AÇIK FAŞİZM SÜRECİNDE TÜRKİYE
İçindekiler:
A) 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU
B) CHP’NİN DURUMU
C) KIBRIS OLAYI, NEDENLERİ VE SONUÇLARI
D) AP-MSP-MHP-CGP HÜKÜMETİ
AÇIK FAŞİZM SÜRECİNDE TÜRKİYE
A) 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU
12 Mart askeri faşist diktatörlüğünün istenilen sonuca tam anlamıyla ulaştığı söylenemez. İki yıl boyunca istikrarlı bir hükümet bile kuramayan askeri yönetim bu süreçte, devrimciler başta olmak üzere ülkenin sol yelpazesinde yer alan her kesime saldırmaktan, toplumu sindirmeye çalışmaktan, işçi ücretlerini geriletmekten, taban fiyatlarındaki artışları durdurmaktan ve 1961 Anayasası’nda bazı değişiklikleri gerçekleştirmekten başka bir şey yapamamıştır. Sermayenin kendi iç çelişkilerinin çözümü ancak kısa bir süre için törpülenebilmiştir.
Oligarşik iktidar, siyasal planda kendi iç çelişkilerine ciddi çözümler getiremezken, askeri faşist yönetim aracılığıyla, işçi sınıfının sendikal haklarını gasp etmiş, DİSK’i kapatmış, ilerici yurtseverleri cezaevlerine doldurup, kendisi için en tehlikeli muhalefet hareketleri olan silahlı devrimci kesimi imhaya yönelmiştir.
THKP-C ve THKO’ya yönelik operasyonların özü yok etme biçimini almış, önder ve militan kadrolar katledilmiş, üçü idam sehpasına gönderilip, büyük bölümü cezaevlerine doldurularak, ağır işkencelerden geçirilmiş, ağır cezalara çarptırılmıştır.
Diğer birikmiş çelişkiler yumağının sorunları karşısında çaresiz kalan oligarşik iktidar bloğu, bu sorunlarını erteleyerek, 1970’li yıllara devretmiştir. Hem de toplumun üzerinde faşizmin yaratmış olduğu bütün olumsuzluklarla birlikte… Yapılan anayasa değişikliklerine ve ilerici yurtsever, devrimci militan çizgiye verilen gözdağına rağmen, 1973 sonrasında, devrimci – demokrat – yurtsever hareketlerle birlikte, işçi sınıfı ve kitle muhalefetinin hızı artmış, daha güçlü ve kitlesel bir canlılık oluşmuştur.
12 Mart açık faşizmini çözüm olarak gören işbirlikçi tekelci burjuvazi, bu sorunların sancılarını 1970 sonrasında tüm yakıcılığıyla hissetmiştir. Parlamenter faşizm uygulamasının sürdüğü bu dönemde burjuva siyasal partiler istikrarsızlıklarını her alanda sergilemişlerdir. Bu durum kısa aralıklarla çöküşlerinin, yürütmeye ilişkin çözümsüzlüklerin dönemsel temelini oluşturmuştur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, 12 Mart’ın hemen ardından yüzyüze gelmiş olduğu sorunlar karşısında zayıf ve güdük önlemlerle yetinmek zorunda kalmıştır. Hala bir yandan işçi sınıfının ve öteki toplumsal güçlerin bastırılma sorunlarıyla karşı karşıyadır. öte yandan oligarşik ittifakın içinde önemli bir yer tutan büyük toprak sahipleriyle sanayi burjuvazisinin gerisinde kalan ve ülkenin az gelişmişliği nedeniyle var olabilen kesimler ile de mücadele etmek durumundadır. Bu konumlanışı, problemlerin soluk alabileceği tarzda çözümünü zorluyordu. Sorun nitelik olarak eskisinin aynıydı, ama 1970’li yıllarda aldığı siyasal ifade biçimi bir önceki döneme göre de farklı bir takım özellikleri de birlikte getirmişti.
1970’li yıllar sonrasında, AP bir kez daha oligarşi bloğunu oluşturan sınıf ve katların yanı sıra işçi ve emekçi köylü kitlelerin de potansiyeline oturmaya soyunarak, din ve sivil faşist militer olgular temelinde oy toplamış, diğer partileri yedeğine almıştır. CHP ise işbirlikçi tekelci burjuvaziye, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin oy desteğinde, çıkarları sanayi kapitalizminin gelişimiyle çelişen büyük toprak sahiplerini ve diğer kat ve sınıfları geriletme alternatifini sunuyordu.
1973 sonrasında bir kez daha yükselen devrimci hareketlenme ve kitle muhalefetinin sivil faşist terör eylemleriyle bastırılıp sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda, bu yeni kamplaşma olgusu, (siyasal üst yapının nesnel biçimlenmesi anlamına gelmese de) toplumsal muhalefet kesimlerinin ses bulması tarzında değerlendirilmelidir.
Oligarşi, siyasal bunalımına geçici çözümlerin peşinde koşarak, çeşitli burjuva partileri aracılığıyla koalisyon hükümetlerini denemiş, parlamenter faşizmin uygulandığı bu dönemde, toplumsal ve ekonomik sorunlara çözüm bulamamış, çözüm olarak gündeme getirdiği her yeni uygulamanın kısa zamanda yıpranıp tıkanması dolayısıyla siyasal planda bir açmazlar zinciri yaşamıştır.
Emperyalizmin denetimindeki politikanın gönüllü uygulayıcısı işbirlikçi tekelci burjuvazinin partiler üzerindeki politikaları sonucu, bu partiler hızla oy tabanlarından uzaklaşmışlardır. Devrimci hareketin nicel gelişimi, silahlı mücadelenin yaygınlık kazanması, milli krizin derinleşmesine ve suni dengenin kitleler lehine zayıflamasına yol açmıştır.
1977 sonrası yaşanan derin ekonomik bunalım ve açmazlar, işbirlikçi burjuvazinin ve ittifaklarının, önlerindeki engelleri çıplak bir biçimde görecekleri ve bunalımlarının çözümünün ertelenemez boyutlar kazandığı bir aşamaya ulaştı. Sermayenin eski birikim sağlama olanaklarının önü tıkanmış ve artık kısa vadede farklı seçenekleri ardı ardına gündeme getirmek zorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla, Türkiye kapitalizminin “yeni bir doğrultuda” gelişebilmesi için egemen ittifaka yeni “çözümler” gerekiyordu. Bu yol üzerinde, emperyalizmin istemleri ve çıkarlarıyla ortak paydalarda çakışan işbirlikçi tekelci burjuvazi, uzun vadeli-aşamalı planlar içine girmiştir.
Yükselen devrimci mücadele ve emekçi sınıfların genişleyen hareketliliğinin 12 Mart açık faşizmi döneminde olduğu gibi geçici olarak bastırılması doğrultusundaki çözümler, oligarşik iktidar açısından artık doyuruculuğunu yitirmişti. Çünkü 1973’ten itibaren sivil faşist terör çeteleriyle, MİT, kontrgerillanın ortak organizasyonunda gerçekleştirilen sindirme taktikleri geri tepmiş, karşıtını geliştirmiştir.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi, sistemin bir bütün olarak yeniden “düzenlenmesi”nin gerekliliğinin, kendisi açısından bir dayatma haline gelmekte olduğunu görmüştür. Geçici önlemlerle ancak belli bir zaman diliminde “idare edebileceğini”, burjuva siyasal önderliğin bölünerek o süreçteki yetkinliklerinin de felce uğrayacağını anlayarak, genel bir panik yaşamıştır.
1979 İran İslam Hareketi’nin patlak vermesi, hem ABD emperyalizmini ürkütmüş hem de yerli müttefiklerini tedirgin etmiştir. Emperyalizmin Ortadoğu’daki sac ayaklarından biri konumunda olan Şahlığın devrilmesi sonucunda, ülkemizin emperyalizmin gereksinmeleri açısından önemi artmış ve bu planda daha fazla yüklemin öznesi olmak durumunda kalmıştır. ABD, bu görevi bir an önce devralması için ülkedeki düzenin yeniden sağlanması, güçlendirilmesi, sistemin onarılması gerektiğini hissetmiş, “Güçlü bir Türkiye” arzusunu gündem tahtasına asmıştır.
Türkiye toplumsal yaşamında o güne kadar ekonomik ve siyasal baskıların çeşitli biçimleri yaşanmış olmasının yanı sıra, 12 Mart açık faşist darbesiyle yönetim devresine giren ordu, toplumun geniş emekçi kesimlerinin yaşamını yeni bir karanlığa gömmüştür. Türkiye kapitalizminin emperyalizmin güdümündeki çarpık gelişimi, yeni-sömürge kapitalizmi özellikleri kapsamında, devlet aygıtının sürekli baskı unsuru olmasını ve faşizmle özdeşleşmesini beraberinde getirmiştir.
12 Mart, Türkiye’de , faşizmin yeni bir biçim denediği dönemdir. Faşizm açısından esas olan, devrimci ve ilerici hareketlerin gelişmesine olanak sağlayan görece demokratik ‘özgürlükleri’ kaldırmak, işçi sınıfının devrimci sendikal ve siyasal hareketinin gelişmesini önlemek, onu müttefiki olan sınıfı ve katlardan tecrit etmektir. Programlarını, parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları yüzeysel işleyişleriyle de olsa koruyarak gerçekleştirebileceği zaman, kimliğini bir ölçüde de olsa maskeleme olanağı bulmakta, uygulamalarını bu şekilde sürdürmektedir.
12 Mart açık faşizmi, yönetimde cunta şeklinde cisimleştikten sonra, ilk yönelim olarak, ülkemiz koşullarında iktidara karşı savaşımın yeni ve ihtilalci hattı olan THKP-C ve onun yanı sıra THKO’yu seçmiştir. Bu hareketlerin başlatmış olduğu siyasal şiddetin biçimi olan gerilla savaşından birinci derecede etkilenen oligarşi, ülkenin özellikleri dolayısıyla, varlığını yalan, demagoji ve aldatma temeline dayamıştır.
Kitleler nezdinde, devrimci hareketlerin mücadelesinden ötürü teşhir olmaya başlamasının; varlık koşullarını yitirmeye başlamasının, ayağının altındaki zeminin kaymaya başlaması anlamına geldiğini bildiği için, devrimci güçlerin yok edilmesi yolunda bütün militarist, faşist kurum ve olanaklarını seferber etmiştir.
Emperyalizm ve oligarşi, bu dönemde ne yazık ki silahlı mücadeleyi kısa bir süre için de olsa kesintiye uğratabilme başarısını kazandı. İkinci olarak, devrimci hareketle birlikte işçi sınıfı ve emekçi köylü kitlelerinin uyanışını yine aynı şekilde boğma ve bu kesimlerin hareketliliklerini ezme programını gündeme sokabildi. 12 Mart açık faşist diktatörlülüğünün yarattığı sonuçlar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin gereksinimlerinin yanı sıra, ABD emperyalizminin ülke içindeki yerleşim seyriyle de bire bir çakışmış ve böylelikle yeni sömürgelere özgü, sömürge tipi açık faşizm uygulaması kurumlaştırılmıştır.
– 12 Mart açık faşist diktatörlüğü aracılığıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yararına, diğer tüm sınıf ve katların zararına gelişmeler sonucunda, egemenliğin çıkarlarına uygun bir şekilde çözüm bulunamasa da soluk aldırılmıştır. Gereksinimlere uygun olarak, kısmi bir reorganizasyon süreci yaşanmıştır.
– Silahlı mücadelenin etkileri nedeniyle zayıflayan suni dengeyi yeniden onarıp, pekiştirmenin koşulları yaratılmıştır.
– Geçici de olsa, oligarşi içi çelişkileri erteleme olanağına kavuşulmuştur. Bu süreçte işbirlikçi tekelci sermayeye etkinlik kurabilmesinin olanakları sağlanmıştır.
– Devlet yapısı içindeki feodal toprak sahiplerinin etkisi azaltılmıştır.
– Ordu içindeki radikal personel tasfiye edilip, ordu gerçek bir iç savaş ordusu haline getirilmiştir.
12 Mart açık faşizminin kendine sağladığı olanakları iyi değerlendiren işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri, oligarşinin diğer kesimlerinin iktidardaki etkilerini zayıflatmış, kendi yararına bir dizi önlem alınmasını sağlamıştır. Oligarşi, baskı yöntemlerini pervasızca kullanarak işçi sınıfının öncülerini saf dışı bırakmış, sömürüyü katmerleştirerek, tekel kârlarını azami düzeye çıkarmıştır.
12 Mart açık faşizmiyle birlikte oligarşi lehine genel planda tatmin edici gelişme sağlanamasa da özellikle işbirlikçi tekelci burjuvaziye, Türkiye’nin politik ve toplumsal yaşamında daha etkin olmasının yollarını açmıştır.
Açık faşizmin uygulanışından en önde ve tüm aktivasyonuyla görev yapan Türk Ordusu, halkın gözünde o süreç içinde caydırıcı bir etki sağlamakla birlikte geleneksel güven ve sempatisi zedelenmiştir. Dolayısıyla, ordunun daha sonraki dönemlerde ihtiyaç duyulacak fonksiyonları açısından, halkın yeniden sempatisini kazanabilmesinin yolları aranır hale gelmişti.
Ordunun yürütme, yasama ve yargılama işleyişleri üzerindeki rolünün bir an önce azaltılması, yeniden sömürge tipi faşizmin diğer biçimine hızla geçilmesi, askerlerin perde gerisindeki konumlarına çekilmesi hem gereksinim, hem zorunluluk olarak değerlendirilmiştir. Cuntanın denetiminde dönemin ekonomik-politik sorunlarını çözmekle görevlendirilen ‘sivil hükümetler’ kurdurularak, 12 Mart faşizmi meşru kılınmaya çalışılmıştır.
