12 MART AÇIK FAŞİZMİNİN DÜNYA ZEMİNİ
12 Mart’ı dışardan çevreleyen koşulların ana çizgisi, emperyalizmin içine düştüğü depresyondur. “Emperyalistler arası çatışma” ve “Emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çatışma” bölümlerinde değindiğimiz gibi, 1970’li yıllara gelindiğinde emperyalistler arası entegrasyonda derin çatlaklar oluşmuş ve ekonomik, siyasal, toplumsal bir depresyon gündeme gelmişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin hegemonyasında oluşan entegrasyonun kapsamı içinde, diğer emperyalist ülkelerin de kendilerini toparlamaları ve dünya pazarlarındaki paylarını artırmaya başlamalarıyla amansız bir rekabet başlamıştı. Dolayısıyla, Bretton Woods Konferansı’nda oluşan para sisteminin ve kurallar bütünün tıkanması ve 1967’den başlayarak çözülmesi sonucu doğdu. Bu süreç, 1971 yılında sistemin yıkılması ve daha çok bir kümelenme anlamına gelen, dolayısıyla da emperyalistler arası rekabeti daha da derinleştiren yeni bir para sisteminin oluşturulmasıyla tamamlandı.
Aynı dönem, savaş sonrasında yeni sömürgeciliğin bir biçimi olarak, kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği ülkelerde bir iç pazar yaratmak, işbirlikçiler eliyle o iç pazara yönelik üretimde bulunmak ve yine işbirlikçiler eliyle o iç pazar içinde tekelleşmek anlamına gelen ithal ikamecilik tıkanmaya başlamıştı. Yaratılan iç pazarlar doyuyor ve emperyalizm işbirlikçi burjuvazi eliyle üretimini pazarlayamaz hale geliyordu.
Öte yandan Vietnam’a müdahale, ABD için giderek ağırlaşan bir yenilgiye dönüşmekteydi. Bu savaşla emperyalizmin yenilmez olmadığı bir kez daha kanıtlanıyor ve dahası ABD hegemonyası ciddi bir tokat yiyordu. Böylece ABD’nin hegemonyacılığında oluşan entegrasyon içi siyasal dengeler sarsılmaya başlamıştı. Yine bu savaş, ABD de dahil olmak üzere tüm dünya kamuoyunu emperyalist saldırganlığa karşı hareketlendirmekteydi.
Ekonomik ve siyasal düzeyde yaşanan bu gelişmeler toplumsal düzeyde de ses buluyor, işsizlik yaygınlaşırken, kültürel çöküntü toplumu depresyona itiyordu. Ulusal kurtuluş hareketlerinin dalga dalga tüm dünyaya yayılması, emperyalizm açısından süreci ağırlaştıran bir başka etmendi.
Emperyalizm sorunların çözümünü her zaman olduğu gibi dünya halklarının sırtına yükleme yolunu seçti. Yeni sömürgeciliği ağırlaştıran uygulamaların başlamasıyla, emperyalizmi sarsan ekonomik, siyasal ve toplumsal depresyon yeni sömürgelere aktarılmış oluyordu. Nitekim bu dönemde, birçok yeni sömürgede açık faşist uygulamaların gündeme gelmesi bir rastlantı değildir.
Türkiye’de 70 yılına gelindiğinde, üretimdeki şişkinlik, artan stoklar ve üretimin pazarlanamamasından kaynağını alan bunalım, kendini iyice belli etmekteydi. İthal ikameci sanayileşme tıkanmıştı ve yeni bir dönüşüme gereksinim duyulmaktaydı. Bu dönüşüm ise, Türkiye’nin emperyalizm için bir ara halka haline gelmesi ve ülkede işbirlikçi sanayi tarafından üretilen malların, sanayileşmesi daha geri olan ülkelere satılması ile sağlanabilirdi. Bu yolla hem sanayinin bağımlı niteliği nedeniyle ve kâr transferiyle emperyalizmin çıkarları korunacak hem de ülkedeki işbirlikçi burjuvazinin sorunları belli ölçülerde çözüm bulacaktı. (11)
Bu tür bir dönüşüm için, ülkedeki sanayinin niteliği nedeniyle, en fazla gereken şey ucuz emektir. Ne var ki 60’lı yıllar boyunca yükselen toplumsal muhalefet, bu dönüşümün önünü tıkamaktadır.
Daha önce, parlamenter sistemdeki tıkanma ve AP Hükümeti’nin (ülkede yaşanan Oligarşi içi çelişkiler dolayısıyla) acz içinde olması nedeniyle, yürütmenin gücünün zaafa uğramış olduğundan sözetmiştik. ABD emperyalizmi de bu durumdan endişelenmekte ve coğrafi konumundan ötürü Ortadoğu’daki stratejik çıkarları açısından önem taşıyan Türkiye’nin denetimden çıkmasından kaygı duymaktadır.
Bu durumu eski ABD cumhurbaşkanlarından General Eisenhower’in cenaze töreninde bulunmak için ABD’ye giden Demirel’le, dönemin ABD Başkanı Nixon’un Beyaz Saray’da 1 Nisan 1969’da yaptıkları görüşmenin tutanaklarından izleyelim.
“(…)
Demirel: Kalkınma, komünizmin karşısında en önemli çarelerden biridir. Eğer bunda başarılı olunursa, her şey çok düzgün gidecektir. Olunmazsa problemler çıkacaktır.
Türkiye bu yönde iyi bir örnektir ve Türkiye başarıya ulaşacaktır.
Nixon: Türkiye kalkınmada büyük başarılar göstermiştir.
Demirel: Umuyorum ki Türkiye, 6-7 yıl içinde, yardım alan bir ülke olmaktan çıkıp, yardım eden bir ülke durumuna gelecektir.
Nixon: Genç kuşaklar fevkalade sabırsız. Zamanın yeterli gelip gelmeyeceğinden kaygım vardır..” (12)
Bu konuşmada Nixon, Türkiye’nin iç siyasi ortamındaki istikrarsızlıktan ve bunun karşısında yürütmenin gücünün zaaf içinde olmasından duyduğu kaygıyı belirtmiştir. Nixon’un bu kaygıyı duyması için yeterli veriler vardır. Özellikle 60’lı yılların ikinci yarısı, ülkedeki sömürü düzenine karşı toplumsal bir muhalefetin yükselişinin yanı sıra, anti-ABD, anti-emperyalist bilincin ve eylemin yükseldiği yıllar olmuştur.
1965 seçimlerinden sonra, TİP’in parlamento içinde, devrimci ve demokrat güçlerin parlamento dışında yürüttüğü muhalefet sonucu, toplumda giderek gelişen bir anti-ABD eğilim gözleniyordu. Özellikle ABD ile gizli olarak imzalanan ikili anlaşmalardaki küçültücü maddelerin teşhir edilmesi sonucu, toplumda büyük bir tepki oluşuyordu. Bu maddelere göre Türkiye’de kurulan üslere, Türk komutanları bile giremiyor, ama aynı zamanda üsleri dışardan koruma ve bekleme görevi Türk askerine veriliyordu. Ayrıca, üslerin bir kısmının temizliğini yapmak, Türk askerinin göreviydi.
Bu ve benzeri konularda yürütülen anti-ABD muhalefetin baskısı sonucu, (ve daha önce yaşanan Johnson mektubu olayındaki tepkilerin boyutunun bu olaylarla daha da yükselmesinin etkisiyle) dönemin iktidarı AP bu anlaşmaları yeniden gözden geçirmek ve yeniden düzenlemek zorunda kalmıştı.
Doğaldır ki, bu gelişmeler ABD’yi gittikçe daha fazla rahatsız etmeye başlıyordu. Adana’dan havalanan U-2 uçaklarının -bu dönemde hem toplumsal muhalefetin hem de Sovyetler Birliği ile belli bir düzeyde gelişen ekonomik ve diplomatik ilişkilerin etkisi sonucu- kalkışının yasaklanması da, iki ülke arasındaki ilişkilerde belli bir soğumaya neden oluyordu.
