2. PAYLAŞIM (DÜNYA) SAVAŞI VE SONUÇLARI
- Dünya Savaşı, gerek gelişmesi, gerekse sonuçları açısından son derece önemli bir savaştı. Bazı yönleriyle bu savaşı, I. Dünya Savaşı gibi yalnızca bir paylaşım savaşı gibi görmek ve bu şekilde tanımlamak, hem olayın, sahip olduğu kapsamın daralması, hem de yol açtığı sorunların eksik değerlendirilmesi gibi hatalara neden olmaktadır. Bu nedenle, III. Bunalım dönemi değerlendirmesine, insanlık tarihinin önemli bir kavşağı olan bu savaşı tekrar irdelemekle başlayalım.
Daha önce belirttiğimiz gibi, savaş gerçekte 1931 yılında Japonya’nın Mançurya’yı işgal etmesiyle başlamıştı. İtalya’nın Etiyopya’yı istilası ve İspanya İç Savaşı ile süren savaş, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslovakya’nın bir kısmını işgaliyle hızlanmış ve 1939’da Çin Devrimi ile sona ermişti. Bu savaş üçlü bir karakter taşıyordu.(26)
İlk olarak, emperyalistler arası bir paylaşım savaşıydı. Bur yanda ABD ve İngiltere’nin yer aldığı, karşısında Almanya, Japonya ve İtalya’nın olduğu iki kampa ayrılan emperyalist ülkeler, bir yeniden paylaşım savaşına tutuşmuşlardı. ABD, Almanya, Japonya ve İtalya yeni pazar istemiyle, İngiltere ve Fransa ise ellerindeki pazarları koruyabilme kaygısıyla hareket etmekteydiler.
ABD’nin İngiltere’nin yanında yer almasının nedeni; İngiltere’nin Almanya karşısında tutunabilmek için ABD’ye önemli tavizlerde bulunmasıydı. Buna göre, yıpranan bir güç olan İngiltere, zaten tek başına faşist kampla başedebilecek güçte değildi. Bu durumda faşist kamp yenerse, ABD’nin liderliğini kabul etmesi olanaksızdı. Özellike Japonya ile ABD’nin çıkarları önemli oranda çelişmekteydi. Öte yandan ABD, ingiltere’nin yanında yer alırsa, hem faşist kamp etkisizleşecek hem de savaşın tüketeceği İngiltere Fransa ABD için tehlike arzetmeyecek; savaş öncesinin en büyük emperyalist gücü olan, ama dünya pazarları üzerindeki payı gücüne oranla çok az olan ABD, savaştan kazançlı çıkacaktı. Sonuçta ABD, kamuoyunun da istediği ve benimsediği bir tercih olarak faşist kampa karşı savaşa girdi. Japon saldırısıyla daha da genişleyen savaşa müdahale eden ABD, savaşın sonucu üzerinde tayin edici bir rol oynayacaktı. Japonya’nın, özellike Fransız ve İngiliz sermayesinin denetlediği bir yarı-sömürge olan Çin’e saldırısıyla başlayan paylaşım savaşı, 1945’de Japonya’nın teslim olmasıyla sonuçlandı. Savaşın emperyalist güçler açısından tek galibi ABD oldu.
Almanya, Japonya ve İtalya yenilgiye uğrayınca, yeni pazar kazanmak bir yana, kendi ülkelerinin de işgali durumu ile karşı karşıya kaldılar. İngiltere ve Fransa ise savaştan büyük yıkımla çıktılar. Fransa, dört yıldır faşizmin işgalinde kalmış, harabeye dönüşmüştü. Sömürgelerini koruyordu ancak sermayesi, sömürgeciliği büyük çapta sürdürmeye yetmekten -en azından kısa vadeli sonuçları- açısından uzaktı. Bu nedenle savaş sonrasında ABD sermayesi, hem Fransa’da hem de sömürgelerinde etkin biçimde yerini aldı. Aynı şeyler aşağı yukarı İngiltere açısından da geçerliydi. Her iki ülke de savaşı kazanmış görünmelerine karşın, savaş sonrasında ABD sermayesine bel bağlamak zorunda kalacaklardı.
Ayrıca, eski tip sömürgecilik artık yeni dönemin koşullarına ve gereksinmelerine karşılık vermekten uzak bir hantallık anlamına geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı yeni ufuklar ve işgalcilik olgusunun, dünya halklarının giderek yükselen hareketliliğini getiren niteliği, savaşı izleyen yıllarda anlamını daha çok İngiltere ve Fransa’da bulan klasik sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin terkedilmesini getirecekti. Ezilen ülkelerin bir kısmı siyasal düzeyde var olan ya da yeni kazandıkları bağımsızlıklarını, ekonomik bağımsızlıkla pekiştiremeyince, bayraktarlığını ABD’nin yaptığı ve giderek dönemin başlıca emperyalist sömürü biçimi durumuna gelen yeni sömürgeci yöntemlere teslim edeceklerdi.