26 Mart 1971’de Nihat Erim’in başbakanlığında 1. Erim Hükümeti kurdurtulup, dönemin ekonomik, politik sorunlarının çözülebilmesi savıyla yasal düzenlemelere gidilmiştir. Bilindiği gibi işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemi, toprak sahiplerinin iktidar bloğundan dışlanıp, “toprak reformunun” yapılmasıydı. Ancak her şeye rağmen egemen olmayan tekelci burjuvazi, toprak sahiplerinin büyük direnciyle karşılaşmıştır ve problem çekmeceye geri konulmuştur.
Bu ortam ve birbirini dışlayan, çatışan istemler, iktidarın yönetsel erk olarak ta, egemen sınıflar olarak ta iç siyasal bunalımının artmasına neden olmaktaydı. Fakat asıl “büyük tehlike”, hızla kitleler üzerinde daha fazla etkiye sahip olmaya başlayan silahlı devrimci mücadelenin devamlılığından kaynaklanan sorundur. 1. Nihat Erim Hükümetleri, bu önemli sorunları çözümleyemediği için, hem halkın gözünde, hem de oligarşi nezdinde çok kısa sürede yıpranarak, 3 Aralık 1971 günü istifa etti.
Hemen peşinden yeni bir denemeye girişilip, 11 Aralık 1971 günü II. Nihat Erim Hükümeti kurdultuldu.
Türkiye’nin ciddi birikimlerle yoğunlaşmış ekonomik, politik boyutlu sorunlarının çözümü iddiasıyla görev alan Nihat Erim Hükümetleri, açık faşizmin tüm desteğine ve olanaklarına rağmen, çözümü öngörülen yeni bir ekonomi-politika uygulayabilmenin koşullarına sahip değildi.
Ülkenin ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, tarihsel özelliklerinin sonuçları ve biçimlenişinden kaynaklanan, işbaşındaki egemen sınıfların bileşimi olan oligarşik yapılanmanın değişimi, ancak ve ancak bu koşulların değişimi, onun yapılanma sürecinde varlık verisi olmuş olguların farklılaşması ile olanaklıydı.Oysa, ülkedeki yapı, bu güçlerin birbirlerini tamamıyla tasfiye edebilmelerini, tek başına işbirlikçi tekelci sermayenin egemenliğini engelliyordu.
II. Nihat Erim Hükümeti, açık faşizmin programatiği kapsamında devrimci mücadele çizgisinin yok edebilmesinin tüm “yasal” çerçevesini düzenleyip, “balyoz” harekatı olarak adlandırılan askeri operasyonlara başlamıştır.
Faşizmin azgınca saldırılarına ve bütün evrensel düzeyde politik saptamalar ışığında nitelikli bir mücadeleye girişen THKP-C (ve yanı sıra THKO) direnci, bu süre içinde askeri bir yenilgiye uğradı. Aynı dönemde, sözde komünistler, sosyalistler, ideolojilerine ve siyasal anlayışlarına uygun tarzda, bavulları eşliğinde faşizme teslim olmuşlardır. Türkiye işçi ve köylü emekçilerinin mücadelelerinin, revizyonizmin pasifizmin insafına kalması nedeniyle, genel sonuç açısından açık faşist teröre karşı direnilememiştir.
Ekonomik planda ise, tıkanıklığın önünün açılabilmesi, özellikle döviz gelirlerinin artırılması gerektiğinden, ABD emperyalizminin önerisiyle, 12 Mart dönemi boyunca geçici tedbirlerle, yarı reorganizasyon güdüklüğü sürdürülmeye çalışılmıştır.
Dünya bankasının 1971 Türkiye Raporu tehlikenin boyutlarını saptıyor ve yapılması gerekenleri sıralıyordu. Rapor:
“…eğer Türkiye gelecekte hızlı bir sanayileşme yapacaksa, sanayileşme politikasının başlıca (temel) amaçları;
a) Koruma engellerinin giderek kaldırılması,
b) Piyasa ekonomisine (AET ile bütünleşme de dahil) hızla geçiş,
c) Sanayileşme önceliklerinin dikkatle, ekonomiye öncelik verilerek yeniden saptanması,
d) Büyüme potansiyeli olan belli madencilik, orman ürünleri, sanayi ve mühendislik-müşavirlik alanlarında yapısal ve kurumsal değişikliklerin hızlandırılması,
e) Yabancı sermaye ve işletmecilik, teknik bilgi ve pazarla bütünleşme gibi konularda, yabancı sermaye holdinglerinin baskısının sağlanması..” ana hatlarını içermekteydi.
Bu politikanın öngörülmesinin başlıca nedenleri; ABD emperyalizminin kendi ekonomisinin askerileştirilmesi, yeni sömürge Türkiye’ye sanayi yatırımlarının yapılmasına ilişkin bir gereksinimi olmaması ve uluslar arası düzeydeki son bunalımdan ötürü güç kaybetmesi, yeni sömürgelere dolar akıtmak istememesidir.
Dolayısıyla uluslar arası finans kurumları aracılığıyla, Türkiye’de daha sistemli bir sömürü mekanizması yaratmanın yollarından biri de, ülke kapılarının AET emperyalizmine de açılması, böylece bir yeni sömürgenin ona yüklediği modern angaryadan bir ölçüde kurtulabilmesidir.
Kısaca, yeni sömürgecilik ilişkilerinin daha ileri boyutlar içinde, yeniden düzenlenip uygulamaya konulması öngörülüyordu. ABD emperyalizminin boynu bükük uydusu işbirlikçi tekelci burjuvazisi ise bu politikayı uygulamaya karşı tümüyle “hazırol” durumundadır.
Böylelikle, Cumhuriyet tarihinin 3. büyük devalüasyonuyla Türk Lirası’nın değeri büyük ölçüde gerçek değerinin altında tutularak, uygulamanın beklentileri önemli oranda karşılanacak, devalüasyonun etkisiyle ihracat artacak ve işçi dövizleri girdileri hızlanacaktır. Ne var ki 1970’in başlarında 2 milyar dolara varan rezerv birikimi, izleyen yıllarda tamamen erimiştir.
Türkiye ekonomisinin bunalımdan çıkabilmesinin olanaksızlığı nedeniyle ülkenin istikrar vaat etmemesi, hükümetlerin peşpeşe düşmesini ve bunların yerine bir başkasının getirilmesini de kaçınılmaz kılmaktaydı. Parlamenter faşizme geçişin taktikleri olarak, halk nezdinde iyice prestij yitimine uğrayan II. Nihat Erim Hükümeti’nin istifa edip, yerine bir yenisinin kurulması programı hayata geçirilmeden önce, bu hükümet üç THKO liderini idam sehpasına göndererek son görevini yerine getirmiş, ve 17 Nisan 1972’de de istifa etmiştir.
22 Mayıs 1972’de ise Ferit Melen başkanlığında yeni bir hükümet kurdurtulmuştur. Oligarşik Diktatörlük, sorunların çözümsüzlüğünün ordunun ya da diğer devlet kurumlarının güçsüzlüğünden değil, işbaşındaki hükümetlerin beceriksizliğinden kaynaklandığını kitlelere kabul ettirmeye yönelik bir propaganda sürecine girmiştir. Melen Hükümeti’nin de kısa sürede yıpranmasıyla, önce hükümetin sadece başbakanı değişiyor, diğer yöneticileri yerlerini koruyorlardı. Bir dönem de bu şekilde idare edildikten sonra, 10 Nisan 1973’te Melen Hükümeti istifa etmiştir. İzleyen günlerde aynı niteliklere sahip olan Naim Talu Hükümeti kurulmuş, ve 1973’ün 16 Aralık’ında da bu hükümet görevden ayrılmıştır.
Nihayet 14 Ekim 1973’te genel seçimlere gidilmiş, bu seçimlerde geçmiş dönemin bütün yıpranmışlığını taşıyan AP, iktidara gelecek sayıda milletvekili çıkartmayı başaramamıştır. CHP ise eskiye oranla seçimden güçlü çıkmasına rağmen, tek başına yürütme erkini ele geçirebilecek sayıya ulaşamayınca, oligarşi’nin etkin güçlerince çeşitli partiler arasında bir koalisyon hükümetinin kurulması öngörülmüştür. Bu doğrultuda 26 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonu temelinde Bülent Ecevit Hükümeti kurulmuştur.
“12 Mart açık faşizminden çıkan Türkiye ekonomik ve politik sorunlarını çözmemiş, aksine daha da yüklü problemlerle yeni bir sürece girmiştir. Her ne kadar demokrasicilik oyununun bir perdesi CHP-MSP koalisyonuyla açılmış olsa da sistemin doğal krizi çözümlenememiş, bunlara 1973 petrol krizi de eklenince, döviz girdilerindeki açık ve dış borçlar giderek yükselmiş, kitlelerin yoksullaşması hızlanmıştır…” (MLSPB 3. Olağanüstü Konferans belgelerinden.)
Tarihin akışı, rejimin istikrarsızlığına, bunalımın çözümsüzlüğüne ve derinliğine ilişkin olarak, emperyalizmin ve oligarşinin hiçbir koşulda kalıcı ve ciddi dönüşümler sağlama şansının olmadığını, ekonomik ve siyasal krizin hafifletmek bir yana, giderek kültürel ve siyasal krizlerle beslenip, büyüyeceğini, bu objektif veriler temelinde tek şansın halka ait olduğunu en fazla bu dönemde göstermiştir.
Parlamenter faşizmin uygulayıcısı olan burjuva siyasal partiler ve hükümetler hukukun burjuva hukuk sistemine, demokrasinin metropollerdeki burjuva demokrasilerine benzemediğini ve artık yeni sömürge demokrasilerinin parlamenter faşizmle özdeş olduğunu belirgin ve çarpıcı yönleriyle deşifre etmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydılar. Çünkü toplumsal yükselişle orantılı olarak faşizmin ibresinin de yükselmesi kaçınılmazdı.
1967’lerden beri ciddi bunalımın içende olan emperyalizmin ikameci politikaları, ülkenin özgün koşullarından kaynaklanan yapısal sorunlarıyla birleşince sürekli bir bunalımın en geniş zemini ortaya çıkmaktadır. Türkiye ekonomisinde, 1970’lerin başından itibaren bu krizin her alanda hissedilir hale gelmesi ile, uygulanan bazı değişik programlara rağmen durum hep aynı kapsamda biçimlenmiştir.
1975 yılının ülke ekonomisi panoramasında, gerek ulaşılan düzey ve hedeflerin, gerekse de sorunların boyutları açısından ilginç veriler gözlemlenmektedir. Emperyalizm dünya ekonomisinde bir sıçrama kaydetmiş, buna koşut olarak az da olsa, Türkiye ekonomisi kısa vadede göreli bir gelişme göstermiştir. Ancak bir yandan hammadde ve petrol fiyatlarının beklenmeyen artışı, öte yandan izlenen enflasyonist politika, fiyatlarda %20’yi geçen artışlara neden olmaktadır. CHP-MSP koalisyonunun bir süre ertelediği zamların gerçekleşmemesi politik ortamı yumuşatmıştır. Kısa bir dönemin sonunda, uygulanmakta olan yeni ikame ekonomisinin işleyebilmesi için gerekli olan yöntemler, işçi ücretlerinin dondurulması ya da ücret artışlarının durmasına karşı, temel kullanım maddeleri üzerinde zam paketlerinin açılmasını içermekteydi.
ABD emperyalizminin denetiminde çarpık bir biçimde geliştirilen bu ekonomi, alt ve üst yapıların doğal dokusuyla tamamen çelişti. Yukarıdan aşağıya yeni bir yörünge sistemine oturtulmaya çalışılan Türkiye’nin emperyalizme tabi ve girift ilişkileri nedeniyle, sanayisinin gelişimi, ABD ile bağımlılık ilişkilerinin artışına paralel bir rota izlemiştir.
ABD emperyalizmi özellikle Vietnam devrimci hareketinin direnciyle karşılaşıp yenilgiye uğrayınca, Nixon istifa etmiş, ancak daha önceki konuşmalarında, “1975 yılı çok iyi bir yıl olacak, 1976 da Amerikan tarihinin en iyi yılı olacak ” kehanetinde bulunmuştur. Vietnam yenilgisi sonucunda bunalımı artmış, ülke içinde %10’a varan işsizlik ve %10’un üzerinde bir enflasyon hızıyla ABD emperyalizmi, “özgür dünyayı” son kuşağın yaşadığı en şiddetli ekonomik krize sokmuştur.
Böylesi ciddi bir bunalıma giren ABD emperyalizmi, bu bunalımı kaçınılmaz bir biçimde ve zaman geçirmeksizin yeni sömürge ülkelerle mevcut kanallarından bu ülkelere akıtmaya başladı. Ödemeler dengesi bozulan, dış borçları tehlikeli boyutlara ulaşan geri kalmış ülkelerin ekonomilerinin güçlükleri yoğunlaştı, zor anlar yaşanmaya başlandı. Emperyalist sanayi tekellerinde klasik birikimin aşırı üretim bunalımı ortaya çıktı ve genel kâr oranı düştü. Doların değeri ve dünya para sisteminin işlerliğinin duraklaması, emperyalistlerin ve emperyalist tekellerin arasındaki çelişkilerin artması, bunların birbirlerinden şikayetleri arasında, daralan pazardan pay kapma uğruna dalaşmalarının orta yerindeki kurbanlıklar elbette ki yeni sömürgelerdir. Böylece emperyalist kapitalist dünya, 1974-75’te (gerçek anlamda petrol krizinden önce, 1973 ortasından başlayarak) %10 ve %15’e varan üretim düşüşleriyle, savaş sonrasının en ağır resesyonuna girdi.
