Sömürge Tipi Faşizm

0 425
image_pdf

Sömürge Tipi Faşizm

Sömürge Tipi Faşizmin Resmi

Sömürge Tipi Faşist konseptin en yetkin uygulamalarından ikisi,Türkiye ve Kolombiya’dır. Dernek ve parti kurabilir, dergi çıkarabilirsiniz, ancak sistemi zorlayan bir noktaya vardığınızda partiniz devlet güçlerince bombalanabilir, sendikacılarınız, gazete muhabirleriniz gözaltında kayıplara kurban gidebilir, süreklileşmiş gözaltı ve işkence uygulmalarına muhtap olabilirsiniz ve bütün bunlara rağmen partiniz hâlâ açık olabilir, derginiz yayınını sürdürebilir. Yani, herşey, her uygulama birarada. İsterseniz uslu tavşanlardan olup, sadece havuç yiyebilirsiniz, bunu istemezseniz ve gerçek bir halk hareketi yaratmaya girişirseniz havuçla sopayı birarada yiyebilirsiniz. Üstelik yiyeceğiniz sopa, açık faşizm dönemlerinden çok daha fazla olabilir. Böylece devrimci hareketler içindeki yılgınlıklara, devrimci politikadan reformizme geçişe politik ve örgütsel olarak kendini ifade edebilmesi ve düzen içine kanalize olması için zemin sunulmaktadır.

Yeni Sömürgecilik…) ve Devlet

1945 sonrası devletin ekonomideki rolünün de yeniden tanımlanması anlamına geliyordu.

Sermayenin kesintisiz birikiminin koşullarının sağlanması kapitalist devletin birincil görevi durumundadır. Her yeni dönem, genellikle sermaye birikimi sürecinin yeni bir biçimini, yeni bir sömürü modelini de ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda, kapitalist devlet, tüm tarihi boyunca ekonomik alana değişik biçimlerde de olsa yoğun bir şekilde müdahale etmiştir. Her sömürü modeli o tarihsel kesitteki uluslararası ve yerel ilişki ve çelişkilerin; toplumsal, siyasi, iktisadi vd. ilişkilerin, çelişkilerin, güç dengelerinin vb. pek çok dinamiğin ürünü olarak ortaya çıkar. Ve aynı zamanda bütün bu öğeleri bütünlüklü olarak yansıtır da. Devletin görev ve zorunluluklarını ve siyasal mücadelelerin içinde gerçekleneceği alanı da belirler.

Liberal anlayışın egemen olduğu 1930’lara değin olan süreçte sömürge alanlarının kazanılması, serbest ticaretin dünyanın geri kalan kısmına çoğunlukla zor yoluyla benimsetilmesi, kimi alt yapı olanaklarının yaratılması, burjuvazinin önünü açacak ideolojik, yasal ve kurumsal düzenlemelerin yapılması, emekçi sınıfların karşı koyuşlarının bastırılması vb.; bu müdahalelerin başlıca alanlarını oluşturmaktaydı. Kapitalist devlet liberal bir ekonomik düzenin oluşturulması için yavaş yavaş artan kapsamlı bir müdahale düzeneği yaratmıştı.

Liberal model, 1929 büyük ekonomik bunalımı ile kırıldı. 1930 sonrası, tüm devletlerin esas olarak içe kapandığı (Liberal anlayışın kalesi İngiltere bile kısmen liberal anlayıştan vazgeçmek zorunda kaldı.), tüm kapitalist sistemi düzenleyen bir sömürü modelinin söz konusu olmadığı, oldukça kaotik özellikler taşıyan bir dönemdi. Bu dönemde, belki de kapitalizmin tarihinde ilk kez devletler doğrudan iktisadi faaliyetler yoluyla; işletmeler kurarak, ekonomik faaliyetleri kapsamlı biçimde örgütleyerek iktisadi faaliyetlere katıldılar. Ancak bunlar tek tek ülkelerdeki kapitalist sistemlerin krizden çıkış için giriştikleri ayakta kalma mücadelelerinin birer parçasıydılar.

1945 sonrasında, ABD emperyalizmi kapitalist dünya ekonomisine biçim verirken, bir yandan sistemin bütününün toparlanmasını ve sosyalizme karşı güçlü bir ekonomik yapıya kavuşmasını hedeflerken, diğer yandan bu süreçten başat güç olma konumunu garantileyecek, sömürünün aslan payını almasını sağlayacak koşulların yaratılmasını hedeflemekteydi.

Bu noktada, Keynes’in devletin ekonomiye her düzeyden doğrudan katılımını-müdahalesini esas alan düşünceleri, bu iki hedefe ulaşılmasını sağlayacak en uygun ideolojik-teorik çizgi olarak görünmekteydi. ABD, müttefikleriyle anlaşarak bu çizgiyi yeni sömürü modelinin ekseni olarak hayata geçirmeye yöneldi.
Keynesçi yeni sömürü modelinin başlıca unsurlarını şu noktalar oluşturmaktaydı:

Devlet doğrudan yatırımlar yaparak tam istihdamı sağlamalıdır, böylece iş bulan, gelir elde eden insanlar talep yaratacaktır ve bu da hem özel, hem de devlet eliyle yapılan yatırımların artmasını, böylece kar oranlarının yükselmesini sağlayacaktır. Gelirlerin artması tüketiminde artamasını sağlayacaktır. Devlet az gelirli kesimleri destekleyerek tüketimin artışına katkıda bulunmalı, böylece yeni yatırımlarında önünü açmalıdır. Devlet para miktarını da ayarlayarak ekonomiyi bu doğrultuda düzenleyebilmelidir. Keynesin düşünceleri, bir yandan düşen kar oranlarının yükseltilmesi, genişletilmiş yeniden üretimin sağlanması ve böylece sermaye birikminin sürekliliğini hedeflerken, diğer yanda işsizlik, yoksulluk nedeniyle sistem karşıtı mücadele zeminlerine kayan emekçi sınıfların ekonomik durumlarının çok sınırlı ölçüde de olsa düzeltilerek yeniden sisteme bağlanmasını hedeflemekteydi. Bu yoldan ve toplanan vergilerin sermayenin emrine verilmesiyle kapitalizm onarılacaktır.