İkinci olarak, II. Dünya Savaşı sosyalizmle kapitalizmin savaşıydı. SSCB, daha Ekim Devrimi’nden başlayarak, emperyalizmin saldırılarıyla karşılaşmıştı. Emperyalizm, kendisinden daha ileri bir toplumsal yapılanma anlamına gelen bir ülkeyi boğmaya çalışmıştı.
Açıktan müdahale sonuç vermeyince, bu kez ekonomik ve siyasal bir tecrit yoluna gidilmiş; SSCB ablukaya alınarak sosyalizmin yıkılması amaçlanmıştı. Ancak, anarşiden uzak planlı bir gelişme, 30’lu yıllarda gerçekleşen yüksek kalkınma temposu, SSCB’yi 40’lı yıllara, ağır sanayileşmeyi büyük ölçüde tamamlamış, devrim sonrası siyasal çalkantılara ilişkin sorunlarını çözümlemiş bir ülke olarak taşımıştı.
- Bunalım Döneminin bütün süreci, SSCB’nin dünya düzeyinde yüksek bir prestije sahip olmasıyla ve kapitalist dünyanın halklarını derinden etkilemesinin örnekleriyle doluydu. Bu yıllarda özellikle Avrupa işçi sınıfı, kendi geleneğinin bir parçası olarak SSCB’nin verdiği güven ve moral etkiyle, emperyalizmi tedirgin edici ölçülerde örgütlenmişti.
Sosyalizmin maddi bir güç oluşu öncelikle aydınları etkilemesini getirmişti. ‘Avrupa Devrimi’ beklentisine pratikte ciddi olarak darbe vurulmuş ve bu kez mahkum edilmiş, çapı giderek genişleyen faşizm olgusu bile, Avrupa’yı etkileyen yeni dalgayı boğamamıştı. Savaşa girildiğinde sosyalizm Avrupa ülkelerinin pek çoğunda, işçi sınıfıyla önemli buluşma durakları yaratmış bulunuyordu.
Savaşı başlatan faşist ülkelerin en büyük hedefi SSCB idi.
Kaba bir anti-komünizmi, eklektik ideolojisinin en önemli silahlarından biri hatta birincisi olarak kullanan faşizm için SSCB, emperyalizme kapalı çok büyük bir pazar ve aynı zamanda komünist hareketin bastırılması için boğulması zorunlu bir ülkeydi. Durum, ABD ve İngiltere açısından da değişik değildi.
Sonuçta, 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırısıyla, kapitalizm ve sosyalizmin daha önce İspanya İç Savaşı’nda küçük çapta yaşanan çatışması, bu kez daha büyük ölçekli olarak başladı. Alman saldırısı sonucunda, objektif olarak SSCB ile aynı cepheye düşen ABD ve İngiltere’nin tavrı, bir dönem savaşın sosyalizm ile kapitalizzm arasında cereyan eden bu boyutunu gizlemek oldu. Savaş, 1941-44 arasında Almanya-SSCB savaşı olarak geçerken, İngiltere ve ABD savaşa Kuzey Afrika’nın paylaşılması ve İngiltere’nin korunması bazında katılmışlardı. (ABD bu dönem savaşı zaten esas olarak Japonya ile yeniden paylaşım düzeyinde sürdürmekteydi.) Böylece, Kıta Asya’sının iyice harap olması ve Almanya’nın, son darbe öncesinde yeniden paylaşımda yer alacak diğer güçlerin de ezilmesi; daha önemlisi, SSCB’nin ezilmesi amaçlanıyordu. Ancak 1943’de Almanya SSCB önünde gerilemeye başladı. SSCB yanında fiili olarak yer almaya başlayan ABD ve İngiltere, 1944’de Alman gerileyişinin bozguna dönüşmesi sonucunda, Kıta Avrupa’sının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla savaşa katıldılar.
Buna karşılık yine de Doğu Avrupa’nın önemli kısmı sosyalist orduların denetiminde kaldı. Bu olgu, yani Kızıl Ordu etmeni, söz konusu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleriyle bütünleşince, savaş, Doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin kurulmasında başat rol oynadı.
SSCB’nin Almanya’yı yenmesi, ABD ve İngiltere’nin hesaplarını bozması, savaştan güçlenerek çıkması, sosyalizmin dünya çapında sahip olduğu prestiji artırdı. Sosyalizm artık emperyalizmden kurtuluşun biricik yolu olarak dünya halklarının umudu olmuştu ve sosyalist iktidar mücadelesi, Avrupa’dan sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaymaktaydı.
Üçüncü olarak, II. Dünya Savaşı, emperyalistlerle dünya halkalarının savaşıydı. II. Dünya savaşına girildiğinde, birçok sömürge ve yarı-sömürgede, giderek yükselmekte olan ulusal kurtuluş hareketleri gündemdeydi. Savaş yıllarında açık işgal ordusunun da etkisiyle bu hareketler hızla kitleselleşti. Bağlaşık olarak asıl insiyatifin giderek işçi sınıfının önderliğine kayması nedeniyle, hareketler sosyalizmi hedefleyen perspektiflere yöneldiler.
