GENEL BUNALIM OLGUSU I. VE II. BUNALIM DÖNEMLERİ
Emperyalizm süreciyle birlikte bunalım olgusunun karakteri değişti. Artık bunalımı aşmanın bir yolu olarak yeni pazarlara açılma ya da tekelleşme gibi olgular gündemde değildi. Herşeyden önce metropol ülkelerin iç pazarları, tekellerin gelişme dinamiğine, yaşayabilmek için gereksinme duyduğu büyüyebilme isteğine karşılık verebilecek durumda değildi.
İkincisi, piyasayı denetleyen tekeller, irili ufaklı şirketleri kendine eklemlemiş ve küçük üretimi büyük ölçüde öldürmüştü. Sanayinin ardından tarım sektöründe de önemli oranda bir tekelleşme gündeme geldi. Dolayısıyla bunalımı atlatabilecek bir olgu olarak, herhangi bir sektörde güçlü olan şirketleri kendine eklemleyerek onların pazar içindeki payına el atma olanağı daralmıştı. Üçüncüsü ve daha önemlisi, emperyalizm, gelişebilmek adına yeni-bakir pazarlarının ekonomik alanda paylaşımın tamamlanmış olmasının ötesinde, bütün bu alanlar üzerinde büyük emperyalist devletlerin çatışması da tamamlanmıştı.
Üç başlıkta özetlediğimiz bu tablo, yeni bir olguyu: sürekli genel bunalım olgusunu açığa çıkarıyor.
Kapitalist üretim içinde yaratılan değerin bölüşülmesi, temelde işçinin aldığı ücret ve sermayeye kalan artı-değer arasında olur. Artı-değeri özetlerken dediğimiz gibi, kapitalist sistemin diğer asalak katları da artı-değerden pay alır. Bunu, devletin aldığı vergiler ya da sermayenin üretken olmayan emeğe vermek zorunda olduğu payla örnekleyebiliriz.
Sonuçta yaratılan değeri, dolaylı ya da dolaysız olarak ücretlinin tüketimini sağlayacak biçimde geri dönüşücek parça ve sermayedarın elinde kalan, asıl kârı oluşturan meblağ olarak iki parça durumunda görürüz.
Üretim süreci bittikten sonraki aşama; ürünü pazarlama-satma aşamasıdır. Bu aşamada çeşitli olasılıklar çıkar. Yüksek artı-değer oranı, sermayeye yüksek kâr oranları ve hızlı birikim sağlar. Ama bu yüksek kâr oranı, emekçi sınıf ve katlarının yoğun sömürüsüne dayandığından dolayı tüketim piyasasının büyük çoğunluğunu oluşturan ücretlilerin alım gücü düşer. Dolayısıyla tüketim pazarlanamaz. Kısacası bunalım; kâr oranının yüksekliği ve tüketim olanaklarının üretilen gelire oranla azalmasıyla birlikte belirlenir.
Kapitalizmin bunalımını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz. Genel bunalım sürecindeyse olayın niteliği değişmiştir. Pazar bulma ve sermayeyi değerlendirme olanaklarının kısıtlanması ve sorunun bu yönüyle ağırlaşması, sanayi işletmelerini sık sık düşük kapasiteyle çalışmılarını getirmiş ve üretimin anarşik karakterinin buna eklenmesiyle, süreğen işsizzlik kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla çevrimler emperyalizm sürecinde sıklaşmış ve bunalım evreleri daha uzun zaman dilimlerine yayılmıştır. Bunalımların giderek derinleşen, çatışmaların şiddetlenerek tarafları daha fazla yıpratan niteliği nedeniyle, çevrimler depresyonlar haline gelmiş, genel bunalımın belli aralıklarla yinelenen kısmi çöküntü aşamaları oluşmuştur. Ki, bu her kısmi çöküntü, genel niteliği de bütünüyle tahrip eden özzellikler taşır.
Kapitalizmin varlığı, üretim anarşisi demektir. Değişik sektörlerde değişik sermaye gruplarının birbirleriyle çatışmaları ve pazarda aslan payını alma yarışı, genel olarak üretime, planlamadan yoksun ve anarşik bir karakter kazandırır. Serbest rekabetçi dönemde daha sınırlı boyutlarda yaşanan rekabet, buna karşın dönemin başat zözellliği olma niteliği taşıyordu. Tekelci dönemde ise, rekabetin daha büyük ölçekli nitelikler taşımasına karşın, özgür yarışmacı niteliğin yerini, bu kez tekel olgusunun üzerinde yükselen bir yarışma aldı. Buradaki rekabet; tekelleşmemiş işletmelerle tekeller arasındaki rekabet, tekeli oluşturan grupların iç rekabeti; aynı tüketim piyasasına yönelen ama değişik sektörlere dayanan tekeller arasındaki rekabet olmak üzere dört biçimde görülüyordu. Giderek uluslararası platforma yansıyan rekabet, genel bunalım olgusuna eklenince, bunalımı derinleştirmek gibi bir işlev yüklendi. Değişik bir deyişle, uluslararası tekeller, (süper monopoller) var olmak için sistemin niteliği gereği büyümek zorundaydılar ve artık bunun tek yolu; yeni pazar bulabilmek amacıyla, paylaşılması tamamlanmış pazarlara tekrar yönelmekti… Böylesi bir durum doğrudan doğruya bir başka uluslararası tekelin pazarlarına el atmak anlamına gelmekteydi ki, sonucu; kapitalist üretimin anarşik karakterinin uluslararası plana taşınması oldu.
Bu noktada önemli bir olgu ön plana çıktı; tekelci devlet kapitalizmi. Anlamı; dünya pazarlarının paylaşımı amacıyla yapılan savaşların, uluslararası tekellerle sınırlı kalmayıp develetler düzeyinde sürmesi idi. Lenin’in 1917’de “Tekelci kapitalizm gelişerek tekelci devlet kapitalizmine dönüşmektedir” biçiminde ifade ettiği olgu, tekellerin metropol devlet yapısıyla bütünleşmesi ve devlet mekanizmasının tüm olanaklarıylı tekellerin amaçlarına uygun hareket etmesi anlamına gelmekteydi.
Devlet tüm kurumlarıyla, yasama ve yürütme organlarıyla, militarist güçleriyle tekelci burjuvazinin gelişebilmesinin diğer ülke tekelcilerinin karşısında güçlenebilmesinin birinci dereceden unsuru olarak, doğrudan doğruya paylaşım savaşının içinde yer almaktaydı. Kuşkusuz serbest rekabetçi dönemde de devlet mekanizması burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, genel olarak burjuva sınıfının karakterine uygun özellikler taşıyordu. Emkperyalizm sürecinde devlet olgusu, finans kapital gruplarının gelişmelerine koşut biçimde tekelci burjuvaziyle örtüşmeye yöneldi.
Serbest rekabetçi dönem devletleriyle iki açıdan fark oluşmuştu: Birincisi, devlet genel olarak burjuvazinin ya da büyük burjuvazinin değil, finans kapitalin devletiydi. örneğin tekellerin iç pazarı denetleme, diğer işletmeleri kendisine eklemleme çabasıyla ya da tekelleri böyle bir dönüşümü başaramamış işletmelerle çatışmasında, ya da diyelimki, finans kapital gruplarının mali sermayeyle bütünleşmemiş sanayi gruplarıyla, ya da ticaret burjuvazisiyle çatışmasında, devlet, finans oligarşisinin yanındaydı. İkincisi, bu gelişmelerin bir sonucu olarak serbest rekabetçi dönem boyunca süren Bismark -Almanya’sı ve Bonapart -Fransa’sında anlamını bulan- devletin özerkliği, sınırları daralarak göreceli bir özerkliğe dönüşmüştü.
Uluslararası tekeller arasında, dünya pazarlarının paylaşılması yolunda anlaşmalar bilinçli ya da kendiliğinden bir şekilde zaman zaman gündeme geliyordu. Söz gelimi; Lenin’in örneklediği AEG ve General Elektrik arasındaki anlaşma. Birinci büyük paylaşım savaşı öncesinde bu iki uluslararası tekel dünyadaki tüm pazarları aralarında paylaşmışlardı. Öyle ki, dünyada bu iki tekelden birine, doğrudan ya da dolaylı bağlı bulunmayan tek bir elektrik şirketi bile kalmamıştı. Ama bu durum, tekeller arası rekabet olgusunu yadsıyan bir örnek ya da özellik durumuna gelmedi. Yine savaş öncesinde, örneğin petrol sektöründe Shell ve S. Oil arasındaki rekabet, ya da Alman ve İngiliz silah tekelleri arasındaki rekabet herhanği bir anlaşmaya, ya da kurala dayanmadan amansızca sürüyordu.