Keynes’in 1930’lu yıllarda ileri sürdüğü bu tezler, 1945’den itibaren tüm kapitalist sistemde uygulamaya sokuldu. Keynesçi sömürü modeli, devletin ekonomiye o güne değin görülmemiş ölçüde müdahalesi anlamına geliyordu. Daha önceki dönemlerde yaptığı müdahalelerin yanısıra, yukarıda kısaca özetlediğimiz müdahaleler de artık devletin başlıca görevleri arasındaydı.

1945 sonrası refah devleti ya da sosyal devlet olarak kavramlaştırılan durumun arka planını bu yaklaşım oluşturmaktaydı. Bu temelde, nisbeten kar oranlarının düşük olduğu başta eğitim, sağlık, kültür, toplu taşımacılık, sosyal sigortalar, temel alt yapı hizmetleri, madencilik, vb. daha pek çok alanda büyük çaplı devlet yatırımları gerçekleştirildi, ya da bu alanlardaki özel işletmeler devletleştirildi. Sadece bunlar değil, daha pek çok alanda devlet yatırımları yaygınlaştı. Tekeller daha karlı başka alanlara yöneldi. Devletin bu yatırımları emperyalist ülkelerdeki savaş sonrası onarım faaliyetleri ile birleşince ekonomiye oldukça büyük bir ivme kazandırdı.

Fordist iş örgütlenmesi tam istihdama ve kitlesel tüketime dayanan sömürü modeli için en uygun iş örgütlenmesi olarak kısa sürede yaygınlaştı ve sömürü modelinin esaslı bir bileşeni oldu. Standart ve kitlesel üretim yapan, tüm süreçlerini ve işçileri birbirine bağlayan ve büyük işçi kitlelerini devasa işletmeler içinde toplayan bir fabrika modeli ve iş süreci oluştu.

Devlet en büyük işveren olmuştu ve eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleri vb.’ni o güne değin olmayan ölçüde geliştirmişti.

Sistem bu geçici gelişmeyi derhal en abartılı söylemlerle altın çağ, devleti ise refah devleti olarak tanımlamakta gecikmedi. Gerek ideolojik manipülasyon, gerekse emperyalist-kapitalist ülkelerde emekçi sınıfların durumundaki göreli iyileşme, geniş emekçi kesimlerin devrimci düşüncelerden uzaklaşmasının, sisteme bağlanmasının, reformist görüşlerin her alanda (sosyalist hareket de dahil) güçlü biçimde boy vermesinin nesnel ve öznel zeminini oluşturdu.

Kapitalist devletlerin egemen sınıfları olan tekelci burjuvazi bu süreçten kar oranlarının yükselişi sayesinde ciddi kazançlarla çıkmaktaydı. Öte yandan, emekçi sınıfların devrimci düşüncelerden uzaklaştırılması, sermaye birikiminin sürekliliği ve güvenliği açısından hayati bir kazanım durumundaydı.

Yeni sömürü modelinin temel bileşenlerinden biri ise, klasik sömürge konumundan kurtularak ‘ulus-devlet’lerini kurmuş ülkeler ve eski yarı-sömürgelerin ekonomilerinin yeniden örgütlenmesi oluşturmaktaydı. Bu, kapitalist üretim ilişkilerinin, Keynesci modelin mantığına uygun olarak kar oranlarının yükseltilmesini ve genişletilmiş yeniden üretimi sağlayacak biçimde yaygınlaştırılıp, derinlik kazanması ile olacaktı.

Bu ülkelerin tüm nüfusunun ve kaynaklarının kapitalist sömürüye açılması, kapitalist üretim ilişkilerinin her alana yayılaması hedeflenmekteydi. Bu süreçte başlıca aktörler emperyalist devletler ve tekelleri, bu ülkelerdeki devletler ve emperyalist tekellerle işbirliği yapabilecek, komprador burjuvazi ve büyük toprak sahipleri sınıflarıydı. Yeni devletler ve eskinin yarı-sömürge devletleri emperyalist devletlerden ve bankalardan aldıkları borçlarla alt yapı yatırımlarına ve tekeller için henüz yeterince verimli olmayan, ancak kapitalist üretimin zeminlerini hazırlayan yatırımlara yönelirken, emperyalist tekeller doğrudan yatırımlarla ve yerli işbirlikçileriyle ortaklıklar kurarak hızlı bir kapitalistleşme süreci başlattılar. Emperyalist ülkelerde ikinci sınıf konumuna düşmüş olan sanayiler bu ülkelere taşındı. Daha çok iç pazara dönük dayanaklı/dayanıksız tüketim malları üretimine ve eskimiş teknolojilere ve montaja dayanan bir hafif ve orta sanayi gelişmeye başladı. Üretilen malların en kritik unsurları bu fabrikaları kuran, ortak olan ya da teknolojiyi veren emperyalist ülkelerden gelmekteydi.

Bu nedenle, bu sanayiler emperyalist ülkelerden gelen bu kritik unsurların (ara malları da deniliyor) ihtalatına bağımlıydı. Bu ithalat ise geleneksel ihraç mallarının satışı ile karşılanmaktaydı. Bu nedenle geçmişten gelen geleneksel hammadde ve yiyecek vb. ihracı da genişleyerek devam etti. Öte yandan, bu sanayiler dış rekabete karşı korundu.

Bu ise kar oranlarının yüksek tutulmasını garanti altına almaktaydı. Bu ülkelerdeki doğal ekonomi zemini kısa sürede bozuldu. Feodal ve yarı-feodal unsurlar hızla tasfiye sürecine girdi. Emperyalistler borçlandırma yoluyla ve doğrudan yatırımlarla bu ülkelerin ekonomilerini kısa sürede denetim altına aldılar. Emperyalizm bu yoldan (ve tabi ki siyasal ve diğer araçlar yoluyla da) içsel bir olgu haline geldi.

Ortaya çıkan ekonomi tekelci nitelikte, dışa bağımlı, borçlanan ve bunları ödeyemeyen, sürekli kriz içinde olan bir ekonomidir. Emperyalistler esas olarak, oluşmakta olan işbirlikçi tekelci burjuvazi ile işlerini yürütmelerine karşın, bu ülkelerde sürecin başında daha önceki dönemden kalan, büyük toprak ağaları, büyük tefeci-tüccar kesimleriyle de iktidarın ve dolayısıyla, devletin olanaklarının paylaşılması zorunludur. Bu anlamda ülkede denetim emperyalizmin de doğrudan içinde yer aldığı, işbirlikçi tekelci burjuvazi, büyük toprak ağaları ve büyük tefeci-tüccarların en irilerinin koalisyonu olarak niteyebileceğimiz oligarşik bir ittifakın elindedir. Devletin ekonomiye müdahalesi, daha çok emperyalist ülkelerde olduğu gibi, tekelci sermayenin elinde biriken sermayenin kar oranları yüksek alanlara yatırılmasını sağlamak için değil, emperyalist tekeller ve zayıf yerli işbirlikçilerine toplumsal artığı aktarmak, sermaye kıtlığını gidermek içindir.