Şu nokta önemlidir: Savaş, dünya halklarının salt Alman ya da Japon faşizmlerinden değil, bütünlüklü bir olgu olarak emperyalizmden kurtulma savaşlarıydı. Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı 1932’de Kore’yi işgal etmesi ve 1937’de Çin’e saldırması, gerek Çin gerekse Kore’de işgale karşı mücadeleyi körüklemiş, önderlik Komünist partilere kaymıştı.
Balkan ülkeleri ve genel olarak Kıta Avrupası’nda ise savaş fiili Alman işgaline karşı başlamış, giderek sosyalist iktidar mücadelesiyle çakışmıştır. Fransa, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan gibi ülkelerde işgale karşı savaşın gerçek boyutu buydu. Birçok komünist partisi bizzat bu savaş içinde nitel ve nicel bağlamda güç kazanmıştı. Yunanistan’da başlangıçta İtalya’ya sonra Almanya’ya karşı süren savaş giderek İngiltere’ye karşı savaşı da içermişti. Yugoslavya’da Alman işgaline karşı başlayan savaş, İngiliz beslemesi Çetnikler’e karşı savaşla yan yana yürümüştü. Öte yandan Vietnam’da savaş, Fransız işgaline karşı yürütülürken, Orta-Doğu ülkelerinde ve Hindisten’da İngiliz sömürgeciliğine karşı boyutlu bir hareketlilik biçimini almıştı. Kısacası, savaş yılları boyunca emperyalizme karşı halk hareketlilikleri vardı ve niteliği anti-faşizmle sınırlı değildi, anti-emperyalist bir genişlik taşıyor ya da hızla buna dönüşüyordu.
Nitekim, emperyalistler arası savaş bittikten sonra da dünya halklarının emperyalizme karşı savaşı sürdü. Çin ve Yunan iç savaşları, ayrıca Kore savaşı bu durumun göstergeleridir. Emperyalist zincirin çözüldüğü bir dönem olan Dünya Savaşı, sonuç olarak halkların emperyalizme karşı dünya çapında bir uyanış dönemi olarak, uzun soluklu bir halk savaşı olan 1949 Çin Devrimine kadar sürdü. Avrupa Halk Demokrasilerine Çin’in eklenmesiyle savaş, dünya savaşı olmaktan uzaklaştı. Ancak emperyalizme karşı isyanlar, çeşitli bölge ve ülkelerde sürdü, giderek III.Bunalım dönemi çelişki ve ilişkilerine yön veren bir nitelik kazandı. III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilerini saptamaya geçmeden önce özetleyerek çerçevesini çizmeye çalıştığımız II. Dünya Savaşının bir bütün olarak ortaya koyduğu durumu; savaşın sonuçlarını, genel çizgileriyle de olsa saptamak, III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilenini ve bu temelde yükselen uluslararası ilişkileri, daha sağlıklı kavrayabilmek açısından gereklidir.
Savaşın sonuçlarını, savaş sonunda dünya ölçüsünde ortay çıkaran panaromayı dört maddede özetleyelim:
a) Birincisi: Sosyalist bir blok doğmuştu. Bunun doğrudan ilk sonucu; emperyalizmin ağırlıklı sorununun kendi karşıtları sosyalizmle ve dünya halklarıyla çatışmaların ağırlık kazanması olacaktı.
- Bunalım Döneminde emperyalizmin politikası esas olarak ve heman hemen tamamen yeniden paylaşıma yönelmişti. ABD, Almanya, Japonya gibi pazarda payı az olan ülkelerin pazarda ağırlıklı yer alma ve Fransa, İngiltere gibi ülkelerin buna karşı kendi pazarlarını koruyabilme çabaları; dünyadaki olay ve süreçlerin kökeninde yatan nedendi. Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki anti-emperyalist hareketlilik, emperyalizmin varlığını tehdit edici boyutlarda değildi. Sömürge ve yarı-sömürgelerin çoğunda henüz uluslaşma ve ulusal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele olgunlaşmamıştı. var olanlar da son derece cılızdı.
Kuramsal düzeyde,emperyalizmle dünya halkları arasında sınıfsal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele olgunlaşmamıştı. Var olnlar da son derece cılızdı. Kuramsal düzeyde, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma, emperyalistler arası çatışmayla birlikte dönemin başlıca çatışmalarından birini oluşturuyordu. Buna karşın, bu durumun hayatın gerçekliği içinde kazanacağı anlam biraz değişiyordu. Zaten yetersiz olan dünya halklarının hareketliliği sağlam bir temele sahip değildi. Bu hareketlerin sosyalist iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yürütülmemesi, işçi sınıfı hareketi önderliğinde yürümemesi gibi nedenlerle etki alanının daralması başarısızlıkları getiriyordu. Nitekin Birinci Bunalım Döneminde, pek çok ülkenin sömürgeleşmesine ya da yarı-sömürgeleşmesine karşın, Sudan’ın ancak geçici bir dönem emperyalist işgale karşı savaş sonucunda işgalden kurtalması örneği dışında, emperyalizme karşı ezilen halkların başarılı bir bağımsızlık savaşı olamamıştı.