1960 öncesi temelleri atılan yeni sömürgecilik ilişkileri kapsamında yeni sömürge ülkeleri de kendi içlerinde kategorilemeye tabi tutmak zorunludur. Kapitalizmin (-ister metropolde olsun, ister yarı sömürgelerde ya da yeni sömürgelerde olsun-) eşitsiz ve dengesiz gelişimi nedeniyle, her ülkenin ekonomisinin gelişim düzeyi farklılıklar gösterecektir. Emperyalizmle ilişkilerin karakteri de aynı şekilde bağımlılık düzeyi, yöntem ve işlerlikte değişiklikler gösterir. Yukarıda değindiğimiz gibi bazı yeni sömürge ülkelerde sanayileşme oranı daha yüksek olabilmektedir.
Türkiye sanayisinin temelleri esas olarak 1930’lu yıllardan itibaren devlet eliyle atılmıştır. 1945 sonrasında yeni sömürgecilik ilişkilerinin gelişimiyle birlikte, montaj karakterli özel sanayi kuruluşları, mamul madde ya da yarı mamul maddeleri buralardan kolayca temin edebildiğinden yeni sömürge ülkeler içinde sanayisi görece ileri olan ülkelerden biri olduk. Bu gelişim aynı zamanda ülkenin kabuk değiştirmesini de sağlamıştır. Öte yandan kapitalist ilişkilerin empoze bir süreç izlemesi dolayısıyla, emperyalizmle girilen ilişkiler doğal olarak, ülke ekonomisinin gelişim seyrini de belirlemeye başladı. Ve metropoldeki her hareketlilik direkt olarak izdüşümünü yarattı. (Gerileme, iniş, durağanlaşma, rahatlama.)
Ülkemizin sanayisini belirleyen ve “bacasız fabrika” olarak adlandırılan, montajcı sanayileşmenin özelliklerinden kaynaklanan sonuçlara göre, ithal ikameci sanayileşmede dönem dönem gözle görülür gelişme izlenmiştir. Ancak emperyalizmin ülkede yaratmış olduğu yıkıcı etkiler nedeniyle bu gelişmeler kendisini yok edecek olguları da kendisiyle birlikte geliştirmiştir.
ABD emperyalizminin eski sömürü biçimini tüketmesi ve meta ihracının yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına bırakmasıyla; teknoloji, teknik bilgi, yedek parça, teknik eleman, isim, patent hakkı faktörlerinin ağırlık kazanması, özünde bağımlılık ilişkilerinin ekonomik olguları olmuştur. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ise montajcı sanayileşme sürecinde, çıkarları emperyalizmin çıkarlarıyla özdeşleşen ülkede bu ilişkilerin çıkrığı olmuştur.
Başlangıçta küçük ölçek ve kolay teknoloji ile yürütülen üretim başarı göstermiş, fakat bir süre sonra, pazar sorununun gündeme gelmesi ile çözümsüzlük baş göstermiştir. Montaj sanayi ürünü olan sanayi malları artışı sürdükçe, biriken malları pazarlayabilmek için, kendisine pazar arama mücadelesi içine girmiştir.
Bunun ilk örneği olarak, tekstil ürünlerinin ülke pazarına doldurması sonucu, tekstil mallarına yeni pazar arama çabası içine giren sermaye çevreleri Avrupa’ya açılmaya çalıştı. Ancak AET’li emperyalist tekeller ve ülkeler, özellikle İngiliz emperyalizmi, buna şiddetle karşı çıkıp, uluslar arası finans tekellerini harekete geçirerek (sermaye transferlerinin kısıtlanması, durdurulması, gümrük duvarlarının yükseltilmesi vb. yöntemlerle), Türkiye tekstil ürünlerinin dış pazarda yer edinme girişimlerini engellemiştir.
İthal ikameci sanayileşme süreci 1970’lerin başına kadarki aşamada belli bir seviyede tutularak ve bu bağlamda da, önemli bir güçlükle karşılaşmadan sürdürülmüştür. 1970’lerden itibaren ise daha zor olan, daha “ileri” teknolojiye dayanan dayanıklı- tüketim malları buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon vb- bunun yanı sıra otomotiv sanayi hızlı bir gelişim gösterdi.
Ülke özgülünden kaynaklanan nedenlerle başlangıçta ithal ikameci sanayileşmede yeni ikameci geçiş kolay olmuştur. Daha önce devlet eliyle kurulmuş olan ve ülke sanayinin temelini oluşturan demir-çelik vb. üretim ürünleri, montaj sanayinin işini kolaylaştırmıştır.
Ayrıca ABD emperyalizmi bu dönemde bütün diğer dönemlere oranla daha fazla doları Türkiye’ye ayırmaktadır. Bu dolarlar, iç sermaye birikimini hızlandırıp, belirli bir seviyeye gelmesini sağlamanın yanı sıra, işbirlikçi burjuvazinin tekelci karakter kazanmasını da sağlamıştır. Özellikle Koç Holding’in tutumlarında rahatlıkla izlenebileceği gibi, devleti, kendi istemleri doğrultusunda bir takım düzenlemeler yapmak için rahatlıkla yönlendirebilecek güçler haline gelmişlerdir.
Öte yandan ithal ikamecilğin bu dönemlerindeki uygulamalarında ve bir sonraki aşamaya geçişte, ülke içinde ciddi politik engellerle karşılaşılmamış, bu durum emperyalizmin ve tekelci sermayedarlarının işlerini bir hayli kolaylaştırmıştır.
Diğer önemli avantaj da 1960’lardan itibaren Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yönelik işçi akımının gündeme gelmesi ve bunlardan sağlanan döviz gelirlerinin ciddi bir kaynak oluşturmasıdır. Söz konusu döviz gelirleri, emperyalist sermaye, fon, kredi borçlarının girdi olarak akışıyla birleşince, işbirlikçi tekelci sermayenin gelişimi hızlı bir ivme izlemiştir.
İthalatın ihracattan fazla olması durumunda ekonomiyi yürütmenin yolu böylece bulunmuş oluyordu. Gelir dağılımının bütün dengesizliğine karşın, toplumun önemli bir kesimini oluşturan kent küçük burjuvazisi artı esnaf, artı hizmetliler ve işçi kesimi ürünlerin kentlerdeki pazarını oluşturuyorlardı.
Kapitalizmin gelişiminin alt yapıya yönelik işlevlerine koşut olarak kırsal alanlardaki değişimler nedeniyle (yollar, elektrifikasyon vb.) kırsal kesimin önemli bir bölümü de bu ürünlerin pazarlanabilmesini olanaklı kılıyordu.
Kendi bunalımı nedeniyle döviz girdilerinin emperyalistlerce kısıtlanması ve ülkenin sürekli artan dış ticaret açığını, 1970’lerin başından itibaren AET ekonomistlerinin döviz girdileri, borçlar, krediler, borç sermaye akışıyla kapatmaya çalışan Türkiye, bu açmazlar ortasında bunalımının kısa sürede oldukça derinleşeceğini görmeye başladı. Borçların artması, faizlerin birikmesi dolayısıyla ödemede çekilen güçlük, mevcut krizin derinleşmesinin en somut ve boyutlu sonucu oldu. Nitekim, 1974’ten sonra ödemeler dengesi darboğazı etkisini her alanda göstermiştir.
Petrol üreten ülkelerin (OPEC) ve uluslararası petrol tekellerinin petrole yaptıkları zamlar, Türkiye sanayisini derinden etkilemiştir. Sanayinin belkemiğini oluşturan KİT’ler ve montajcı özel sanayi kuruluşları, eski teknolojinin ürünleri olarak, petrol fiyatlarının düşük olduğu dönemin hesaplarına göre kurulmuştur. Petrol ithalatının kısıtlanması sanayinin felç olması anlamına geleceğinden petrol fiyatlarındaki artış, Türkiye ihracat gelirlerinin ancak petrol ithalatını karşılaması sonucunu doğurdu. İthalatın diğer kollarının da gerçekleştirilebilmesi için ise, yine temel kaynaklara dönülmesi zorunluydu. Genel bunalımın bu durumla çakışması sonucu, ülke ekonomisi tam bir açmaza girmiş oldu.
Tüm bunların üstüne 1974’ün 20 Temmuz’unda Türk işgal ordusunun Kıbrıs’a çıkarma yapması, başta ABD olmak üzere AET emperyalizminin görünürde tepkisini kazanmış, (1) bu vesileyle emperyalizm muslukları kapatmış, daha önceki yıllarda olduğu gibi düşük faizlerle kredi alabilmenin koşulları ortadan kalkmaya başlamıştır. ABD emperyalizminin sözkonusu durumunun yanısıra, AET’li emperyalistler de, kendi bunalımları temelinde dışarıya döviz akışını önleyebilmek amacıyla, Türkiye kaynaklı iş-gücü talebini azaltıp, orada çalışan Türk işçilerin sayısında indirim yaparak, ekonominin bu avantajını da tehdit etmeye başlamıştır.
Petrol fiyatlarının artması karşısında, dolaylı olarak krizi belirleyen bir diğer faktör de, ABD ekonomisinin ve devletinin dünya ölçeğindeki egemen pozisyonunun zaafa uğraması, AET ve Japon emperyalizminin fon transferlerinin yol açacağı tıkanıklıktan yararlanmaya başlamalarıdır. ABD doları karşısında bu ülke paralarının değer kazanması, dolar imparatorluğunu zor durumda bırakmıştır. Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin lideri ABD, artık eskisi gibi rahatça dolar harcayamamaya, dünyayı saran fon transferinin yerine ticari kredi sistemini önermeye başlamıştır.
Açık faşist diktatörlüklerin gündeme getirilmesini belirleyen toplumsal koşut, devrimci mücadelenin yükselmesi ve halk kitlelerinin düzeni tehdit eden hareketliliğidir. Fakat bu süreçlerin yoğunlaştırılmış faşist terörü ve baskısıyla ne denli ezilmiş, yıpratılmış, pasifize edilmiş olursa olsun, ülkede bir sol potansiyel varlığını sürdürmektedir. Bu durum, dönem sonrasında da oligarşinin gözetmek zorunda kaldığı en önemli olgu olmuştur. Bu olguyu oldukça dikkatli ele aldığı görülen oligarşilerin ve emperyalizmin, açık faşist diktatörlük dönemlerinden sonra, genellikle bu dönemi birinci dereceden çağrıştıran partileri değil, olanaklar el veriyorsa, sol imajlar da yüklenmiş düzen partilerini, yoksa çeşitli nedenlerle tali konularda cuntalara karşı konumlanma görüntüsü yaratmış partileri tercih ettikleri görülmektedir.
Bu durum demokrasi görüntüsünü pekiştirmeye hizmet etmekte, hem de sol potansiyelin pasifikasyonunun yeni bir yöntemle sürdürülmesi avantajını yaratarak, solun belli kesimlerini potasında eritebilmektedir. Aynı şekilde ilk genel seçimlerde oligarşinin bu yöndeki gereksinimlerine yanıt veren parti CHP olmuştur.Devrimci savaşın, yenildiği halde sarsılmayan prestijiyle, halk muhalefetinin gizli devrimci olguların da bilincinde olan egemen sınıflar, sözkonusu politikaya denk düşen demagojik sloganlarla, CHP’nin siyasal arenadaki etkinliğinin büyümesinin arkasında olmuşlardır.1973 seçimleri esnasında CHP’nin sürdüreceği politika daha 12 Mart dönemi içinde saptanmıştı. Bu dönemde ülkede var olan her siyasal yapı gibi CHP’de ciddi bir iç çalkantı ve bunalım yaşamıştır. Geleneksel kesimi ve geleneksel başkanı tasfiye edilen parti, işbirlikçi tekelci sermayenin yeni dönemdeki sorunları için daha rahat manevra yapabilecek yeteneklere kavuşturularak, B. Ecevit’in parti başkanlığı dönemine geçmiştir. Ecevit’in emekçi halkın gözünde “bir umut” olarak görünmesinin temel nedenleri de açıktır.
B) CHP’NİN DURUMU
CHP’nin tarihsel kökleri 1908 meşrutiyetine kadar uzanır. Onun burjuva devrimciliği, geçmişi Anadolu Harekatı ile taçlandırılan Kemalist harekette yatar. Emekçi halk kitlelerinin üzerinde şekillenmiş ve varlık kazanmış olmasına karşın, CHP, komprador ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, sivil ve asker bürokratlarının elit kesiminin partisi olarak, toplum yaşamında yer almıştır . Kuruluşundan bu yana programı devletin programının ta kendisi olmuştur. Devlet ve parti özdeşliğini kurumsallaştıran yapı CHP’dir.
27 yıllık iktidarı boyunca, “halkçılığı” halkın ensesinde boza pişirerek; köylülüğü ağır vergiler altında ezerek gerçekleştirmiştir. Harap olmuş ülkeyi ve ekonomiyi, emekçi sınıfların üzerinden onarmış, tam takır olmuş devlet hazinesini halkın alınteriyle doldurup, savaşın yıkıntılarını emekçileri zorla çalıştırarak, kölelik koşullarında temizlemiş, ve bütün bunları burjuvazinin elit kesimi ve toprak feodalleri , tefeci-tüccar sermayesi adına yapmıştır.
O günden bu yana karakterinin esas öğelerinde değişim olmadan, fakat bazı biçimsel değişme ve evrimleşmelerden geçerek ilerlemiştir. Sınıfların gelişip farklılaşmasına koşut olarak, CHP de kendi bünyesinde taşıyamaz hale geldiği unsurları zaman zaman temizlemiş ve her kopuşta, egemen sınıfların elitlerine hizmet etmeyi sürdürmüştür.