Tabii, bu süreçte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarda iyileştirmeler olsa da, bunlar emperyalist ülkelerdekilerle kıyaslandığında çok sınırlı ölçüdedir. Yerli tekelci burjuvazinin zayıf karakteri devletin elinde toplanan toplumsal artığın bu alanlarda geniş ölçüde harcanmasını engeller. Devlet bunları çeşitli yollardan egemen sınıflara aktarır.
Böylece, her ülkede, o ülkenin tarihsel toplumsal koşullarına bağlı olarak değişik yollardan çarpık, sürekli kriz dinamikleri taşıyan, zayıf ve bağımlı bir kapitalist yapı inşa edilir. Ülke yeniden sömürgeleştirilir. Siyasal yapı da buna uygun olarak biçimlendirilir. Ortaya çıkan, ilişki biçimine denk düşen tanımlama yeni-sömürgecilik ilişkisidir. Bu toplumsal yapılanma ve devleti ise yeni-sömürge ve yeni-sömürge devletidir.

Kapitalist sömürü modeli ve bunun içinde devletin rolünü ana hatlarıyla bu noktalarda somutlaştırabiliriz.

Kapitalist Devletin Biçimi;
Gerici Burjuva Demokrasisi ve Sömürge Tipi Faşizm

Emperyalist-kapitalist ülkelerde faşizm kesin biçimde yenilgiye uğratılmış ve bu ülkelerin tümünde burjuva parlamenter demokratik devlet biçimleri egemen olmuştur.

Ancak kurulan rejimler, kısa süre içinde en temel demokratik siyasi hakların budanmasını hedefleyen gerici bir yönetme tarzını egemen kılmayı hedefleyen pratiklere yönelmişlerdir. Bu ülkelerde 1945-50 yılları arasındaki kısmi özgürlükçü ortam, 1950’li yıllardan itibaren koyu bir anti-komünizm ile kirletilmiş, ABD’de McCarthy’cilik ekseninde gelişen demokratik haklara saldırılar, kısa sürede tüm emperyalist ülkelere yayılmıştır. İtalya ve Fransa gibi komünist hareketin çok güçlü olduğu ülkeler ve kimi kuzey ülkeleri dışında, politik alan ağır gerici baskıların altında ezilmiştir. Emperyalizmin demokrasiden gericiliğe doğru olan eğilimi ve gelişmesi bu dönem de iniş ve çıkışlarına rağmen sürmüştür. Sistem dışı hareketlerin demokratik haklardan yararlanması neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Üstelik bu sürece, özellikle Avrupa’da sosyal-demokrat partiler öncülük etmiştir. Burjuva demokratik hakların varlığını sürdürmesi tümüyle işçi sınıfının, gençliğin ve aydınların mücadelesi ile olmuştur. Buna rağmen, sistem dışı güçlere karşı acımasız saldırganlık ve hak ihlalleri, demokratik hakların kulanımının engellenmesi giderek süreğen bir yapı kazanmıştır. Bu devletler her birinin özgül koşullarına bağlı olarak değişik süreçlerden geçerek ve farklı biçimlerde giderek polisin ve diğer ve güvenlik aygıtlarının tüm yaşamı kontrol ettiği birer polis devletine dönüşme sürecine, bu dönemin başından itibaren girmişlerdir.

Yeni-sömürgeler açısından ise süreç oldukça farklı biçimlerde işlemiştir. Bu ülkelerde geliştirilen kapitalizmin zayıf ve bağımlı niteliği sürekli kriz içinde olmasına neden olmaktaydı. Kapitalizmin gelişmesiyle kırdan kente doğru gelişen göç dalgasının getirdiği işgücü, güdük sanayileşme tarafından emilemiyor ve kentlerin etrafına yığılmış, işçi, işsiz büyük bir yoksul nüfus yaratıyordu. Sadece bu da değil, bağımsız ve sanayileşerek kalkınmış bir ülke yaratmayı hedefinin gerçekleşmemesi yoksul sınıflardan aydınlar arasında da sisteme dönük sorgulama ve arayışları geliştirmekteydi. Ayrıca çok uluslu devletlerde ezilen ulusların hak arayışlarının ciddi mücadelelere neden olacağı da açıktı. Kısacası, yeni-sömürgeleştirilen ülkeler büyük çatışmalar için sürekli biriken çelişki öğeleri ile yüklüydü.

Yeni-sömürge devletlerinin siyasal rejimleri daha baştan itibaren çeşitli farklılıklar taşımaktaydı. Yeni-sömürgeleşen eski yarı-sömürge devletlerin bir bölümü faşist veya bonapartist devletler olarak biçimlenmişti. Bunlarda ya tek partili parlamenter yapı bulunuyor ya da parlamenter sistem hiç bulunmuyordu. Her halükarda burjuva demokrasisinin izi dahi bu ülkelerde bulunmamaktaydı. Bir bölümü ise iki partili garip despotik yönetimler, ya da güdük burjuva demokrasileri olarak biçimlenmişti. Yeni kurulan yeni-sömürge devletler ise çoğunlukla bağımsızlık sürecine öncülük eden güçlerin kurdukları partiler tarafından yönetilmekteydi. Bir bölümü daha baştan itibaren emperyalizmle işbirliği içinde askeri yönetimler eliyle faşist devletlere (Güney Kore, Filipinler gibi) dönüştürülmüştü. Bir bölümünde ise güdük de olsa burjuva parlamenter demokrasi rejimini hayata geçirme çabasına girişmişti.

Başlangıçta, homojen olmayan bu siyasal biçimleniş süreç içinde emperyalizmin bu ülkelerdeki denetimleri geliştikçe homojen bir yapıya kavuşturulması hedeflenir. Bu ülkelerde devletin siyasal yapılanışı, uygulamaları, kurumları, yönelimleri, başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist ülkeler tarafından yeniden örgütlendirilir ve bu temelde bu devletlerin siyasal biçimlenişi ortak karakteristikler kazanmaya başlar.

