Almanya’nın son derece özgün bir örnek olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Marksizmin beşiği olma onurunu taşıyan bu ülkenin, topu topu bir yüzyıl içersinde en büyük devrimci çıkışlardan en rezil Nazi çukuruna dek yuvarlanmış olması son derece çarpıcıdır.
Aslında bir açıdan bakıldığında 1900’lerin Almanya’sı, devrimci strateji bakımından en büyük avantajlarla en kritik dezavantajların bir araya geldiği bir ülkedir. Avantajlar tartışmasızdır; sonuçta bu ülke Marksizmin doğum yeridir ve Avrupa’daki en güçlü sosyal demokrat partiye, işçi sınıfının kendi geçmişinden kaynaklanan zengin ayaklanma deneyimlerine sahiptir. Ama öte yandan aynı Almanya, Marksizmi tahrif ederek onun devrimci özünü sakatlayan, enternasyonalizm yerine sosyal-şovenizmin en iğrenç biçimlerini geçiren revizyonist eğilimlerin de doğum yeridir.
1900’lerin başından itibaren Alman sosyal demokrasisi adım adım sağa doğru kayarken bu eğilim sadece Alman topraklarıyla da sınırlı kalmamış, örneğin Rusya’daki sağcı akımların da esin kaynağı olmuştur. Elbette diyalektik olarak bakıldığında bu kaymayı yalnızca A ya da B parti önderinin kişisel tutumlarına bağlamak mümkün değildir. Gerçekte sorun daha derindir. Sorunun sınıfsal temeli, son derece açık bir biçimde işçi sınıfının içindeki bir üst tabakadır. Süreç içersinde Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da işçi sınıfının bir bölümünün düzene bağlanarak bir tür aristokrasi haline dönüşmesi, düzenle doğrudan hesaplaşmayı ve bir devrimi göze alamayan politik önderlikleri güçlendirmiş; öte yandan bu sağcı eğilimler de yine geri dönerek işçi kitlelerindeki düzene bağlanma eğilimini güçlendirerek iktidar perspektifini köreltmişlerdir.
O kadar ki, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) kendini ortaya koyan bu eğilim, sonuçta işçi sınıfı tarihinin yüz karası olarak anılacak olan II. Enternasyonal oportünizmini ve en bayağısından sosyal-şovenizmi yaratmıştır.
Bu eğilimin yalnızca işçi aristokrasisi üzerinde değil, genel olarak işçi kitleleri içinde de güçlü olması, Alman devriminin felaketidir. Çünkü bu eğilimin kitleler üzerindeki en olumsuz etkisi, düzenden olduğu kadar, düzenin düşünme biçimlerinden de kopmamayı beraberinde getirmesidir.
Örneğin Alman devrimini inceleyen herhangi bir araştırmacının ilk fark edeceği şey, süreç boyunca bütün fırtınanın “konseyler iktidarı mı – eski türden parlamento mu” noktasında düğümlendiğidir. Deyim yerindeyse “dananın kuyruğunun koptuğu yer” burasıdır! Bütün devrim süreci boyunca, azınlıkta kalan devrimci güçler “işçi ve asker konseyleri” iktidarını kurmak isterken, SPD ve bütün diğer sağ eğilimler, mevcut parlamenter kurumların ve alışkanlıkların, vb. devamına oynamaktadırlar.
Ama işte zaten bir devrim de tam bu noktada kendisini ortaya koyar! Eskiden, eskinin kurumlarından, düşünme biçimlerinden kopmak ve yepyeni bir dünya ve yepyeni bir iktidar ilişkisi inşa etmek…
Alman devrimini kronolojik olarak inceleyecek değiliz; okurlarımız bunu ansiklopediler üzerinden ya da Rosa Luxemburg başta olmak üzere dönemin devrimci önderlerinin metinlerinden kolayca yapabilirler. Ancak sürece genel olarak ve en kritik dönemeçler üzerinden bakarsak, tablo özetle şöyledir.
Bir yanda, daha 1914’ten çok önceleri yakayı sosyal şovenizme ve düzen politikalarına kaptırmış olan SPD vardır. Diğer yanda ise Alman devriminin yüz akı denebilecek Spartakist hareket ve onun önderleri… Bu güçlerden birincisi, geleneklere dayanan bir etkinliğe sahiptir ve iniş çıkışlarla yaklaşık 4 yıl süren devrimci süreç boyunca bu gücünü şöyle ya da böyle korumuştur. En zayıf olduğu zamanda bile SPD, solun merkezi durumundadır.