Devrimci gençlerin yürüttüğü anti-ABD eylemler giderek yükseliyor, kamuoyunu bu yönde duyarlı kılıyordu. 1967 Ekim ayının ilk günlerinde, İstanbul’u ziyaret eden 6. Filo aleyhine büyük gösteriler yapılıyordu. 23 Kasım’da da, o günlerde ortaya çıkan Kıbrıs sorunu üzerine gelişen Türk-Yunan anlaşmazlığında arabuluculuk yapmak üzere ABD başkanının Ankara’ya gönderdiği özel temsilcisi C. Vance’in uçağı, gösteriler nedeniyle Esenboğa havaalanına inemiyor, Mürted askeri alanına inmek zorunda kalıyordu.
68 yılında bu tavırların çapı genişliyor, 6. Filo’ya karşı geniş bir katılımla yapılan gösterilerde polisle çatışma çıkıyor, 6. Filo’nun askerleri taşlanıyor, bazıları denize atılıyordu. Olayda Amerikalılara ait araçlar tahrip ediliyordu.
69 Ocak ayında da, ABD büyükelçisi CIA ajanı ve Vietnam savaşındaki pasifikasyon hareketlerinin kuramcısı Kommer’in arabası ODTÜ’de yakılıyor, bu olay ABD’de büyük bir yankı yaratıyordu. Gelişmeler, toplumsal muhalefetin bastırılması ve ülkede “daha” kararlı bir ABD yanlısı yönetimin kurulması eğilimini güçlendiriyordu.
Bunların yanı sıra dönemin NATO’cu iktidarı AP’nin, ülke sermaye gruplarının çıkarları için izlediği pragmatist dış politika nedeniyle, yer yer ABD emperyalizminin ekonomik ve siyasal çıkarlarına ters düşebilmesi, ABD emperyalizmini rahatsız eden bir başka olgu olmuştur.
Sermaye çevrelerinin partisi AP, bu dönemde temsilcisi olduğu sınıfların gereksinimi olan bazı büyük yatırımlar için batılı ülkelerden kredi sağlayamayınca, kendisine bu olanakları oldukça elverişli koşullarda sağlayan SSCB’ne yönelmiş ve iki ülke araısnda bu temelde başlayıp giderek yakınlaşan ilişkiler, ABD açısından kaygı nedeni haline gelmiştir. AP iktidarının 7 büyük tesisin yapımı için Sovyetler Birliği ile anlaşması karşısında, dönemin ABD yönetimi kuşku ve kaygılarını yüksek sesle ifade etmeye başlamıştır.
Yine aynı biçimde hükümet ülke burjuvazisinin büyüme, gelişme hırsını yanıtlayabilmek için ülkede üretilen mallara dış Pazar bulabilmek arayışı içine girmiş ve bu anlayışla Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Ekonomik planda sıçramalı bir gelişme izleyen petrol zengini Arap ülkelerinde ulusal gelir ve toplumsal gelişme düzeyi arasındaki uçurum nedeniyle, bu ülkelerin egemen sınıfları, kendi ülkelerinde yapılacak yatırımlar için ülke kapılarını dış sermayeye açmışlar ve oldukça “iştah açıcı” bir Pazar haline gelmişlerdi. Bu ülkelerle olan coğrafi yakınlıkla birlikte tarihsel, dinsel, sosyal ilişkileri de göz önüne alırsak, Türkiye burjuvazisi için bu dönemde Ortadoğu’ya yönelme arzusu son derece doğaldı.
Bu girişim ABD açısından, ekonomik planda önemli bir sorun olmasa da , dönemin duyarlı siyasal koşulları nedeniyle, yanlış bir zamanlamadır. ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları gereği İsrail’i desteklemesi, İsrail ile Arap ülkelerinin yaşadığı büyük gerilim dolayısıyla, emperyalist kapitalist sistemin stratejik planları içinde bir ileri karakol görevi taşıyan Türkiye, ABD’nin istemleri ve kendi ekonomik çıkarları karşısında “kilise ile cami arasında” kaldığını somut olarak görür.
Arap ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını Ortadoğu bunalımı nedeniyle ciddi şekilde tehdit etmeye başlamıştır. ABD’nin Ortadoğu’daki durumu açısından Türkiye önem taşımaktadır. Türkiye’deki ABD askeri üsleri, bir yandan sosyalist sisteme karşı bir ileri üs olarak değerlendirilirken bir yandan da ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik amaçları doğrultusunda gerektiğinde müdahale etmek için bir sıçrama tahtası olarak elde tutulmaktadır. Bunun bir örneğini, 14 Temmuz 1958’de İncirlik’ten havalanan paraşütçü birliklerinin, Lübnan’da başlayan ve ABD çıkarlarına ters düşen ayaklanmanın bastırılmasında kullanılması durumu oluşturmaktadır.
Türkiye’nin NATO’ya alınması ve Bağdat Paktı’nın kurulması (sonradan CENTO), temelde hep emperyalist-kapitalist sistemin Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulması eksenine oturmuştur. Türkiye’nin ABD emperyalizmine ters düşen bir Ortadoğu politikası izlemesi, doğaldır ki ABD’nin tepkisine yol açacaktır. Bunlara bakarak “bu nasıl bağımlılık ilişkisi, nasıl emperyalizme göbekten bağımlı bir ülke?” diye sorulabilir. Ne var ki:
Emperyalizme bağımlılık ilişkileri, yeni sömürgeler açısından farklılıklar taşır. Bu ilişkileri tek tip, kuklacı ve kukla ilişkisi olarak değerlendirmek, Türkiye’deki egemen sınıfların tüm tutumlarını, ABD’nin elindeki “iplerle” ve “düğmelere basarak” yönettiğini düşünmek,iç ve dış siyasi konjonktürün birbirlerine olan etkilerini görmemek, bağımlılık ilişkilerini karikatürleştirmektir. Emperyalizme “göbekten bağımlılık”tan söz edilse bile, zaman zaman yeni sömürgelerdeki egemen güçlerle, emperyalizmin çatışan çıkarları birbirini yanıtlayamayabilir. Yeni sömürge egemenleri kendi çıkarlarını ön plana alarak, emperyalizme ters bir politika izleyebilirler, en azından bunun görece sınırlarını zorlayarak olanaklarını ararlar.
Ancak yeni sömürgelerin bu eğilimleri hiçbir zaman sonuca ulaşamaz. Ekonomisi dışa bağımlı olan bir yeni sömürgede bağımlılık ilişkileri içinde olduğu emperyalizmin uygulayacağı kredileri kesme, ekonomik ilişkilerde yaptırımlar, ülke sanayisinin muhtaç olduğu ileri teknoloji gerektiren çeşitli ara mallar, yedek parça vb. satmama gibi baskılar sonucu ülke derin bir kriz içine girer.
Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen ve soluk borusu emperyalizme bağlı çarpık kapitalist üretim ilişkileri için emperyalizmin uygulayacağı bu tür bir baskı, soluk borusunun tıkanması anlamına gelir, ekonomi çökmeye başlar. Ve zaten çok hassas yapay dengelerde duran toplumsal durum ivme kazanır.
Sonuç olarak, bağımlılık ilişkisi içindeki yeni sömürge bir ülkede emperyalizme bağımlılık ilişkilerine son verecek, ülke ekonomisini tekellerin değil emekçi halkın çıkarlarına dönük olarak yeniden düzenleyecek, anti-emperyalist, anti-oligarşik bir demokratik halk devrimi gerçekleşmedikçe, ülkenin emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız bir tavır izlemesi olanağı yoktur.
Türkiye’deki ABD üslerinin ABD açısından taşıdığı önemi belirtmiştik. Ne var ki, AP iktidarının ülke burjuvazisinin çıkarları nedeniyle geliştirdiği Ortadoğu politikası, amaçları daha fazla sömürü ve kâr olan iki gücün siyasi çıkarlarının çatışmasına yol açtı. ABD, Türkiye’deki üslerini Ortadoğu’daki stratejik çıkarları için sürekli gündemde tutmak isterken, AP iktidarı ülke burjuvazisinin çıkar hesapları açısından, Arap ülkeleriyle ilişkilerini zedelemek istemiyor, “Türkiye’deki NATO üslerinin hiçbir şekilde Arap ülkelerine karşı kullanılmayacağını” açıklıyordu.