Her şeyden önce, gerek emperyalistler, gerekse yerli egemen sınıflar bu ülkelerdeki emekçi sınıfların sınıfsal, ulusal, dinsel vb. pek çok açıdan yoğun bir biçimde ezildiklerini ve bu duruma karşı büyük patlama öğeleri biriktirdiklerinin farkındadırlar. Ekonominin zayıf yapısı sürekli bunalım üretmekte, çelişkileri derinleştirmektedir. Kent yaşamının kır yaşamına nazaran sağladığı kimi avantajlardan ve güdük de olsa gelişen kapitalizmin sağladığı gelişme duygusundan kaynaklanan nispi refah düşüncesi, sık sık yaşanan ekonomik krizlere, büyüyen işsizliğe ve artan yoksulluğa çarparak parçalanmaktadır. Böylece biriken patlama öğelerinin kontrol altına alınması ve bastırılması burjuva parlamanter rejimlerle asla mümkün değildir. Ya da eski yarı-sömürge, yarı-feodal ilişkiler içinde biçimlenmiş despotik yönetimlerinde sistemin güvenliğini sağlaması mümkün değildir.

Bu noktada, yapılan şey gelişen tekelci kapitalizmin mantığına uygun olarak, merkezileştirilmiş, ülkenin her yerine elini uzatabilen, denetim altına alan, ezilenlere karşı örgütlenmiş ve iç savaşa dönük hazırlanmış güvenlik birimlerinin legal ve gizli biçimde (kontr-gerilla) devletin çekirdeğinde konumlandığı, ordunun devletinin yönetilmesinde belirleyici unsurlardan biri olduğu ve gerektiğinde öne çıktığı bir devletin yaratılmasıdır. Nisbeten sükunetin sağlandığı dönemlerde burjuva parlamanter demokrasinin kimi unsurlarının güdük (seçimler, partiler, kimi demokratik haklar) biçimde devreye sokulduğu, ordunun ve çıplak zorun geriye çekildiği dönemlerede izin verilir. Ordunun yönetime el koyduğu dönemler ile burjuva parlamentarizminin öne çıktığı dönemler birbirini izler.

Bütün bu yapı yukarıdan aşağıya doğru işbirlikçi yönetimler ve emperyalistler tarafından birlikte inşa edilir. Belirleyici devlet kurumları esas olarak güvenlik aygıtları ve sınırlı sayıdaki sivil kurumdur ve bunlar kadroları, görevleri, uygulama araçları vb. özellikleri itibariyle daha baştan itibaren her türden demokratik müdahaleye kapalı, baskıcı, terörcü kurumlar olarak biçimlendirilir. Bu devlet, esas olarak emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin, dahası bir bütün olarak oligarşik ittifakın devletidir. Bu devlet yapısı sahip olduğu bütün bu özellikleriyle faşist karakterdedir. Emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin öncülüğündeki oligarşik ittifakın çıkarları için ağır bir baskı rejimi ve gerici terör ve bunun kurumları devletin ve yönetme tarzının esaslı unsurlarıdır.

Bu devlet biçimi diğer faşist devlet biçimlerinden ayrılan yanlarının netleştirilmesi ve sömürgeci (yeni-sömürgeci) karakterinin net olarak ifade edilebilmesi için sömürge tipi faşizm olarak nitelendirilmiştir. Askeri yapının egemen olduğu ve çıplak zorun öne çıktığı dönemler açık faşizm, burjuva parlamanter öğelerin öne çıkarıldığı süreçler ise gizli faşizm olarak tanımlanmıştır.

Daha sürecin başından itibaren bu temelde örgütlendirilen bu devletler, çoğu durumda henüz güçlü bir işçi sınıfına ve direnme geleneklerine sahip olmayan ülkelerde her açıdan zayıf konumdaki emekçi sınıfların karşısına ceberrut, ülkenin dört bir yanında örgütlenmiş, güçlü ve her türden terör yöntemini acımasızca uygulayan yapılar olarak çıkmışlardır. Aşırı şiddet kullanımı ve ideolojik yönlendirmeyle güçlü ve yenilmez devlet imajı geliştirilmiştir. Bu imaj, nispi refah olarak algıladığı kent ortamının kimi olanakları ile birleşerek emekçiler ile oligarşi (ve devlet) arasında devletin yıkılmazlığı, yenilmezliği düşüncesinde ifadesini bulan bir suni denge yaratmıştır. Yeni-sömürgelerde emekçi halk kitleleri ile devlet arasındaki ilişkileri biçimlendiren en temel faktör bu olmuştur.

Kimi istisnai durumlar (Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi) dışında yeni-sömürgeleşme yoluna giren tüm devletler bu değişik yollardan, değişik süreçlerden geçerek sömürge tipi faşizm modeline uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır.

Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemin ve kapitalist devletlerin gerek uluslararası alandaki, gerekse ekonomik ve siyasal alandaki örgütlenmesine ilişkin yukarıda ifade edilen noktalar esas olarak genel gelişme doğrultularını ifade etmektedir.

Bu genel doğrultulara denk düşmeyen, bu merkezi eğilimlerden uzaklaşan, pek çok öğe ve merkezkaç dinamik de söz konusudur. Ancak sistemin bütünü açısından bakıldığında genel doğrultu budur. Bu dönemin başlangıcında ayrıksı pek çok özellik taşıyan ülkeler ve pek çok uygulama, zaman içinde genel doğrultuya uygun hale gelmiş, kurum, uygulama ve kurallar tüm sistem açısından tümüyle olmasa bile başlangıçla kıyaslandığında çok büyük ölçüde benzer hale gelmiştir. Genel doğrultuya uygun gelişme gösteren her devletin sürece dahil oluşu da tarihsel, kültürel dokusuna, o an’a değin her alanda biriktirmiş olduğu maddi ve manevi birikimlere bağlı olarak farklılıklar göstermiştir.

Bir, Burkina Faso ya da Ruanda ile, bir Brezilya, Endonezya ya da Türkiye’nin genel doğrultu içindeki gelişme seyirleri hemen hemen her açıdan farklılıklar gösterir. Örneğin Brezilya’da 1960’larda kurulan askeri açık faşist yönetim 20 yılı aşkın süre devam ederken, Türkiye’de askeri faşist rejimler, 1970 başlarında iki yıl, 1980 başında ise 3 yıl sürmüştür. Daha pek çok farklı durum ve biçimleniş gösterilebilir. Sürecin gelişme seyrine ilişkin teorik tespitleri değerlendirirken bütün bu noktaları mutlaka her an akılda tutmak zorunludur.