DP, yıllarca CHP içinde, yönetim kademelerinde yer alan unsurlar tarafından kurulmuştur. Bazı çevrelerin öne sürdüğü gibi, CHP, hiç bir zaman radikal-küçük burjuva kesimin ‘sol’cu misyonunu taşımamıştır ya da burjuva reformistlerin sistemlerini yerine getiren bir siyasal parti olmamıştır.
Devrimci hareketin 12 Mart açık faşizmine büyük oranda hazırlıksız yakalanmış olması, sadece iki yıllık somut mücadelesi sonucunda yenilgiye uğraması ve dolayısıyla ülkenin siyasal gerçeklerini her planda kitlelere ulaştıramamış olması geçici yenilgisinin temel nedenlerdir. Fakat bunun yanında, öteden beri, CHP’yi kendine müttefik olarak seçen reformist ve revizyonist akımların CHP’nin sosyal demokrat, halkçı vb. olduğu yönünde propaganda yürütmelerinin etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, işçi ve emekçi kitlelerin, CHP’nin “halkçılık”, “devrimcilik”, ortanın-solu vb. gibi, demagojik sloganlarına kapılmasının, CHP’ye umut bağlamasının solun başarısızlıklarında önemli bir etkiye sahip olduğu görülecektir.
1965 seçimlerinde parlamentoya giren TİP, kendisine devrimci olmayan bir çizgi çizmiş ve CHP’yi en yakın ittifakı olarak görmüştür. Türkiye solunun, o güne kadar ki süreçte CHP’ye bakış açısı değişmemiş, dolayısıyla CHP’nin kanatları altına girilmiştir. İktidara karşı siyasal mücadeleye yönelen hareketler dahi bu -Türk solunda bir anlamda gelenekselleşmiş- CHP değerlendirmelerinin etkisini uzun yıllar taşımışlardır.
CHP, 1973’te iç bunalımının son bulmasıyla, yeni sömürge kapitalizminin siyasal gerekliliklerine göre yeniden biçimlenmiş, işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal temsilciliğini her yönüyle sahiplenir hale gelmiştir. Bu dönem içinde ezilen sınıfların özellikle sanayi proletaryası ve şehir küçük burjuvazisinin potansiyeli CHP’ye akmıştır.
Egemen güçler dönemin siyasal çatışmasından, bir hayli deneyim kazanmış olarak ve toparlanmış, örgütlenmiş, taktik planda güçlenmiş olarak çıktılar.
Burjuva siyasal partiler, kimliklerini çok yönlü olarak ifade etmeye başladıkları bu dönemde anti-demokratik, dinci, muhafazakar, faşist programlarla donatılmış olarak köşeleri tuttular. Demokratik mücadele yönelimindeki kitlelerin kendilerine CHP’yi seçmelerinin nedeni ise, henüz siyasal kimliklerine erişememeleri ve örgütlülükten yoksun olmaları, devrimci alternatifle buluşamamış olmalarıydı.
MSP, MHP, ve CHP seçenekleri karşısında, işçi ve emekçi kitleler tercihlerini daha fazla CHP’den yana yaptılar. Solun zaaflarından yararlanan CHP, genel demokratik güçlerin desteğini aldı. 1973 ve 1977 seçimlerindeki başarısı bu kapsamda özenle değerlendirilmesi gereken siyasal bir içerik taşımaktadır. Oligarşik devletin, özellikle işbirlikçi-tekelci burjuvazinin daha gerici faşist kesimlerinin, toplumumuzun önüne koyduğu siyasal koşulların alternatifsizliğinin bir sonucudur bu… Yoksa CHP’nin özel yapısından, ciddi farklılığından ve izlediği politikaların tutarlılığından kaynaklanmamaktadır.
Türkiye İşçi Sınıfının siyasal partisinin (THKP) yaşamının ve mücadelenin her alanında siyasal kimliğiyle var olmadığı koşullarda, her zaman işçi ve emekçi kitlelerin potansiyelinin, burjuvazinin çeşitli kliklerin denetimi altına girmesi kaçınılmazdır.
İşbirlikçi tekelci sermaye CHP’yi bir sübap olarak kullanmıştır. CHP “düzen değişikliği” sloganını atarak, kitlelerin tepkilerini pasifize etmiştir. Değişim umudunu sistemi pekiştirmenin bir aracı olarak kullanmıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi için kredi musluklarının açılmasını sağlayarak, emperyalizmle olan bağımlılığı daha da pekiştirmiştir. Devletin tüm olanaklarını bu yönde seferber ederek; ithalatı artıracak, ihracatı özendirecek önlemlerin yanında, 13 milyar dolara ulaşan dış borçlara ek olarak, yeni kredi olanakları sağlamış ve sermayenin sadık savunucusu olduğunu kanıtlamıştır. 5 Haziran seçimlerinde sermayenin elit kesimleri bu nedenle CHP’den desteklerini çekmemişlerdir.
Ve bilinmektedir ki;
“…. hiç bir sınıfa başka bir sınıftan almaksızın bir şey verilemez.” (Karl Marx)
Dolayısıyla, CHP’nin de burjuvaziden almadığı, bizzat onu temsil ettiği gerçekliğinin yanısıra emekçi kitlelere verebileceği herhangi bir şey yoktur. Fakat emekçi kitlelerden alıp, oligarşiye verebileceği çok şey vardır.
Bu partinin bir dönem çok sözü edilen köy-kent projesi de bu gerçeğin ışığında değerlendirildiğinde; kuramsal açıdan da Türk toplumunun nesnel gerçeğinden hareket edilerek formüle edilmediği, neyi hedeflediği görülmektedir. Köy-kent projesi, meta üretimini geliştirici, kentlere yığılan ve kapitalizmin planlanan düzenini tehdit eden işsizler ordusunun yarattığı endişeyi hafifletici bir önlemdir. Tarımsal üretim biçimi değiştirilmediği, radikal bir toprak reformuyla birlikte ele alınmadığı için, köy-kent projesi, özünde MHP’nin tarım-kent projesinden çok farklı nitelikler taşımamaktadır.
Bu partinin siyasal yapısını, tam ve doğru olarak yansıtan olgunun, onu destekleyen seçmen kitlesi olmadığı, partinin siyasal öngörüleri, programları ve siyasal temsilcilerinin niteliği olduğu gerçeğinden hareketle, CHP’nin siyasal yapısının “sosyal-demokrat” diye adlandırılan kesimden çok, işbirlikçi-tekelci sermayenin siyasal temsilcilerinin yönetiminde olduğunu, söylemek gerekir.
CHP, kendisini destekleyen yığınların gerisinde kalmamış, onların gerçeklerine tamamen aykırı bir konumla ülke siyasal düzleminde yer almıştır. Onun için CHP’yi sosyal demokrat, reformist burjuva hareket partisi vb. olarak benimsemek önemli bir yanılgıdır.
CHP işçi sınıfının ve kitlelerin istemlerinin karşısında konumlanmıştır. Grev yasasıyla birlikte lokavtı da yasallaştırmıştır. CHP’nin siyasal liderleri bilinçli tutarlı anti-komünistlerdir. İktidarı aldıkları her dönemde devletin baskıcı kurumlarını işçi ve emekçilerin üzerinde kullanıp, onların siyasal örgütlerine yönelik karşı devrimci tavrı sürdürmüşlerdir.
Teorik olarak sosyal demokrasi, emperyalizmin ilk evrelerinin ürünüdür. İleri kapitalist ülkelerde, tekelci sömürüden belli bir payın, sistemin esenliği açısından işçi sınıfının elit kesimine ayrılması temelinde oluşan işçi aristokrasisinin siyasal ifadesi olmuştur. Çağımızda ise bu koşullar değişmiştir. Özellikle yeni sömürgelerde bu anlamda bir işçi aristokrasisinden söz etmenin olanağı yoktur. Ne var ki yeni sömürge kapitalizminin palazlanabildiği bazı ülkelerde değişik özellikler arzeden bir işçi eliti oluşabilmektedir. Bunu da unutmamak ama iyi ayırdedebilmek gerekir.
Yeni sömürge kapitalizmine göre kabuk değiştiren, biçimlenen emperyalizmin ve onun uzantısı işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, tekel kârlarından azami ölçüde yararlanabileceği biçimde siyasal üst yapının da düzenlenip, kurumlaşması politikası sonucu; sömürge tipi faşizmin uygulandığı -açık ya da gizli işlediği- ülkemizde, sosyal demokrasinin varlığından söz etmek aynı bağlamda gündeme gelen çeşitli konularda ciddi yanılgılar yaratmaktadır. Burjuva demokrasisi koşullarının olmadığı bir toplumsal yapılanmada, kurumlaşmış burjuva demokrasisi olguları aramak için, boyutlu siyasal körlüğe ihtiyaç vardır.
Ülkemizde 1960’tan sonra, geniş mesleki örgütlerin bünyesinde, işçi sendikaları, kooperatifler, konfederesyonlar vb.’de azımsanmayacak bir işçi bürokrasisi doğmuştur. Bu kesim, işçi sınıfından kopuk, bu işi meslek haline getirmiş yöneticiler niteliğindedir. İşçi sınıfı adına, işverenlerle toplu sözleşme ‘uzlaşmalarına’ varan, grev kararı veren, çeşitli demokratik hakları düzen olanakları içinde ‘savunan’ bu kişiler, maaş ve ödenekleri, yaşam düzeyleriyle, temsil ettikleri sınıftan farklılaşırlar. Günlük kazanımların sınırları içinde elde edilen, küçük ve kalıcı olmayan başarıları giderek temel kazanımlar olarak değerlendirmeye başlar ve genellikle devrimci hareketi çağı geçmiş çocukça hevesler olarak tanımlama, devrimci ideolojiyi güzel ama gerçekleşmesi olanaksız düşünceler ütopyası olarak niteleme tavrında tipikleşirler. Ancak bunlar Türkiye’nin özgün koşullarında, sosyal demokrasi olayının siyasal temsilcileri değil, mesleki ve demokratik kitle örgütlerinin bürokratik kesimleridir.
Tüm bu gerçekler ışığında, CHP ele alındığında, sosyal demokrat, ortanın solu, halkçı söylemlerinin yanıltıcılığı bir kez daha görülmektedir. Karl Marx; sosyal demokrasinin ne olduğunu, Louis Bonaparte’nin 18: Broumaire’sinde şöyle açıklıyordur:
“…. sosyal demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi demokratik kurumları bir araç olarak istemesinde; iki ucu, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil, bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu. Bu amaca ulaşmak için, ileri sürülebilecek önlemler, ne kadar çeşitli olursa olsun, amacın bürüneceği görüşlerin az-çok devrimci niteliği ne olursa olsun içerik hep aynı kalıyor. Bu toplumun demokratik yolla dönüşmesidir. Ama bu, küçük burjuvazi çerçevesinde bir dönüşümdür.”
Gerçekte sosyal demokrasi bir burjuva ideolojisidir. Dahası tekelci kapitalizmin ideolojisidir. Tekelci burjuvazi işçi sınıfına sınırlı bir takım ödünler vermek yoluyla, işçi sınıfıyla kendisi arasında kasıtlı bir köprü kurmuştur. Bir ‘uyum’ sağlayarak varlığını koruyabileceğinin bilincine vardıkça, bu sınıfın belirli istemleri karşılanmış, İsveç tekelciliği, Batı Alman emperyalizminin tekelci burjuvazisi sosyal demokrasi bayrağı altında büyük atılımlar yapabilmiştir. Kapitalizm çoktan iflas etmiş, klasik burjuva ideolojisiyle ayakta duramayacağını iyice anlamış olduğundan, kendi sonunu geciktirecek, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri daha iyi avutabilecek sosyal demokrat ideolojiyi, sözcüğün tam anlamıyla kullanmaktadır.
CHP de tekelci sermayenin istemlerini bu çerçevede yerine getirmek amacıyla, İsveç ve Alman tekelci sermayeleri temsilcisi partilerle bir diyalog başlatmıştır. Bunun temel nedeni, yukarıda açıkladığımız nedenlerle ABD’nin kredileri durdurması, IMF ve Dünya Bankası’nın öngörüleri doğrultusunda, AET emperyalistleriyle ilişkilerin geliştirilmesine yönelmeyi doğuran bir sürecin sorunlarıdır.
C) KIBRIS OLAYI, NEDENLERİ VE SONUÇLARI
CHP bu özellikleri çerçevesinde, 1973 seçimlerinde kitlelerce desteklenerek, seçimlerden ciddi bir oy potansiyeliyle çıkmasına rağmen tek başına hükümet kuracak oranı bulamamıştır. Bir iki ay içinde oligarşi içi sınıfların uzlaştırıcı girişimleriyle, Anadolu burjuvazisinin, orta ve hafif sanayi savunan dinci akımın temsilcisi MSP ile koalisyon kurarak, yürütme görevini üstlenmesi sonucunda, 26 Ocak 1974 tarihinde, CHP-MSP koalisyonu kurulmuş oldu. Temsil ettikleri güçler arasındaki çelişkilerin bir yansıması olarak, bu iki partinin iktidarı, bir hayli sorunlu ve siyasal planda istikrarsız bir iktidar olmuştur. CHP-MSP koalisyon iktidarı döneminin başlıca problemlerinden biri ‘Kıbrıs’ olayıydı.
Kıbrıs sorunun tarihi kökleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun işgalci niteliğine dayanmaktadır. Ada, 1571’de Osmanlı İmparatorluğu’na katılmasıyla onun statüsü içinde yer almış, 1878’de İngiliz sömürgecilerinin denetimine girmiştir. Başlangıçta adayı yeniden Osmanlılara devredeceğini söyleyen İngiltere, güçlü askeri donanmalara sahip olması nedeniyle, bir süre sonra Kıbrıs’ı kendi toprakları olarak benimsemekte sakınca görmemiştir. Stratejik bir konumu olan Kıbrıs, aynı zamanda İngiltere’nin doğu Akdeniz’i ve Ortadoğu’yu denetim altında tutmasını sağlıyordu. Ve asıl önemi, askeri üs olarak kullanılmasının yarattığı avantajlardan kaynaklanmaktaydı.
