuştur. Batı’da Ethem güçlerinin karşısına dikebilecekleri bir askeri varlıkları yoktur. Doğu’da süren Ermeni çatışması nedeniyle oradan da güç aktarımında bulunamamaktadırlar. Kuvayi Seyyare’nin halk içindeki prestijinden ötürü o aşamada bir yok etme hareketine girişmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla, 1920 sonbaharına kadar bu konuda sessiz kalmışlardır. Bir müddet sonra ise bu güçleri dağıtmak amacıyla, varlığı ve yokluğu kuşkulu bir ‘Yeşil Ordu’ ortaya çıkarılır. Bir taraftan bu Yeşil Ordu aracılığı ile Kuvayi Seyyare denetim altına alınmaya çalışılırken, diğer taraftan onun prestijini sarsmak için anti propaganda uğraşına girerler.
Öte yandan 1920 yılında Ankara’da bir grup Sovyet Devrimi sempatizanı, gizli Türkiye Komünist Fırkası’nı kurar. 3. Enternasyonal’in emperyalizme ve emperyalist işgale karşı tavır alan her türlü hareketi desteklediği bu dönemde, emperyalizmin açık işgali altındaki Türkiye’de, Sovyet Devrimini yüzeysel bir soyutlama ile ele alıp genel çizgilerini aynı şekilde izlemeyi amaçlayan bu örgüt, herhangi bir etkinlik kuramaz ve giderek sağa kayarak burjuvazinin denetimine girer. 1920 sonunda yasallaşarak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla ortaya çıkar. İlk programından da sapan bu parti, halkla buluşabilmekten bütünüyle uzak düşmüş ve ancak çok sınırlı bir aydın kesimine seslenebilmiştir.
Yurt dışında ise, Osmanlı toplumunda ilk sosyalist özellikler taşıyan örgüt olan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın saflarında mücadele veren, Rusya’ya sürgüne gönderilen, 1918’de Moskova’da Türk Sosyalistleri I. Kongresi’nin toplanmasına ve Moskova, Kazak, Samara, Saratov, Rezan, Asurahan gibi merkezlerde Türk Komünist Örgütleri’ni kuran ve burada Stalin’in başkanlık yaptığı “Milliyetler Halk Komiserliği”ne bağlı olarak kurulan “Doğu Halklarının Merkez Bürosunun Türk Seksiyonu” başkanı olan, 1918 Aralık ayında Petrograd’daki Uluslar arası Devrimciler Toplantısı’na ve 1919 Mart’ında yine Moskova’da toplanan 3. Enternasyonal’in ilk kongresine Türk delegesi olarak katılan Mustafa Suphi, 1920’de Bakü’de, Türkiye Komünist Partisi’ni İttihatçılardan temizleyip yeniden kurdu.
- Bu partinin yapısı dört ana bölümden oluşmaktadır.
Örgütlenme: TKP, Bakü’den başka İstanbul, Zonguldak, Trabzon, Rize, Nahcıvan, Kuzey Kafkasya ve Anadolu’nun Karadeniz kıyılarında şubeler açmış ve örgütlenmelere gitmiştir.
Propaganda: TKP, kitap, gazete, duvar gazetesi vb.yayınlamış ve ayrıca parti okulunu kurmuştur.
Haber alma (istihbarat) konusunda ise TKP, Doğu ülkeleriyle ilişki içinde olup, Türkiye’den 34 İstihbarat Görevlisiyle haber toplamaktaydı.
Askeri örgütlenme: I. Paylaşım savaşının Türk savaş esirleri Bakü’de Türk Kızıl Ordu Birliği olarak örgütlendirilir. Bunlar Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesinden sonra Türkiye’ye getirilir, ancak savaşa sokulup sokulmadıkları bilinmemektedir.
TKP 3. Enternasyonal’in politik çizgisine bağlı olarak şekillenmesini oluşturmuştur. Bakü’de 10 Eylül 1920’de Türkiye ve Sovyet ülkelerindeki 15 örgütten gelen 74 delegeyle Birinci ve “Genel Türk Komünistleri Kongresini” örgütleyerek, Mustafa Suphi’nin başkanlığını ve mücadele merkezinin Anadolu’ya alınmasını karar altına alır.