Bu sürecin genel doğrultusuna uymayan merkezkaç gelişmeler olarak öne çıkan başlıca gelişmelere de konumuz bağlamında kısaca değinmek gerekiyor.

Bunlardan ilki, 1950’li yıllardan itibaren, Avrupalı emperyalist ülkelerin ilk aşamada Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, günümüzde AB oldu) ismi altında kendi aralarında birlik oluşturarak, sistemin başat gücü ABD’nin öncülük yapmadığı bir birlik oluşturmalarıdır. Bu oluşum Avrupalı emperyalistlerin ABD dışında kurumlaşma, güç odakları oluşturma yönünde attıkları ilk adımdır. Kuşkusuz bu girişimler 1990’lara değin, sistem içinde 1945’lerde oluşmuş olan statükoyu bozmamış olsada, Fransa’nın 1960’lı yıllarda NATO’dan çekilmesi, Almanya’nın SSCB ve Demokratik Almanya ile 1970 başlarında ilişkileri geliştirmeye girişmesi gibi başkaca unsurlarla gittikçe güçlenen ve hem tek tek bu devletlerin ABD karşısında güçlenmesini, hem de bağımsız olarak bloklaşma isteklerini gösteren unsurlar oldular.

Bu eğilimler kapitalist devletler arasındaki ilişki sistemindeki oldukça yavaş da olsa uç veren değişimin, ABD dışındaki büyük emperyalist devletlerin ABD’ye devrettikleri kimi haklarını sinikce de olsa almaya dönük küçük başlangıç adımları olarak ortaya çıktılar. Sadece bu da değil, Avrupa’daki bloklaşma eğilimi geliştikçe, burjuva ulus-devleti korumakla birlikte daha üst devletsel kurumlara (Avrupa Birliği ve ileride belki de Avrupa Birleşik Devletleri) dönük yavaş da olsa bir geçiş eğiliminin varolduğu görüldü.

Merkezkaç eğilimlerden bir diğeri, çoğunluğunu bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketidir. Bağlantısızlar Hareketi, 1956’da Endonezya’nın Bandung kentinde kurulduğunda küçük-burjuva önderliklerin bağımsızlığa öncülük ettiği, esas olarak kapitalist gelişme (gelişememe demek daha doğru olur) yoluna girmiş, ancak siyasal ve ekonomik açıdan henüz emperyalizmin tam kontrolü altına girmemiş ülkelerin birliği olma ve kapitalist ve sosyalist bloklara karşı mesafeli bir politika yürütme iddiasında idi.

Bu ülkeler sosyalizm ile kapitalist sistem arasındaki çelişkelerden yararlanarak her iki sistemin olanaklarını kullanma ve bu yoldan hızla sanayileşme ve büyük ya da en azında bağımsız devletler olarak kalma iddiasındaydılar. Bu harekete öncülük eden ülkeler (Hindistan, Endonezya, Mısır, Yugoslavya vb) gerçektende büyük bir nüfus potansiyeline, toprağa, doğal kaynaklara ve bulundukları bölgelerde siyasal nüfuza sahiptiler. Sahip oldukları nesnel olanaklar bu ülkelerde bağımsız ve büyük devletler olma umudu yaratmaktaydı. Ancak izledikleri kapitalist gelişme yolu ve emperyalist ülkelerle girdikleri ilişkiler sonucunda, bunlar zamanla birer ikişer, yeni-sömürge ülkelere dönüştüler ve 1980’lerde bu hareket tümüyle dağıldı.

1945’lerde başlayan ve 1949 Çin Devrimiyle temel unsurları billurlaşan emperyalizmin 3. bunalım dönemi, gelişim seyri içinde pek çok değişime uğrayarak, pek çok çelişki öğesi biriktirerek ilerledi. 1970’lere gelindiğinde ABD hegemonyası başta ekonomik alanda olmak üzere ciddi biçimde aşınma yoluna girmişti. Bretton Woods anlaşmasının ve doların çökerek, dünya parası olmaktan çıkışı, ABD hegemonyasının başaşağı gidiş sürecinin başladığını ve sistemin ‘altın çağı’nın sona ererek, konjonktürel olmayan yeni büyük bir yapısal krizin geliştiğinin ilk büyük işaretiydi.

Ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinin büyümesi ve zaferler kazanması, emperyalist ülkelerde işçi hareketinin güçlenerek ekonomik kazanımlarını büyütmesi, biriken büyük sermaye stoklarının daha karlı biçimde değerleneceği alanlar bulunamaması ve benzer bir dizi faktör sistemi krize yuvarlamıştı.

Sistemin krize yanıtı ABD öncülüğünde bütünlüklü bir restorasyon programı geliştirmek oldu.

Temel bileşenlerini; yeni bir uluslararası sistemin ve güç ilişkilerinin oluşturulması, kar oranlarının yükselişini sağlayacak yeni bir sömürü modelinin, neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması ve toplumsal, kültürel alanın buna uygun olarak postmodern düşünce ekseninde yeniden biçimlendirilmesinin oluşturduğu restorasyon programı elbette kapitalist devletin ve siyasal alanın da bütün bunlara bağlı olarak hem emperyalist ülkelerde, hem de yeni-sömürgelerde yeniden biçimlendirilmesini öngörmekteydi.

Emperyalist ülkelerde yeni sağcılık, yeni-sömürgelerde düşük yoğunluklu çatışma-düşük yoğunluklu demokrasi kavramlarıyla tanımlanan devletin yeniden organizasyonu, 1980 başında devreye sokulan restorasyon programının önemli bileşenlerinden biri olarak pratik bir olgu haline geldi.

Günümüzde hayatımıza somut olarak giren “devletin küçültülmesi”, “postmodern darbe”, “ulus-devletin aşınması” vb. devlete ilişkin pek çok olgu ve tartışma konusu 1980’lerde devreye sokulan ve 1990 sonrasında dünya çapında uygulama alanı bulan ve yeni boyutlar kazanan emperyalist restorasyon programının ürünüdür.