Ancak ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda, Kıbrıs halkının bağımsızlık eyleminin güçlenmesi, adada bulunan iki milliyetten özellikle Rum toplumunun bu yönde silahlı mücadeleye başlamasıyla gelişen olaylar, 5 Şubat 1959’da Kıbrıs’ın ‘bağımsız’ bir devlet olarak tanımlanmasını getirdi.
İngiltere, Türkiye, Yunanistan ile Kıbrıs’ın Rum ve Türk kesimlerince onaylanan anlaşmaya göre, Kıbrıs bağımsız bir cumhuriyet oluyordu. Başkan Rum, yardımcısı Türk olmak üzere, iki milliyet kendi içişlerini kendi toplum meclisleriyle yürüteceklerdi. Hem Yunanistan, hem Türkiye “garantör ülkeler olarak, askeri müdahalede bulunabilme hakkına” sahiptiler.
Bu anlaşma demokratik bir cumhuriyet görünümü altında Kıbrıs halkının anti-emperyalist, anti-sömürgeci eğilimlerini dizginlemeye denetim altında tutmaya yönelik bir anlaşmaydı. Amaç, göstermelik bir bağımsızlık çerçevesinde, adada bu tarz eğilimlerin önünü alarak, İngiliz emperyalizminin orayı bir askeri üs olarak kullanabilme ve üslerini koruyabilme statüsünü devam ettirmesini sağlamaktı.
Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik düzenlediği işgal harekatının sonucu olarak ada ikiye bölünmüş, ancak emperyalistlerin askeri üslerine hiç bir zarar gelmemiştir. Tersine, Kıbrıs emperyalizme daha sıkı kenetlenmek durumunda kalmıştır.
Kıbrıs işgalinin bir diğer yanı da emperyalizmden bağımsız girişimlerde bulunmak eğilimi taşıyan Türkiye’den bu tarz çıkışlarının tekrarlanmamasının istenmesidir. Aynı zamanda Türkiye’nin emperyalizmin saldırgan askeri gücü olan NATO üyesi olması nedeniyle, bu hareketin dünya kamuoyunda, NATO’nun prestijini kendi çıkarları doğrultusunda kullanması şeklinde yansıması emperyalizmin izin verebileceği bir durum değildir. NATO’yu kullanabilecek durumda olan müttefikler elbette sadece ve sadece emperyalist devletlerdir.
Ayrıca Vietnam işgalinin ABD’nin yenilgisi ile sonuçlanması, bu savaşın neden olduğu ekonomik ve siyasal krizin yanında ABD’nin emperyalist-kapitalist sistemin egemen gücü olma özelliğini sarsmış, 1974 petrol şokunun yarattığı bunalım, ABD’nin böyle bir karar almasında etkili olmuştur. Nitekim 1974 sonrası ABD’nin tüm ülkelere yaptığı yardımları önemli ölçüde azalttığı görülmüştür.
Türkiye açısından ise CHP-MSP koalisyon hükümetinin iktidarda bulunduğu 1974 yılında ekonominin açmazlar içinde olması, 12 Mart’la birlikte geçici olarak ertelenen tüm sorunların boyutlanarak yeniden gündeme gelmesi ile birlikte, hükümetin sorunları büyümüştür. Öteden beri Yunanlılara duyulan kin ve nefret, Kıbrıs’taki Türklere yönelik saldırılar, Türkiye halkının devletin radyo-TV’sinin ve basının kampanyası doğrultusunda şovenist duygularının kamçılanması gibi nedenlerle, geniş bir kesim oligarşinin politikasını desteklemiştir.
12 Mart askeri faşist darbesinin, üç yıl boyunca, halkın üzerindeki terörist uygulamaları ve bunun halkın devrimci öncülerince teşhiri nedeniyle, ordunun gerçek yüzünü büyük ölçüde görmüş olan halk kitlelerin, ordunun kurtarıcılığı yönündeki geleneksel görüşü sarsılmıştı. Aynı biçimde büyük umutlarla iktidara getirilen CHP’nin uygulamaları nedeniyle, geniş kitlelerin beslediği sempati ve güveni yitirmeye başlayan bu partinin yeniden prestij kazanması gerekiyordu. Ve sonuçta tüm bu olguların vektörü olarak, Kıbrıs işgali için harekete geçilmiştir.
Böylelikle CHP, üstlendiği misyonu büyük ölçüde yerine getirip, orduya tekrar sevimli bir giysi diktiği gibi, kendi prestijini de önemli oranda tesis etmeyi başarmıştır. Bütün bunların yanısıra, işgal altında tutulan Kıbrıs toprakları işbirlikçi-tekelci sermaye açısından bir Pazar görevini de görmektedir.
İşgal harekatının düzenlendiği 1974’ten günümüze kadarki süreçte savaşın yıkıntılarının onarımı tamamen Kıbrıs Türklerinin omuzlarına yüklenmiş, yaşam düzeyleri daha geri bir noktaya çekilmiştir. Kıbrıs Türklerinin Türkiye’den ve ordusundan bekledikleri kurtarıcılık, orada kalıcılaşan ordunun masraflarının da büyük ölçüde Kıbrıs Türklerinin sırtına yüklenmesiyle gerçekleşmiştir!
Kıbrıs konusunun iç çelişkilerini bir süre yumuşattığı CHP-MSP koalisyonu, bu konudaki işlevlerinin tamamlanmasının akabinde bir arada bulunamaz hale gelerek, 16 Eylül 1975’te istifa etmek zorunda kalmıştır.
D) AP-MSP-MHP-CGP HÜKÜMETİ
CHP-MSP koalisyon hükümetinin istifası, hükümet bunalımını gündeme getirmiş, bunalım Meclisin kendi içinden, yürütme görevini üstlenecek bir iktidar organı çıkaramaması sonucu iyice derinleşmiştir. Oligarşi içinde etkinliğini büyük ölçüde sağlamış olan işbirlikçi tekelci sermayenin elit kesimi, aylar süren görüşmeler sonucunda, kendi siyasal temsilcisi olarak öngördüğü AP’nin önderliğinde, Anadolu ticaret burjuvazisinin çıkarlarını savunan, dinci, gerici parti MSP ve faşist devlet kurumlarının temsilcisi CGP ile birlikte faşist ideolojinin sivil-militer çetesi MHP, yeni bir koalisyon oluşturarak “Milliyetçi Cephe” adı altında bir hükümet kurdular. (31 Mart 1975)
Türkiye’de faşizmin kurumlaşmasının hızlanması ve derinleşmesi; yüzeysel yerleşimin kurumlar bazında ve bütünlüklü olarak; niteliği dönüştürme, dokuya nüfuz etme şeklinde evrimleştirilmesi, ekonomik büyümenin durması, bunların tümüne bağlı olarak durgunluk ve gerilemenin başlamasının yanı sıra, MHP aracılığıyla sivil faşist terör çetelerinin oluşturulup faşizmin saldırılarının azgınlaşması sürecin belli başlı olgularıdır.
Ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında çok yönlü tıkanıklarının başladığı, toplumsal huzursuzluğun boyutlanmaya yüz tuttuğu bir ortamda, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin devrimci kıpırdanışları yanında demokratik güçlerde de canlılık, egemen sınıflarca kabullenilmeyecek olgularıdır.
1972’de askeri ve örgütsel planda yenilgiye uğrayan ama kendisinden sonraki devrimci kuşaklara evrensel çapta ideolojik-stratejik bir miras, yüksek bir prestij ve zengin deneyim bırakan THKP sempatizanlarının bu dönemde çeşitli oluşumlar şeklinde siyasal mücadelede yer almaya başlamaları ve diğer devrimci-demokrat, yurtsever örgütlenmelerin gelişim göstermesinin yol açtığı huzursuzluğu ile oligarşi, toplumsal durumu nötralize etmek, sindirmek amacıyla, sivil faşist çetelerin ayaklarının altına devletin tüm olanaklarını sermiştir. İşbirlikçi-tekelci sermayenin temsil ettiği MHP ise, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmiştir.
1. MC hükümeti döneminde, MHP ve yan kuruluşlarının hızlı bir şekilde örgütlendiği, geniş mali olanaklarla Türkiye’nin her yanında lokal, dernek vb. açıldığı, halkın duygularının demagojik propaganda ile sömürüldüğü görülmüştür. Faşist ideoloji, yerel özelliklerden kaynaklanan farklı eğilimleri de kullanmasını da bilmiştir. 1. MC dönemindeki ekonomik gelişim seyrini anlayabilmek açısından bir önceki iktidar dönemini bu bağlamda kısaca anımsamak yararlı olacak.
1974 program tahminlerine göre, 1973 yılı toplam yatırımları %8.5, sanayi yatırımları %18.3 artmıştır. Hedefler ise sırasıyla, %15.9 ve %24.3 olarak görülmüştür. Sonuç olarak plan ve programda öngörülen %21.3’lük yatırım/GSMH oranına varılamamış ve bu oran %18.9 olarak gerçekleşmiştir. Bununla birlikte sanayi yatırımlarında görece daha hızlı artış olmuş, sanayi yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı %44.1 olarak gerçekleşmiştir.
Yatırımların %47.3’nü kamu kesimi (KİT), %52.7’sini özel kesim gerçekleştirmiştir. Çünkü kamu kesimi yatırımların GSMH’ya oranı %11.4 olması öngörülmüşken, bu oran %90’da kalmıştır. Oranlama, özel kesim yatırımları için hedefe uygun olarak %9.9 olarak gerçekleşince, özel kesim yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı da artmıştır. Buna göre, üçüncü beş yıllık kalkınma planına konulan hedeflere, daha dönemin ilk yılında oldukça uzak düştüğü görülmektedir. (2)
Türkiye gibi, yeni sömürge kapitalizmi modelinin yerleştirilmeye çalışıldığı, emperyalizmin dayattığı ekonomi ve politikaları izlemekle yükümlü ülkelerde planlı ekonominin hayata geçirilmesinin koşulları yoktur. Ya da iyimser bir yorumla; planlı ekonomi politikaları izlenmeye kalkılsa bile, ülkenin emperyalizmle mevcut bağları nedeniyle, kısa vadeler içinde, çevreleyen etkenlerin ağırlığı ve gündeme getirdiği zorunluluklar nedeniyle ekonomi sık sık dalgalanmalara itilmekle kalmayıp, siyasal açıdan bir istikrar söz konusu olamamaktadır.
Fakat ekonomi ne kadar cılız bir seyir izlese de, işbirlikçi sermaye çevreleri tekelci kârlarını yükseltebilmektedirler. Ülkemiz ekonomisinin, dolayısıyla sanayi kapitalizminin temelleri olan KİT’ler, yönetimde bulunan siyasal partiler aracılığıyla, egemen sınıfların çıkarlarına göre işletilmektedir.
Emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerinin ve tekelci sermayenin isteklerinin azami ölçüde karşılanabilme çabasının karakteri değişmediğinden, politikaların özü de değişmemekte, fakat dönemin özgünlükleri temelinde, aynı amaçlara dönük olarak, değişik isimler altında hayata geçirilen program ve uygulamalar gündeme getirilmektedir. Bunlardan biri de 1. MC iktidarı tarafından devreye sokulan ‘dövize çevrilebilir mevduat’ sistemidir.
Petrol fiyatlarının ani yükselişi, petrol ihraç eden ülkelerle kısa dönemde, -aynı zamanda uluslar arası petrol tekellerinde- ciddi ödemeler bilançosu fazlalıkları oluşturmuştur. Aynı dönemde içinde yeni sömürge Türkiye’nin de bulunduğu bir dizi yeni sömürge ülke, emperyalizmin uyguladığı ve dayattığı politikalar nedeniyle, yeni fiyat yapısına adapte olmakta direnerek, büyük ödemeler bilançosu açıkları vermeye başlamışlardır.
Türkiye’nin iç tasarruflarını, hızlı sanayileşme için gerekli düzeye çıkarabilecek seferberliğin bir türlü yapılamaması nedeniyle, daha önceki burjuva hükümetler, açığı emperyalist sermayeyi kaynak olarak kullanmakla kapatmaya çalışmışlardır.
1970’lerin ortalarına kadar, emperyalizme borçlanmada, uzun vadeli krediler tercih edilmişti. Fakat bu tercihin yanı sıra Türkiye ekonomisinin hiçbir şekilde karşılaması-geri ödemesi- olanaklı olmayan kısa vadeli, yüksek faiz oranlarıyla da uluslar arası emperyalist finans kurumlarına borçlanmaya gidilmiştir. Emperyalist finans kurumlarıyla girilen bu işbirliği politikası, ülkenin uzun süre altından kalkamayacağı ve giderilmesi olanaksız yükü oluşturmuştur.
Bu politikanın uygulanmaya sokulmasından kısa süre sonra, emperyalist finans kurumlarının verdikleri borçların faizlerinin ödenmesini istemeleri karşısında, borç veren ya da faizlerini isteyen emperyalist tekeller (ödenmemesi durumunda borçların artması ve Türkiye’nin ekonomik, özellikle de siyasal istikrarını koruyamaması karşısında) çıkarlarının esenliği açısından paniğe kapılmışlardır.
Nitekim alınan krediler ve faizlerin ödenmemiş olması, MC hükümetini işçi ücretlerini dondurmaya, tüketim mallarına yüksek zam yapmaya zorlamış ve kitlelerin derinleşen çelişkilerinden kaynaklanan istemleri yönünde hareketlenmelerinin başlaması, bunalımın büyümesini de beraberinde getirmiştir.