TKP Merkez Komitesi raporunda şöyle denilmektedir: “Devrim başarıya ancak devrim ordusu olan geniş köylü yığınlarını bu devrim savaşına çekmek yoluyla, ancak böyle bir savaşın sonunda ulaşabilir… Köylü komitelerini kurmak, böylece köylülerin politik haklarını doğrudan doğruya savunabilmelerini sağlamak, çiftlik ağalarının, derebeylerinin tarım araçlarına, iş araçlarına, tohum ambarlarına hemen el koymak, bu malları köylü komiteleri eliyle dağıtmak…
Anadolu’da yürütülen Milli Kurtuluş Hareketi, emperyalizme karşı bir savaştır. Bu savaşa bütün yeryüzü proleterlerinin dayanışma göstereceklerine inanıyoruz.. Memlekette bu milli hareketin gelişmesi ve derinleşmesi için en elverişli bir zemin hazırlanacaktır.” Görüldüğü gibi emperyalist işgal altındaki ülkelerin devrim perspektifleri olan kırların temel savaş alanı olarak benimsenmesi ve halk ordusu gerçeği, tarım devrimi karakteri, yüzeysel de olsa saptanmıştır.
TKP, Türkiye’yi dört bir yandan işgal eden emperyalist kuvvetlere karşı yürütülen silahlı savaşı, emekçilerin, bütün halkın bir ölüm kalım mücadelesi olarak ele alarak, bu savaşı emperyalist sömürgeciliğe karşı topyekün yürütülen bir halk savaşına çevirme kararı vererek, ulusal bir parti olarak politik alana çıktı. Amacı, örgütsel yapısını koruyarak emperyalizmin açık işgaline karşı mücadele eden esasta burjuva karakterli önder kadrolarla yürümek, bu sırada da işçi ve özellikle de köylüler arasında örgütlenmeyi gerçekleştirerek Milli Demokratik Devrime yönelmekti.
Ne var ki, anti-emperyalist mücadeleyi Milli Demokratik Devrim’e dönüştürme olayında temel öneme sahip olan önderlik sorununa yanlış yaklaşımı dolayısıyla, savaşı işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluş mücadelesine dönüştüremediği gibi kendisi burjuva ideolojisinin tavrına yedeklenmek durumunda kalmıştır. Aynı biçimde, kitlelerle gereken bağları kurabilmesinde hem olanak tanınmamış, sürekli bir saldırı odağı olmuş, hem de kitlelerle savaş koşullarında buluşabilecek bir program yaratamamıştır. Esin kaynağı ve eğitim platformu Sovyetler Birliği olmuş, ama TKP bu durumu bir avantaja dönüştürmek yerine kendi potansiyelini ve platformunu görmesine engel olan dezavantaja dönüştürmüştür.
Sonuç olarak, sağ pratiğin genel sorunları, sürecin özellikleriyle birleşince, başta önderlik konusundaki zaafı olmak üzere, hiçbir yönden savaşa inisiyatif koyamamıştır.
Partilerin önderlik olgusuna bakışları ve perspektiflerini hayata geçirişleri her zaman önemlidir, fakat buna benzer dönemlerde çok daha fazla önem taşır. Giderek TKP’ye egemen olan bu konudaki sakat bakış açısı, özellikle III. Enternasyonal’in “anti-emperyalist tüm hareketler desteklenmeli” doğru önermesinin ülke koşullarıyla özdeş bir yoruma oturtulmamasından kaynaklanmış ve önderliğin burjuva karakterli kadroların etkinliklerine terk edilmesi pratiğini doğurmuştur. Burada bir noktaya daha işaret ederek “diyalektiğin olgunlaşan sosyal ve siyasal nesnellikleri çerçevesinde, bunların ifadesi olarak teori ve pratikleri gündeme gelir” evrensel mücadele mantığının halkalarını tamamlamak gerekiyor. TKP bu döneme ilişkin hatalı saptamalarının yanı sıra, eğer o süreçte doğru saptamalarını o zaman diliminde yaşama geçirebilmesine elverişli değildi.