Aynı şekilde Türkiye, yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında BM’de yapılan görüşmelerde, ABD-İsrail tezlerine karşı çıkıyor, Arap-SSCB tezlerini destekliyordu. 70’te Ürdün’de çıkan iç savaş sırasında da Arapların tavırlarına destek oluyor, Amerikan müdahalesine karşı çıkıyordu. Yine aynı nedenlerle, Kasım 68’te Suriye sınırında yapılacak Orient Express NATO tatbikatına, Ortadoğu’yla olan ilişkileri zedeleyeceği düşüncesiyle izin vermiyordu.
Yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında Türkiye’nin ABD’ye aykırı tutumlar alması nedeniyle ilişkiler soğuyor, ABD bu duruma ilk tepkisini, ek askeri yardım programına Türkiye’yi almamakla gösteriyordu.
AP’nin izlediği bu politikanın, bölgedeki ABD güdümlü diğer ülkeler düşünüldüğünde, pek önem taşımayacağı tezi, (ABD diğer ülkelerdeki üslerinden yararlanabileceğinden, onun için pek bir sorun olmayacağı düşünülebilir) ilk bakışta akla yakın görünmektedir. Ne var ki Ortadoğu gibi emperyalizmin çıkarları açısından büyük önem taşıyan bir bölgede ABD’nin kendi çıkarlarına ters düşen hiçbir şeye tahammül edemeyeceği de unutulmamalıdır. Bölgede Sovyet ilişkilerinin de giderek geliştiği, ABD aleyhtarı hareketlerin büyüdüğü böyle bir dönemde, ABD bölgedeki üslerinin durumundan ve ilişkilerinden emin olmak isteyecektir.
Burada bir paragraf açarak AP’nin dönem boyunca izlediği dış politikada zaman zaman ABD’ye aykırı tutumlar alma görünümü içinde olmasının nedenlerini kısaca irdeleyelim.
AP’nin bu dönemde izlediği dış politika hiçbir anlamda ulusalcı bir karakter izi taşımamıştır. Bu durum en azından sınıfsal temelde olası değildir. İzlenen politika her zaman emperyalist kapitalist sistemin yörüngesindedir. Ancak ülke egemen sınıflarının çıkarları uğruna ucuz kredi ve ekonomik gelişme olanaklarını pragmatik bir bakışla çözümlemeye kalktığı anda ters davranışlar içine girmek zorunda kalmıştır. Bu davranışlar ABD emperyalizminin ülkedeki temel yerleşim olgularını sarsacak boyutta olmamış fakat dönemin özgün koşullarında bu kadarcık bir “özgürlük” bile emperyalizmi rahatsız etmeye yetmiştir.
Türkiye ile ABD arasında bu dönemde ortaya çıkan sorunlar arasında “haşhaş olayı” önemli bir yer tutar. 72’de yapılacak Başkanlık seçimlerinde adaylığını tekrar koymayı düşünen Nixon, o dönemde ABD kamuoyunda giderek yaygınlaşan uyuşturucu madde karşıtlığını oy potansiyeli açısından değerlendirmek istemekteydi. Kamuoyunun bu konuda yaptığı baskıyı hafifletmek zorundaydı. ABD yönetimi bunun için, ABD kamuoyunda haşhaş üreticisi olarak görülen ve ülkelerine gelen haşhaşı üretmekle suçlanan Türkiye’ye baskı yapmaya başlıyordu. Ancak dönemin hükümeti AP, haşhaşı yasaklamasının hem haşhaş üreticisi büyük toprak sahiplerinin muhalefeti hem de geçimini haşhaştan sağlayan çok sayıda köylü ailesini karşısına alması demek olacağından dolayı, oy kaygısı ve kırsal alanlarda giderek yayılan toplumsal muhalefetin daha da büyüyeceği endişesi ile bunu yapamaz.
Sonuç olarak, o dönemde iyice zayıflamış, güçsüzleşmiş AP iktidarı böyle bir yasağın sonuçlarını kaldıracak güçte değildir. Bunu gerçekleştirmek için güçlü bir yumruk gereklidir. Nitekim 12 Mart darbesinin hemen ardından 12 Mart faşist hükümetinin ilk icraatlarından biri olarak 30 Haziran 1971’de haşhaş ekimi yasaklanmıştır.
ABD emperyalizminin 12 Mart açık faşizminin hayata geçirilmesi ile olan ilişkisi, bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından anlatılır. Ayrıca dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, 12 Mart sonrası dönemde, ABD hesabına casusluk yapmaktan tutuklanmış ve hüküm giymiştir. Yine bu konuya ilişkin dönemin İçişleri Bakanı Sadi Koçaş’ın anıları da kayda değer niteliktedir.
Dönem, ABD emperyalizminin son yıllarda yaşadığı en ciddi bunalımın sürdüğü dönemdir. ABD hem ekonomik bunalıma sürüklenmektedir, hem de Vietnam Savaşı’nın yenilgiye doğru gitmesi ve bizzat emperyalist sistem içindeki çelişkiler nedeniyle, siyasal bir depresyon içindedir.
Öte yandan, yaşanılan bunalımı eskiden olduğu gibi yeni bir emperyalist paylaşım savaşı ile çözümleme olanağı da yoktur. Öyleyse, sonuç olarak elinde, yaşadığı bunalımı hafifletebilmek için tek bir yol kalmıştır. Bunalımın faturasını, sömürüyü daha da yoğunlaştırarak, yeni sömürgelerden çıkarmak..
Ve 70’li yıllar boyunca tüm yeni sömürge ülkeleri saran devrim mücadelelerinin daha da yoğunlaşması, pek çoğunda açık faşizmin gündeme gelmesine neden olmuştur. Türkiye’de giderek büyüyen toplumsal muhalefet, bu olguyla daha çok yükseleceğinden, ABD emperyalizminin 12 Mart’ı hazırlayan etmenlerle doğrudan ilişkisi; objektif açıdan tümüyle ve direkt olarak, subjektif açıdan ise istek ve gereksinmelerinin süreciyle çakışacak biçimde olmuştur.
Her toplumsal olayın ardında birden fazla neden vardır. Bu nedenlerin birbirini tamamlaması olayın bütünlüklü gerekçesini ortaya çıkarır. Ama her zaman bu nedenlerden biri olayın kökeninde yatan belirleyici etmen olur ve olay bu temelde biçimlenir.
Daha önce değindiğimiz gibi, 12 Mart olayının ardında yatan belirleyici neden, toplumsal muhalefetin Oligarşi’yi tedirgin edici yükselişi ve bu yükselişin devrimci örgüt ve pratikle kazandığı nitelik boyutudur. Buna işbirlikçi tekelci burjuvazinin Oligarşi içi dengeleri kendi yararına bozmak, yani Oligarşi içindeki ağırlığını artırmak istemesi eklenmelidir. Emperyalizmin kendi depresyonunun yükünü yeni sömürgelere yüklemesiyle, Türkiye’de yapılacak düzenlemelerin toplumsal muhalefeti daha fazla yoğunlaştıracağı kaygısının da eklenmesi 12 Mart açık faşist uygulamalarını gündeme getirmiştir.
Yeni sömürgecilik bölümünde incelediğimiz, daha sonra da çeşitli nedenlerle değindiğimiz gibi, yeni sömürgecilik bir yandan ekonomik düzeyde emperyalizme bağlanmayı içerirken, aynı zamanda bu duruma uygun kurumlaşma anlamına gelir. Bu noktada emperyalizm her zaman ilk elde militer kurumları faşistleştirmek ve orduyu bir iç savaş ordusu olarak yeniden örgütlemek yolunu izler. Böylece sivil ve siyasi iktidarın yetersiz kaldığı durumlarda emperyalizm ile işbirlikçilerinin gereksindiği düzenlemelerin yapılması için militer kurumlar devreye sokulur.