Tekelci kapitalist karakterli devletin iç ve dış politikaları tümüyle finans kapital gruplarının, uluslararası tekellerin pazarda kendilerine yer bulma ya da bu yeri genişletme amacına yönelmişti. Örneğin: 1838 tarihli Balta Limanı Antlaşması, gerçekte İngiliz ticaret burjuvazisiyle Osmanlı Devleti arasında yapılmış bir antlaşmaydı. Ya da, İngiltere’nin Latin Amerika sömürgelerinin İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşlarına verdiği desteğin kökeninde kendi sürecinde de belirginleşerek sürdü. Kendisine pazar bulma çabasındaki Almanya’nın Türkiye ile yakınlaşmasının altında Alman Tekelci Burjuvazisine pazar açma çabası yatıyordu. Nitekim Alman-Osmanlı yakınlaşmasını dönemin koşulları içinde çok büyük bir proje olan Bağdat Demiryolu Anlaşması izledi. Yine Amerika-İspanya savaşı, Amerikan tekellerinin pazar talebinin doğrudan bir sonucuydu. İngiliz petrol tekellerinin Ortadoğu petrol yataklarına yönelik talebi, İngiltere’yi Arap bağımsızlık harekelerini desteklemeye kadar götürecektir.
Bu tür örmekleri çoğaltmak olasıdır. Ancak, önemli olan tekelci devlet kapitalizmi olgusunu bu yönüyle kavramaktır. Böylelikle paylaşım savaşlarını ve genel bunalım olgusunu daha somut biçimiyle görebiliriz.
Toparlayacak olursak: özellikle pazarların paylaşılmasının tamamlanmasıyla birlikte, üretimin yoğunlaşması ve tekelleşme olgularına koşut olarak, emperyalizm döneminde sistemin yapısındaki bunalım, geçici olmaktan çıkarak sürekli ve genel bir nitelik kazanmıştır. Bu yolda emperyalist-kapitalist sistemin, genel ve süreklilik arzedecek çözümler sunabilme şansı da yoktu. Çünkü sorun sistemin varlığıyla ilgiliydi ve bu reçeteler doğal olarak tam tersine onu korumayı, devam ettirmeyi amaçlayan programları içermekteydi. Ancak dar etki alanlarında bir süre için gezçerli olabilirdi. Ve tekellerin rekabeti, söz konusu tekellerin dayandığı tekelci kapitalist devletler arası bir rekabete dönüştüğünden, paylaşım savaşları kaçınılmaz oldu…
Genel bunalım olgusu, empeyalizm kuramının olgunlaşmasıyla birlikte gündeme gelmiş olmasına karşın,bu olgunun belli dönemlerde ayrılması ilk kez 1960 Kasım’da Moskova’da yapılan İşçi ve Komünist Partileri Konferansı’nda gündeme gelmiştir. Komünform’un dağıtılmasından sonda oluşturulan bu yeni organizasyon, pek çok konuda olduğu gibi, genel bunalım olgusuna da bazı yanlışlıkları taşıyarak yaklaşıyordu.
“Esas içeriği kapitalizmden Büyük Ekim Devrimiyle başlayan sosyalizme geçiş olan çağımız, iki sistem arasındaki karşıtlıkların savaşımının, sosyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş devrimlerinin, emperyalizmin çöküşünün, sömürge sisteminin tasfiyesinin çağı, yani halkların sosyalizm yoluna girdiği çağ, sosyalizm ve komünizmin dünya çapında zaferi çağıdır” diyen Kruşçev, ardından bunalım dönemlerini kendisine göre tasnif ediyor ve yaşanılan dönemi genel bunalımın 3. aşaması olarak niteliyordu. Bu aşamalandırma, yaşanılan süreci genel bunalımın 3. aşaması olarak niteleyen yönüyle doğruydu. Ama diğer açılardan, bunalım olgusunun aşamalarının saptanması ve daha önemlisi 3. Bunalım Döneminin içeriği ve yol açtığı sorunlar açısından ciddi yanlışları içeriyordu. Kruşçev, doğru bir niteleme olan 3. Bunalım Dönemi olgusunun içini boşaltıp, onun volantirizmi öne çıkaran özünü atlayarak, barış içinde birarada yaşamayı, emperyalizme ödüne dönüştürürken kapitalist olmayan yoldan geçiş, ilerleme, vb. revizyonist-reformist önermelere dayanak olarak bu tezi kullanma yolunu tuttu.
SBKP programında genel bunalım olgusu şöyle tanımlanmaktaydı:
Gittikçe daha çok ülkenin kapitalizmden kopması, sosyalizmle ekonomik rekabette emperyalist pozisyonların zayıflaması, emperyalist sömürgeci sistemin yıkılması, tekelci devlet kapitalizminin gelişmesi ve militarizmin artmasıyla birlikte emperyalist çelişkilerin şiddetlenmesi, üretim araçlarının tam olarak kullanılması konusunda kapitalizmin gittikçe artan yeteneksizliğiyle kendini gösteren kapitalist ekonominin iç dengesizliğinin ve çürüyüşünün şiddetlenmesi (üretim artışının düşük oranları, periyodik bunalımlar, üretim araçlarının sürekli olarak kapasitelerinin dışında işleyişi ve kronik istihdamsızlık); emek sermaye arasındaki mücadelenin şiddetlenmesi, kapitalist ekonomi içindeki çelişkilerin yoğunlaşması, bütün alanlarda siyasi reaksiyonun görülmemiş derecede artması, burjuva özgürlüklerin reddi bir takım ülkelerde faşist ve despotik rejimlerin kurulması; ve burjuva siyaset ve ideolojisinin derin bunalımları; bütün bunlar kapitalizmin genel bunalımının belirtileridir.” (12)
Bu tanımlama genel çizgileri açısından doğrudur. Ancak, sonuçlar açısından kavramı açmak gerekir. Kruşçev revizyonizminin genel bunalım olgusunu aşamalandırması, çıkarılan sonuçlar açısından özellikle önem kazanmıştır. Buna göre, kapitalizmin genel bunalımı, çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk aşama, emperyalistler arası Birinci Büyük Paylaşım Savaşında, özellikle Rusya’da 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin bir sonucu olarak başlamıştır. İkinci aşama, 2. Büyük Savaşta, özellikle Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesinde halk demokrasilerinin kurulmasının bir sonucu olarak başlamıştır. Bu periyodun belirleyici özelliği sosyalizmin tek bir ülkenin sınırlarını aşması ve dünya sosyalist sisteminin oluşmasıdır. Kapitalizmin genel bunalımının üçüncü aşaması 1950’lerin ikinci yarısında başlamıştır. Bu aşamanın spesifik özemmikleri, arasındaki rekabet ve mücadele koşulları içinde emperyalizmin dünya sömürge sisteminin çöüşü ve dünya güçlerinin ilişkilerinin sosyalizmden yana artan dönüşümüdür.
Görüldüğü gibi, aşamalandırma daha çok iki sistemin çatışması temelinde alınmıştır. Bu yanlış değildir, gerçekten Ekim Devrimi’den sonra emperyalist-kapitalist sistemle, giderek artan sosyalist ülkelerin sistemi arasındaki ilişki ve çelişkiler önemli olgular halinde belirmiştir. Ama kapitalizmin genel bunalımını Ekim Devrimiyle başlatmak; işte bu yanlıştır. Çünkü Ekim Devrimi genel bunalımı başlatmamış, derinleştirmiştir. Genel bunalım, serbest rekabetçiliğin bitmesiyle birlikte başlamış ve çelişki ve ilişkilerin niteliğine, çatışmaların boyutlarına uygun olarak üç aşamadan geçmiştir. Bu noktada, içinde bulunduğumuz süreç, genel bunalımın üçüncü aşaması olarak saptandığına göre, aradaki ayrımın önemli olmadığı düşünülebilir. Bize göre ayrımın saptanması, özellikle çıkarılacak sonuçlar açısından önem kazanmaktadır.