Anadolu’ya gelmek konusunda doğru bir karar alan Mustafa Suphi’ler bu girişimlerinde, -sanki ulusal mücadele burjuva önderliğin tekelindeymişçesine- onların bilgisi çerçevesinde gerçekleştirmeleriyle, katledilmelerine katkıda bulundular, olanak tanıdılar. Bir başka önemli yanılgılarını da ‘ulusal sorun’ konusunda sergilediler ve gerçek bir şovenist tutum içine girdiler. Kürt ulusu üzerindeki baskı ve katliamları, ‘feodalizm tasfiye ediliyor”, “önderlik gericidir” biçimindeki demagojilerle yorumlamak olağanüstü bir sosyal şovenizmin çizgilerini taşıyordu.
Mustafa Suphi döneminde , sürece rağmen ileri politik kavrayışlara karşın, pratiğin önündeki en kritik sorunlarda yanılmaları, daha o dönemden, Mustafa Suphi’den sonraki ‘Aydınlar Kulübü’ TKP’nin zeminini hazırlayan koşullara olmuştur. Nitekim giderek örgütün kadrolarının “Kemalist”lerin ideologları haline geldiklerini, 1930’lu yıllarda da kendilerini feshederek uzun yıllar tamamen kimliksizleştiklerini görüyoruz.
Bütün bunlara karşın gelişmeler doğal olarak Anadolu Hareketi’nin önderliğini tedirgin etmekteydi. Durum ara sıra gerçekten korku duymalarını gerektirecek boyutlarda kazanıyordu. Sözgelimi 4 Eylül 1920’de Halk Iştirakiyun liderlerinden Nazım Bey’in, Mustafa Kemal’in desteklediği adaya karşın İçişleri Bakanı seçilmesi olayı, bu nitelikteki gelişmelere bir örnektir. Ve elbette Nazım Bey, Çerkez Ethem de kullanılarak zaman geçirilmeksizin bakanlıktan alınır.
Ankara Hükümeti bu konuda giderek daha ciddi önlemler almak zorunda olduğunu görmektedir. 2 Eylül 1920’de Sovyet Rusya’ya gönderilen heyete yazılan mektupta, Sovyetler Birliği hakkında bilgiler sıralandıktan sonra, ülkemizdeki sol hareketler konusunda da şunlar eklenir: “Öncelikle doğu sınırlarımızdan ve çeşitli bölgelerden örgüte hafiye-ler sızdırmaya çalışan komünist tarikatına direnmek ve ılımlı bir akım olarak hükümetin bilinen idaresinde bulunmak, özellikle ordu içine Bolşevizm’in örgütlü hafiyesinin girmesine engel olmak amacındayız.” Bu biçimde, önderliğin sol gelişmeleri bir bütün olarak denetim altına almak yöneliminde olduğu açıkça görülüyor.
Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Nazım Bey püskürtüldükten sonra yurt dışındaki TKP’ye yönelik adım atıyor. 15 Haziran 1920’de Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’e ‘açık örgütlenme yapıp yapamayacaklarını’ sormak üzere temsilci gönderdiği halde Mustafa Kemal, bu soruyu yanıtsız bırakır. Fakat iç isyanları esas olarak bastırdıktan sonra, 13 Eylül 1920’de Mustafa Suphi’ye şunları yazar: “Amaç ve ilke yönünden bizimle tamamen birlik olan Türkiye İştirakiyun Teşkilatı ile tamamen işbirliği edebilmek için BMM’ine tam yetkiye sahip bir temsilci göndermenizi rica eder ve bu vesileyle samimi hürmet ve selamlarımı sunarım.”
Mustafa Kemal, 13 Eylül’deki bu davetkar ve samimi mektubundan sonra 16 Eylül’de (yani sadece üç gün sonra) Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektupta ise şunları söylemektedir: “Açıklamamdan anlaşılmaktadır ki, kayıtsız şartsız Rus bağımlılığı demek olan dahildeki komünist örgütlenmesi amaç olarak bizim aleyhimizdedir. Gizli komünist örgütünü her ne olursa olsun durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız…”, “bir takım kimseler hileli bir tarzda komünizm ve benzeri örgütlere taraftar olduğumu yayıyorlar, fakat yanlıştır. Durum arz ettiğim gibi doğu ile batı belirli bir sonuca varmaktır ve bu nedenle Mustafa Suphi yoldaşa yazdığım gibi ve yapılacaksa hükümet aracılığıyla yapmaktır. Doğal olarak komünizm ile bolşevizme açık olarak aleyhtarlığı uygun görmem”.