Türkiye’de gelişmeler bu şekilde olmuştur. Dönemin sermaye yanlısı, ancak güçsüz ve istenen dönüşümleri sağlayacak istikrardan uzak olması nedeniyle gözden düşmüş olan AP Hükümeti, yine onu iktidara getiren güçlerce iktidardan alınmış, yerine bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi, sömürü düzeninin bekçisi olan ordu getirilmiştir.
Olayı daha yakından izlemek için, Türkiye ordusunu bu açılardan değerlendirmek ve aynı zamanda ülkeyi 12 Mart’a taşıyan koşulların yaşandığı sırada, ordunun ne durumda olduğunu gözlemlemek yararlı olacaktır.
Marshall-Truman doktrini ile Türkiye’de ABD emperyalizminin örmeye başladığı yeni sömürgecilik ilişkileri içinde, ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar çerçevesinde orduda da bu sürece uygun dönüşümlerin ilk adımları atılmıştı. Bu ilişkiler içinde Truman Doktrini çerçevesinde sürdürülen silah, yedek parça ve hatta iaşe türünden yardımlaşmalarda ordu, ABD Genelkurmayı’na daha fazla gereksinim duyar bir duruma getirilirken Harp Akademileri ve Harp Okulları başta olmak üzere, Amerikan militer anlayışı doğrultusunda bir eğitim başlatılıyor ve bu gelişmelerin gereksindiği hiyerarşik düzenlemelere gidiliyordu.
Bu dönem aynı zamanda Türkiye’de, ABD’nin SSCB ve Ortadoğu’ya yönelik siyasi ve askeri etkinliklerinde önemli bir yer tutacak olan ABD üslerinin açıldığı dönemdir. Sovyetler’in Türkiye’den toprak istediği (Boğazlar ve Kars-Ardahan) demagojisini yayarak yaratılan anti-komünist atmosfer, ABD’nin ekonomik, siyasi ve militer anlamda ülkeye yönelik gizli işgalinde bir kalkan olarak kullanılıyordu.
Sürecin bir diğer önemli halkasını da, Türkiye’nin NATO’ya girmesi oluşturur. (13)
Emperyalist-kapitalist sistem açısından yüklendiği rolüne çeşitli bölümlerde yer verdiğimiz NATO, emperyalist kapitalist sistemin, sosyalizme ve dünya halklarına karşı saldırganlığı ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesiydi. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin ardından TC ordusundaki çok sayıda subay, başta ABD olmak üzere çeşitli NATO ülkelerinde eğitilmeye başlanmış, bu şekilde silah, teçhizat vb. ile ABD’ye zaten bağımlı olan ordunun, aynı zamanda organik olarak da ABD’ye eklemlenmesi ve bir iç savaş ordusu haline dönüştürülmesi yolunda ilerlemiştir.
Ne var ki, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımlar, 50’li yıllar boyunca varlığını korumuş ve bunlar 60 darbesinde de etkilerini göstermişlerdir. 27 Mayıs Hareketi (emperyalizme karşı bir hareket olarak değerlendirmek doğru olmasa da) ordunun sivil siyasal iktidar üzerindeki etkileri ve yaptırım gücünün göstergesi olması açısından önemlidir.
Bu olgunun yansıması, 27 Mayıs sonrasında da kendisini başlıca iki biçimde göstermiştir. İlki, ordunun siyasal anlamda emperyalizme eklemlenmesi yanında, ekonomik anlamda da düzenle uzlaşması gerekliliğidir ve bu durum ifadesini OYAK’ta bulmuştur. OYAK ordunun emperyalizmle ekonomik düzeyde işbirlikçisi durumuna gelmesinin ve emperyalizmin ülke içindeki sömürüsünden ordunun da belli bir pay olmasının simgesidir. Bu olguya, orduda görevli generallere, emperyalist silah tekellerinden aktarılan gayri-resmi paraları ve generallerin emekli olduktan sonra işbirlikçi tekellerde yönetim kurulu üyesi olarak yer almalarını ekleyebiliriz.
İkincisi, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımların, denetim dışı hareketlere yönelebileceği olasılığıydı. Ordu içindeki bu akımların varlığının yarattığı tehlikeyi, daha sonra sermaye çevrelerinin bekçisi olma özelliğini, 12 Mart dönemindeki “icraatlarıyla” gösteren Memduh Tağmaç ve Muhsin Batur’un kendi sözlerinden örnekleyelim.
15 Mayıs 1969’da eski DP’lilere siyasal haklarının geri verilmesini içeren yasanın meclisten geçmesinin ardından Org. Memduh Tağmaç, Sunay’a “… eğer siyasal haklar yasası Senato’dan geçer ve kesinleşirse, ben ve komutan arkadaşlarım istifa mektuplarımızı size getirip vereceğiz. Çünkü ordunun alt kademeleri son derece rahatsızdır. Bir olayın patlak vermesini göze alamayız” (14) Konuşma, ordudaki bu akımların ordu üst kademelerine olan baskı gücünü yeterince ortaya koymaktadır.
25 Ocak 1970’te MGK toplantısında, Muhsin Batur’un konuşmasının sonuç bölümünde sıraladığı öneriler bu durumun diğer bir göstergesi olması ve 12 Mart’tan sonra ordudaki faşist kurumlaşmanın izleyeceği yöntemleri örneklemek açısından ilgi çekicidir.
“(…)
1.) Hava kuvvetlerinde yapılan toplantıdaki generallerle bana ait fikirleri sizlere ifade ettim.
2.) Fikirlerde sola kayma vardır. Sol yayınların, kişiler üzerinde çekici etkileri ve kızdıkları sağa karşı, fiili birleşme değil, fakat fikri birleşme olanağı yarattığı görülmektedir.
3.) Bu durumun genç kuşakta daha güçlü olduğu varsayılabilir.
4.) Bu nedenle MİT Müsteşarımız tarafından açıklanan olayın önemli olduğu kanısındayım. Fikirler kitlelere mal edilmeye başlanırsa örgütlenme kolaylaşır. Örgütlenme hücre çalışmasına geçince izleme ve denetleme çok güçleşir.
5.) Bir fiili hareket halinde, kararsızlar, istekliler, hakları yenmişler, ikiyüzlülerin birleşmesi halinde durum denetimden çıkabilir.
Bu nedenle:
a) Silahlı kuvvetler içinde politika ile uğraşmayalım, altımız sağlamdır, otoritemiz tamdır, istediğimizi yaptırırız iyimserliğinden uzaklaşarak:
1) Okullarda yetiştirdiğimiz öğrenciler,
2) Kıtalarımızdaki subay ve astsubayı saptanan fikir ve amaçlar çerçevesinde doktrine etmeyi,
b) Hükümetimizin gerekli sosyal ve ekonomik önlemleri almasını ve devlet düzenini kuracak yasaları çıkarmasını uygun bulmaktayım.
Karamsar değilim, iyimser de değilim. Başarırız, yeter ki gerekli önlemleri alalım.
Bilgilerinize sunarım.”
Muhsin Batur, bu sözleriyle ordu içindeki sola açık gelişme içinde olan subayların gelecekte yaratacağı tehlikeye dikkat çekmek istiyordu. Bu gelişme sürdüğü taktirde denetim dışına çıkabilirdi.
Nitekim, ordu içindeki düzen karşıtı çevreler “Yeni bir 27 Mayıs” propagandasıyla örgütleniyorlar, bu örgütlenme D.Avcıoğlu, Cemal Madanoğlu, H. Kıvılcımlı, Mihri Belli, Sarp Kuray… çevrelerinin içinde olduğu geniş bir yelpazeyi içeriyordu. Bu çevrelerin “ilerici bir cunta” kurma hayalleriyle yaptıkları 9 Mart toplantısı, ordu içinde ciddi bir tehdit oluşturmaya başladıklarını belirginleştiriyordu.