Yeni Sağ ve Sömürge Tipi Faşizm

1980 başlarında devreye sokulan emperyalist restorasyon programı, kapitalist devletin siyasal yapılanışını da, neoliberal sömürü modeline, uluslararası ilişkilerde geliştirilmek istenen politikalara ve kültürel, sosyal ilişkilere verilmek istenen biçime uygun olarak yeniden biçimlendirmeyi içermekteydi.

Bu noktada, anahtar kavram Yeni Sağ’dır. Bu kavram başlığı altında toplanan politakaların özü; neoliberal politikaların kesin biçimde egemen kılınmasına ve neoliberal politikaların temelini oluşturduğu kabul edilen serbest pazar ekonomisinin, bireysel ve politik özgürlükler için en uygun koşulları sağlayacağı varsayımına dayanır. Buna göre, devlet; özel mülkiyeti korumakla yükümlü olan küçük-çekirdek devlete dönüştürülmeli ve neoliberal pazar ekonomisinin işleyişini engelleyecek her türden unsuru bastırabilecek güçlü bir hükümete sahip olmalıdır. Yeni sağ, ekonomide liberalizm ile siyasal alanda geleneksel otorite ve düzen fikirlerinin kimi zaman dinsel, kimi zaman milliyetçi formlar altında ifade edilen bileşimini içerir. Yeni sağ tüm sınıfsal, toplumsal kategorileri (aile hariç) reddediyor, “toplum yoktur, bireyler vardır” düşüncesini eksen alarak, her türlü toplu duruşu mahkum ediyor. Bu fikirler, kapitalizmin krizini 1945 sonrası uygulanan Keynesci modele ve toplumsal özgürlüklerin büyümesine bağlayan en gerici kesimlerin saldırgan tepkisinin ve sistem içinde inisiyatifi ele geçirmelerinin ifadesidir.

ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’de ifadesini bulan yeni sağ 1980 sonrasında tüm emperyalist dünyada egemen siyasal anlayış haline geldi. Yeni sağcı iktidarlar, bir yandan neoliberal ekonomi politikaları için gerekli yasal ve ekonomik zemini kurarken, diğer yandan devlet aygıtındaki tüm sosyal kurumların tasfiyesine giriştiler. Sendikalar ve tüm demokratik kitle örgütlerinin güçsüzleştirilmesi ve tasfiyesi yeni sağcıların öncelikli işleri durumundaydı. ABD’de dinci ve ırkçı gruplar siyasetin merkezine çekilerek etkin hale getirildiler. Aynı biçimde İngiltere’de milliyetçi ve ırkçı düşünceler hızla yeni sağ politikanın asli unsurlarına dönüştürüldü. Bütün toplumun gözetlenmesi ve denetlenmesine dönük olarak olağanüstü büyük projeler devreye sokuldu. Yeni sağ bütün bu özellikleriyle krizin yarattığı ağır koşullarda faşizmin sınırlarında bir siyasal düzen yaratmaktaydı. Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsü on yılı aşkın iktidarları süresince bu politikalar ekseninde tüm devlet yapısını yeniden düzenlediler.

1990’larda, muhafazakar partilerin yerine iktidara gelen sosyal-demokrat partilerde kimi yönleriyle yumuşatılmış olsa da, esas olarak yeni sağ politikaların ortaya çıkan yeni koşullara uyarlanmış versiyonlarını uygulamaya soktular. Yaklaşık on yıllık muhalefet boyunca iktidar olma sırasını bekleyen sosyal-demokrat partiler, yeni sağ politikaların sistemin temel tercihi haline gelmiş olan neoliberal iktisat politikalarının kaçınılmaz uzantısı olduğunu anlamışlardı. Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı koşullarda, onu meşrulaştıracak temel söylem ve hedefler yeni sağ politikaların içerdiği söylem ve hedeflerdi. Kısacası, sistemin işleyiş mantığı bir kez daha kendini ortaya koyuyor, temel tercihlerin partiler üstü olduğu açık biçimde görülüyordu. Düzen partilerinin politika belirlemede en fazla, çıkarlarını savundukları kesimlerin istemlerini, temel tercihlere en uygun biçimde politik alana yansıtmakla sınırlı bir hareket alanı söz konusuydu. Sosyal-demokrat partiler yeni sağ çizgiyle evliliklerini ve böylece ortaya çıkan tezlerini, önce ‘yeni sol’ olarak ardından da İngiliz İşçi Partisi lideri T. Blair eliyle ‘üçüncü yol’ olarak tanımladılar.

Bu partiler yeni sağ çizgiye iltihak edişlerini, daha çok demokratikleşme, şeffaflık ve haklardan sözederek gizlemeye çalışsalarda yeni sağın uygulamalarının hemen hemen tümünü devam ettirdiler. Parti programlarında artık unutulmuş olan tüm sol söylemleri temizlediler. Yeni sağın baskıcı söyleminin yerine gelen “yönetişim”, yerelleşme, demokratik katılım gibi söylemler, devletin kamu hizmetlerinden çekilmesiyle at başı gelişti. Devletin temel tercihlerinin belirlenmesinde hiçbir rol oynayamayan bireylerin, yerel alanlarda nasıl bir demokratik katılım sağlayacağı, bunun büyük sermaye karşısında nasıl bir uygulama gücüne sahip olacağı soruları ise yanıtsız kaldı. Toplumu gözetleme ve denetlemeye yönelik bütün projeler büyütülerek sürdürüldü. Gözetim, denetim, otokontrol toplum yaşamının asli unsurları haline getirildi. Bu doğrultuda oldukça büyük projeler ve kurumlar yaratıldı. Sosyal-demokratlar toplumsal özgürlüklerin yeniden tesisi yönünde ciddi bir gelişme sağlayamadılar, bu doğrultuda ortaya istek ve irade koymadılar.