Ancak Rus Devrimi olayların çehresini değiştirecek, emperyalist kapitalist sisteme vurulmuş ağır bir darbe olacaktı. Bununla birlikte Rus Devrimi’ni izleyen sürecin beklenen bir devrim dalgasına neden olmaması, Almanya, Macaristan ve Bulgaristan’daki girişimlerin bastırılması, SSCB’de sosyalizm açısından tek ülkede atılan adımlara karşın, sosyalizm beklentilerini, en azından emperyalist ülkeler için durdurmuştu.
Faşizmi, devrimci dalgayı bastırmada bir çözüm olarak kullanan emperyalizm, dönem boyunca ağırlıklı çabalarını dünyanın yeniden paylaşılmasına ayırmış, Almanya, Japonya ve İtalya’nın bu yolda bir savaş örgütlemeleri, dünyadaki olay ve süreçleri belirleyen temel neden olmuştu. Ezilen halkların özellikle Çin’de yoğunlaşan hareketliliği ise emperyalizmin söz konusu yönelimini caydırıcı boyutlara ulaşamamıştı.
İkinci Dünya Savaşı ise sonuçlarıyla, olay ve süreçlerin bu karakterini dönüştürücü bir nitelik taşıyordu. Çin’e, Kore ve Vietnam’ın Kuzeylerinin de eklenmesiyle sosyalizm olgusu, dünyanın 1/3’ünü emperyalizme kapayan bir boyut kazanıyordu. Bu ülkelerin, ekonomik dayanışmanın dışında siyasal düzeyde de birlikte hareket etmeleri, olayın sonuçlarını daha da etkili kılmaktaydı.
Bu olguya aşağıda değineceğimiz gibi kurtuluş hareketleri de eklenince, emperyalizmin olay ve süreçlere yaklaşımının kökeninde yatan neden yeniden paylaşmaktan çok, varlığını koruyabilmek çabası oldu. Ne var ki emperyalistler arası rekabet genel bir çatışmaya dönüşme karakteri taşıması da varlığını koruyordu. Ancak bu durumun, sürece yön veren dinamiklerin yalnızca bir ucunu oluşturması, diğer iki dinamik olan sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin caydırıcı bir karakter kazanmalarını getirecek ve emperyalistler arası rekabetin bir paylaşım savaşına dönüşmesini engelleyecekti.
b) ABD’nin, savaştan emperyalist-kapitalist sistemin Jandarması, dünya emperyalist sistemin örgütçüsü ve lideri olarak çıkması, savaşın ikinci önemli sonucu oldu. Savaşın ABD topraklarında geçmemesi nedeniyle diğer emperyalist güçlerin (İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’nın) topraklarının, sanayilerinin harap olduğu koşullarda, ABD savaştan korunmuş güçlü ve ileri bir sanayileşme düzeyine sahip olarak dönemi kapatmıştı.
Bunun yanısıra, söz konusu sanayii güçlendirmesi iç örgütlülük ve birikim olanakları açısından da ABD avantajlıydı.
Almanya ve Japonya savaşı yitirmekle rakip olmaktan çıkmışlardı. İngiltere ise, savaşı kazananlar arasında yer almasına karşın, sermaye birikimi olanakları ve iç örgütlenmesi ile sanayiini katlayarak geliştirme şansını nerdeyse sıfırlamış, bir ülkeydi. Bu ülkelerin hiçbiri, ABD’nin daha savaşın ortalarında başlattığı teknolojik atılıma ayak uydurabilecek düzeyde değildi. Sonuçta, bu avantajlarını iyi değerlendiren ABD savaş sonrasında, üstünlüğüne dayanak olacak uluslararası örgütlenmeler oluşturma yoluna giderek, gereksindiği kurumsal ve hukuksal temeli de yaratacaktı.
Bu yolda ilk oluşum, dönemin dayattığı yeni ilişkilerin uygun bir para sistemin yaratıldığı Bretton Woods Konferansı oldu. Doların, daha İkinci Bunalım Döneminde durumu önemli oranda sarsılmış olan Sterlin’in yerini alarak uluslararası kapitalist ticaretin ve emperyalist sermaye ihracının para birimi durumuna gelmesine yol açan bu konferansı, IMF, IBRD gibi yeni para sistemine uygun uluslararası emperyalist kurumların oluşturalması izleyecekti. Bu sürecin bir halkası olarak, ABD’nin jandarmalığı kurumsal düzeyde anlam kazanacaktı. Emperyalist-kapitalist sistemin başlıca ülkelerinin ordularının doğrudan doğruya ABD genel kurmayının denetimine girmesi anlamına gelen NATO ise varlık gerekçesini; komünizm tehlikesi olarak açıklayacaktı.