Aynı günlerde bir taraftan ortak hedefler konusundaki birlik üzerine yazılanların, diğer taraftan TKP’ye ülkeye girmesi için davet çıkaran fakat bu hareketin bastırılması ve ülkedeki komünist potansiyelin denetim altına alınmasını önemli bir gereklilik olarak gören düşüncelerin iç mantığını açıklamak için Mustafa Kemal’in mektuplarında ifade ettiklerine fazlaca bir şey eklemek gerekmiyor.
Aynı mantık, 1920 Sonbahar’ında, tehlikeli olmaya başlayan Kuvayi Seyyare için suni olarak Yeşil Ordu kurdururken, şimdi de sol gelişmeleri denetlemek amacıyla resmi komünist partisi kurduruyordu. Celal Bayar, Yunus Nadi gibi komünizm düşmanlarının yönetimini oluşturduğu bu partinin amacı; Bati Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’ya, resmi Komünist Partisi Genel Sekreteri Hakkı Behiç ve Mustafa Kemal imzalarıyla çekilen şu telgrafta da ifadesini bulmaktadır; “Parti resmen kurulmuş olup faaliyetlerini düzenlediğinden ve eskiden kurulmuş olan gizli Yeşil Ordu dahil partiye dönüştüğünden dolayı, artık Bolşevizm, Kemalizm fikri ve esasları üzerine hiçbir dernek veya heyetin fotoğraf, belge ve yetkinamesi olmaksızın kim olursa olsun bir kişinin faaliyette bulunmasına bırakılmayacaktır. Keyfiyet iç işlerine bildirilmiştir.” Aynı biçimde resmi komünist partisinin organı Yeni Gün gazetesinin başyazarı Yunus Nadi de kendi dışlarındaki komünizmi “tahripkar” olarak niteleyerek, hükümet dışında yapılacak her türlü propagandaya karşı mücadele edeceklerini ve Bolşevizmin ancak yukarıdan geleceğini, Türklerin getireceğini söyleyerek resmi komünist partisinin işlevini sergilemektedir.
Ancak resmi Komünist Parti’sinin amacı Rusya’daki TKP tarafından anlaşılmamış, hatta Resmi Komünist Parti’sinin yönetiminin eski ittihatçılardan oluşmasından ötürü, partiyi ittihatçıların kurduğu yanılgısına kapılınmıştır. Gerek bu nedenle, gerekse de Mustafa Suphi’ye , Kazım Karabekir Paşa kanalıyla yapılan ülkeye davetin niteliği anlaşılmadığından, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Türkiye’ye dönerler. Kars’ta coşkuyla karşılanan TKP’liler, 28 Ocak 1921 tarihinde boğdurularak katledilirler. Aynı tarihte Halk İştirakiyun Fırkası üyeleri tutuklanır. Yine aynı günlerde, (23-1-1921) Yeşil ordu dosyası mecliste onaylanır ve İstiklal Mahkemesi’ne verilir.
Bu gelişmelerin yaşandığı tarihsel kesitte, bütün bunların ülkenin siyasal eksenine yerleşmemesi ve önderliğin alternatif tavrını somutlaması için başarılara gereksinimi vardır. Bunun da en belirgin çözümü, sınırlı da olsa askeri planda bir gösteridir. Söz konusu gösteri; İnönü Cephesinde, esasta ciddi bir çarpışmanın olmadığı, olan çarpışmada ise bırakalım başarıyı, dağınık bir şekilde geri çekilmenin yaşandığı, Yunanlıların geri çekildiğinin öğrenilmesi üzerine bundan vazgeçildiği ‘Birinci İnönü Zaferi’ gerçekleştirilir.