Başlangıçta bir parti bile olmayan ve ancak sonradan Alman Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşen Spartakistler ise sürecin en canlı zamanlarında bile atılgan ama zayıf bir yapılanmadır. Spartakistlerin de -birkaç kesinti dışında- içinde yer aldıkları Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD) ise SPD’den ayrılarak kurulmuş daha sol bir partidir ve aslında hatırı sayılır bir güce sahip olduğu halde zaman içersinde yalpalamalardan ve SPD alışkanlıklarından kurtulamamıştır.
1917’den başlayarak genel grevlerle, asker ayaklanmaları ve sokak çatışmalarıyla devam eden devrimci süreç, işte bu tablo içinde akıp gitmektedir. Almanya, genel olarak aslında tipik bir devrimci durum-milli kriz yaşamaktadır. Kasım 1918 ayaklanması boyunca neredeyse bütün kentlerde İşçi ve Asker Konseyleri kurulmakta, sokaklar gitgide daha fazla kızıl bayraklı işçilerin eline geçmektedir. Ama hareketi körükleyenler büyük ölçüde devrimci güçler olduğu halde, sokaklarda yürüyen işçilerin çoğu hala SPD’lidir ve SPD önderliği yangını söndürmek ve kontrol altına almak için bu güce dayanmaktadır.
Daha doğrusu, Spartakistler bu kitleleri kazanıp onları iktidar yoluna yöneltememektedirler. Spartakistler, açık bir alternatif getiremeden ya da bu alternatifi inşa edecek güce sahip olmadan devrimi ilerletmek istemekte, ancak Alman işçi sınıfının çoğunluğu, savaşın yarattığı yıkıma karşı harekete geçmekle birlikte gelecek üzerine de net fikirlere sahip değildir; kendilerine “aşırı” gelen Spartakist öneriler yerine geleneksel partilerinin sesini dinlemeyi tercih etmektedir. Yani deyim yerindeyse devrimci durum olgunlaşmış, aslında kimsenin kimseyi yönetemediği bir durum ortaya çıkmıştır; ama devrim sürecinin sübjektif unsuru olan devrimci irade buna yeterince hazır değildir.
Sonuçta 9 Kasım 1918 akşamı Cumhuriyet ilan edildiğinde, bütün Almanya ayaktadır ama yeni iktidarın ne olacağı konusunda kitleler kararsızdır ve aslında Cumhuriyet’in ilanı da bir anlamda devrimin Spartakistlerin istediği yöne doğru kaymasını engellemek için bir manevradır. 9 Kasım günü sokaklar silahlı işçi ve asker kalabalıklarıyla doludur ve genel grev hayatı felç etmiştir. İmparatorluğun son temsilcileri yetkilerini SPD başkanı Ebert’e teslim ederek sahneden çekilmişlerdir.
Spartakistlerin önderi Liebknecht ise imparatorluk sarayının balkonundan “sosyalist cumhuriyet”i ilan etmiştir bile. Bu ortamda SPD, her tarafta çoktan kurulmuş olan İşçi ve Asker Konseylerini etkisizleştiren “Halk Temsilcileri Konseyi” dayatmasıyla gelecek ve kararsız USPD’yi de esneterek dediğini yaptıracaktır. 16 Aralık 1918’de yapılan ilk Almanya İşçi ve Asker Konseyleri Kongresi’nde 489 delegenin 289’u SPD’li, 90’ı USPD’li ve yalnızca 10’u Spartakisttir. Kalan yüz delege ise partisiz ve dağınık güçlerdir.
İşin açıkçası, bir taraf, yani Spartakistler, Rusya’yı örnek almakta, diğer taraf, yani SPD ise Rusya adını duyduğunda bile dehşete kapılmaktadır. Örneğin SPD liderlerinden Scheidemann, şöyle anlatmaktadır o günü: “Nereye gidildiğini şimdi açıkça gördüm. Liebknecht’in sloganını (bütün yetkiler işçi ve asker konseylerine) biliyordum, Almanya bir Rus eyaleti, Sovyetler’in bir kolu olacaktı. Hayır, hayır, bin kere hayır!”
Sonuç, Kongrenin bütün yetkilerini “Halk Temsilcileri Konseyi”ne devrederek kendisini ve devrimi siyasal olarak bitirmesidir.
Bir süre sonra SPD her iki organda da tümüyle duruma hakim olacaktır.