III. Bunalım Dönemi ilişkileri oturdukça söz konusu durum daha da belirginleşti. Artık, dünya, emperyalistlerin yeniden paylaşma alanları değil, emperyalizm ile sosyalizm ve dünya halkları arasındaki çelişmenin olay ve süreçlerinin kökeninde yattığı bir aşamaya sahne olmaktaydı. Dönüşüm sonrasında ilk kez bu dönem emperyalist güçlerin tamamı aynı kamp içinde bir araya gelerek ordularını bir komuta altında birleştiriyorlardı. Bunun tek anlamı vardı: Entegrasyon, var olma yolunda saldırganlık. Emperyalistleri, aralarında giderek derinleşecek olan çelişmelere karşın, bir arada olmaya ve bu temelde kurumlaşmaya, üstelik içlerinden birinin, ABD’nin önderliğini diğerlerinin kabul etmesine zorlayan bir zemin oluşmuştu.
c) II. Dünya Savaş’ının diğer önemli sonucuysa, ulusal kurtuluş hareketlerinin bağımsızlık savaşlarını yükseltmesiydi. Yukarıda da değindiğimiz gibi, emperyalizmle dünya halkları arasındaki savaş, II. Dünya Savaş’ının önemli boyutlarından biriydi ve en önemli halkasını Çin oluşturmaktaydı. Savaşın diğer boyutlarının 1945’de sona ermesine karşın, Çin’in emperyalizm ile savaşının sonuçlanması 1949’u bulacaktı. Savaş, Avrupa’daki örneklerinin yanısıra, Kore ve Vietnam’ın kuzey bölgelerinin Japon ve Fransız emperyalistlerden arındırılması sürecine tanık olacaktı.
Büyük Ekim Devrimi’yle ulusal kurtuluş hareketleri, sosyalizme yönelmek gibi bir özellik kazanmıştı. Gerçek bağımsızlığın, gerçek kurtuluşun ancak ekonomik bağımsızlığın sağlanabilmesi ile bir anlam kazanacağı, ekonomik bağımsızlıkla bütünleşmemiş bir siyasal bağımsızlığın göstermelik olmaktan öte bir anlam taşıyamayacağı yeterince ortaya çıkmış; Rus Devrimi ile düş olmaktan çıkan sosyalizm, bağımsızlık ve gelişmenin gerçek ve sınanmış anlamı durumuna gelmişti. Bu olgunun ulusal kurtuluş hareketlerine yapacağı etkiler kaçınılmazdı. Bu noktada, Çin devriminin önemi ve yüklendiği misyon açığa çıkmaktaydı.
Çin devrimi herşeyden önce emperyalizme karşı savaşa ve devrim olgusuna, demokratik halk iktidarlarının oluşturulmasına kazandırılmış yeni bir bakış, yeni bir soluk anlamına gelmekteydi. Klasik ayaklanma stratejisi, bu devrimle yerini, sömürge ve yarı-sömürgeler için geçerli bir model olarak Halk Savaşı stratejisine bırakıyor; Lenin’in, köylülüğü devrimin temel güçlerinden biri olarak gören yaklaşımı, bu kez geliştirilmiş yenilikleriyle köylülüğe temel güç olabilme işlevini yükleyen yeni bir yaklaşıma kuramsal neden oluyordu.
Sonuçta; sosyalizmi, sanayileşme sorununu en temelde çözümleyebilmiş ileri kapitalist ülkelerin geçebileceği bir toplum biçimi olarak gören klasik mantık yerini, sosyalizmi bütün dünya ülkeleri için somut hedef durumuna getiren yaklaşıma bırakıyordu. Bu, Lenin’in emperyalizm süreciyle birlikte, devrimin objektif koşullarının tüm dünyada olgunlaşmamış biçimde de olsa varolduğu yolundaki saptamasının tamamlanması anlamına gelmekteydi.
Sosyalizmin, emperyalizmin duvarlarıyla çevrili de olsa tek ülkede inşaasının olası olduğu gerçekliğinin ardından sosyalist toplum kuramına yapılmış iki önemli katkı gelişiyordu. Ayrıca, Rus Devriminin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin gerçekliğine uygun düşmeyen stratejisi, yerini, bu ülkeler düzeyinde, yine Rus Devrimi modelinin geliştirilmesiyle ve onun açtığı yoldan yeni bir boyutun yakalanması ile halk savaşı stratejisine bırakıyordu.
Halk Savaşı, genel ayaklanma stratejisine eklenmiş ikinci bir devrim stratejisi oldu ve III. Bunalım Döneminde yeni-sömürge ülkelerde temel çizgileriyle geçerli olma özelliğini korudu.