Derinleşen çok boyutlu kriz ortamına öteden beri var olan ödemeler dengesi bozuklukları da eklenince, emperyalist borç sermayesinin yükünden kurtulmak için, yeniden diğer emperyalist finans kurumlarına başvurulmak zorunda kalınmış ve daha da ağır yükümlülükler altına girilmiştir.
Yapay olarak şişirilen efektif talebi bu kez yapay olarak (dış dengeyi derhal sağlayacak biçimde) düşürülmeye çalışılıp, ‘büyümenin yerini durgunluk hatta küçülmenin aldığı istikrar’ dönemi gündeme getirilmiştir. Böylelikle son çalınan kapı, emperyalizmin yeni finans kurumu IMF olmuştur.
Petrol fiyatlarındaki artış ve ani yükseliş, petrol ihraç eden ülkelerde kısa dönemde ciddi ödemeler bilançosu oluşturmuş, bu şekilde ortaya çıkan, yeni sömürgelerin, yeni fiyat yapısına adapte olamamasının yarattığı ödemeler bilançosu açıklarını, dünya kapitalizminin finans sisteminin doldurması durumu, DÇM tanımıyla, Türkiye ekonomisine yansıtılmıştır.
Böylece, yeni sömürgecilik politikasının bir biçimi olan, devletten devlete borç sermaye verilmesine ek olarak, uluslar arası emperyalist finans kurumları devreye girip T.C devletini çok yönlü borçlar altına koymuştur.
Gelişme çabaları içinde bulunan yeni sömürge Türkiye’nin ekonomisi-sanayisi açmaza sokulup, gelişmesi önlendiği gibi, sömürünün çapı da büyümüştür. Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal yapısında egemenliğini kuran işbirlikçi tekelci sermayenin iktidara getirdiği siyasal partiler, uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarının kapısını daha sık çaldıkça, daha fazla yaptırımı kabullenerek, ülkenin kapılarını emperyalizme biraz daha açarak, Türkiye halklarının sömürüsünü; sömürüyü sürdürebilmek için de, baskı, tahakküm ve terörü tırmandırmışlardır.
Dövize çevrilebilir mevduat adı altında uygulamaya konan politikanın sonucunda, sadece bir bunalıma yol açılmamış, var olan krizin uzun süreli kalıcılığının yanı sıra, derinleşmesi tanımlanmıştır. 1. MC döneminde uygulamaya konulan DÇM politikası, bir anda ortaya çıkan bir politika değildir. Öteden beri izlenen politikaların sonucunda, onların bir süreci olarak gündeme gelmiş ve emperyalizm tarafından bizzat önerilmiş bir uygulamadır.
TC Merkez Bankası 1977 Şubat ayında tıkanmış, döviz transferleri resmen durdurulmuştu. Bir önceki dönemin ekonomik ağırlıkları katlanarak artmıştı. Türkiye ekonomisi, yapısal bozuklukları nedeniyle aynı duruma 1970 yılında da düşmüştür. Egemen sınıflar, iktidardaki siyasal temsilcileri aracılığıyla, başta devalüasyon olmak üzere yeni bazı kararları uygulamaya koymuşlardır. Ancak bu kararlar ekonomiyi içinde bulunduğu açmazdan kurtarmaya yetmemiş, özellikle petrol faturasındaki büyük artış nedeniyle, ekonominin sorunları kısa sürede yoğunlaşmıştır. Sürdürülen ‘hızlı kalkınma hamleleri’nin, uygulanan açık finansman yöntemlerinin, artan enflasyonun ve döviz yokluğunun etkisiyle, ekonomi sık sık beyaz bayrak kaldırır olmuştur.
1977’den sonra, “istikrar programı” adı altında uygulanmaya çalışılan politikaları şu şekilde maddeleştirelim:
1) 1977 Ağustos ayında Süleyman Demirel hükümeti tarafından uygulanan “Enflasyona Karşı Mücadele Paketi”,
2) 1978 Mart ayında Ecevit Hükümeti’nin “Yapısal Değişim Programı”,
3) 1978 Eylül ayında Ecevit Hükümeti’nin “Para Kredi Tedbirleri”,
4) 1979 Mart ayında Ecevit Hükümeti’nin “Ekonomiyi Güçlendirme Programı”,
5) 1980 yılı Ocak ayında Süleyman Demirel Hükümeti’nin uygulamaya koyduğu “24 Ocak kararları”.
Bu paket ve programların en büyük özelliği, büyük ölçüde zamlara ve ‘kur ayarlamalarına’ dayanmaları idi. Ve Türkiye’ye yeni dış krediler ve borç erteleme olanaklarının sağlanmasını amaçlıyordu. Fakat ‘kur ayarlaması’, gerçek adıyla devalüasyonlar emperyalistlerden yeterince kredi ya da, döviz bulmadan yapılmış, bu tür uygulamalar amaçlananların da gerçekleştirilememesini doğurmuştur.
Yukarıda sıraladığımız beş ayrı ‘önlem paketi’nin ardından, Türk Lirası dolar karşısında yaklaşık 19 liradan, 70 liraya düşmüştür. Aynı 2,5 yıllık süre içinde enflasyonun toplam artışı % 240 dolayında seyretmiştir.
Ülke ekonomisi 1970’li yılların başından itibaren, bu açmazlar sürecine başlarken, sorunun çaresi hep emperyalist ülkelerden ve uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarından aranmıştır. Bunun sonucunda OECD, IMF, Dünya Bankası, ülke ekonomisinin başlıca yönlendiricisi ve uygulayıcısı olmuştur. Özellikle 1974 yılından sonra başlayan koalisyonlar döneminde hiçbir burjuva hükümet, ülke ekonomisinin sorunları üzerine ciddi biçimde gidememiş, ekonomi 1977 yılının Şubat ayında döviz transferlerinin yapılamaz duruma gelmesiyle tıkanmıştır. Tıkanma olayının boyutları ve olumsuz ekonomik göstergeler her geçen gün biraz daha yükselmiş ve ülke tamamen emperyalist finans kuruluşlarının inisiyatifine girmiştir.
Uluslar arası emperyalist tekellerin ve ülkelerin, çıkış yolu olarak Türkiye’den izlenmesini istediği politikanın temel hatları ise;
1) Enflasyonu yavaşlatmak için sıkı para politikasının uygulanması ve KİT sorununa çözüm bulunması, kamu ve özel sektörde çalışanların ücret artışlarının durdurulması.
2) Devalüasyon yapılması, Türk Lirasının değerinin korunması.
3) Yatırımlara kaynak ayrılmaması, kalkınma hızının düşürülmesi.
4) Emperyalist kurum ve devletlere güvenilmesi, darboğazdan çıkış için başka hiçbir kurum ve kuruluştan yardım istenmemesi, vb.
Sonuç olarak; sıkı para politikası uygulaması, KİT açıklarının hazineden değil sağlam kaynaklardan, yani zamlardan karşılanması, yeni vergi yasalarının çıkarılması gibi konularda IMF’nin dayattığı politikalar benimsenmiştir.
Aynı dönemde AP genel başkanı S. Demirel, CHP’nin AET anlaşmalarını eleştirirken:
“… devletten devlete para aldınız mı, bunların ardında çok şey yatar. Biz Türkiye’yi devletten devlete para almaktan çıkarmıştık.”, “yeniden hükümet olurken, devletten devlete kredi almak istemiyorum. Bu alanda yabancı bankalarla görüşeceğim.” şeklinde söz konusu politikayı vurguluyordu.
Böylelikle, Türkiye’nin tamamen IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans kurumlarına teslim edilmesini kolaylaştırmanın zemini oluşturuluyordu. Esasta işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal temsilcileri olan CHP ve AP, ’emperyalist ülkelerden mi yoksa uluslar arası emperyalist kuruluşlardanmı kredi alınmalı’ biçimindeki demogojilerle, ülkeyi emperyalizme hangi biçimde daha iyi teslim edebileceklerini tartışıyorlardı. 24 Ocak 1980 kararlarına kadar, MC Hükümetleri ve Ecevit’in başkanlığındaki hükümetlerin izledikleri politikalar birbirini tamamlayan bir işleyiş çerçevesinde sürdü.
Ecevit Hükümeti, IMF ile Paris’te anlaşmaya vardıktan sonra, emperyalist sermayenin bankalarıyla 407 milyon dolarlık bir kredi anlaşması imzalamıştır. Süreç içinde Merkez Bankası’nın 1977’de kepenkleri kapattığı ortamda, emperyalistler nezdinde, Türkiye’nin ‘sömürülebilme güvenliği’ tehlikeye düşmüş olmaktadır. Yeni kredi olanaklarının bulunması iyice zorlaşmıştır. Ülke hızla tam bir yoksullaşma yolunu tutmuş, ekonominin çarklarını döndürmek için zorunlu olan döviz kaynaklarına ulaşmak olanaksızlaşmıştır. Karaborsa fiyatları, döviz dahil hızla yükselmiştir.
Bu ortamda Ecevit Hükümeti her türlü olanağı kullanarak, yeni kredi, ‘dış yardım’ ve borç erteleme çabası içine girip, olağanüstü yardım için OECD ve NATO’ya başvurmuştur. 1978 Haziran ayında IMF ile tam bir teslimiyet belgesi imzalamış, ancak ülkenin hassas siyasal dengeleri nedeniyle bunu uygulamaya koyamamıştır. Aynı günlerde IMF Türkiye şefi Charles Woodjaid Türkiye’ye gelip durumu şöyle tanımlamaktadır:
“… bu ekonomi tıkanmıştır, ciddi önlemler alınması gerekmektedir.” elbette ‘önlemlerin’ başında her zaman olduğu gibi, Türk Lirasının değerinin düşürülmesi, tüketim mallarına zam yapılması vardır. Ancak o süreçte ekonomik yapı devalüasyona uygun olmadığı gibi, politik ortam da elverişli değildir. CHP Hükümetinin maliye bakanı Z. Müezzinoğlu, bu konuyla ilgili olarak: “… IMF’yi reddetmiyoruz, ancak ülkemizin bugünkü koşullarında, bu kuruluşun her isteğini kabul etmememiz mümkün olmamaktadır. Hükümet olarak kendimiz bir istikrar programı hazırladık, bunu yakında uygulama alanına koyacağız. Eğer bize yardımcı olmak istiyorsanız, IMF koşullarına bağlı olmadan yardım edin… ” demekteydi.
Emperyalizmin örgütlü, uluslar arası güçlerinden biri konumunda bulunan OECD ülkeleri ise, bu isteğe karşı çıkmışlar, “… Türkiye mutlaka IMF politikalarını uygulamalıdır,” dayatmasını getirmişlerdir. Çaresizlik içinde kıvranan CHP Hükümeti, Alman Emperyalizmine başvurup, Başbakan Schmidt ile görüşerek; “… IMF yerine bizim getireceğimiz istikrar programını kabul edin ve yardım verin… ekonomi çözülmektedir…” demektedir.
Ancak AET emperyalistleri IMF konusunda direnmekte ısrar edince, ABD’ye Türkiye’den bir heyet gönderilip IMF’yle görüşülmüş, istenilen politikaların uygulanmasının dışında bir çıkar yol bulamayan siyasal temsilciler, yüksek zam paketlerini uygulamaya koymuşlardır. Akaryakıt, şeker, demir-çelik, çimento vb. zamları açıklanmıştır.
Zamlar karşısında beliren kitlesel tepkiye yönelik endişe duyulması üzerine OECD Genel Sekreteri Van Lennep Türkiye’ye gelip Ecevit’le görüşmeler yapmış ve “….. devalüasyon yapılmayacak” görüşünde uzlaşılarak kitlelerin tepkileri geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ülke öyle bir hale gelmiştir ki, artık siyasal yönetimde yer alan burjuva koalisyon hükümetleri kitlelere söz geçirip yönlendirememektedir.
Uygulanan politikalar üzerinde ise, sadece emperyalist kurum ya da kuruluşların yöneticilerinden medet umulmakta, bunların demeçleriyle güvence verilmeye çalışılmaktadır. OECD ülkeleri başta olmak üzere Türkiye’nin yardım beklediği her kuruluş, IMF’nin ekonomik politikalarının kabul edilmesi yönündeki baskı görevini yerine getirmiştir.
Bu süreçten sonra, TL’nin değeri ABD doları karşısında, 25 liradan, 26.5 liraya düşmüş, bir ay sonra da doların değeri 47.10 liraya yükselmiştir. IMF yönetim kurulu, CHP aracılığıyla, emperyalist bankaların Türkiye’ye akıttıkları finansmanların kredilerini şartlara bağlayarak ‘stand-by’ anlaşmasını onayladı.
14 Kasım seçimleri yaklaştığında, CHP’yi destekleyen ‘bağımsız’ milletvekilleri desteklerini çekince, IMF kararları uygulamaya sokulamadı. CHP içinde yer alan ve oligarşinin çeşitli kliklerinin temsilcileri olan bakan ve milletvekillerinin istifa etmeleri, işbirlikçi tekelci sermaye çevrelerinin müttefikleriyle olan çelişkilerinin de arttığını göstermekteydi. CHP’nin kontrol etmek istediği tarım alanlarındaki büyük toprak sahibi zengin köylülüğün, ürünlerinin taban fiyatlarını büyük ölçüde artırması da, konulan IMF limitleri üzerinde daha anlaşmanın başından itibaren çatlaklara neden olmuştur.
14 Ekim 1979 ara seçimlerine doğru gidilirken, ülke ekonomisi gerçek bir felç durumundaydı. Döviz bulunamamasının yanı sıra sermaye transferleri durmuş, enflasyon hızlı bir tırmanışa geçmişti. Üretim düşük kapasitelerde seyrediyor, dolayısıyla işçi ücretleri aşağıya çekilmeye çalışılıyordu. KİT ürünlerine olağanüstü büyük oranda zam yapılmıştı.