SBKP’nin 1960’da attığı ve bugün artık güncel biçimde savunulmayan anlayışı, emperyalizmi tümden zayıflamış kabul etmektedir. Örneğin “sömürgeci sistem yıkılmıştı”… Ekim Devrimi ve onu izleyen devrimler… Bu fenomenler genel bunalımı karakterize etmekte, temelden doruğa kapitalist dünyanını dekadans halini, çürüyen ve kokuşan niteliğini açığa çıkarmaktadır. Dünya kapitalizminin ekonomisinin, toplumsal yapılanışının, politikasının, ideolojisinin, kültürünün bu noktasında; genel bunalım, sosyalist devrimin tarihsel evriminin bir buyruğu anlamına gelir. Ancak bu duruma gerçeklik kazandıracak güçler yeterince olgunlaşmamıştır. İşçi sınıfı hareketi bölünmelerle yüz yüze kalmış, metropollerde ihtilalci özünü yitirmiştir. Diğer bağımlı ülkelerdeyse emperyalizmden kurtulmanın iki yolu vardır. Kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği ülkelerde toplumsal bağlamda ileri – demokratik bir düzenin kurulması yolunda savaşım, kapitalizmin gelişmediği ülkelerde ise kapitalist olmayan yoldan geçiş…”
SBKP’nin kısaca bu biçimde özetleyeceğimiz yaklaşımı, yıllarca ekonomizmin desteklenmesini getirdi. Bir yandan emperyalizm kokuşmuştur diyen mantık, öte yandan bu kokuşmuş emperyalizmle yan yana, ona çeşitli tavizler vererek ve onun ölümünü, bir yönüyle en azından perspektif anlamında tarihsel evrime bırakarak yaşantısını sürdürdü. Olay doğrudun, emperyalizmin genel bunalımını kendi varlığıyla bağlantılı görmek ve varlığını emperyalizmi öldürecek olma durumuna sokmakla bağlantılıydı. Evet, bu yönüyle yanlış değildi, ama salt bir anlam taşımaması nedeniyle eksikliğin aykırılığını taşıyordu.
Çünkü kapitalizmin zaten tıkanması ve yozlaşmasıyla, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ya da üretimin toplumsal niteliğiyle üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak sosyalizm doğmuş, kapitalizmin üstünde, ondan daha ileri bir toplumsal yapılanmaya geçiş süreci olarak kendi sürecine yerleşmişti. Kısacası sosyalizm, kapitalizmin genel bunalımının başlatan olgu değil, bu genel bunalımın hızlandırıcısı, sonuç olarak çatışmanın ileri bir itimiydi ve varlığıyla bunalımı derinleştiren bir nitelik kazandı.
Bunalımın derinliğinin istenen sonuçlarla buluşması ve dönüşmesi ise, SBKP’nin yaklaşımının tersine determinizme bel bağlamakla değil, volantirizmi ağırlıklı biçimde öne çıkarmakla olasıdır. Bunalım, sürekli varlığıyla, sosyalist dönüşümün zemin olgusu olarak ele alınmalıdır. 3. Bunalım Dönemi, volantirizmin çok daha fazla öne çıktığı dönemdir. Mahir Çayan da konuyu saptarken, aşamalardan öte, özellikle bu yönün üzerinde durmuştur.
SBKP’nin bugün artık güncel biçimde savunmayı bıraktığı anlayışta, aşamalandırmanın sınırları berrak biçimde çizilmemiştir. Örneğin, Birinci Dönem, Ekim Devrimi ile başlar ama nedenleri, sonuçları ve kullanılan ölçüler açık değildir. İkinci Dönem, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlar, 1950’lerin sonralarında biter. Ancak bu durum ekonomik, toplumsal bağlamda ne gibi sonuçlar doğurmuştur? 1950’lerin sonunda ne olmuştur? Emperyalist kapitalist dönemde neler değişmiştir, açık değildir. Bu ilk iki bunalım dönemine egemen ilişkilerin niteliği ve 3. Bunalım Döneminin ayrı yönleri, bazı saptamalara rağmen bulanıktır. Örneğin devrimci mücadele olgularındaki değişmeler nelerdir? SBKP’ye göre: Objektif sonuçları açısından SBKP’nin müttefiği partilerin, çeşitli ülkelerin sınıflar mücadelesindeki yerini düşünerek konuşmak gerekirse, silahlı mücadele artık anlamsızdır ya da önemi yoktur.
Buradaki mantık, genel bunalım olgusunu bir yerde serbest rekabetçiliğin çevrimleriyle yaklaşık boyutlar içinde ele almaktadır. Ek olarak; çevrimlerin ekonomik karakterine toplumsal ve ideolojik olaylar katılmaktadır. Bu şekilde bazı sorular yanıtsız kalır. Örneğin, 1929-32 Dünya Ekonomik Bunalımı nedir? SBKP çıkışlı yayınlarda bu olay kriz olarak nitelenir ve çevrimler kapsamında ele alınır. Çünkü söz konusu dönemin genel bunalım açısından yeri açık değildir. Yine 1969 krizi ya da 1974 krizi genellikle benzer biçimde açıklanır.
Değindiğimiz gibi zaman zaman türevleri tarafından kullanılsa da ortaya attığı aşamalandırma SBKP tarafından bir süre sonra bırakılmış ve uzun boylu açılmamıştır. Bugün SSCB’nin yaşadığı dönüşüm düşünülürse durum daha iyi anlaşılır. Ancak SBKP’nin sorunu koyuşu, sürecin devrimci önderlerini etkilemesi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu açılım, 3. Bunalım Döneminin pekçok önderinin kendi ülkelerinden yola çıkarak volantirizmi ön plana koyan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, Suni Denge, Emperyalist Üretim Biçimi gibi çıkarımlar yapmalarına etken olmuştur. Durumun ilk ve en önemli örneklerinden biri de Mahir Çayan ve THKP’dir.
Mahir, 3. Bunalım Dönemini ele alırken, diğer iki dönemin sınırlarını çizmemiş, daha çok bu dönemin üzerinde durmuş ve Kruşçev’in tam tersi sonuçlar çıkarmıştır. Tümüyle doğru ve önemli olan bu çıkarımlarını ve 1. 2. dönemlere egemen olan çelişki ve ilişkilere genel çizgileriyle bakmak gerekir.
Genel bunalım olgusu, tekelleşme olgusuyla birlikte düşünülmelidir. Tekellerin oluşumu, serbest rekabete son vermiş, rekabetin tekel olgusunun üzerinde yaşamasıyla birlikte, pazarların ekonomik ve siyasi anlamda paylaşılması tamamlandığından, çevirimler sürekli bir karakter kazanmıştır. Bu, olaya ekonomist bir mantıkla yaklaşmanın tamamen dışındadır. Çünkü, genel bunalım; kapitalist sistemin büyüme temposunun istikrarsızlığı, girişimlerdeki sürekli eksik istihdam, kapitalist dünyayı sarsar. Ve genel bunalımın derinleştiği aşamaların anlatısı olan depresyonlar gibi ekonomik sonuçlarının yanısıra döneme özgü çelişkilerin derinleşmesi, kapitalizmin dekadans, kültürel ve ideolojik planda kötümserlik ve gelecekten yana umutların yitirilmesi, giderek geçmişin ilerici niteliğinin yerini gericiliğe, tutuculuğa bırakması, toplumun, empoze edilen politikalarla yozlaşmaya itilmesi gibi sonuçlarda doğurur.
Genel bunalımın başlangıcını 1890’lara kadar dayandırabiliriz. 1873’de patlak veren büyük bunalımın ardından sistemin kendini toparlayamaması, tekelleşme sürecinin de önemli oranda tamamlanmasıyla, genel bunalıma dönüştü. 1896 depresyonundan sonra göreceli bir dinginliğe kavuşan sistem, tüm olanaklarıyla bir paylaşım savaşına yönelmişti. Bu sürecin sonu 1. Dünya Savaşı oldu. Savaş, bunalımı çözücü bir olgu olmaktan çok, bunalımın değişik boyutlara ulaşması anlamına geliyordu.Genel Bunalımın 1. Aşamasının en önemli sonucu, çağı sarsan ve emperyalizmin bunalımını daha da derinleştiren bir olgu olarak Ekim Devrimi’nin, bu dönemin çelişme ve ilişkilerinin üzerinde yükselmesidir.
İkinci aşama, savaşın ardından yeniden paylaşım mücadelesinin sürmesine koşut olarak, savaşın bitiminden bir süre sonda başladı. Bu kez, sosyalizmin varlığı bunalımı daha da derinleştiriyordu. 1929-32 yıllarında sistem büyük bir depresyon yaşadı. Bu, genel bunalımın derinleşmesi anlamına gelmekteydi. Bunalımın boyutları çözümü de ağırlaştıracak çözüm yollarını hantallaştıracaktı. Tekelci devlet kapitalizmi, çözücü bir olgu olarak önem kazandı. Faşizm ve New-Deal bu olgunun değişik uygulanımına iki örnekti. 2. Dünya Savaşı, bunalımın çözümünde geçici bir olgu olurken, 1. Savaştan değişik pek çok özelliği de taşıması, savaşın sonuçlarını emperyalizm açısından oldukça ağırlaştırdı.
Üçüncü aşama, Çin devrimiyle başlar ve halen sürmektedir. Yine bu esnadaki Vietnam gelişmeleri en ciddi etmenlerden biridir. Savaşın ardından emperyalist-kapitalist sistemin, sistem içi bir düzenleme amacını taşıyan Bretton Woods Konferansı’yla yeni ilişkiler biçimlendirdiği görülmektedir. Ancak, savaşın sonlarında ve savaşı izleyen ilk yıllarda pekçok ülkenin sosyalist sisteme yönelmesi, sosyalist bir blokun oluşması, genel bunalımın 3. aşamasını başlattı. Çin Devrimi, bir dönemin bittiğinin simgesi oldu.