Bundan sonrası artık inişli çıkışlı ayaklanmalar, çeşitli bölgelerde kurulup ezilen Konsey iktidarları ve bizzat SPD’nin yönettiği kanlı bastırmalarla geçecektir. Bu arada SPD, lümpenleri ve eski askerleri Freikorps adı altında özel birlikler olarak örgütlemekte ve tam bir “karşı-devrim çetesi” yaratmaktadır; ki bu çetenin üyelerinin çoğu sonradan, 1930’larda SS subayları olarak karşımıza çıkacaklardır. Ocak 1919’da Geçici Devrimci Komite kurarak ayaklanmaya girişen KPD güçleri ve devrimci işçiler ezilecek ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in yanında yüzlerce militan aynı Freikorps serserileri tarafından öldürülecektir. Elbette bu olaylardan ötürü devrim dalgası hemen geri çekilmeyecektir; daha sonra “Toplumsallaştırma Hareketi”, Münih Konsey Cumhuriyeti, Berlin, Ruhr, Orta Almanya ayaklanmaları bir birini izleyecek ve hareketli dönem 1923’e kadar devam edecektir. Ama her seferinde olanlar, 1918’de olanların değişik boyutlardaki tekrarı gibidir. Önce devrimci inisiyatif, sonra SPD’nin süreci yozlaştırma girişimleri, sonra doğrudan terör ve devrimci inisiyatifin kendine güvensizliğini yenilgiyle ödemesi…
Tabloya bir bütün olarak baktığımızda ise gördüğümüz şey, Lenin’in 1905 dersleri için yazdıklarına geri dönerek anlaşılabilir. Gerçekten de Alman Devrimi, o derslerin pratikte yeniden sınanıp yeniden -ama negatif biçimde- kanıtlandığı bir süreçtir. Her şeyden önce 1918 Almanya’sında tipik bir devrim durumunun yaşandığı kuşkusuzdur; savaş (üstelik kaybedilmiş bir savaş) bütün iktisadi-politik hayatı felç etmiş, ülke fiilen yönetilemezlik içine girmiştir. Kitleler kendilerini yıkıma sürükleyen rejimin sonunun geldiği konusunda nettirler ve hareket halindedirler. Üstelik daha bir yıl önce benzer koşullarda işçi sınıfının iktidarı elde ettiği bir başka örnek, Rusya biraz doğuda parıldamaktadır.
Ancak Alman devrimci proletaryası ve onun eşsiz cesarete sahip önderleri, bütün çabalarına rağmen karşı cepheyi parçalayarak halk kitlelerinin çoğunluğunu kendi saflarına çekememişler, kendi hazırlamadıkları koşullarda, elverişsiz araçlarla, tecrit edilmiş ayaklanmalara mahkum olmuşlardır. Bunda kendi tereddüt ve hatalarının da payı olmakla birlikte onların son derece elverişsiz koşullarda savaştıklarını unutmamak gerekir. İlginçtir, Alman Devriminin ilk birkaç ayından sonra savaş, doğrudan doğruya Alman burjuvazisi ile işçiler arasına cereyan etmemiş, asıl çatışma fiili olarak burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve onun polis-ordu teşkilatını yeniden organize eden SPD ile devrimci proletarya arasında yaşanmıştır.
Ve bu savaşta kitleleri durdukları yerden koparıp kendisine kazanamayan taraf, devrimciler yenilmiştir. Sonuç olarak denilebilir ki, Spartakistler açısından sorun, stratejik çizgi sorunu değil, taktik evrelerde düzen cephesini parçalayamama, kitleleri düzen unsurlarından koparamama sorunudur. Esasen bu konuda onların kafa karışıklıkları da rol oynamıştır.
Örneğin Spartakist söylem ve eylem her zaman son derece atılgandır; ama bu devrimci tutum çoğu kez gerçek tablo ile çakışmamaktadır. Daha doğrusu, süreç boyunca kitleler arasında yeterince güç sağlayamayan Spartakistler, devrimci ayaklanmanın en temel kuralı olan “inisiyatifi ele geçirme” kuralına aykırı olarak -bu kuralı bilseler de- sürekli biçimde kendi istemedikleri zamanlarda harekete zorlanmakta, karşı tarafın saldırılarına direnmektedir. Örneğin Rosa ve Liebknecht’in katledildiği son süreçte, SPD hükümetinin Spartakistlere karşı giriştiği harekat ve Spartakistlere yakın Berlin Emniyet Müdürü’nü görevden alma girişimi ayaklanmada etkili olmuştur. Bu, belki Ekim Devrimi’nden önce Kerensky hükümetinin Bolşevik gazetelere karşı giriştiği saldırıya biçimsel olarak benzemektedir ama o aşamada Bolşevikler artık Sovyet organlarında ve sokakta yeterince duruma hakimdirler. Oysa benzer bir saldırıyla karşılaşan KPD, yalnızca umutsuz bir ayaklanma başlatabilecek durumdadır.
İşin trajik yanı, Rosa’nın da bu gerçeğin farkında olması, “radikalizmle oynamanın sakıncalarına” dikkat çekmesi ama sonuçta işçi sınıfının hazır olmadığı bu ayaklanmaya katılmayı da bir erdem olarak kabul etmesidir.
Sonuçta, Alman devriminin yenilgisi güçlü bir devrimci durumun devrime dönüştürülememesi olarak tarihe geçmiştir.