Sömürge tipi faşizm olgusu ancak yeni sömürge ülke ordularının faşistleştirilmesi ve bir iç savaş ordusu durumuna getirilmesi ile anlamlıdır. Bu genel karakter Türkiye içinde geçerlidir. Çünkü yeni sömürgelerde kapitalizm iç dinamiğe dayanarak gelişmediğinden burjuva devletin gereksindiği kurumlaşma yoktu. Bu ülkelerdeki temelsiz yürütme, yargı ve yasama kurumlarına güvenmek ve yeni sömürgeciliği bu kurumlar eliyle korumak olanaksızdı. Bu ülkelerdeki sömürücü sınıfların karakterlerinin oturmamışlığından kaynaklanan siyasi istikrarsızlık ve sürekli bir toplumsal muhalefet nedeniyle ekonomik, siyasal, toplumsal açmazlarla ordunun iktidar alternatifi olarak kullanılması yeni sömürgeciliğin başlıca karakteristik olgularındandır.
Türkiye’de de 60’lı yıllar boyunca sürdürülen tasfiyelere karşın henüz tam olarak sağlanamayan ordudaki faşist kurumlaşmaya bir nokta koymak gerekiyordu. Böylelikle ordunun bir gecede sivil siyasi iktidarı alaşağı eden gücünün, emperyalizmin ve ülke egemen sınıflarının denetimi dışına çıkarak ona zarar verici sonuçlar doğurması yerine, onların çıkarlarının bekçisi olması amaçlanmaktaydı. Oysa Tağmaç ve Batur’un sözlerinden anlaşılacağı gibi ordu içinde tersi bir durum yaşanıyor, küçük burjuva radikal akımlar gelişiyordu. 9 Mart olayı, bunun örneklerinden biriydi. Bu gelişmenin önüne geçmek ve orduyu “temizleyerek” ondan sonrası için ordu üyelerini “saptanan fikir ve amaçlar çerçevesinde doktrine” etmek gerekiyordu.
Bu işlevin en rahat ve sorunsuz gerçekleştirilme koşulu kuşkusuz yine açık faşizmdi. Kendilerini 12 Mart’ın 9 Mart olayında da gösteren ordu içindeki küçük burjuva radikal akımların gelişiminin vardığı boyut, 12 Mart’ın gelişini hızlandıran faktörlerden biri olmuştur.
SONUÇ
12 Mart’ı incelerken öncelikle kavramamız gereken, olayın sömürge tipi faşist devlet karakterine bağımlı olarak biçimlendiği gerçeğidir. Emperyalizmin Türkiye’deki egemenliğini pekiştirmek amacıyla ordunun yürütme gücü işlevini yüklenmesi ve sivil yürütme gücünü etkisizleştirerek ipleri eline alması, kendi kurallarına göre hareket etmesi, 12 Mart’ın temel özelliklerindendir.
12 Mart’ın geliş nedenlerini anlayabilmek için, hiç kuşkusuz dönemin, ekonomik, siyasal, toplumsal durumunu, uluslar arası sorunları ve bunların Türkiye’ye yansıyış biçimini, hatta kültürel özelliklerin yüklediği işlevi göz önünde bulundurmak ve bu etmenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini, birbirlerine olan etkilerini irdelemek gereklidir.
Böyle bir eksen üzerinde hareket ettiğimiz zaman, bugünden düne yapılan bir gözlem durumunda bile, 12 Mart olgusunun kökeninde yatan nedenin toplumsal düzeyde yaşanan gelişmeler olduğunu saptayabiliriz. Ezilen sınıf ve katların düzene karşı hareketlenmesi, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde yapılması düşünülen ekonomik, siyasal ve toplumsal düzenlemelerin, toplumsal muhalefeti yükselteceğinin görülmesi, Oligarşi içi çelişkilerin de etkisiyle zaafa uğramış sivil yürütme gücünün bunlar karşısında etkisiz kalacağının saptanması ve önemli bir etken olarak THKP-C ve THKO’da ifadesini bulan düzene karşı silahlı mücadelenin yükselmesi Oligarşi’yi, devreye orduyu sokarak açık faşizmi gündeme getirmeye itmiştir.
Kısaca toparlarsak:
1970’li yıllara, emperyalistler arası entegrasyon, çeşitli sorunlarla birlikte gelmişti. Almanya ve Japonya’nın dünya pazarlarında giderek artan biçimde ABD’ye rakip olması, Vietnam savaşı ile birlikte ABD’nin siyasal prestijinin sarsılmaya başlaması, Fransa’nın girişimleriyle diğer emperyalist ülkelerin ABD’nin ezici üstünlüğüne son verme yolunda girişimlerini yoğunlaştırmaları, uluslar arası kapitalist para sisteminin bozulması gibi nedenler; kapitalizmin kronik hastalığı, üretimin pazarlanamaması olgusuna eklenince, savaş sonrasının göreceli “refah”ı, yerini sert bir depresyona bırakmıştı. Bunun ilk elde öne çıkan sonucu, ABD’de gündeme gelen devalüasyon oldu. Öte yandan, Küba Devrimi ve Vietnam Halk Savaşı, ezilen halkları derinden etkilemiş, dalga dalga tüm dünyayı sarmıştı.
Depresyon ufukta görüldüğü koşullarda yeni yeni devrimler emperyalizm için sona daha fazla yaklaşmak anlamına geliyordu ve bunu önleme yolunda emperyalizmin göre alamayacağı şey yoktu. Dolayısıyla, devrim tehlikesinin baş gösterdiği ülkelerde emperyalizm, yeni sömürgecilikle birlikte iç savaş olgusuna uygun biçimde örgütlediği bu ülkelerin ordularını, (Latin Amerika’da öteden beri yaşanan yöntemleri kullanarak) iktidar seçeneği haline getirmeye başlamıştı. 1970’li yıllar boyunca yeni sömürgelerin bir çoğunda devrim ve karşı devrim hareketlerine tanık olunması rastlantı değildir. Öteden beri açık faşist uygulamaların sürdüğü İspanya, Portekiz, Güney Kore.. gibi ülkelere Türkiye eklenmiş, onu diğerleri izlemişti. Demokrasinin yerleştiği kabul edilen Şili ve Uruguay da içinde olmak üzere, Latin Amerika ülkelerinin Meksika dışında tamamı karşı devrimlerle açık faşist uygulamalara sahne olmuş, Afrika ve Güney Asya’da devrim ve karşı devrim hareketleri atbaşı gitmişti. Kısacası, toplumsal uyanışı hissettiği anda orduyu devreye sokmak, ABD emperyalizminin, özellikle o dönem yoğunlaştırdığı bir uygulamaydı.
İktidardaki AP Hükümeti’nin, emperyalizmin beklentilerine karşılık verecek durumda olmadığını belirtmiştik. Çeşitli ekonomik önlemlere ve devrimci güçlere yönelik, devrimci kabarışı bastırma yönündeki çabalarına karşın; Oligarşi içi çelişkilerin de etkisiyle iyice yıpranan AP yönetimi toplumsal muhalefetin yükselişini engelleyemiyor, emperyalizmle örneğin bir afyon sorunu gibi çatışmalar yaşıyor, bu çelişkiler nedeniyle, görevleri yerine getiremiyor, gözde düşüyordu.
Öte yandan Ortadoğu’nun her geçen gün daha da sıcaklaştığı koşullarda, emperyalizmin militer anlayışlarına karşılık verebilmesi ve sıçrama tahtası olarak kullanabilmesi için Türkiye’den istenen ‘yürütme’; AP gibi toplumsal sorunların içinde boğulmuş, Oligarşi içi çatışmaya çözüm bulmaktan uzak ve Ortadoğu ülkeleriyle ticari amaçları hareket noktası kabul ederek “iyi” ilişkiler kurmayı amaçlayan yürütme değil, otoriter yetkilerle donatılmış ve emperyalizmin istemlerini tartışmasız kabul edecek güçlü bir yürütme olmalıydı. Böylece ABD, Türkiye’de AP’nin görevden uzaklaştırılmasını ve ordunun yönetime el koyarak açık faşizmi uygulamaya başlamasını destekledi, yardımcı oldu.