Tüm katılımcılık söylemlerine karşın, güdük burjuva demokrasileri teknokratların ve parti bürokratlarının neredeyse tek belirleyici olduğu yapılara dönüşüyor. Neoliberal ekonomi politikaları, iktidar partilerinin yoksul seçmenlerini sınırlı da olsa tatmin etmesini sağlayacak devlete ait iktisadi alan bırakmadığı için yoksullar ile geleneksel merkez partileri arasındaki açı büyüyor. Merkez partilerin (sosyal-demokratlar ve liberal yada muhafazakâr partiler) tümünün ekonomi politikaları aynılaşmış durumda ve birbirleriyle ayrım noktaları ise esas olarak daha tali yerel sorunlar ve kimlik sorunları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu durum merkez partilerin yegane kitlesel siyaset süreçleri olan seçim kampanyalarının politik mücadeleler olmaktan çok, göz boyma, reklam üzerine kurulmasına neden oluyor. Bu gelişmelere bağlı olarak, geleneksel büyük politik partilerin hemen hemen aynı politikaları uyguladıkları, politik faaliyetin tümüyle merkeze çekildiği koşullarda, sistemin dışladığı kesimler, yoksullar vb. halk kesimleri hızla politik alanın uç partilerine yöneliyorlar. Sol hareketin genel zayıflığı koşullarında bu uç genellikle faşist partiler oluyor. Faşist partilere kayan kitleleri yeniden merkeze çekme kaygısı, onların istemlerini tatmin etmek yerine, faşist partilerin söylemlerini daha fazla benimseyerek yapılmaya çalışılıyor. Bu ise sistemin merkez partilerini daha da sağcı ve gerici düzenlemelere yöneltiyor. Bu da, güdük burjuva demokrasilerine ve devlet yapılarına giderek daha fazla ölçüde otoriter nitelik kazanıyor.

Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, tüm emperyalist ülkelerde en temel toplumsal özgürlükler, daha da ötesi kişisel hak ve özgürlükler ciddi biçimde budanıyor. Yayılan güvenlik paranoyası ile tüm yaşam baskı önlemleri ile kuşatılıyor. Bürokrasi ve güvenlik aygıtlarının toplumsal yaşamdaki belirleyiciliği keskin bir artış gösteriyor, partiler ve demokratik kitle faaliyetlerinin devletin biçimlenişinde ve eylemlerindeki rolleri ise dramatik bir düşüş yaşıyor. Burjuva demokratik devletlerin yeni sağ politikalarla hız kazanan, faşizmin eşiği sayılabilecek despotik polis devletlerine dönüşüm süreci 11 Eylül’ün ardından yeni bir ivme kazanmış durumda.

Yeni-sömürgelerdeki devlet aygıtlarının evrimi de esas olarak emperyalist devletlerde yaşanan sürece paralel bir yol izlemiştir.

Sömürge tipi faşizmin egemen olduğu bu devletlerde yeni sağ anlayışın temel tezleri faşist devlet aygıtının ve politik alanın bütününün düzenlenmesinde temel hareket noktalarından biri olmuştur. Ancak süreklileşmiş milli kriz ile toplumsal yaşamı sakatlanmış olan ve sert toplumsal mücadelelere sahne olan faşist yeni-sömürge devletlerin toplumsal yaşamı düzenlemede başkaca politik projelere ve yaklaşımlara da ihtiyacı bulunmaktadır. Bu bağlamda, devreye giren bir diğer düzenleyici temel politika ise düşük yoğunluklu çatışma politikasıdır. Aslında düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni sağ anlayışın dışında ayrı bir politik konsepti ifade etmez. Düşük yoğunluklu çatışma politikası, yeni sağ anlayışın yeni-sömürgelerdeki politik yaşamı düzenlemeye dönük özgün versiyonudur diyebiliriz.

1945’lerden 1980’lere değin gelen süreçte, yeni-sömürge devlet pratiği, kilit devlet aygıtlarının hızla yukarıdan aşağıya doğru faşistleştirilmesi (ordu, polis, istihbarat servisleri, temel bürokratik kurumlar, partiler, temel yasalar vb.’nin kadroları, hedefleri, işleyiş tarzı vb.lerinin faşistleştirilmesi) pratiği olarak biçimlenmiştir. Bu süreç her ülke özgülünde ayrı yolları izlemiş, faşist aygıtın işleyişi toplumsal mücadelelerin yükseldiği süreçlerde sert ve açık biçimler altında olurken, denetimin nisbeten sağlandığı süreçlerde hiçbir ciddi iktidar gücü olmayan (iktidar esas olarak faşist aygıtlarda toplanmıştır) parlamentolar devreye sokulmuştur. Sık sık gündeme gelen darbeler ve seçim oyunları içinde yeni-sömürge devlet aygıtları ciddi biçimde yıpranmış, çoğu durumda istenen sonuçlar da alınamamıştır. Krizin ve çatışmalı toplumsal mücadelelerin sürekliliği ve bunlar karşısında darbe-seçim trafiğinin verimsizliği ve gayrımeşru niteliği, yeni-sömürge devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır.

Düşük yoğunluklu çatışma konsepti tam da bu noktada, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bu ihtiyacına karşılık olarak üretilmiştir. Düşük yoğunluklu çatışma konsepti, toplumsal yaşamın denetim altında tutulması, halk muhalefetinin ezilmesi ve neoliberal politikaların yürütülmesi için, açık faşist terörün ve kurumlarının yanısıra, kozmetik nitelikteki parlamenter demokratik öğelerin içiçe, yan yana birlikte kullanılmasını içerir. Devrimci çalışmanın kavramlarını kullanılacak olursak, yeni-sömürgelerin faşist devletleri halk hareketlerine karşı bütün mücadele yöntem ve araçlarını aynı anda eksiksiz bir bütünsellik içinde kullanmayı hedeflemektedirler. Halk-gerilla, deniz-balık ilişkisine/benzetmesine karşı, açık faşist iktidarlar yoluyla denizi kurutma taktiği temelinde cevap veren oligarşiler, bu yöntemin kimi zaman kısa vadede başarılı olsa da, orta ve uzun vadede başarısız olmasından hareketle, denizi kurutma yerine denizi çürütme yolunu seçmişlerdir.

Düşük yoğunluklu çatışma konsepti denizi çürütme politikasıdır. Süreklileştirilmiş darbe hali ve uygulamaları ile, oldukça sınırlı, göstermelik, biçimsel demokratik kurumların sürekliliği bir aradadır. Oldukça sıkı bir anti-komünist niteliğe sahip anayasal ve yasal hukuki zemine oturmuş, en temel demokratik hakların kullanımının bile ciddi sınırlamalarla yüzyüze olduğu, demokratik kurumların fiili engellemelerle faaliyetlerinin sakatlandığı kozmetik demokrasi, bu yapısı nedeniyle düşük yoğunluklu demokrasi olarak da tanımlanmıştır. Faşist devlet aygıtının bu yeni versiyonu insan hakları ihlalleri ve siyasal özgürlüklerin sürekli kısıtlılığını içinde taşıyan kısmi legal olanakları (gösteri ve yürüyüş hakkı, parti, dernek, sendika kurma hakkı vb..) da, kimileri kağıt üzerinde kalsa da barındırır.