Artık sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin, sistemin tıkanıklığını aşmada sağlıklı bir yol olmadığı, gereken çözümleri sunmadığı yeterince açığa çıkmıştı. Sosyalist blok olgusuna eklenen nükleer silahlanma ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalizmi bir entegrasyona iterken, emperyalist sömürü yöntemi olarak yeni-sömürgecilik esas olmaya başladı.
BİRİNCİ BUNALIM DÖNEMİ ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ
Yer yer değindiğimiz kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişme; değişik bir anlatımla, emek ile sermaye arasındaki çelişmedir. Bu durumun pratik anlamı, serbest rekabetçi dönem koşullarında, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma biçiminde oluyordu. Emperyalizm sürecinde ise, yaşanan dönüşüme bağlı olarak çelişmelerin toplumsal pratikte kazandığı anlam daha değişik özellikter göstermeye başladı. 20. yy’a gelindiğinde, dünyadaki olaylara yön veren iki baş çatışma, temel çelişmenin pratikte kazandığı iki anlam yeterince belirginleşmişti. Emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmanın geniş ölçekli durumuydu. Emperyalizm süreciyle birlikte, kapitalizm tüm dünyayı sarmalayan bir sistem haline gelmiş, burjuvazinin tekelleşmesi ve giderek yoğun biçimde dünya pazarlarına uzanması, çatışmayı ulusal sınırlarından çıkararak uluslararası bir karaktere ulaştırmıştı. 1. ve 2. Bunalım Dönemleri emperyalizmin dünya halklarını yağmalaması ve dünya halklarının buna direnişinin örnekleriyle doludur.
Emperyalistler arası çatışma ise sorunun bir diğer yanını oluşturur. 20. yy’a emperyalist devletler, topyekün bir savaşın hazırlıklarıyla girdiler. İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler, dünya pazarlarının önemli bir bölümünü denetimleri altında tutmaktadırlar. Buna karşılık, emperyalist dönüşümü sonradan kotaran Almanya, Japonya, ABD gibi ülkeler, kendilerinin ve tekellerin talebine uygun olarak yeni pazarlar bulmak çabasındaydılar. Alman, Amerikan ve Japon tekelleri, gelişme tempolarının gereksinme duyduğu pazarlara sahip değillerdi ve bu pazarları İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin elinden almak ancak yeniden bir paylaşımla olası idi. Bunun da tek karşılığı vardı: Topyekün savaş…
Burada önemli olan nokta, savaşı engelleyecek olan güçlerin etkisizliğidir. 3. Bunalım Döneminde son derece cılızdı. Emparyalistler arası çelişmenin dışında dönemin diğer önemli çelişmesi olan emperyalizmle dünya halkları arasındaki çelişme, bu tür bir engelliyici etkiye sahip değildi. Değişik bir anlatımla, savaş durumunda emperyalizmin varlığını tehdit edecek olgunluğa ulaşma durumu söz konusu değildi. Dolayısıyla 1. Bunalım Döneminde emperyalizmin başlıca kaygısı yeniden paylaşım oldu.
Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü, sömürge ve yarı-sömürgelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, ucuz emeğin sömürülmesi; emperyalizme, metropolün işçi sınıfına bu kaynaktan belli bir pay vererek onun tavrını dumura uğratabilmesi avantajını sağlamıştı. Sömürgeci emperyalist ülkelerin yeniden paylaşım talebine karşın, emperyalist ülkeler genelde bir gelişme içindeydiler. Ancak bu, sorunun yüzeysel yanını oluşturmaktaydı. 1873’de patlak veren depresyonun bir çevrimin boyutlarını aşması ve etkilerinin bir türlü bitmemesi, 1890’larda daha da ağırlaşarak kendini göstermesi, genel bunalım olgusunu yeterince açığa çıkarmaktadır.
Dünya Savaşı başlamadan önce, dünya toplam sanayi üretiminin %35.8’ni tek başına ABD, %15.7’sini Almanya, %14.4’ünü İngiltere, %4’ünü Fransa ve %5.5’ini de Rusya elinde bulundurmaktaydı. Bu veriler, ABD’nin dünya toplam sanayi ürünlerinin 1/3’ünden fazlasını ürettiğini öteki ülkelerin de (Almanya başta olmak üzere) kendisini izlemekte olduğunu ancak, bir bütün olarak Avrupa’nın dünya sanayi üretiminin %43’ünü karşıladığını göstermekteydi. 1917’e gelindiğinde toplam sanayi ticaretinin %59 Avrupa (İngiltere %15, Almanya % 13, Fransa % 8, diğerleri %23 ), %11’i ABD tarafından gerçekleştirilmişti. (13) Görüldüğü gibi, ABD sanayi üretiminin büyük bir bölümünü gerçekleştirmesine karşın, uluslararası ticaret içinde payı azdı. Çünkü, ABD’nin sanayi üretimi daha çok kendi iç pazarına yönelikti. Bir Almanya ya da İngiltere ise iç pazarları sanayi üretimine doymuş ülkeler olarak daha çok dünya pazarlarına yönelik üretim yapmakta idiler.
Sanayi üretiminin gereksindiği hammadde ve besin maddelerinin bir kısmı sömürge ve yarı-sömürgelerden karşılanıyordu. Bu oran Almanya için % 58, Fransa için % 60, İngiltere için % 81 idi.Üç ülke sermaye ihracı açısından da ABD’nin önünde gözükmekteydi. Dünyada,220 milyar frank tutan toplam sermaye ihracının 3/4 tamamen üç ülkeye aitti. Kalan 1/4 ise ABD, Japonya, İtalya, vb. arasında paylaşılmıştı. İngiltere’nin yatırımları, Avrupa’nın yanısıra daha çok Latin Amerika’da yoğunlaşırken, Alman yatırımları, Balkanlar, Ortadoğu ve Rusya’da yoğunlaşıyordu. Fransız sermaye ihracı ise Avrupa’nın diğer ülkeleri ile özellikle Rusya’ya yöneliyordu. (14) Sonuç olarak Almanya, Fransa ve İngiltere’de uç noktalarını bulan yoğun rekabet, bir yeniden paylaşım mücadelesi sürüyordu.
Yeniden paylaşım savaşları, değişik kamplar içinde I. Dünya Savaşından önce de sürüyordu. İngiliz ve Fransız bankalarının sermaye ihraçlarıyla 1870’lerden başlayarak emperyalizmin denetimine giren Mısır’da bu duruma karşı gündeme gelen köylü hareketini bahane eden İngiltere, 1882’de işgal ederek sömürgesi durumuna getirmişti. 1881’de Sudan’da patlak veren ve emperyalizme karşı ilk önemli halk hareketi niteliğini taşıyan köylü hareketi, İngiliz emperyalizminin ulusal topraklardan atılmasıyla sonuçlanıyor, ancak 1896-98 savaşı sonucunda İngiliz sömürgeciliği korkunç katliamlar eşliğinde Sudan’ı işgal ediyordu.
1880’de İtalya ve Avusturya-Macaristan’da “Üçlü ittifak” denilen bir cephe oluşturarak güçlenen Almanya, sömürge elde etme savaşına giriyor ve Afrika’da henüz el atılmamış toprakları dönemin en kıyıcı operasyonlarıyla ele geçiriyordu. 1884’de Güneybatı Afrika, Togo, Kamerun, 1885’de Afrika’nın doğu kesimi, Zangibar, Alman emperyalizmi tarafından sömürgeleştiriliyordu.
1898’de İspanya-ABD savaşıyla ABD sömürge elde etme savaşlarına katılıyordu. Yükselen emperyalist güç ABD’nin, bir talanı, kapitalizm öncesi sürecin yağma ve talan anlamına gelen sömürgeciliğin önemli adı İspanya’dan; Filipinler, Porto-Rico, Guam, Küba, Havai ve Samoa Adalarını almalarıyla sonuçlanacaktı. Bu savaş, kapitalizmin eşit olmayan sıçramalarla gelişme karakterinin bir sonucu olarak dünyanın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların ilk büyük ve somut örneğiydi. 1899’da bu kez İngiltere, yeraltı kaynaklarının zenginliğiyle dikkatleri çeken ve Hollanda kökenli Boerlerin denetimlerindeki Orange ve Transyaal Cumhuriyetlerine saldırdı. Saldırı, Boerlerin çetin direnişiyle karşılaştı. Ancak yerli halkın desteğini almayan ırkçı Boerlerin direnişi, üç yıl sonra 1902’de İngiltere’nin emperyalist barış planına teslim olunca, birleşerek Güney Afrika Cumhuriyeti adını alan iki ülke, İngiliz sömürgesi durumuna düştü.