Uluslar arası etmenlere eklenen iç sorunların başında ezilen sınıf ve katmanların hareketliliği geliyordu. 12 Mart’ı getiren belirleyici neden olan bu olgu, 1960’lı yıllar boyunca süren bir yükseliş olarak kendini göstermişti. Küba ve Vietnam halk hareketleri, 1968 olaylarının yaratıcısı öğrenci gençliği doğrudan politik bir ortamın içine sokmuştu. Ama durum salt öğrenci gençlikle sınırlı değildi. İşçi sınıfı kendisi için bir sınıf olma yönünde ilerliyor, sarı sendikacılık engelini belli ölçülerde aşıyor, doruk noktasına 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde ulaşan grev ve direnişler birbirini izliyordu. Öte yandan topraksız köylülerin toprak işgalleri ve emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla durumu bozulan küçük üreticilerin hareketleri de önemli gelişmelerdi. Bu süreç, 1970’e gelindiğinde önce örgütü doğuracak ve proletarya ile onun müttefiklerinin partisi THKP-C, ezilen sınıf ve katmanlar adına iktidar savaşına başlayacaktı. Aynı dönem, THKO’lu devrimciler de silahlı mücadeleye başlıyordu.
Bu arada söz konusu atmosfer, bir küçük burjuva radikal hareket olarak cuntacılığı doğurmuş ve silahlı kuvvetler içinde ulusal özellikleri güçlü darbeci eğilimler yaygınlaşmıştı. Bu da Oligarşi için başka bir tehlike anlamına geliyordu.
Hızla gelişen işbirlikçi sanayi burjuvazisi bir yandan ekonomik yapıdaki gelişimine koşut olarak siyasal üst yapıda daha etkin temsilini isterken öte yandan özellikle 70 yılında ilk belirtilerini gösteren, stokların artışı ve üretimin pazarlanamamasından kaynaklanan bunalımın çözümü için yeni düzenlemeler dayatıyordu. Ancak bu düzenlemeler, Oligarşi içi diğer kesimlerin çıkarlarını sarsacağından, AP, içerdiği diğer sömürücü kesim temsilcilerinin baskıları nedeniyle bunu gerçekleştiremiyor, işbirlikçi sanayi burjuvazisinin isteklerini karşılayamıyordu.
İşte, toplumsal kabarış devrimci eylem başta olmak üzere emperyalizmin siyasal ve ekonomik beklentilerine AP’nin karşılık verebilmekten uzak olması, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yararına Oligarşi içi güç dengelerinde düzenleme gereksinmesi ve ordunun içinde zaman zaman tehlikeli çıkışlar yapabilen küçük burjuva radikallerinin tasfiyesiyle odunun “arındırılarak” faşist kurumlaşmanın tamamlanabilmesi.. olguları nedeniyle 12 Mart açık faşizmi gündeme getirilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken soru, 12 Mart Cuntası’nın bu sorunlara ne ölçüde karşılık verebildiği sorusudur, ve elbette, yeni sömürge bir ülkede gerçekleştirilebilecek sınırlarda karşılık vermiştir.Her şeyden önce, emperyalizm ve Oligarşi için bastırılmış, devrimci dalganın kabarışı -geçici de olsa- durdurulmuştu. 12 Mart açık faşizminin estirdiği yoğun baskı ve terör, suni denge olgusunu Oligarşi lehine güçlendiriyor, örgütlenme ve mücadele geleneği olmayan, henüz öncüsüyle bağlarını kuramamış durumdaki işçi sınıfı, köylülük ve küçük üretici, estirilen bu yoğun baskı ve terör ortamında 12 Mart öncesi hareketliliğini yitiriyordu. Tutuklamalar ve işkence toplumsal bir olgu durumuna geliyor, her düzeyde muhalefet şiddet uygulanarak bastırılmaya çalışılıyordu. 12 Mart açık faşizminin gazabından, ilerici aydınlar, yazarlar, üniversite profesörleri de nasibini alıyor, bunların bir çoğu sudan gerekçelerle tutuklanarak cezaevine kapatılıyordu.
17-18 Mayıs 1971 balyoz operasyonlarında toplumun her kesiminden 4000 kişi gözaltına alınıyor, bunu izleyen sıkıyönetim döneminde gözaltı ve tutuklamaların sayısı 20.000’e ulaşıyordu. Baskı ve terör kısa sürede etkisini gösteriyor, 12 Mart faşist hareketinden “yeni bir 27 Mayıs” beklentisi içinde olan revizyonist-reformist çevrelerin “cunta” beklentileri çok acı bir biçimde bozguna uğruyor, faşizme karşı mücadele eden yalnızca iki örgüt kalıyordu: THKP-C ve THKO.
Proletaryanın öncü örgütü THKP-C ve THKO’nun eylemleri, 12 Mart açık faşizmini teşhir etmeye, onun gerçek yüzünü halk önünde açığa çıkarmaya başlamıştı. Ne var ki THKP-C, henüz oluşum halindeki yapısı ve deneyimsizliği nedeniyle askeri yenilgiye uğruyordu. Ancak geride büyük bir potansiyel bırakmışlardı. Askeri bir yenilgi almış olan partimiz THKP-C, geriye merkezi yapılanmanın yeniden sağlanması ve savaşın kaldığı yerden sürdürülmesi görevlerini bırakacaktı.
12 Mart açık faşizminin ilk uygulamalarından biri, işçi sınıfını Oligarşik Dikta karşısında tümüyle etkisiz hale getirmek olmuştur. Grevler, sendikal faaliyetler, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı vb. hiçbir zaman çıkmayan “izne” bağlanmış, sendikalar etkisizleştirilerek sınıfımızın 60’lı yıllar boyunca sürdürdüğü mücadeleyle elde ettiği kazanımlar tersine çevrilmiştir. 12 Mart açık faşizminin “izne” bağlayarak fiilen işlemez hale getirdiği grev ve toplu sözleşme hakkı kullanılamıyor, işçi sınıfının gerçek ücretleri devalüasyon ve hızlı fiyat artışı sonucu, 71-73 yılları arasında %40 oranında düşüyordu.
Topraksız aile oranı, DPT’nin bir araştırmasına göre, 1973’te %22’ye ulaşmıştır. Gelir düzeyi en az geçim ölçüsünün altında olan ailelerin toplamı %38 dolaylarındadır. Bu oran kırsal kesimde %56’ya ulaşır. (15) Gelir dağılımındaki farklılık, 71-72 yılları arasında son yılların en üst boyutlarına çıkmıştır.
12 Mart’ın bir görevi de, 60’ların sonunda sermaye çevrelerinin dillerine doladıkları “anayasa değişikliği” idi.
50’li yılların, sanayi burjuvazisinin gelişimini dizginleyen üst yapı kurumları ve bunların tıkanan bürokrasisi, sermaye çevreleri için bir tıkaç olarak görülüyordu. Sermayenin gelişimi için bu tıkacın çıkarılması gerekiyordu. 61 cuntasını izleyen dönemde burjuvazi bu dönüşümleri gerçekleştirmiştir. 61 sonrası dönemde ise sermaye çevreleri geçmiş baskı dönemlerinde bunalan halkı kendisine yedekleyebilmek için sahte bir demokrasi maskesi takmış, “özgürlükçü” bir anayasa hazırlanmasına ses çıkarmamıştır.
Ancak 60’ların sonuna doğru toplumsal muhalefetin yükselişiyle burjuvazi bu sahte demokrasi maskesini bir tarafa bırakmış ve giderek artan bir şekilde anayasadan yakınmaya başlamıştır.