Toparlarsak, 1921 sonbaharında iç isyanlar bastırıldıktan ve işgal alanı dışındaki bölgelerde denetim kurulduktan sonra, önderlik, durumunu ve sınıfsal niteliğini zorlayabilecek, sarsacak güçlerle, Kuvayi Seyyare ve komünistlerle hesaplaşmaya girer. Ancak, askeri ve siyasi olarak gücünün yetersizliğinden ötürü, ilk etapta aktif bir tavra yönelmez ve önce dolaylı yollardan, kendi platformu içinde eritme yöntemleriyle bunları etkisizleştirme yolunu tutar. 3 Aralık’ta, Ermeni’lerle imzalanan anlaşmadan sonra Doğunun birinci dereceden zorlayıcı bir faktör olmaktan çıkması üzerine askeri ve siyasi gücünü daha rahat kullanabilme olanağına kavuşan önderlik, ‘sol tehlikenin’ üzerinde yoğunlaşmıştır.
Ne var ki, Ankara Hükümetinin katliamları, sindirme hareketleri ve siyasi dolandırıcılıkları ülke solundaki gelişmeleri tümüyle durduramamıştır. 1922 yılında yeniden sahneye çıkan Türkiye Halk İştirakiyun Partisi’nin inisiyatifi ile Mersin’de Adana ve Tarsus proletaryasının temsilcilerinin katıldığı ‘Kilikyalı İşçiler Konferansı’ toplanır. Konferansın aldığı kararların bir bölümü şu şekildedir: “Batı emperyalizmine karşı mücadelesinde hükümetin iç ve dış politikasını destekleyen, bu mücadelede oğullarını veren Türkiye işçi sınıfı, hükümet emekçilerin çıkarına ters hareket ettiği, iç reformları yavaşlatmaya devam ettiği zaman, kendisine diğer sınıflarla eşit haklar tanınmasında kararlılıkla ısrar eder..”
Öte yandan Ankara Hükümeti, askeri kazanımlarına paralel olarak, emperyalizme şirin görünme çabalarını da hızlandırmıştır. Daha “Büyük Taarruz’dan kısa bir süre önce (15 Ağustos 1921) Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kongre yapmasına izin verilirken, Yunan işgalinin kırılmasının akabinde, (1922 Eylül) Fırka’nın eylemlerinin yasakladığını açıklar. Bir kaç ay içinde de Anadolu’da 700 kadar sosyalist ve sendika yöneticisi tutuklanır.
Sonuçta, bir bütün olarak sürecin ve ülkenin gerçeklerine ve gereklerine uygun özellikleri olan sistemli bir ideolojik-politik çizgi yaratarak bunu uygulayamamış olan sol hareket, Anadolu Hareketi’ne sınıfsal bir içerik kazandıramamıştır. Bu durum kaçınılmaz olarak burjuva ideolojisinin kuyruğuna takılmayı doğurmuş, ulusal sorundaki şövenist tutumla da mücadelenin merkezileştirilmesi olanağı yitirilmiştir. Özellikle küçük burjuva aydın kadrolarıyla şekillenen sosyalist düşünce; eklektik, sınıfsal kıstaslarına oturmayan, her türlü kaynaşmaya açık etmenlerle, başta öz deneyim ve birikim yoksunluğu olmak üzere, uluslararası hareketten alınan yanlış şablonlarla biçimlenmiştir.
Dolayısıyla, kitlelerle gerekli bağlar oluşturulamamış, Sovyet Devrimi’nin prestijinin yarattığı potansiyel toparlanamamış, Anadolu halkında öteden beri var olan Moskof düşmanlığı ve komünizm anti-patisine karşın gelişen, olgu haline gelen sol düşünce, Ekim Devrimi’nin büyük başarısıyla çakışan açık işgal koşullarının ve sonrasının avantajlarını kullanamamıştır.
Yeterince bilinmeyen sol düşünce adına sol arenada boy gösteren çeşitli eğilimlere sahip yarı-aydınların tutarsız, bilinçsiz tavırları da ülke sosyalizm sürecini büyük ölçüde zaafa uğratmış, böylelikle, 60’ların sonlarına kadar Türkiye solunda reformizmin, revizyonizmin, cuntacılığın egemen olmasının harcı daha o günlerle atılmıştır.