Öte yandan, toplumsal yaşamın bütün alanlarının sosyal, ahlaki ve kültürel olarak tüm insani değerlerden arındırılması devletin asli işlevleri arasındadır. Toplumsal hayat fuhuşla, dinsel gericiliğin en kaba örnekleriyle, yaygın uyuşturucu kullanımı ile, kamu olanaklarının çalınmasının meşrulaştırılmasıyla, yaygın çeteleşmeyle, devlet terörünün yarattığı korkuyla, vb. yollardan ağır biçimde sakatlanır. En kaba faşist terör, aldatıcı kozmetik demokrasi öğeleri ve toplumsal yaşamın bütün boyutlarının insani değerlerden arındırılması; devletin başlıca aktörü olduğu bu üç kanaldan halk gerçekliği hızlı bir çürüme süreci içine sokulur. Bu yoldan, devrimci güçlerin üzerinden gelişmeyi hedefledikleri zeminin bir bataklığa dönüştürülmesi hedeflenir.

1960’lı ve 70’li yıllarda yoğunlaşan faşist askeri darbelerin ardından, halk hareketlerinin önemli ölçüde bastırılmasına paralel olarak, ciddi biçimde yıpranmış olan açık faşist diktatörlüklerden, adım adım düşük yoğunluklu çatışma konseptine uygun olarak dizayn edilen devlet aygıtlarına geçiş yaşandı. 1980’li yıllarda Latin Amerika ve Asya’da (El Salvador, Şili, Haiti, Kore, Filipinler, Uruguay, Paraguay, vb.) pek çok askeri faşist devlet, faşizmin bu yeni versiyonuna uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır.

Düşük yoğunluklu çatışma konseptinin en yetkin uygulamalarından ikisi, Türkiye ve Kolombiya’dır. Dernek ve parti kurabilir, dergi çıkarabilirsiniz, ancak sistemi zorlayan bir noktaya vardığınızda partiniz devlet güçlerince bombalanabilir, sendikacılarınız, gazete muhabirleriniz gözaltında kayıplara kurban gidebilir, süreklileşmiş gözaltı ve işkence uygulmalarına muhtap olabilirsiniz ve bütün bunlara rağmen partiniz hâlâ açık olabilir, derginiz yayınını sürdürebilir. Yani, herşey, her uygulama birarada. İsterseniz uslu tavşanlardan olup, sadece havuç yiyebilirsiniz, bunu istemezseniz ve gerçek bir halk hareketi yaratmaya girişirseniz havuçla sopayı birarada yiyebilirsiniz. Üstelik yiyeceğiniz sopa, açık faşizm dönemlerinden çok daha fazla olabilir. Böylece devrimci hareketler içindeki yılgınlıklara, devrimci politikadan reformizme geçişe politik ve örgütsel olarak kendini ifade edebilmesi ve düzen içine kanalize olması için zemin sunulmaktadır. Ayrıca, her devrimci halk hareketine sistem içi kanallara dönmesi, reformist zeminlere geçiş yapması için açık kapı da bırakılmış olmaktadır.

Faşist terör uygulamaları da oldukça ilginç ikili özellikler gösterir. Türkiye örneğinde; 12 Eylül açık faşist döneminin uygulamlarının bir bölümü (idam, çok büyük kitlesel tutuklamalar vb.) 1990’lı yıllarda olmasa da, bir kısım uygulama (gözaltında kayıplar, sokak infazları, cezaevleri kıyımları vb.) 12 Eylül uygulamalarına rahmet okutacak düzeydedir. Bir örnek de

Kolombiya’dan; evet sendika kurabilirsiniz, ama öldürülen sendikacı sayısının her yıl rekor kırdığı bir ülkede yaşadığınızı bilmeniz gerekir.

Faşizmin bu yeni versiyonu, son 20 yılda tüm kurumsal altyapısı ile birlikte yetkinleştirilmiştir. Devlet aygıtının merkezinde ordu, sivil hükümetin temsilcileri ve başta tekelci burjuvazi olmak üzere oligarşinin diğer kanatlarının temsilcileri bulunur. Emperyalistlerin temsiliyeti genelikle her üç kesim üzerinden de olur. Bu stratejik karar alıcılar içinde en belirleyici olanı genellikle ordudur. Taraflar arasında ortaya çıkan sorunların çözümünde ordu darbe yöntemini 28 Şubat “postmodern darbesi”nde olduğu gibi oldukça özgün bir tarzda kullanabilmekte, hükümetleri yönetimden uzaklaştırabilmektedir. Bu bağlamda, ordular artık salt askeri kurumlar olmanın ötesindedirler. Oluşturdukları politik araştırma ve üretim birimleriyle, yüklendikleri işlevlerle, artık politik kimlikleri ve nitelikleride güçlenmiş politik ve askeri kurumlara dönüşmüşlerdir.

Yeni konsept yasal ve kurumsal düzeyde de çok yönlü olarak yapılanmış, bu yasal düzenleme ve kurumlar devlet içinde belirleyici konuma yükselmişlerdir. Milli Güvenlik Konseyleri yeni-sömürgelerin önemli bir bölümünde bulunur ve karar alma süreçlerini ilk elde resmileştiren odaktır. Tüm yasal ve anayasal zemin sürekli kriz hali dikkate alınarak oluşturulmuştur. Kriz yönetimi bu konseptin temel unsurudur ve kriz yönetimine dönük çok sayıda yarı-askeri kurum merkezden en küçük devlet birimine değin yukarıdan aşağıya örgütlenmiştir. Baskı aygıtının bu genişliği ve derinliği, aynı zamanda oldukça yetkin bir profesyonelleşmeyi de içermektedir. Özellikle, başta devrimci hareket olmak üzere tüm sistem karşıtı hareketlere karşı eski kaba toptancı yaklaşımlar yerine, her bir oluşuma ve harekete karşı ciddi uzmanlaşmalara ve sağlam bir bilgilenmeye dayanan özgün politikalar geliştirme ve sonuç alma yolu izlenmektedir.

Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin yeni-sömürge devlet aygıtlarını düzenleme noktasında temel tercihleri bu yeni versiyon olmasına karşın, açık faşist yönetimlerin kurulması seçeneği dışlanmış değildir.

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.