12 Mart’ın hemen ardından burjuvazi, anayasa değişikliği isteklerini daha açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştır. 12 Mart’tan birkaç gün sonra yapılan ‘1072 Türkiye’si ve Reformlar’ konulu bir açık oturumda sermaye çevrelerinin sözcüsü, burjuvazinin bu isteğini şu sözlerle dile getirir;
“Savunduğum disiplinli ekonomiyi yürütebilmek için belki anayasamızda gerekli düzenlemeleri yapmak gerekebilir. Ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyiz. Fakat 1961 Anayasamız Batı Avrupa’nın bir çok ülkelerine model olacak ilerililikte kaleme alınmıştır. Eğer bunda ekonomik gelişmemizi aksatan bazı maddeler varsa, bunları cesaretle ele alıp düzeltmeliyiz.” (16)
Yine aynı oturumda, sermaye çevrelerinin bir diğer sözcüsü Zeyyat Hatipoğlu, 61 Anayasa’sının çalışan kesimlere tanıdığı örgütlenme hakkına yönelik tepkiyi şu sözlerle ifade ediyordu:
“Sosyal düzenimizin, ekonomi ve devlet düzenimizin her aşamasında örgütlenerek baskı grubu oluşturmak ve toplumu bu örgütlenmiş grubun kıskacı altına almak suretiyle, şimdi içinde bulunduğumuz fertlerin ekonomik özgürlüğüne dayanan rejimde kalkınmanın mümkün olamayacağını bilmek gerekir. (…) Yalnız sanayiciler değil, işçiler, devlet memurları, öğretmenler, öğrenciler, hatta kapıcılar örgütlenmişti. Bu örgütlenme böyle devam ettiği taktirde bu rejim yürümez. (…) Türkiye’nin en önemli meselesi bu örgütlenmelerin sınırını gayet iyi bir şekilde tesbit etmek ve ekonomik zorunluluklara göre hukuki sınırlar koymaktır.” (17)
Şimdi bunlara bir de 12 Mart açık faşizminin ilk başbakanı Nihat Erim’in anayasa ile ilgili sözlerini eklersek, 12 Mart yönetiminin sermaye çevrelerinin güdümündeki niteliğini kavramak açısından yararlı bir karşılaştırma olacaktır. Nihat Erim, sermaye çevrelerinin bu isteklerini dile getirmelerinin ardından, 2 Mayıs 1971 günü yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu.
“Türkiye Anayasası bir çok Avrupa ülkelerinin anayasalarından daha liberal bir anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasada bir değişiklik yaparak, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde suistimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız.”
Görüldüğü gibi sermaye çevrelerinin anayasada istediği değişiklikler, 61 Anayasası’nda yer alan, emekçi kesimlerin lehine olan maddelerdir. 12 Mart döneminde bunlar büyük ölçülerde törpülenmiş, yapılan değişikliklerle, orduya sivil yönetimler karşısında belli bir “özerklik” sağlanmış, askeri yargı organları, sivil yargı organlarından tümüyle koparılmış, ordunun elindeki devlet mallarının denetlenmesine “gizlilik” prensibi eklenmiş, MGK’nın durumu güçlendirilmiş, sıkıyönetim ilanı kolaylaştırılmıştı. Yürütmenin gücü arttırılmış, zaman zaman sermaye çevreleri için büyük sorunlar yaratabilen Anayasa mahkemelerinin iptal ettiği bazı kararlar anayasaya yeniden eklenen maddelerle yürürlüğe konmuş, küçük siyasal partilerin Anayasa Mahkemesi’ne başvurma olanakları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı şekilde Bakanlar Kurulu “vergi ödevinin” saptanması konusunda yetki sahibi kılınmış, kanun hükmünde kararnameler çıkarabilme yetkisiyle donatılmış, Meclis’in gensoru yetkisini kullanma şekli sınırlandırılmıştır.
Temel hak ve özgürlükler alanında oldukça esnek hükümler getirilerek, sudan sebeplerle bu özgürlüklerin sınırlandırılabilmesi mümkün hale getirilmiş, memurların sendika kurabilmeleri, üniversite öğretim üyelerinin ve yardımcılarının siyasi partilere üye olabilmeleri yasaklanmıştır. Yapılan bu değişikliklerle “kuşa çevrilen” Anayasa, bu haliyle bile sermaye çevrelerince “yeterli” bulunmamıştır.
12 Eylül açık faşizmiyle yeniden gündeme getirilen değişikliklerle Anayasa, 1982’de 12 Mart’tan çok daha geri bir niteliğe sokulmuştur. Çünkü 75-80 sürecinde, devlet kurumlarının artık yalnızca başlıcalarının değil, tamamının faşistleştirilmesi, faşist kurumlaşmanın bir bütün olarak gerekli olduğu Oligarşi tarafından anlaşılmıştı. MHP’nin yarattığı taban, faşizmin kurumlaşmasının gereksindiği kadrolaşma sorununa karşılık verecek ve 12 Mart döneminde yarım bırakılan faşizmin kurumsallaşma süreci, gerçek anlamıyla 12 Eylül döneminde tamamlanacaktır.
Olayın bir diğer boyutunu, yapılacak değişikliklerle ordunun faşizmin öğeleriyle her yönden donatılması oluşturuyordu. O dönemde aydın çevrelerin ve çeşitli küçük burjuva radikal akımların “yeni bir 27 Mayıs” rüyasıyla propagandasını yaptıkları “cuntacılık” teorilerini iyi bir fırsat olarak kullanan faşizm, ordunun yönetime el koymasında zorlukla karşılaşmıyordu. Ama darbenin hemen ardından içlerinde üst rütbelilerin de bulunduğu çok sayıda subayın tasfiyesiyle “ilerici cunta” rüyalarına yanıt verilerek ordunun faşistleştirilmesi işlemi tamamlanıyor, alınan önlemlerle (Harp Okulu ve Akademileri’ndeki öğrencilere yönelik yoğun ideolojik enjeksiyon ve subay adaylarının sicilinin denetlenmesi, vb.) bu duruma süreklilik kazandırılıyordu. Artık ordu her koşulda faşist niteliğini koruyacak bir kimlik kazanmıştı.
Bu durumda bütçe içinden orduya aktarılan fon “rekor” düzeylere çıkıyor, büyük harcamalarla silahlanma hızlandırılıyor ve emperyalist silah tekelleri doyuruluyordu. Ayrıca ordu ile tekelci burjuvazinin birbirlerine eklemlenmesi hızlandırılıyordu. 12 Mart’ın ardından Hava ve Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarına sermaye çevreleri 12 Mart yönetimine “şükran borçlarını” ödüyordu. O dönemde ordunun üst kademelerinde yer alan çok sayıda subay emekli olduktan sonra bankaların ve tekellerin yönetim kurullarına alınıyordu.
Oligarşi içi çatışmanın çözümlenme sorununda işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemlerinin tümüyle karşılandığı söylenemez. Her şeyden önce kapitalizmin çarpık yapısı tefeciliği besleyen bir kaynaktır. Emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla kırlarda feodal ilişkilerin göreceli olarak parçalanması, kır tefecisini daha da güçlendirmişti. Kentlerde ise borsa tefeciliği ve ithal ikameci ekonomik yapının girdi sorununa çözüm bulan kaçakçılık, yaşamayı sürdürdü.
Büyük toprak sahiplerinin tasfiyesini amaçlayan, o güne kadar Mecliste defalarca gündeme getirilen, ancak hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen Toprak Reformu sorunu 12 Mart 1971’den sonra yeniden gündeme alınıyor, fakat mecliste tartışma halindeyken, büyük toprak sahiplerinin baskı ve engellemeleriyle karşılaşıyordu.Büyük toprak sahipleriyle onların denetiminde bulunan Ege Çiftçiler Birliği, Türkiye Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu, Türkiye Ziraat Odaları Birliği gibi odalar ve birlikler, toprak reformu aleyhinde kampanya yürütüyor, toprak reformunu “Komünizme giden yol” olarak ilan ediyordu.
Bu baskılar sonucu tasarı daha ön hazırlık evresinde Millet Meclisi komisyonunda değişikliklere uğruyor, büyük toprak sahipleri lehine sınırları esnetiliyordu. Sonuçta büyük toprak sahiplerinin baskıları dolayısıyla 3 Aralık 1971’de tasarının savunucularından Atilla Karaosmanoğlu, Sadi Koçaş grubu istifa etmek zorunda kalıyordu.