Ve bu ortamın kitlelerin yaşamını derinden sarsması kaçınılmazdı. Toplumsal hareketlenme ve huzursuzluk had safhaya çıkmıştı. İşçi sınıfı başta olmak üzere, esnaf ve zanaatkarların yıkıma uğramaları nedeniyle demokratik kitle hareketine akmaları, sendika, kooperatif, demokratik dernek ve mesleki örgütlenmelerin politize olma düzeylerinin artması, genel devrimci mücadelenin kitlesel kabarışının yanı sıra, silahlı mücadelenin ivme kazanmış olması, işbirlikçi tekelci sermayeyi ve ittifaklarını ciddi olarak ürkütmüştü.
Bunun için kendileri açısından köklü değişim istemleri artmış, açık faşizmin tüm koşullarının hazırlanmasına girişilmişti.
Fakat doğal olarak bu kez daha programlı ve uzun vadeli işlemler bütünü, daha doyurucu ve kalıcı sonuçlar istiyorlardı. 24 Aralık 1978’de, devrimci potansiyeli kırmak, siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyi yükselen işçi ve emekçi kitlelerin hareketinin kontrollerinden çıkmasının önünü setlemek amacıyla; öteden beri kullandığı MHP ve sivil faşist terör çeteleri eliyle uygulanan sindirme yönteminin boyutlarını yükseltmiş, halkın dini ve yerel farklılaşmalarından hareketle alevi-sünni çatışması kisvesi altında kitle katliamlarına girişmiştir. Kahramanmaraş’ta bu uygulamalar doruk noktasına çıkmış, bu kez de oligarşinin ordu kolu devreye sokularak sınırlı bir sıkıyönetim ilan edilmiştir.
12 Mart açık faşizminden itibaren, parlamenter faşizmi burjuva hükümetler aracılığıyla uygulayan oligarşinin son sivil iktidarı, 12 Kasım 1979’da göreve başlayan Demirel Hükümeti olmuştur. Oligarşi içi sınıfların (başta işbirlikçi tekelci burjuvazinin) ve ordunun üst yönetimindeki generallerin, AP-CHP koalisyon hükümetinin denenmesi yolundaki girişimleri olumlu sonuçlar vermemişti. Bu girişimin nedeni, egemen sermaye kesimlerini barındıran iki partinin daha geniş bir düzlemden güç olarak, oligarşi içi çelişkileri yumuşatabileceği, nerdeyse işlemez hale gelen devlet aygıtının onarılmasının kolaylaşabileceği düşüncesiydi. Bu sağlanamayınca, AP’ye hükümet kurma yetkisi verildi.
Türkiye sanayinin, dolayısıyla ekonominin tıkandığı 1970’li yılların sonunda, ülke ekonomisinin emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olduğu gerçeğinden hareketle, sisteme eklemlenme biçimi uzunca bir süredir sermaye birikiminin temelini oluşturan ithal ikameci sanayileşmeden vazgeçilmesini zorunlu kılıyordu. Çünkü sermaye birikiminin süreklilik kazanmasının önünde, işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından engel oluşturmaya başlamıştır.
En azından ithal ikameci politikalarda belli değişiklikler yapılarak, bazı onarımlara gidilerek bunalımı aşmak istenmesi doğaldır. Kullanılabilecek tüm yedekler kullanılmış, verili düzenin sunduğu bütün işletme materyalleri, olanakları tüketilmiştir.
Bu koşullarda 1979’da işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından, yeni sermaye birikiminin modeli olarak emperyalizm tarafından öngörülen ihracata yönelik sanayileşmeye can simidi olarak sarılmaktan, başka bir seçenek kalmamıştı. 1978’de Dünya Bankası’nca hazırlanan “yeni modelin” temeli sayılan prensipler, dönemin hükümetlerinden CHP içindeki bazı kadrolar ve bakanlar tarafından kabul edilmemiş, meclis aritmetiğindeki hesaplar tutmamıştır.
Hükümet içindeki bazı kesimlerin muhalefetine rağmen, 1979 yılında IMF ve Dünya Bankası’ndan alınan kredilerin diyeti olarak yeniden sermaye birikimi temelinde bir dizi karar alınmıştır. “Ekonomiyi Güçlendirme Programı” adıyla sunulan bu kararlar, daha sonraki dönemde uygulamaya konulacak olan “24 OCAK KARARLARI”nın öncülü olmuştur.
Ne var ki siyasal iktidarın farklı sınıflar bileşiminden oluşması, kitlelerin devrimci potansiyelinin yükselişi vb. nedenler, izlenmek istenen politikanın tam anlamıyla eklektik olmasına neden olmuştur. Bu eklektik yapı, onun varlığının bu bağlamda daha baştan başarısızlığa mahkum oluşunun ifadelerinden biridir.
Sermayenin yeniden birikiminin sağlanabilmesinin ve merkezileşmesinin önünde ciddi engeller bulunan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin huzursuzluğu, devlet olanaklarının kendi sınıf çıkarları yararına yeniden düzenlenmesine uygun “yasal” zemin oluşturulması yönündeki baskıları artırmıştır. Bu nedenle üzerinde durduğu sonuçlar, iki temel konunun kapsamındadır.
1) Sermaye emek ilişkisinin yeniden düzenlenmesi, ekonomik-demokratik hakların kısıtlanması, çalışma yaşamında daha otoriter ve baskıcı kuralların egemen kılınması, son tahlilde açık faşist diktatörlüğün uygulanması ve bunun kurumsallaştırılıp kalıcı hale getirilmesi.
2) Küçük şirket ve sermaye kesiminin tasfiye edilmesi, sermayenin işbirlikçi-tekelci burjuvazinin elinde merkezileşmesi, dolayısıyla toplumsal yaşamda etkinliğin artırılması, tek egemen sınıf olabilmesinin koşullarının yaratılması, bunun için de uluslar arası emperyalist finans tekelleri ve emperyalist tekellerle sıkı köklü ilişkilere girilmesi, var olan ilişkiler temelinde yeni bir yapılanmanın yaratılmasına gidilmesiydi.
İşbirlikçi-tekelci sermayenin kendi içinde “dönüşüm” sağlayabilmesi için ise ihracata yönelik üretimin gerektirdiği büyük ölçekli fabrika sistemini kurmak üzere, “kapitalistlerin kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi” biçiminde, sermayenin daha çok merkezileştirilmesi, üretken olmayan kârların üretken sermayeye akışının sağlanabileceği koşullar istenmektedir.
Sermayenin tamamen merkezileştirilebilmesinin tek yolu ise, devletçe alınacak olan önlemlerden geçmektedir. Başka bir deyişle, temel işlevlerinden birisi, sermayenin birikim koşullarını yeniden üretmek olan devletin, ihracata yönelik sermaye birikimi koşullarına baskıcı yöntemlerle müdahalede bulunması gerekmektedir.Bir çok burjuva ekonomistinin öne sürdüğü görüşün tersine, bu model diğerleri gibi devlet müdahaleciliğini arka plana atmamakta, tersine ihracata yönelik sanayileşme için her düzeyde (ekonomik-politik) yoğun devlet müdahalesini gerektirmektedir.
Ve bu politikanın, sömürge tipi faşizmin parlamenter biçimiyle uygulanabilmesinin olanağı yoktu. Devlet aygıtı yıpranmış, kurumlarına çeşitli akımların temsilcileri yerleşmiş durumdaydı. Devlet müdahalesinin biçimi ve araçları, belirlenen amaçlara uygun bir geçişin koşullarını sunuyordu. Bu koşullar, ülkeyi gerçek anlamda sanayileşmenin oldukça uzağına atan, metropol sanayisinin esenliğinin hizmetkarlığı anlamına gelen emek yoğun tüketim malları uzmanlığı ve fason üretim biçimi idi.Dayatılan politikaya koşulları uymayanlar derhal tasfiye ediliyor, böylelikle üretimin ölçeği de istenilen kapsamda büyütülmüş oluyordu. Yerleştirilmek istenen bu model temelinde üretimin yoğunlaşacağı alanlar yeniden belirlenirken , işbirlikçi tekelci burjuvazi bu alanlarda kendi dışındaki diğer sömürücü sınıflara yaşam hakkı tanımamaktaydı.
Piyasada “örgütlenmemiş para” olarak tanımlanan, halk dilinde “tefecilik” olarak adlandırılan kesimin iş hacmini büyüttüğünü gözlemleyen işbirlikçi tekelci burjuvazi, bu kesimin gelişim potansiyelinin yarattığı endişenin büyümesi ile, faiz oranlarının serbest bırakılması kararını almıştır. Toplam mali kesim içindeki payları %79 olan mevduat bankaları, bu paylarının 1978’de %74’e ve 1979’da %72’ye düştüğünü fark edince telaşa kapılmış ve “organize olmamış para piyasasından” şikayetler artmıştır.İhracata yönelik ekonomik politikaların uygulanmaya konulmasından hemen sonra, kapitalizmin doğası gereği, işbirlikçi tekelci sermayenin elit kesimi, tekelleşemeyen, oransal olarak cılız kalan sermaye kesimlerini, hafif ve orta sanayiyi çöküntüye uğratmış, sermayenin merkezileşmesi sağlanırken ve bunun olanakları yaratılırken, oligarşinin güçlü sınıfı kendi müttefiklerinin de erimesini hızlandırmıştır.
Süreç içinde, ticari kârların yönünü değiştirip sanayisine katan işbirlikçi tekeller, aynı zamanda büyük tüccarların kredi alanlarını da daraltmıştır. Büyük toprak ağalarının elinde biriken sermaye de, aynı biçimde merkezileşmeye katılmıştır. Bağlantılı olarak, söz konusu sınıfların devlet üzerindeki egemenliği zayıflamıştır. Bir sınıfın çıkarlarının başladığı, genişlediği yerde, bir başka sınıfın çıkarlarının azalması, zayıflaması kaçınılmazdır.
“…merkezileşme yoluyla bir gecede bir araya toplanıveren sermaye kütleleri, tıpkı diğer sermayeler gibi, ama büyük bir hızla ürer ve çoğalır. Ve böylece toplumsal birikimde yeni ve güçlü kaldıraçlar halini alırlar.” (3)
Ülkemizde bu süreç, sermayenin merkezileşmesi, bazen özendirmelerle (vergiden bağışıklık, kredi olanakları, sübvansiyonlar vb.) bazen zorlamalarla (banka sermayelerinin olanaklarının artırılması) olabildiği gibi, bazen de devletin kapitalistler arası rekabette, uluslar arası emperyalizmin ve onun uzantısı olan işbirlikçi tekellerin lehine ve daha küçüklerinin aleyhine yönelik “yasal düzenlemelerle” gerçekleşmektedir. Bu da ağırlıkla, sözettiğimiz yöntemlerin izlenmesiyle yapılır. Ayrıca ithalattaki sınırlamaların kaldırılması, küçük ithalatçıların yokoluş sürecini hızlandırmaktadır.
Üretimin yoğunlaşacağı alanların yeniden belirlenmesi için, emperyalizmin öngörülerine dört elle sarılan işbirlikçi tekelci sermaye grupları, kaynaklarını bu alanlara yöneltmişlerdir. Bu eksenden sapmadan, “uzmanlaşabilecekleri” alanların neler olduğu, devlet politikasına kısa zamanda yansıyarak yeterince belirginlik kazanmıştır. Üretim alanları olarak, maden ve ağır sanayi kollarında değil, ara malları üretimi sektörüne ağırlık verilmesi öngörülmüştür. Hammaddesi bol emek yoğun alanlarda, dayanıklı-dayanıksız tüketim malları üzerinde yoğunlaşılmalı, turizm geliştirilmeli, ara mallarında ise, dünya piyasasına yönelik fason üretim benimsenerek parça üretimine başlanmalıdır.
Devlet Planlama Müsteşarı Y. Aktürk, 2. İktisat Kongresi’nde sunduğu tebliğde, sermayenin izleyeceği rotayı şöyle açıklıyordu:
“… piyasa mekanizması içinde rekabet gücü olabilecek, karşılaştırmalı avantajlarımızı azami ölçülerde kullanan, ithalatta boy ölçüşebilecek, daha doğrusu rahatlıkla ihracat yapabilecek sanayi dalları olmalıdır. Bu tariflere uyan sanayi kollarından bir kaçını aşağıdaki ek de özetlemek mümkündür;
Tekstil, Gıda Sanayi, Konfeksiyon, Cam, Seramik, Sıhhi Tesisat, Ambalaj, Deri Eşya, Dayanaklı Tüketim malları, Traktör, Kamyon, Otobüs, Profesyonel elektronik cihaz, Metal parça, (özellikle döküm parçaları isteyen yan sanayi…)
Kısa dönemde yatırımlara yönlendireceğimiz kapitalin en verimli kullanımını sağlamak için sermaye/hasıl oranı düşük sahalara öncelik verilmesi, isabetli olacaktır..”
Emperyalist ülkeler, kendi ülkesinin işçi sınıfını ucuza beslemek, ve ucuz giyim gereksinimini karşılayabilmek ve aynı zamanda kendi üretim ve sömürü alanlarında yeni rakiplerin çıkmaması için, gereken önlemleri alıyordu. Yeni sömürge ülke ekonomilerini biçimlendirirken, bu ülkelerin sanayi kuruluşlarını söz konusu amaçlarına göre biçimlendiriyordu.
Konunun diğer bir yanı ise, emperyalizmin bunalımını omuzlamaya hazır bir yedeğin her an elinin altında hazır bulundurulmasıdır. Bu bağlamda yeni sömürge sanayisini, ekonomisini, emperyalizme hizmet sanayisi ve ekonomisi haline getirmeyi başından sağlamış bulunmaktadır.