Dönemin dikkat çekici bir diğer olgusuda ABD’nin Latin Amerika’da giderek güçlenmesiydi. 1902’de Panama Kanalı ihalesini Fransa’dan satın alan ABD, Kolombiya Kongresinin Kanalı 99 yıllığına ABD’ye kiralayan anlaşmayı reddetmesi üzerine çıkardığı provakasyonla, kanal bölgesinde kendi himayesinde Panama adlı kanal devletini kurdu. ve bölgeyi kendine kiraladı. Öte yandan Latin Amerika’daki İngiliz sermayesine yönelen ABD, İngiltere’nin Almanya ile giderek derinleşen çelişkilerini İngiltere’ye karşı bir koz olarak kullanacaktı. Ve Latin Amerika’dan İspanyol sömürgeciliğinin kovulmasından sonra etken duruma gelen İngiliz sermayesinin önce etkisini kırmaya, sonra da yerini almaya yönelecekti.
Emperyalistler, aralarındaki tüm çatışmalara karşın, kendilerinin varlıklarına ya da çıkarlarına yönelen hareketler karşısında bir araya gelmekten geri kalmıyorlardı. Bunun ilk önemli örmeği, Çin’de başgösteren Bokserler Ayaklanması’nda yaşandı. Çin’de anti-emperyalist ihtilalci bir geleneğin oluşmasında önemli bir rolü olan bu ayaklanma, 1899’da emperyalistlerin Çin’i sömürgeleştirme çabalarına tepki olarak gündeme gelmişti. Bir Alman Generalinin komutasında büyük bir uluslararası ordu kuran emperyalistler, 1901’de ayaklanmayı bastırdılar. Sonuçta İngiltere, Almanya, Fransa ve japonya, Çin’in önemli bölgelerini doğrudan işgal ederek, kalan bölgelerini de denetimlerine alarak, ülkeyi yarı-sömürgeleştirdiler.
Almanya’nın Ortadoğu ve Balkanlar’daki yayılmacılığı da aynı perspektiflerin diğer bir ayağını oluşturuyordu. 1893 ve 1903 yıllarında Türkiye ile iki anlaşma imzalayan Almanya’ya karşılık İngiltere’de 1899’da Kuveyt’i himayesine alarak, Arabistan ve Mezapotamya’yı kontrol altına almaya çalışıyordu. Almanya’nın Bağdat-Berlin Demiryolu Hattı’nı inşaya başlaması, iki emperyalist güç arasındaki çatışmayı yoğunlaştıran nedenlerden biri oldu.
1.Dünya Savaşı öncesinin en önemli paylaşım savaşlarından biri de 1904-1905 Rus-Japon Savaşıdır. Dünya topraklarının paylaşılmasında çok az pay elde eden Japonya’nın Uzakdoğu’daki yayılmacı amaçları, 1904 yılında Rusya’ya saldırmalarını getirdi. Rusya’da başgösteren 1905 Devrimi, iktidarı sarsılan Çarlığı zaten zor durumda oldukları savaştan geri çekilmeye, teslim olmaya zorladı. Sonuçta Japonya Uzakdoğu’da önemli imtiyazlar elde etti.
1905 Devrimi, Çarlık Rusya’sı otokrasisini yıkmaya yetmedi ama, gerek Rusya özgülünde, gerekse dünya çapında önemli yankılar uyandırdı, etkileri oldu. İran Devrimi (1906-11), Jön Türk Hareketi (1908), Çin’de Sinhal Devrimi (1911-13), Kore’de Hindistan’da, Endonezya’da ulusal nitelikli hareketler; 1905 Devriminden güç almış, yankılarından etkilenmiş hareketlerdi.
Almanya’nın Avusturya-Macaristan ve İtalya ile oluşturduğu ittifak karşısında, İngiltere ve Fransa da 1904 yılında Afrika’da Ortadoğu’da çıkar ortaklığı ve üçlü ittifaka karşı güç arama temellerine dayanan antant adlı bir uzlaşmaya yöneldiler. İngiltere ile, Balkanların ve Güney asya’nın paylaşılmasında öteden beri çekişen Rusya’nın; Japonya ile savaşta yenilmesinin ardından, Avusturya-Macaristan ve Almanya ile olan çelişkilerinin, zararına sonuçlar doğuracağı kaygısıyla, söz konusu bölgelerde İngiliz yayılmacılığını kabullenmesinin ardından, Rusya’da Antant’a katıldı.
Böylece iki belirgin kampa bölünen emperyalist güçler, tüm enerjilerini, ufuktaki savaşın hazırlıklarına yönelttiler. Zaten emperyalist dönüşümle birlikte, savaş sanayisi önemli ölçüde gelişmiş, özellikle 20. yy ile birlikte, emperyalist sermaye içinde aslan payı durumuna gelmişti. Savaşın şafağında Avusturya-Macaristan ile sorunlarını çözümleyemeyen İtalya, ittifaktan ayrıldı, Antant’a katıldı. Her emperyalist ülke savaşa kendine göre hesaplar ve beklentilerle giriyordu. Savaş; Almanya açısından, Kıta Avrupa’sının fiili işgali ve dünyanın dört bir yanında sömürge imparatorluğu kurmak; İngiltere açısından, Almanya’nın durdurulması ve sömürge imparatorluğuna Ortadoğu’nun da eklenmesi; Fransa açısından Almanya’nın stratejik bazı bölgelerinin ve Afrika’daki Alman sömürgelerinin işgali; Rusya açısından, Balkanların ve Marmara Boğazlarının işgali; İtalya açısından, Adriyatik Kıyılarının işgali ve Afrika’da sömürgeler elde edebilmek amaçlarını taşıyordu.
Savaşa, ileri aşamalarında ABD, Japonya, Türkiye ve daha başka ülkelerde katılınca, olay tam bir dünya savaşına dönüştü. Resmi verilere göre bu savaşta 9 milyon 700 bin insan öldü. Bu, 19. yy boyunca yapılan savaşlardaki toplam ölü sayısının çok üstünde bir rakamdı. Ayrıca 21 milyon insan sakat kalırken, milyonlarca insan salgın hastalık ve açlıktan dolayı yaşamını yitirdi. Savaştan en kazançlı çıkan ülke, savaşın kendi topraklarından uzak geçtiği ABD ve Japonya oldu. Örneğin, ABD’nin en önemli tröstünün yalnızca 1916 yılındaki kazançları, savaş öncesi kazançlarının üç katı olan 965 milyon dolardı.
Savaşın en önemli sonucu ise Rusya’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve dünyanın 1/6’sının emperyalist-kapitalist sistemin dışına çıkması oldu. Ekim Devrimi, bir dönemin kapanması, yeni bir tarihsel sürecin başlaması yolunda ilk adım oluyordu. 1898 yılında kurulan RSDİP’in 1903’de Brüksel’de gerçekleşen 2. Kongresi’nde başgösteren bölünmenin Bolşevik (çoğunluk) kanadı öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi, tüm bir çağı sarsan sonuçlar doğurdu. Dünya halklarının emperyalizme karşı savaşlarında güç kaynaklarından biri oldu. Ekim Devrimi’ni izleyen uzun iç savaş, emperyalizmin topyekün saldırısına karşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlandı. Emperyalistlerce, kapitalizme dönüş biçiminde nitelenerek sosyalizmin çıkmazına kanıt gösterilen NEP (Yeni Ekonomik Politika) ise, zemine olumlu faktörler sunarak onları yanıtlıyordu.
Ekim Devrimi, kapitalizmin genel bunalımının 1. Aşamasının sona ermesi anlamına geliyordu. İzleyen süreçte dünya savaşının sona ermesi, buna karşılık bu durumun yeniden paylaşım çatışmasının çözümünde ancak geçici bir olgu olmaktan öteye gidememesinin yanısıra, Rusya’da iç savaşın sosyalistlerce kazanılması, böylece sosyalist devrimin perçinleşmesi ile emperyalizmin bunalımının 2. aşaması başlıyordu….
İKİNCİ BUNALIM DÖNEMİ – ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ
Emperyalizmin 2. Bunalım Dönemi, Rusya’da Ekim Devrimi’ni izleyen iç savaşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlanmasıyla başladı. Böylece artık kapitalizm, dünyanın başlıca sistemi olmaktan çıkmış, emperyalizmin tüm çabaları dünyanın ilk sosyalist devletinin oluşmasını, dünyanın 1/6’sının emperyalizmin denetiminden çıkmasını engelleyememiş, savaşlar, ekonomik ablukalar, provakasyonlar sosyalizmin yükselişini durduramamıştı. Genel bunalım olgusu, artık kapitalizmden sosyalizme geçiş anlamına geliyordu.