HALK FIRKASI
1921 yılı başında, temel hak ve özgürlüklerden söz edilmeyen ve Cumhuriyet Dönemi’nin ilk nüvelerini taşıyan yeni Anayasa’nın ilanı üzerine, saltanatın ve hilafetin kaldırılacağını sezinleyen birçok Müdafaa-i Hukuk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk’undan ayrılarak “Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti”ni oluşturmuştur.
Mustafa Kemal’le saltanat ve hilafet yanlısı kişiler arasındaki yeni düzenin kurumlaştırılmasına yönelik bakış açısı farklılıklarına karşın, Mustafa Kemal’in bunlara da saltanat ve hilafetin kaldırıldığını ilan edinceye kadar açık bir tavır almadığı görülür. Meclis’te 1921’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun oluşturulmasının akabinde, 1922 ortalarında da saltanat ve hilafet yanlılarının bir ikinci grup oluşturdukları görülür. Kazım Karabekir’in bu grup dolayısıyla duyduğu endişe nedeniyle, Mustafa Kemal, Karabekir’e çektiği telgrafta halkçılık ilkesini savunarak, bir program yapmanın zorunluluğunu, bunun da o koşullarda ancak grup tarafından yapılabileceğini belirtiyordu ve “Türkiye’nin başında Halifiye-i İslam olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır” güvencesini veriyordu.
Söz konusu iki farklı grup, ileride kurulacak olan HF (Halk Fırkası) ve TPCF’nin (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) nüveleridir. İkinci grubun nüveleri, 1923 Nisan başında erken seçim kararından sonra yapılan seçimlerde meclise giremezler. Erken seçim kararının alınmasından bir hafta sonra ise, Mustafa Kemal, meclisteki grubun Halk Fırkası’na dönüşeceğini açıklayan “Dokuz Madde” bildirisini yayımlar.
Mustafa Kemal, ülke işgalden kurtarıldıktan sonra, 7 Aralık 1922 tarihinde Ankara Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, barış sağlanınca Halk Fırkası adında bir parti kurulacağını açıklamıştır. Bu kararı açıklamasından sonra ise 15 Ocak 1923’de başlayan ve Mart sonuna kadar süren bir yurt gezisine çıkar. Bu gezide özellikle piyasa ilişkileri gelişmiş, kapitalist üretime daha elverişli ve yatkın olan bölgeleri gezerek, bu bölgelerin varlıklı kesimleriyle, kuracağı parti konusunu görüşür, büyük tüccarlardan, arazi sahiplerinden, kendisini ve kuracağı partiyi desteklemelerini ister, onların çıkarlarını savunacağını bildirir.
Adana bölgesindeki büyük arazi sahiplerince Türk Ocağı’nda onuruna verilen yemekte şunları söylemektedir: “Vicdanı saf ve nazik kalbli… muhterem çiftçiler… millet beni tekrar seçerse bu yeni meclise dahil olurum… görevini emniyetle yapabilmek için bir halk fırkası teşkili amelindeyim. Partinin programını.. bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerleri… düzeltirim.” Tarsus’ta da bu arazi sahiplerine güvence vererek şunları söyler: “Şimdiye kadar sizi anlayan, sizin büyük ruhunuzu takdir eden bu arkadaşınızın sizin için, sizin refahınız ve istikbaliniz için…” Büyük toprak sahiplerine ve tüccarlara bu yönde güvenceler verildikten bir süre sonra da partinin programı ilan edilmiş, seçimler yenilenmiş ve 9 Eylül 1923’de HF resmen kurulmuştur.
Yeni bir partinin kurulacağı açıklandıktan sonra adının ‘Halk Fırkası’ olmasına ilişkin çeşitli tartışmaların gündeme geldiğini görüyoruz. Halk sözcüğünün, toplumun ezilen ve sömürülen yoksul kesimini, işçi ve köylüleri ifade etmesinden ötürü özellikle İstanbul ticaret burjuvazisi konuya endişeyle yaklaşmış ancak Mustafa Kemal, “mesele programdır, isim değişikliğiyle kimseyi kandırmayız” diyerek gerçeğe açıklık getirmiştir.