İkinci Erim Hükümeti’nin yeniden ele aldığı tasarı ise anlamını iyice yitirmişti. Buna karşın bu anlamını yitirmiş tasarı üzerinde birçok oylamalar oldu ve sonuçta tasarı iyice güdükleşerek meclisten geçti. Güdükleştirilmiş bu tasarının 73 yılında pilot bölge seçilen Urfa’daki uygulama girişimleri büyük toprak sahiplerinin karşı koymaları ile hiçbir sonuç elde edilemeden Meclis’in tozlu raflarına kaldırılıyordu. 73 seçimlerinin yaklaşmasıyla tarım kesiminin oy potansiyeli üzerindeki etkisi devreye giriyor, buğdayda %20, pamukda %65 artışla hemen bütün ürünlere yüksek taban fiyatları getiriliyordu.
Bütün bunlara karşın işbirlikçi burjuvazi pek çok önemli sorunu çözmüş, kaynak gereksinimini devletin verdiği teşvik primleri ve fonlardan büyük ölçüde sağlamıştı.
12 Mart’tan sonra işbirlikçi tekelci burjuvaziye, 71 yılında 311 firmaya 25 milyar, 73 yılında 512 firmaya 45 milyar, 74’de 473 firmaya 50 milyar olmak üzere, birkaç yıl içinde toplam 120 milyar tutarında teşvik veriliyordu.
İhracat yapan sanayi kuruluşlarına ise 71’de 385 milyon, 72’de 718 milyon, 73’de 1 milyar 53 milyon tutarında vergi iadesi veriliyordu. 71 başında 45 milyar olan kredi hacmi, 74 sonunda 110 milyarı aşıyordu. 70-73 döneminde 34 yabancı firma 100 milyon tutarında satış kredilerinden yararlanıyordu. 71 sonunda 132.9 ve 72 sonunda 462.7 milyon dolara ulaşan dövize çevrilebilir mevduat, işbirlikçi burjuvaziye 6 milyar civarında ek kredi olanağı getiriyordu.
Bu arada yüksek oranlı devalüasyonun ülkeye çektiği işçi dövizlerini, işbirlikçi burjuvazi kendi hammadde, ara malları ve yatırım malları gereksinimi için kullanıyor, aynı şekilde ülkeye gelen bu dövizlerin, yurt dışındaki işçilerin ülkedeki ailelerinin eline geçmesi ve bu ailelerin dayanıklı tüketim maddelerine yönelmesiyle, sanayinin Pazar gereksinimi sınırlı ölçüde de olsa çözüyordu.
Kaba bir biçimde parlamentarizmle maskelenmeye çalışılan 12 Mart açık faşizminin bir diğer boyutunu da anti-komünist bir kültürel ortam yaratma çabası oluşturur. Ancak bu uygulama uzun ömürlü olmamış ve açık faşizmin, kitle iletişim araçlarını yoğun bir biçimde kullanmasına karşın, sol düşünce, kültür ortamı üzerindeki etkisini yitirmemiş 12 Mart sonrasında yeniden hızla yaygınlaşmış, THKP-C’nin geniş potansiyeli de bu gelişmeye uygun bir zemin oluşturmuştur.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi 12 Mart’tan önemli kazançlar elde ederek çıkmış, 12 Mart döneminin sonuna doğru, Oligarşi içi diğer çevrelerin baskıları sonucu kısmen gerilemiş olsa da ekonomik ve siyasal yapıyı büyük ölçüde kendi isteklerine göre düzenlemiş, gerçek görev olan toplumsal muhalefetin ezilmesine bağlı olarak, orduyu daha fazla yıpratmamak, toplumsal basıncı arttırmamak amacıyla yeniden parlemantarist yöntemlere dönülmüş ve bundan sonrası için toplumsal muhalefeti bastırmada CHP ve MHP etmenleri öne çıkmıştır.
Burada CHP’nin rolü sol potansiyeli dumura uğratmak, MHP’nin rolü ise bir yandan sivil faşist terör aracılığıyla kitleleri yıldırmak diğer yandan da sol potansiyelin karşısına anti-faşist mücadele sorununu dikerek direkt iktidara yönelik savaşın önünde bir emniyet sübabı olmak, provakasyonlarla toplumsal tavrın yükselişinin yönünü saptırmaktır.
İşbirlikçi burjuvazi 12 Mart’ta elde ettiği bu kazançlarla yetinmek zorunda kalmış, çözülemeyen diğer sorunlarını ise, 70’li yıllarda 12 Mart’ın getirdiği düzenlemelerin de etkisiyle güçlenerek gireceği 12 Eylül açık faşizmine ertelemiştir.
Dipnot Ve Kaynaklar
(11) Bu dönüşümün ilk adımları 12 Mart’la atılmış ancak hem oligarşi içi sömürücü kesimlerin mücadelesinin durumu hem de ülkedeki faşist kurumlaşma tam olarak sağlanamamış olduğundan tekelci burjuvazi ekonomik ve toplumsal yapıda hakimiyetini tam olarak kuramamış, gerekli dönüşümleri sağlayamamış, sonuçta 12 Mart tekelci burjuvazi için tam bir başarı olamamıştır. Bu sorunlar bir kambur olarak 12 Mart’ı izleyen dönemde de varlığını sürdürmüş, daha sonra 12 Eylül 12 Mart’ın yapamadıklarını yapmak için tezgahlanmış ve 12 Mart’ın tamamlayıcısı olmuştur.
(12) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor. C.5
(13) Türkiye’nin NATO’ya üyeliği ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesinin bir başka örneği olmuştur. İlgili bölümde belirttiğimiz gibi Türkiye 1949 yılında NATO’ya başvuruyor, ancak İngiltere ve Fransa’nın itirazları nedeniyle başvuru sürüncemede kalıyordu. Fransa ve İngiltere’nin karşı çıkış nedenleri ise Türkiye’ye emperyalist sistemin askeri örgütlenmesinin dışında tutmak değil, Türkiye’deki ekonomik, siyasal ve toplumsal şekillenmenin gelişme düzeyinin ileri kapitalist ülkelerle uyum içinde olmamasının yanı sıra, özelde İngiltere’nin daha önce koyduğumuz şekilde bölgeye ilişkin farklı programlarında Türkiye’ye biçtiği rol oluşturuyordu. Bu nedenle Türkiye’nin NATO yerine bağımlılık ilişkileri içindeki Ortadoğu ülkelerinin oluşturacağı bir pakt içinde yer alması düşünülüyordu.
Ancak NATO’ya girmeyi “Batılı” bir ülke olmanın vazgeçilmez bir koşulu olarak gören Türkiye yönetimi bu uğurda emperyalist ülkelerin gözüne girebilmek için Kore Savaşı’na asker gönderiyor ve yüzlerce askerin ölümü pahasına NATO’ya alınarak ödüllendiriliyordu.
Söz konusu ödülün Gerçek içeriği neydi? NATO’da tek bir ABD askerinden üçbin kat daha fazla harcama yapılıyor ve Türkiye’ye ABD yardımı olarak verilen hemen her şey NATO standartlarına göre hurdaya çıkmış şeyler oluyordu. Böyle bir malzemenin kullanılması bile ikili anlaşmalara göre ABD’nin istediği şekilde oluyordu. Ülkemizin emperyalist kapitalist sistemin askeri yapılanmasına eklemlenmesi kısaca bu yüz kızartıcı koşullar altında gerçekleşmiştir. Konunun bütün boyutları elbette derinlemesine incelendiğinde bu kadar değil. Ancak daha önceki bölümlerde etraflıca ve derinlemesine boyutlarıyla ele aldığımızdan burada sadece birkaç yönüyle vurgulamada bulunuyoruz.
(14) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor, C5.
(15) “Türkiye Ekonomisi”, Yakup Kepenek.
(16) “İki Anayasa”, Bülent Tanör.
(17) Bülent Tanör, age.