Lenin 1. Paylaşım Savaşı’nın karakterini daha 1912 yılında açıkça ortaya koymuştu; “Bu dönemin karakteristik özelliği , yeryüzünün paylaşılmasının sona ermesidir”, “Sona ermesi” sözcükleriyle, yeniden paylaşımın olanaksız olduğu kastedilmemektedir. (Tam tersine, yeniden paylaşımlar olanak dahilindedir ve kaçınılmazdır.) Kastedilen, kapitalist ülkelerin sömürgeci politikalarının gezegenimizin işgal edilmemiş topraklarını ele geçirmeyi tamamlamış olmasıdır. Dünya öyle bölünmüştür ki, gelecekte ancak yeni bölünmeler, yani bir sahipten diğerine aktarımlar mümkündür. ‘Sahibi’ olmayan bir bölgenin, bir ‘sahip’ tarafından ele geçirilmesi değil…
Emperyalist-kapitalist sistem açısından; 1. Dünya Savaşının yol açtığı sonuçlar nelerdir? Birincisi, Almanya’nın gücü geçici olarak ezilmişti ve sömürgeleri, savaşı kazanan ülkeler (ağırlıkla İngiltere ve Fransa) tarafından devralınmıştı. İkincisi, Avusturya-Macaristan emperyalist alandan silinip atılmıştı. Üçüncüsü, ABD ekonomik açıdan dünyanın en güçlü ülkesi olarak ortaya çıkmıştı. Dördüncüsü, kazanan kampta yer almalarına karşın, İtalya ve Japonya emperyalist isteklerine yanıt bulamamışlardı.
Gerek savaşın sonuçlarının emperyalist ülkelere getirdiklerini ve götürdüklerini, gerekse sömürgeciliğin savaş öncesi ve sonrası boyutlarını daha iyi kavrayabilmek açısından, bir de emperyalistlerin fiili olarak elde tuttukları topraklara bakalım: (ilk hanede, söz konusu ülkelerin savaş öncesi elde tuttukları topraklar, ikinci hanede savaş sonrasında elde tuttukları topraklar, üçüncü hanede ise bugün sahip oldukları ulusal yüzölçümleri verilmiştir. Almanya için Demokratik ve Federal Cumhuriyetlerin toplamı alınmıştır.
Savaştan Önce | Savaştan Sonra | Bugün | |
İngiltere: | 30.812.400 | 30.310.200 | 235.555 |
Fransa: | 11.020.500 | 11.930.500 | 525.100 |
Almanya : | 3.493.800 | 471.800 | 356.884 |
Japonya: | 673.720 | 683.120 | 368.675 |
İtalya: | 1.910.310 | 2.334.310 | 290.757 |
Belçika: | 2.394.500 | 2.449.400 | 29.447 |
Görüldüğü gibi, sonuçlar bağlamında ve onca yıkıma karşın savaş, emperyalist kapitalist sistemin sorunlarına çözüm getirebilmekten uzaktı. Bu oranda güçlenen ABD’nin pazar talebi başlı başına bir sorun olacaktı. Ayrıca yenik Almanya için yeniden paylaşım talebi kuşkusuz gündeme gelecekti. Aynı durum, savaştan kazanarak çıkmalarına karşın, yeniden paylaşma taleplerine karşılık bulamayan İtalya ve Japonya için de söz konusuydu. Bunlara bir de, sosyalizmin varlığı, oldukça ağırlaştıran faktörler yükleyecekti.
Dolayısıyla döneme egemen olan çelişme ve ilişkiler, 1. Bunalım Dönemine göre oldukça değişik özellikler gösteriyordu. Kapitalizmin temel çelişmesinin somut biçimlenişi olan iki baş çatışmaya, öncelikle emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma olmak üzere (bununla birlikte emperyalistler arası çatışmaya). bir üçüncü çatışma eklenmişti; emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çatışma… Bu olgu, olayların boyutlarını ve yönelimini önemli oranda etkileyecek nitelikteydi.
Savaşı izleyen yıllar, genelde atılım yılları olarak kabul görecekti. Savaş kayıplarının temini, yıkılmış ülkelerin restorasyonu, ekonomik düzeyde bir canlılığı kaçınılmaz kılmıştı. Ancak 1925’e kadar süren bu durum yerini, 1929’da büyük bir depresyona bıraktı. Kapitalizm tarihinin en derin depresyonu gündemdeydi.
Gerçekte savaşın bitiminden 1922’ye kadar süren dönemde savaşın yıkımını aşmaya çalışan emperyalistler, 1925’e kadar yüksek tempolu bir büyümeye yönelmişlerdi. Ancak, gerek bu ülkelerin savaştan sonra, savaşın ekonomik plandaki yaralarını kapatıp sanayi ürünlerini artırmaları, gerek ABD, Japonya gibi ülkelerin zaten savaşı önemsiz kayıplarla atlatmış olarak üretim kapasitelerini artırmaları, gerekse daha savaşın şafağında Kanada ve Avustralya gibi bazı dominyonların belirli sanayi kollarında üretimi artırmaları; sonuçta toplam üretimin ulusal ve uluslararası düzeyde gelişmeleri, satın alma gücüyle desteklenmiş talebin aşılmasını, böylecede aşırı, pazarlanmayan bir üretimin varlığını ortaya çıkarmıştır.
Sonuçta üretilen malların ulusal ve uluslararası düzeylerde sürümü düştü ve 1929 yılının sonbaharında başlayan depresyon kısa sürede emperyalist-kapitalist sistem ülkelerinin tamamını sarstı, uluslararası ticaret durdu.
Depresyon, bir yanıyla hem Birinci Dünya Savaşı öncesinde hem de sonrasında, şirketlerin kısa dönemde büyümesi ve iç örgütlenmelerinin etkinleşmesi nedeniyle hızla yükselen üretkenliğin bir sonucuydu. Yoğunlaşan üretimin pazarlanamaması, buna karşılık 2. Dünya Savaşı sonrasında, bir çözüm olarak gündeme gelen kurumsallaşmış yeniden dağıtım mekanizmalarının var olması çöküntüyü doğurdu %25’i aşan işsizlik oranları, satılamayan mallar, terkedilen fabrikalar ortaya çıktı. 1925-32 depresyonu, özellikle sermaye ihracını güçleştirecekti ve emperyalist ülkelerde büyük bir sermaye ve döviz sıkıntısı, ticari zorluklar ortaya çıkacaktı. Üretimin pazarlanabilmesi çabasının sonucu ise, emperyalizmin devaülasyona yönelmesi, böylelikle de sermaye ve meta ihracının canlanmasının amaçlanması olacaktı. Bu devaülasyonlar, fiyat artışlarını ve yeniden başka devalüasyonları getirince sonuç bunalımın dana da derinleşmesi oldu.
Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla; devlete, piyasanın işlemesi sonucu oluşan gelir dağılımını değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı işlev yükleyen bir ekonomik politika izlemekle buldu. Bu durum, tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklığıyla somutlaşmasından başka bir şey değildi. Böylece ekonomik ve politik anlamda piyasa ilişkilerine yönelik tamamlayıcı görüntüsünü aşıyor, ekonomik politika üzerinde idari bir işlev üstleniyordu.
Kuramsal temelini Keynescilikte bulan bu yaklaşım, 1930’larda emperyalist devletler tarafından yaygın biçimde gündeme getirildi. Emperyalizmin dünya düzeyinde geliri yeniden bölüştürme, devlet örgütlenmesini ekonominin aktif bir unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma politikası olarak özetleyebileceğiniz Keynesci politikaların devlete biçtiği rol, ABD’de New Deal (Yeni Düzen) döneminin özelliği olurken, Almanya, İtalya ve Japonya’da burjuva egemenliğinin yeni ve son biçimi olarak faşizmde anlamını buldu.
ABD’nin New Deal’i ve Almanya’nın faşizmi arasındaki fark, ekonomik politikadan değil, devletin bu ekonomik politikaya gerçeklik kazandıracak yol ve yöntemlerinden oluşuyordu. Daha geniş bir tanımlamayla; iki ülkenin içinde bulunduğu uluslararası ve ulusal koşulların siyasal ve toplumsal farklılıklarından; Almanya’nın pazarlarını yitirmiş bir ülke olmasına karşın ABD’nin doygunluklarından kaynaklanıyordu. Uyguladıkları ekonomi politika temelde aynı yaklaşımları taşıyordu. Söz gelimi; sanayide rekabetin artırılması, tekelleşmenin yoğunlaşması, işçi sınıfına karşı korporatist yaklaşım, yeni iş olanaklarına yönelim, vb…
ABD, oldukça önemli harcamalarda bulanmasına karşın, 1. Dünya Savaşından yıkıma uğramadan, güçlü olarak çıkmıştı. Savaşı izleyen durgunluk ve artan işsizliği, 1922’den başlayarak, yükselen bir üretim temposu izlemişti. Ancak anarşik bir karakter taşıyan bu atılım, 1929 depresyonuyla ters yüz olmuştu. Depresyondan en çok zarar gören ülke olan ABD, çıkışı; bazı hükümlerini Anayasa Komisyonunun bile anayasaya aykırı bulduğu yasalarla, doğrudan finans kapitalin yararına uygulamalarda bulunmuştu. 1933’den başlayarak, 2. Dünya Savaşına kadar kendisini savaş sonrası emperyalist kapitalist kampın jandarması yapacak çapta gelişmeye yönelmişti.