Halkçılık kavramı, daha önceki süreçlere dayanmaktadır. 1920 sonbaharında benimsenen halkçılığının temel amacı, bolşevizmin sempatisini törpülemek, o sırada mecliste bulunan halk zümresini denetim altına almak ve hala görece Sovyetlerin etkisi altında bulunan bazı İttihat Terakkicilerin radikal program ve düşüncelerini kendi bünyelerinde eritmektir. Nitekim 16 Eylül 1920 tarihinde, Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektubunda Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Mecliste yeni olarak meydana çıkan Halk Zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardı. Bunlar memlekette bir sosyal devrimin-kısmen olsun- gereğine inananlardır. Bu girişimin nedenini anlayamamışlardır. Hükümetten ayrı bir zümre oluşturmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı adı altında hükümetçe bir program kabul ettik. Halk zümresi kendiliğinden dağılmış gibidir.”
Görüldüğü üzere, soldaki güçleri ve oluşumları etkisizleştirmek amacıyla gündeme getirilen bu yaklaşım, daha sonraki süreçlerde de ‘sınıfsız toplum’, ‘kaynaşmış bir ulus’, ‘tüm ulusun partisi’ türünden demagojilerle sınıf mücadelesinin gelişiminin önüne geçilmek üzere sürekli taşınan bir öğe haline gelecektir.
Halk Fırkası’nın oluşturulma sürecindeki gelişmeler, Fırka’nın niteliği ve programının dayandığı güçlerin ifade ettiği anlam, programının kapsamı; TC Devlet olgusunun ve yürütmenin temel özelliklerinin anlaşılması açısından büyük önem taşır. Bu nedenle sözkonusu ünlü ‘9 madde’yi buraya olduğu gibi almadan önce özellikle vurgulayalım ki, bu ilkeler İzmir İktisat Kongresi’nin sonuçları uyarınca biçimlendirilmiştir.
“1- Ulusal egemenliğe bağlılık ve yönetimle ilgili şu yeni yasalar çıkarılacaktır: Bakanlar Kurulu’nun görev ve sorumlulukları. (1921 Anayasası gereği) Şuralar-Genel Müfettişlikler-Bucaklar.
2- Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği, TBMM’ne dayanan halifeliğin İslamlar arası yüksek bir makam olduğu.
3- İç güvenlik ve asayişin sağlanması.
4- Mahkemelerin hızlı işlemesi yeni yasalar yapılması.
- 5- Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler:
(1) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi
(2) Tütün, tarım ve ticaretin desteklenmesi
(3) Tarım, endüstri ve ticaretin desteklenmesi
(4) Ziraat Bankası’nın sermayesinin artırılması
(5) Tarım makineleri
(6) Endüstrinin teşviki
(7) Demiryolları yapımı
(8) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün okulların geliştirilmesi
(9) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma
(10) Orman, madencilik ve hayvancılık
- 6- Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, okur-yazarlığa göre daha azaltılması, orduda görevli kişilerin gelirlerinin sağlanması.
7- Yedek subaylara, malül gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım.
8- Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan, kamu görevlilerinden yararlanılması.
9- Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının sağlanması ve kişisel girişimlerin kollanması.”
Bildiri, doğrudan doğruya ticaret ve sanayi burjuvazisinin istemlerinin bir özetidir. Emekçilerin hiçbir gereksinimini ve istemini içermediği görülmektedir. Bu biçimde, Halk Fırkası’nın; burjuva ideolojisi temelinde, dönemin ekonomik-siyasal ve toplumsal koşulları üzerinde, ‘kendi kavlince’ yükselmeye çalışan, kendi normlarına sahip olmayan komprador burjuvazi, büyük toprak sahipleri ittifakının siyasal örgütlenmesi olduğu somutlaşmış bulunmaktadır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkası’na dönüştürülerek yasama, yürütme, yargı çerçevesinde ülkeye kendi ilkelerini koyan bu kesime yönelik olarak ülkenin verdiği herhangi bir tepki olmamış mıdır?
Ne yazık ki, hayır. Ama komprador burjuvazi ve büyük toprak sahipleri, öteden beri başka hiçbir konuda göstermedikleri bir bilinci billurlaştırmayı bilmişlerdir: Kendileri dışında bütün eğilim ve çizgileri safdışı bırakmak… Görüldüğü gibi başarıya da ulaşılmıştır…