Bunun dışında Çin devrimi, emperyalist sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik politikalarına vurulmuş ağır bir darbeydi. Savaş sonrasında bilimsel ve teknik ilerlemenin yol açtığı yeni olanaklar, sömürge yollarının denenmesini olanaklı kılmıştı. Bu durum, Çin devrimi öncesinde de var olan fiili işgale karşı hareketliliğin bu devrimden sonra daha da yükselmesi olgusuyla birleşince, eski sömürgeci taktiklerin terkedilmesi ve yeni sömürgeci yöntemlerin oluşturulmasında önemli etken oldu.
d) 2. Dünya Savaşı sonrasının önde gelen özelliklerinden bir de teknolojik gelişmenin hızlanması ve uluslararası bir nitelik kazanması olmuştu. Bilim ve toplum arasında, sürekli ve karşılıklı etkilenmeye dayanan bir bağ vardır. Toplumsal gelişmede bilimin ulştığı boyut önemli rol oynamış, bilimsel etkinliklerin açtığı ufuklar her zaman toplumu ileriye iten, üretim araçlarının gelişmesini sağlayan bir etken olmuştur.
Özellikle Bilimsel Devrimin başlangıcı olarak kabul edilen Rönesans (1440-1540) ile birlikte toplumsal gelişme üzerinde daha önemli roller oynamaya başlayan bilim, sanayi devrimi sürecinde birikimini artırmıştır. 20. yy. ise bilim ve teknolojinin, giderek toplumsal hayatın belirleyici güçlerinden biri olmak gibi bir işlev yüklenmesini getirecekti. 2. Dünya savaşı sondasında özellikle belirginleşen bu durum, Emparyalizmin 3. Bunalım döneminin bir bilimsel ve teknolojik devrime sahne olmasında somutlaşacaktı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelciliğe dönüşümü, bilimin üretime yönelik etkinliklerinin de önemli ölçüde değişmesini beraberinde getirmişti. Çünkü tekelcilikle birlikte savaş olgusu daha fazla ağırlık kazanmış, paylaşım savaşları dünyayı sarsmaya başlamıştı.
Topyekün bir paylaşım savaşına hazırlanmaları, bilimsel çalışmaların tamamına yakınının sürdüğü emperyalist ülkelerde bilimin savaş sektörüne yönelmesini doğurmuştu. Bu durum özellikle 3. Bunalım döneminin karakteristiklerinden biri olacaktı. Tekellerle emperyalizm ve savaş arasında sıklaşan bağlar, en büyük harcamaları silahlanma üzerinde olan emperyalistlerin, yeni silahları büyük tekelci şirketlere sipariş vermelerine yol açtı. Bu silahların, jet uçakları, yerden yönetilen roketler, balistik roketler, alarm ve hidrojen bombaları -yalnızca orjinal buluş olmaları açısından değil, arkadan gelen sürekli değiştirme zorunlulukları açısından da giderek daha fazla bilime ihtiyaç duyulacaktı.
Emperyalistler büyük bir hızla bilimsel araştırma ve gelişmelere yönelirken, askeri araştırma harcamalarının; sadece bilimsel araştırmaları değil , sanayi araştırmaları harcamalarını da aşmasına yol açıyordu. Tekellerin bilimsel araştırmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma amaçları, bilimsel araştırmaların sınırlarının emperyalist hükümetlerce saptanmasını getirdi. Üniversitelere yapılan baskı (27) bilimsel çalışmaların seyrinde köklü bir değişikliği getiriyor ve üniversitelerde araştırmalar tekellerin gereksindiği sektörlere ve özellikle silahlanma sektörüne yöneltiliyordu.
“3. Bunalım döneminde, bilimsel ve teknolojik devrimin bir sonucu olarak bilimin toplumsal süreçlerin üzerindeki önemli rollerinin açığa çıkması ile birlikte, büyük masraflarla üniversitelerden bağımsız araştırma birimlerinin kurulması, özellikle silahlanma ve uzay konularında oluşturulan bu birimlerin üniversitelerden bağımsız çalışmaları sağlanacaktı. Nitekim bugün dünyanın belli başlı tüm uluslararası tekelleri, kendi sektörüne ilişkin araştırmaları kendisinin finanse ettiği birimlere yaptırmakta, devlet desteğiyle gerçekleşen bu politika, devletlerin de benzeri etkinlikleri yürütmelerini getirmektedir.