ABD sermaye ihracı, savaştan sonra önemli oranda gelişmişti. 1879’da 684,5 milyon dolar olan sermaye ihracı, 1914’de 3.5 milyarı bulmuştu. Savaştan sonra artan yükselme, deprasyon dönemindeki düşmeye karşın yeniden artmış ve 1940’a gelindiğinde; ABD sermaye ihracı 13 milyar doları bulmuştu. General Motors, General Elektirik, Standart Oil gibi finans kapital grupları eliyle yürüyen sermaye ihracı, ağırlıklı olarak Kanada, Latin Amerika ve Filipinler’e yönelmişti.
İngiltere, görünürde savaştan büyük kazançlarla çıkmıştı. Yeni sömürgeler elde etmiş, ticari imtiyazlar kazanmış ve yüklü bir savaş tazminatından yararlanmanın yolunu bulmuştu. Ancak bu, olayın yalnızca bir yanını oluşturmaktaydı.
İngiltere gerçekte savaştan büyük kayıplarla çıkmıştı. Zenginliklerinin %35.4’i savaş yıllarında harcanmıştı. Aynı oran ABD için %8.7, Fransa için %19, Almanya için %32 idi. Görünürde İngiltere dünyanın en büyük ülkesi olmayı sürdürüyordu. Ancak büyük ölçüde sömürgelere dayanan bu görüntüye rağmen, ABD’nin ağırlığı giderek her alanda artıyordu.
Nitekim sermaye ihracı ve sanayi üretimi açısından İngiltere oldukça gerilerde kalmıştı. Depresyon dönemi, diğer sistem ülkeleri gibi İngiltere’yi de sarsmıştı. Önce devalüasyonlarla idare edilmeye çalışılan durum, yıkıma dönüşünce yerini sermaye ihracı ve meta ihracının gerilemesine bırakmıştı. Depresyondan çıkışın yolunu diğer ülkelere benzer ekonomik yöntemleri kullanmakta bulan İngiltere, 2. Dünya Savaşına geldiğinde sistemin artan para dolaşımının merkezi olma özelliğini yitirmiş New York ve Paris borsaları da Londra’ya ortak olmuştu. Bunlara karşın, depresyonun yükünü sömürge halklara yıkmak gibi çok önemli bir avantaja sahip olması, İngiltere tekelci burjuvazisinin faşizm seçeneğini gündemine almasını gerektirmemiş, tüm dünyanın çalkalandığı 1930’lu yılları, İngiltere siyasal düzeyde göreceli bir istikrarla geçirmiş, silahlanma sanayii özellikle hız kazanmıştı.
Fransa, kazanmış görünmesine karşın savaştan önemli kayıplarla çıkmıştı. Toplam sanayi üretiminin % 75’inin gerçekleştirildiği tesisler tahrip olmuş, geniş tarım alanları kullanılamaz duruma gelmişti. Ancak Fransa’nın kazancı, bazı Alman sömürgelerini işgal etmesi ve esas olarak da Alsas ve Lorain bölgelerini alması olmuştu. Kömür ve potasyum yataklarına sahip olması açısından dünyanın en zengin yerlerinden olan bu bölgelerle birlikte pek çok hafif sanayi işletmesi de Fransa’nın eline geçmişti. Yaklaşık 10 yıllık bir süreyi savaşın yıkımını atlatma uğraşıyla geçiren Fransa, 1929-32 depresyonundan en az etkilenen ülke olmuş, ekonomisini istikrarlı tutabilmeyi başarmıştı. Ancak özellikle otomotiv sanayiinde yaptığı atılımlara karşın, ağır sanayileşme ve sermaye ihracı açışından ABD, Almanya, İngiltere ve giderek Japonya’nın oldukça gerisinde kalmıştı. Tüm emperyalistlerin savaş sanayilerini hızlandırdığı 1930’lu yıllar boyunca, Fransa bu anlamda oldukça geri kalmıştı. İlk kez 12 Şubat 1934’de temeli atılan Halk Cephesinin, 1936 Ocak ayında kurulması 2. Dünya Savaşı Fransa’sının önemli olaylarındandı. Radikal Sosyalist ve Komünist partilerinin oluşturduğu cephe, 3 Mayıs 1936’da seçimleri kazanarak iktidara geldi. Ancak, KP’nin hükümette yer almadığı Halk Cephesi iktidarının, faşizmin Fransa’da güçlenmesine engel olmaktan öte bir etkinliği olmayacaktı.
Savaştan yenilerek ve sömürgelerini yitirerek çıkan Almanya da savaş sonrası önemli siyasal ve toplumsal çalkalanmalara sahne olmuştu. 28 Kasım 1918’de Kayzer Wilhelm’in tahttan çekilmesi, bir anlamda burjuva devriminin son adımının da atılması oluyordu. Devrimi ileriye götürmeye çalışan devrimci ayaklanma ise, Spartakist hareket önderleri R. Lüksemburg ve K. Liebnecht’in ölümüyle bastırılıyordu. Weimar Cumhuriyeti ilk yıllarını; savaşın ağır sonuçlarını azaltabilmek, savaş tazminatlarının altından kalkabilmek ve sosyalist bir devrimi önleyebilmek çabalarıyla geçirmişti. Bu yolda başvurulan enflasyonist politika, 1929 depresyonuyla birleşince, Almanya finans kapital grupları faşizme yöneliyorlardı.
Faşizm, kitlelerin devrimci yöneliminin burjuva demokrasisi yöntemleriyle engellenemediği, ekonomik olumsuzlukların gerektirdiği sert istikrar önlemlerinin bu tehlikeyi daha da artırmasının kazınılmaz olduğu dönemin koşullarında, o güne kadar KP’ye karşı bir silah olarak kullanılan Nazi Partisinin desteklenmesi ve iktidar seçeneği olarak kullanılmasıyla gerçeklik kazanan bir burjuva seçeneğidir.
Faşizm, burjuva egemenliğinin son ve en kanlı biçimi, finans kapitalin gerici, şövenist ve emeperyalist emellerinin yön verdiği zoru, siyasal varlığının temel unsuru yapmış diktatörlüğü oldu. Nazi Almanyası, 1933’ten başlayarak tüm enerjisini yeniden paylaşım yolunda başlatacağı savaşın hazırlıklarına hasretti. Faşist devlet, ABD’de olduğu gibi, ekonominin, üretimin ve pazarların dağıtım mekanizmalarını örgütlemenin birinci derecede unsuru halindeydi.
Japonya emperyalist dönüşümü 20. yy’ın başlarında tamamlamış bir ülkeydi. Dolayısıyla dünya pazarları içindeki payı oldukça azdı. Savaş, Japonya’nın taleplerine hiçbir karşılık vermemişti. Çok sayıda insanın öldüğü bu savaşa Japonya tam anlamıyla katılma olanağı dahi bulamamıştı. Nitekim savaş yıllarında özellikle makine-kimya sanayinde atılım yapan Japonya, ağır sanayi üretimini iki katına çıkarmak gibi çok önemli bir atılım gerçekleştirmiş, böylece savaştan ABD ile birlikte en güçlü çıkan ülke olmuştu.
Bu sınırsız gelişme eğilimi, büyük depresyondan Japonya’nın önemli yaralar almasını da beraberinde getirdi. Öteden beri burjuva demokrasisinin sağlıklı biçimde kurumsallaşmadığı ülkede, dünya pazarlarından pay kapabilmek kaygısının fanatizm boyutlarında olduğu Japon Finans Oligarşisi, yürütme kurumlarını sıkı biçimde denetliyor, ordu içindeki anti-komünist ve ırçı kliklerin, sivil hükümete yönelik eylemlerini bu yolda tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Dolayısıyla Japonya’nın faşist yöntemleri kullanması, (İtalya ve Almanya’dan değişik olarak) devlet mekanizmalarını aşağıdan yukarıya bir gelişme sonucunda darbe, seçim ve benzeri yolların zorlamasıyla başlamadı. Emperyalist amaçlar bu tür yöntemleri gerektirmeden devlet kurumlarını faşist dönüşüme itti. Mayız 1932’de askeri kliğin ayaklanarak başbakan İnuaki’yi öldürmesi, parlamenter hükümetlerin de sonu olacaktı.