Emek gücünün ucuz, tarım ürünlerinin bol ve ucuz olduğu Türkiye’de, bu ürünlerin üretimini yapıp ithal etmek, emperyalizm için en uygun yöntemdir. Bugün emperyalist ülkelerin işçilerinin ve diğer halk kesimlerinin büyük bir bölümü Hong-Kong, Singapur, Filipinler, G.Kore, Türkiye vb. ülkelerden ucuza sağlanmaktadır. Ve bu yeni sömürgelerdeki işçi ücretlerinin ortalaması, emperyalist ülkelerdeki emek gücü üretiminin %10’unu geçmemektedir.
Dolayısıyla sözkonusu ülkelerde işçi ücretleri sürekli düşük tutulmaya çalışılmış, işçi hakları sınırlandırılmış ya da genişletilmesine olanak tanınmamakta ısrarlı davranılmış; ekonominin gıda, giyim, hafif ara mallarına yönelik olması sağlanmaya çalışılmıştır. Üretimin iç pazara değil, dışa yönelik olması ve bu durumu daha elverişli kılmak için, programlar iç talebi kısıcı yöntemlerle donatılmıştır. Yapılan sürekli devalüasyonlarla, TL’nin değeri daha da düşürülmüş, ucuza mal ithalatı sağlanmıştır. Bu şekilde sözde Türkiye bazı alanlarda uzmanlaşmış oluyor, bunun adına da “ihracata yönelik sanayileşme” deniliyordu.
Hemen belirtmeliyiz ki, bu tezler ve öngörüler ne 1979 Türkiye’sinde ortaya çıkmıştır, ne de daha yenidir. IMF’nin 1963 yılındaki raporunda yer alan bu tez, daha o yıllarda ortaya atılmıştır. Uygulamasına ise 1960’larda Güney Kore ve Tayvan’da başlanmış, 1979’da ise sıra Türkiye’ye gelmiştir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi, ihracata yönelik ekonominin uygulanmasına bir an önce geçilmesi için, yürütme kademelerine baskıları artırmış, önlemler alınmasında yeni düzenlemelerle programın gündeme getirilmesinde sabırsızlanmıştı. Ancak ülkedeki demokratik girişimler ve sınıfın hareketliliğinin yanı sıra, devrimci mücadelenin giderek nitelik kazanması, bu politikanın gündeme alınmasına olanak vermiyordu. O durumda çareyi, programını bütünlüklü değil, adım adım uygulamaya sokmakta bulan AP hükümeti; fiyatların serbest bırakılmasından iki sonuç bekliyordu:
1) İhraç edilebilir ürünlerin fazlasını sağlama,
2) Özellikle KİT ürünlerinde uygulanan ikili fiyat sonucu, karaborsa ticareti yapan tüccarın kârının ortadan kaldırılması.
Hükümet bunları öngörürken, işbirlikçi tekelci burjuvazi daha fazlasını; üretimin artışı için her şeyden önce, hammadde, ara malı ve petrol alımı için dövize olan gereksinmenin karşılanmasını, bunun için de işçi ücretlerinin tamamen sınırlandırılmasını, üretim aksatan işçi sınıfı eylemlerinin son bulmasını istiyordu. Bu nedenle, işçi ücretlerine gem vuracak, eylemlere meydan vermeyecek düzenlemelerin yapılmasında acele ediyordu.
Öte yandan, tarım girdisi kullanıldığı için, tarım ürünlerinin taban fiyatlarının düşük tutulması, bu olmadığı taktirde, iç ticaret hadlerini iyice tarım aleyhine geliştirecek şekilde, sanayi malları fiyatlarının arttırılması isteniyordu.
Genel olarak, uygulaması düşünülen ihracata yönelik ekonomik program belirlendikten sonra, bu programı oluşturacak ekonomik kararlar ve onu izleyen, tamamlayan kararlar da peşinden gelecektir. Bu tezler ve kararlar, Türkiye’nin toplumsal yaşamı tam bir baskı altında tutacak, askeri faşist diktatörlük dönemi öncesi ve sonrası, uzun bir dönem uygulamada yer alacaktır. Bu tezleri öteden beri öngören IMF, ihracat ekonomilerinin yapması ve yapmaması gereken şeyleri şöyle sınıflandırmaktadır:
“… Yapılması gerekenler; ihracatın teşviki ve farklılaştırılması, ticaret özgürlüğü, makro dengelerin yeniden kurulması, ihracattaki dalgalanmaların önlenmesi. Yapılmaması gerekli şeyler ise şunlardır; fiyat kontrolleri, ithalat kısıtlamaları ve paranın yüksek değerde tutulması, ikili anlaşmalar, çoklu kur uygulamaları…” (4)
Öngörülen kararlar doğrultusunda davranmayan, finansman nedenleriyle tıkanan, uyum gösteremeyen sanayi kesimlerinin tasfiye edilmesi, işbirlikçi tekelci burjuvazi açısından kaçınılmazdı. Sermayenin bu iç çelişkisi, bazılarının yok olmasını, bazılarının daha da büyümesini getirecek, dolayısıyla sermayenin merkezileşmesini sağlayacaktır.
Marx’ın deyimiyle; “… daha önce oluşmuş bulunan sermayelerin toplulaşması, bağımsızlıklarına son verilmesi, kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi” (5) olayıdır.
Orta ve hafif sanayi kuruluşlarının önemli bir bölümü, tekelci sanayi sermayesinin yoğunlaştığı alanlarda iflasa sürüklenmiştir. Tekelci sermaye, aynı girdiyi birden fazla firmaya yaptırmakta ve fiyat üzerinde genellikle egemenlik sağlamaktadır. Bu sanayi alanlarında ihracat yapılmaması/yapılamaması özelliğine, aşırı değerlenmiş kurun ihracatı olumsuz yönde etkilemesi de eklenince, zaten devlet yardımlarını geri çektiğinden, bu sanayi kolları çöküntüye uğramıştır.
Sermayenin kendi içinde yeniden yapılanmaya gitmesi, genel olarak yaratılan artı değere (kâr, toprak rantı, ticaret kârı, faiz vb.) el koyan sömürücü sınıfların çeşitli kategorilerde etkinleşmelerini doğuracak, bu sınıflarla işbirlikçi tekelci sermaye arasındaki mücadele süreci, daha sonraki yıllarda sermayenin en güçlüsü lehine bir seyir izleyecektir.
Türkiye’de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması 1960’lardan sonra belirginleşmiştir. Ülke standartlarına göre “büyük” sayılabilecek işyerlerinin sayısı artmış, bu tip kuruluşların toplam işyerleri içinde sayıca yoğunlukları olmasa da belli bir ağırlıkları olmuştur. Diğer alanlarda da bu mücadele sürmüştür. Tekelci sermayenin bu amaca ulaşmada faaliyet göstermesidir. Daha somut bir deyişle, bina ve toprak sahibi olarak kiraya vermemek, ürettiği malı kendisi pazarlayarak veya kullandığı girdiyi kendisi satın alarak, ticaret kârını başkasına kaptırmamak; bankacılık-bankerlik yaparak, faiz giderini asgaride tutmak, kısacası “dikey” birleşmelere gitmek bu amaca ulaşmanın başlıca yöntemidir.
Türkiye kapitalizminin en etkin sınıfı olan işbirlikçi tekelci sermayenin de amacına ulaşmada başvurduğu en bilinen yöntemi, sermayenin oluşumundaki tüm aşamalarda faaliyet göstermesidir. Açılımıyla; sanayi üretiminin sahipliğini, ürünlerin pazarlanmasını, dağıtımını kendi eliyle organize ederek, ticaret kârının dışarıya akmasını büyük ölçüde önlemektedir. Sanayide kullanılan girdilerin halini de kendi kurumlarıyla organize etmeye başlamıştır. Aynı süreç içinde kredi ve finansman sorununu kendine ait kurumlarla çözmeye çalıştığı gibi, devletin tüm olanaklarını kullanabilmenin yollarına sahiptir ve sübvansiyonları kendi lehine kullanabilmiştir.
Tarım alanında, tarım girdileri ve kredi sisteminde de aynı biçimde faiz oranlarını artırmak yoluyla, bankaların dağıttığı kredileri tefeci-tüccarın ele geçirmesini büyük ölçüde önleyip, tarımdaki feodal, yarı-feodal ilişkileri dönüşüme uğratmış, tarımda kapitalizmin gelişimini sağlamıştır. Tarımdaki sermaye birikimi devlet aracılığıyla tekelci kesime aktarılmış, dolayısıyla tarımda da bu kesimin etkinliği artırılmıştır.
Pazar için üretimin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, karikatür bir kapitalist ilişkinin kökleşmesi sağlanmıştır. Fakat bu kapitalizm, kimliksiz ve ucube kapitalist ilişkileri içerdiği için, ‘kökleşme’ kaçınılmaz olarak, toprağın yüzeyinde ve her an sökülüp alınmaya, her rüzgarda savrulmaya aday bir kökleşmedir.
Sanayi, tarım ürünlerinin merkezi alımını üstlenen devlet aygıtı, bu alanlarda devlet tekellerini oluşturmuştur. Üretimin cinsine göre belirlenen bu kuruluşların başlıcaları Fiskobirlik, Şeker Fabrikaları, Çay-Kur, Çukobirlik, Köy-Koop, Tariş vb.dir. Tarıma modern girdi sağlayan üretim aletleri üretimini gerçekleştiren devlet kuruluşları da mevcuttur. Donatım Fabrikaları, Gübre Fabrikası vb.
Tarımdaki ürünlerin taban fiyatlarının belirlenmesi de devlet eliyle gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, biriken sermaye devlet tarafından işbirlikçi tekelci sermayenin damarlarına zerk edilmek amacıyla kullanılmaktadır. İhracata yönelik sanayileşme politikasında ülkenin uzmanlaşacağı alanlardan biri olarak da tarım öngörülmüş, ancak daha önce değindiğimiz nedenlerle bu işleyiş, bütünlüklü olarak bir türlü yerine getirilememiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin Oligarşi içindeki ağırlığını artırması, özellikle ‘kara para’ diye adlandırılan, yasal olmayan yollardan sermaye birikimine sahip olan, yasal koşullara bağlı kalmaksızın ticaret yapan kesimle de bir hesaplaşmaya girişmesini doğurmuştur.
1970’in ikinci yarısında şiddetlenen döviz darboğazı koşullarında Merkez Bankası’nın dışında döviz toplayan ve bunları da ya resmi kurun çok üstünde fiyatlarla taliplilerine satan, ya da bu dövizlerle çeşitli mamül, yarı mamül malları alıp, kaçakçılık yoluyla ülkeye sokarak, yüksek fiyatlarla pazarlayan kesimin durumu dikkate değer bir yer işgal ediyordu. Bu kesim, silah, içki, sigara kaçakçılığından, sanayide kullanılan elektronik cihazlara, iş aletlerine kadar bir çok malı yüksek fiyatlarla satmakta ve önemli oranda ticari kâr sağlamaktaydı.
Aynı şekilde karaborsacılık alanında KİT yöneticileriyle anlaşıp, bu ürünlerin (demir, çelik, çimento, sigara vb.) karaborsa ticaretini yaparak büyük kârlar sağlamıştır. Ayrıca yüksek faizle borç para verme yoluyla da önemli faiz gelirleri elde etmekteydiler. İstanbul Tahtakale Piyasası olarak adlandırılan bölgede sağlanan kazançlar milyarlarla ifade edilmekteydi. Bu kesimin kaçakçılık faaliyetleriyle elde ettiği kârlar o denli yükselmiştir ki, IMF bile durumdan şikayetçi olmaya başlamıştır.
IMF tarafından hazırlanan, Türkiye ekonomisinin Mart 1980’deki durumunu irdeleyen “gizli” kayıtlı bir raporda ilk kez ülkedeki kaçakçılık sektörünün önemi vurgulanmakta ve şöyle denilmekteydi:
“… yetkililer ülkeye yasadışı yollardan yapılan ihracatın çekiciliğini önleyebilirler ve kapsamını azaltabilirlerse ödemeler dengesinde belirgin bir düzelme elde edebilirler. Bu açıdan en iyimser yaklaşım bile açığın 2 milyar dolar dolayında olacağını göstermektedir.” (6)
Sonuç olarak ekonomide iki açık faşizm dönemi arasında izlenen politikalarda, sık sık değişik hükümetlerin değişik tanımlarla ortaya koydukları programlara rağmen özde değişiklik olmamış, emperyalizmin çizdiği rotanın ve genel kapsamın, ülkenin ekonomik, siyasal, sosyal niteliğinin elverdiği sınırların dışına çıkılmamış/çıkılamamıştır.
Demirel-Ecevit-Erbakan, MC hükümetleri; ithal ikamecilik, DÇM politikaları, ihracata yönelik sanayileşme vb. tanımlar altında, değişmeyen yöntem olan devalüasyonlar ve emekçi kitlelerden daha fazla, daha fazla isteme işlevleriyle, uluslar arası tekelci sermayenin ‘önlem ve tedavi paketlerini’ ülkenin sırtına yüklemişlerdir.
Dipnot Ve Kaynaklar:
(1) ABD’nin tavır almasının bir diğer nedeni ise, Vietnam işgal hareketinde binlerce genç ABD askeri personelinin yitirilmesinin ABD kamuoyunda savaş aleyhtarlığının gelişmesine neden olmasıdır.
(2) 1974 Türkiye İktisadi Durumu, Özel Sorunları, Ekonomik ve Sosyal Etütler Konferans Heyeti Raporları, s. 2, Erdoğan Aklin
(3) K. Marks 1867, s 645
(4) “Türkiye Üretimden Vaz mı Geçiyor?” Doç. Ergün Türkcan/Sosyalist İktidar’dan
(5) Kapital C. 1, s. 643
(6) Milliyet Gazetesi, 19 Mart 1980