Britanya’da, serbest teşebbüsün kalesi sayılan Birleşik Amerika’da savunma ile ilgili araştırma programlarının baskısı altındaki hükümetlerin, üniversitelerin finansmanını yüklenmeleri, araştırmaların statüsünde muazzam bir değişikliğe neden olmuştur. Şu an için, araştırmalar üzerindeki denetim, hiç değilse Britanya’da daha kolaydır. Ama yine de araştırmaların genel yönü artık hükümetler tarafından saptanacak demektir…” Aynı statü kaybına, 17.yy’den itibaren bilimin ilerlemesinde büyük rol oynayan mucitler ve amatör bilim adamları da uğraşmışlardır. Artık bilim adamları ve teknologlar, doktorların çoğuyla beraber, ücret karşılığı beceri satan ya da kendi hesabına çalışan, kelimenin eski anlamında profesyonel olmaktan çıkıp devletin ya da büyük şirketlerin memurları durumuna gelmişlerdir. Önce tedricen, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ise çok hızlı gelen bu değişim, bunların hayatlarını kazandıkları kaynaklara bağlılıklarıyla, bilimin korunması, geliştirilmesi ve uygulanmasıyla ilgili sorumlulukları arasında derin bir çelişki yaratmıştır. (28)
Savaş sonrasında kendini açıkça gösteren bilimsel ve teknolojik devrim, dünya üretici güçlerinin daha önceki bütün gelişme aşamalarında bu ön koşulların yaratılmasına bağlı olarak gündeme gelmişti. Özgül özelliklerinden biri, üretim tekniklerini kökten değiştiren, yeni ve yürsek derecede üretken araçları ve yeni donatımları kullanma olanaklarını öngören bilim ve teknolojide bir çok dalın doğuşu oldu. Ayrıca bir çok alandaki ilk buluşlar, hızla başka alanlara yayılarak ilerleme temposunu artırdı. Atomik parçalanma yalnızca nükleer enerji sanayinin doğmasına neden olmadı, aynı zamanda sanayide, tarımda izotop ve radyasyonların geniş çaplı kullanılmasının yolunu açtı. (29) Uzay keşiflerindeki ilerleme, doğrudan ya da dolaylı olarak metalurji, coğrafya ve jeoloji gibi değişik alanlarda ilerlemyi hızlandırdı.. Suni peyklerin gelişmesi, yalnızca yeryüzüne bağlı değişik ölçüleri denetlemekle kalmadı, aynı zamanda maden kaynaklarının yerini belirten etkili araçlar oldu. Sibernetik bilimin pratik bulmasıyla, hem yeni hem de eski üretim dallarından daha yeni yüksek bir aşamaya, otomasyona geçildi. (30) Giderek daha büyük bir adım anlamına gelen ve canlı doğa süreçlerinin özlü biçimde incelenmesi temeli üzerinde, makine yapım ve teknoloji sorunlarının çözümünü gerektiren fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin bütünleşmesi anlamına gelen “bionik” doğacaktı.
Kısacası dünya, Mahir Çayan’ın ifadesiyle “burjuva araştırmacılarının II. Sanayi Devrimi, Marksist araştırmacılarınsa, Bilim ve Teknolojik Devrim dedikleri bir döneme girmişti. Bu Aydınlanma Cağı’nın tanık olduğu ilk bilimsel devrimin ardından gerçekleşen ikinci bilimsel devrimdi.
Sözkonusu iki devrim arasında çok önemli bir fark vardır. İlk devrim, bilimsel yöntemin bulunmasına yol açmıştı. İkinci Devrim ise çok değişik bir temelde yükseliyordu. Bu kez yöntemin bulunmasından çok, onun uygulanması sözkonusuydu. Ancak ikinci bilimsel devrim, insanın doğaya hükmetmesinin yolunu açacak sonuçlar doğuracak, kapitalizmin çürümesi ve sosyalizm olgusuna koşut bir nitelik taşıyacaktı. İkinci devrimle bilimin rolü ve üretim üzerindeki etkisi açığa çıktığından, savaş sonrası bilimsel araştırmaların boyutu ve aldığı yol tüm bir insanlık tarihinin bilimsel ilerlemesini aşacak boyutlara ulaşacaktı. Bunun çok yönlü sonuçlara yol açması kaçınılmazdı.
Bu olgu, III. Bunalım döneminin başat özelliklerinden biri olarak söz konusu sürecin tüm ilişkilerini, olay ve süreçlerini derinden etkiledi. Sosyalizm ve kapitalizm yaklaşımları kuşkusuz temelden farklıydı. Bu farklılık, Lenin’in daha 1913’de değiniği gibi sosyalizmin olaya insanlığın genel ilerlemesi ve özgürleşmesi temelinde yaklaşmasından kaynaklanmaktaydı. Çünkü Bilimsel ve Teknolojik Devrimin emperyalizm açısından; onun yaşama çabasından kaynaklanan saldırganlığını, yeni sömürü teknikleriyle geliştirebilmesine ve sosyalizmin yayılmasının karşısına bu şekilde çıkmasını açacaktı.
Teknoloji, diğer yönüyle otomasyon, insanın üretim sürecine katılma payının azalması, emeğin daha az kullanımı ve nitelikli emeğe duyulan gereksinimin azalması gibi sonuçlar kaçınılmaz kılmaktaydı. Böylelikle üretim ve dolayısıyla sermayenin uluslararasılaşmasının ve tekelleşmesinin bu ölçüde boyutlanarak sürmesi, kısa vadede elde ettikleri önemli kazanımlara karşın, uzun vadede emperyalist kapitalist sistemi depresyona zorlayan sonuçlar doğuracaktı.