1931’de Mançurya’ya asker çıkaran Japonya, 1910 yılında ilhak ettiği Kore’den sonra bu bölgeyi işgal ediyor ve 1937’de bu kez Çin’le savaşa tutuşarak yolunu belirginleştiriyordu. Hankow, Kandon ve Nanking’i işgal eden Japon ordularının katliamlarının boyutu, demokratik bir kamuoyunun sınırlı olgularını taşıyan Japonya’da bile büyük tepki yaratacaktı. 1937-38’de devlet bütçesi içinde askeri harcamalarını %70’e çıkaran Japonya savaşın şafağında, sanayi üretiminin %61’ini ağır sanayinin oluşturduğu, özellikle köylülüğün ve proletaryanın çok yoğun sömürüsüyle önemli atılımlar yapmış savaşa hazırlıklı ve istekli bir emperyalist güçtü. Japon sermaye ihracı, özellikle Çin, Mançurya ve Kore’nin dışında Endonezya’ya yönelmişti.
Yeniden paylaşma talebi olan ve bunu sağlamanın yolunu savaşta gören diğer bir ülke de İtalya idi. İtalya, zengin tarım potansiyeline sahip bir ülke idi. Emperyalist dönüşüm ve ağır sanayileşme ise İngiltere, ABD, Fransa, Almanya’dan sonra gerçekleşmişti. 1912’de Türkiye ile savaşarak Libya’yı sömürgeleştiren İtalya, savaştan sınırlı toprak kazanımlarının dışında önemli bir avantaj elde edemeden çıkmıştı. Buna karşılık savaş sonrası dönem ciddi bir ekonomik durgunluk ve siyasal, toplumsal çalkalanmalara sahne olmuştu. Devrim olasılığı ve yükselen halk muhalefeti; tekelci burjuvazinin, devrimci güçlere karşı kullandığı küçük burjuvazi ve lümpen proletaryaya dayanan faşist çeteleri iktidar seçeneği olarak kullamasını ve Mussolini önderliğindeki faşist darbeyi desteklemesini getirdi. Böylece devlet mekanizmasını 1922’de ele geçiren ele geçiren faşist parti, tekelci burjuvazinin taleplerine uygun bir ekonomik izlemeye yöneldi. Sözde işçi ve işverenin özel ekonomik örgütlenmesi olarak gündeme getirilen korporasyonlar, gerçekte Togliatti’nin tanımladığı gibi, işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırırken aynı zamanda onların tepkilerini nötralize etmeyi amaçlayan girişimler olarak dikkat çekecektir. Almanya ve japonya örneklerinde olduğu gibi devletin ekonomik yaşamın aktif bir unsuru olarak kullanıldığı İtalya, savaş öncesinde -1935 yılında- Etiyopya’yı işgal ederek genişlemeye çalışmıştı.
Sonuç olarak, emperyalist ülkeler yeni bir paylaşım savaşına olanca güçleriyle hazırlanıyorlardı. Bir yanda “mihver devletler” olarak adlandırılan Almanya, İtalya, japonya faşist ittifakı, öte yanda ise ABD, İngiltere, Fransa ittifakı bu paylaşım savaşının taraftarı durumundaydılar. Son tahlilde tüm bu emperyalist ülkelerin ortak hedefleri ise Sovyetler Birliği olarak somutlaştı.
Sovyetler Birliğinde iç savaş boyunca süren savaş komünizmi dönemi, yerini 1921’de NEP dönemine bırakmıştı. 1. Dünya Savaşından 9 milyon ölüyle çıkan Rusya büyük bir yıkıma uğramıştı. Devrimi izleyen iç savaş gerçekte, çoğu kez emperyalist güçlere karşı yürütülen bir savaştı. Uzun savaş yılları, milyonlarca insanı açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak sonuçlar doğurmuştu. Bu bağlamda, sosyalist dönüşüm, ölü bir ekonominin üzerinde yükselmek gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Tarımda durgunluk ve giderek gerileyiş, hammadde ve özellikle enerji alanında yetersizlikler, sosyalist alt yapının inşaasını daha baştan sağlıklılıktan yoksun kılıyordu. Bunun çözümü, toparlanma ve canlanmaya uygun zemin oluşturacak bir geri çekilme olarak kapitalist ilişkilerin sınırlı anlamda desteklenmesi anlamına gelen NEP oldu. İlk evrede enerji sektöründe sorunları çözümlemeye yönelen sosyalizm, uygun zeminin olgunlaşmasının ardından sosyalist inşaayı yükseltecekti.
Partinin sahip olduğu perspektif, ufuktaki paylaşım savaşını zaten öngörüyordu. Böyle bir savaşın en önemli hedeflerinden birinin SSCB olacağı da açıktı. Böylelikle, 1930’lu yıllar boyunca süren büyük sosyalist seferberlik başladı.
Bir yandan ağır sanayileşme yolunda yürünmeye çalışılırken öte yandan, emperyalist saldırıya karşı hazırlık yürütülmekteydi. SSCB’nin bu yıllardaki kalkınma temposu, ABD’nin 19. yy sonlarındaki başdöndürücü gelişme hızını geride bırakmıştı. Dönemin en çok tartışılan sorunu ise tek ülkede sosyalizmin inşaasının olabilirliği ve böyle bir süreçte devletin işlevi idi. Sonuç olarak ta bunun olabilirliğini kabul eden SBKP, politikasını temel olarak böyle bir dönüşümü gerçekleştirme ve sosyalist ülkenin korunmasına bağlı olarak biçimlendirmeye başladı.
Stalin, 1939 yılında, SBKP Kongresinde bu konuya yaklaşımlarını özetlerken, “Tek ülkede sosyalist bir toplumu inşaa etmek mümkünmüdür?” diye sorduktan sonra “Evet mümkündür” diyor ve şunları söylüyordu; “Biz henüz komünizme ulaşmış değiliz, ona doğru hızla yaklaşıyoruz. Komünizm döneminde de devlet varlığını sürdürecekmi? Evet kapitalist kuşatma ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi yok edilemezse, sürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatmaya geçilirse devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacak. Sosyalist devlet sorununda durum budur.” Sosyalizm inşaasına ve devlet olgusunun niteliğine ilişkin bu yaklaşım, ilerde 3. Bunalım Döneminde çeşitli tartışmalara kaynaklık edecekti.
Sonuç olarak; uluslararası durum yeni bir dünya savaşının koşullarını hızla olgunlaştırıyordu. Öteden beri açık sömürgeleştirme politikası yerine sermaye ihracı silahının etkin kullanımı yoluyla, naylon bir siyasal bağımsızlık görüntüsünün ardına gizlenmiş işgali, emperyalist sömürünün bir yöntemi olarak kullanan ABD’nin bu yolla yaygınlaşma amaçları bir yana, Almanya, İtalya ve Japonya’nın toprak talepleri İngiltere ve Fransa’nın bunu engelleme çabaları ve SSCB’nin ortak bir hedef durumunda olması; böyle bir sonucu kaçınılmaz kılıyordu.
Savaş, gerçekte daha 1931 yılında Japonya’nın Mançurya’yı istilasıyla başlamışıtı. İtalya’nın Etiyopya’yı istilası, İspanya İç Savaşı, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslavakya’nın bir kısmını ilhakı, 1939 yılında bütün dünyayı kana bulayan topyekün bir savaşa dönüştü.
- Dünya Savaşı, 1. Dünya Savaşına göre, bazı noktalarda farklı özellikler gösteriyordu. Bu savaşın özelliklerini şu şekilde tanımlayabiliriz: Birinci olarak bir yanını ABD, İngiltere ve Fransa’nın karşı tarafını Almanya, Japonya, İtalya’nın oluşturduğu bir yeniden paylaşım savaşıdır. İkinci olarak, emperyalist, kapitalist sistemle sosyalist sistemin savaşıdır ve Alamanya-SSCB bu savaşın öne çıkan taraftarlarıdır. Üçüncü olarak, dünya halklarının emperyalizme karşı kurtuluş savaşıdır. Çin’in Japonya’ya karşı, Balkan halklarının Almanya’ya karşı, Vietnam’ın Fransa’ya karşı mücadelesi bu özelliğin somutlaşmış biçimleridir.
Bu savaşın, esasen 1931’de başlayıp 1949’da sona erdiğini söylemek gerekir. Çin halkının önce Japon emperyalizmini, sonra emperyalizmin desteklediği Kuamintang gericilerini yenilgiye uğratması, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da demokratik iktidarların kurulması, 1949’a gelindiğinde dünyanın çehresini önemli oranda değiştirmişti. Artık emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının 3. aşaması başlamıştı.