Teknolojinin, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması sürecini hızlandırmasının başlıca nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
a) ABD’de gerekli teknolojinin geliştirilmesi için yeterli sermayeye sahip olan ya da bu sermayeyi bulabilecek ve diğer ülkelerde bu alandaki boşluktan yararlanabilecek şirketler vardı.
b) Bu teknik liderlikte, ABD şirketleri, devletin önemli boyutlardaki araştırma ve geliştirme bağışlarından yararlanmaktaydı.
c) Bu şirketler, uluslararası ilişkilerde ya kendi başlarına ya da ABD’nin dünya ölçüsündeki askeri programları ve bir denetim aracı olan yardım programları sayesinde önemli oranda deney kazanmışlardı.
d) Büyük şirketlerde, cömert hükümet yardımlarıyla bilimsel araştırma ve teknoloji gelişme bütünleşmiş, böylelikle bilimsel olanaklar, üretim sürecini kısaltmanın önemli bir unusuru olarak kullanılmıştı. Bu da uluslararası şirketlere, kendisinden daha büyük ve daha az güçlü olana rakipleri üzerinde dünya düzeyinde bir üstünlük sağlamıştı.
e) Ulaşım olanaklarının artması, ulaşımın kolaylaşması, yabancı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmeyi olanaklı kılmıştı. Böylece, çeşitli ülkelerde kolları olan, birbirleriyle bağlantılı alanlara yayılan çok uluslu şirketlerin güçlenmesinin koşulları oluşmuştu.
Bilimsel teknolojik devrimin bir sonucu olarak, kömür, petrol, tekstil, demiryolculuğu, vb. sanayi dallarının yerlerini giderek yoğunlaşan biçimde teknolojiye dayanan elektronik ve nükleer sanayinin almaya başlamasının koşulları oluşacaktı.
İngiliz bilim adamı John Bernall, bilimsel ve teknolojik devrimin sonuçlarını şöyle saptıyordu.:
Birinci eğilim ; yalnızca nükleer enerjinin keşfine değil aynı zamanda yeni üretim yollarının geliştirilmesine de bağlı olan tükenmez enerji kaynaklarının bulunması.
İkinci eğilim ; bilgisayarların bulunması ile makinenin ve insanın yeni bir yaşam biçimine yönelmesi.
üçüncü eğilim ; biyolojik sürecin niteliğinin daha derin taranması, böylece biyoniğin ortaya çıkması (31)
Bu üç önemli saptamaya, Bernall sonrasında saptanan dördüncü bir eğilim olarak uzayın keşfinin açtığı yeni ufukları ekleyebiliriz (32)
1950-68 döneminde kapitalist dünyada, her sanayi dalında istihdam ve sermaye yatırımlarından çok, bilimsel personel ve araştırmaların daha geniş biçimde kullanımı ve teknolijik ilerlemeler, üretimin karakterini de önemli oranda değiştirmekteydi. Örneğin bilimsel ve teknolojik devrim öncesinde, mikro organizmalar, yalnızca özel besin ve kimya sanayiileri girişimlerinde uygulama buluyordu. Bilimsel ve Teknoloji Devrimden sonra ise bunlar suni protein üretiminde, madenlerin işletilmesinde ve daha başka alanlarda petro kimya sanayii tarafından kullanılır oldu.
ABD’de Batı Avrupa’da Japonya’da sanayideki eğilim, yalnızca büyük işletmelerce küçük ve orta ölçekli girişimlerin şiddetle yutulmasıyla değil, aynı zamanda büyük tekeller ve korporasyonların hızlı biçimde bütünleşmesi biçimndeydi. B.T.D., üretimin yoğunlaşmasını getirmiş ve uluslararsı tekelleri güçlendiren bir işlev yüklenmişti. Sözkonusu şirketlerin bilimsel gelişmeliri kendilerine yedeklemeleri ve giderek bilimsel çalışmaların yönelimini belirlemeleriyle edinilen dezavantaj çok uluslu tekellere muazzam birgüç kazandırmıştı.
Ayrıca tekelleşme yalnızca uluslararası ölçüde sürüyordu. Metropol sınırları içinde de teknolojik devrim tekelleşmeyi hızlandırmıştı. Bir yandan üretim yoğunlaşırken, öte yandan tekelleşme sürüyordu. Gerçekte emperyalist dönemde de sanayi, taşeronlara ve yardımcı gereç yapımlarına yaşama şansı tanımaktaydı. Ve bu gelişme. Ancak, Bilimsel Teknolojik Devrim, bu gereksinmeyi ortadan kaldıracak ve ara imalatçılık giderek gereksinme duyulmayan fazlalıkları durumuna düşerek çözülecek ya da tekellere eklemlenecekti.
Örneğin, ABD’de 1967’de 2400 şirketin birbirlerine eklemlendiği saptanmıştır. 1969’da bu rakam 5400’ü bulmuştur. Aynı durumdaki şirketlerin sayısı F. Almanya’da 1963’te 25 iken, 1969’da 100’dür. İngiltere’de gelişen sanayi dallarında birbirlerine eklemlenen şirketler toplam şirketlerin 1/3’ünü oluşturmaktadır. (Bernall age) Tekelleşme sürecinde üretimin yoğunlaşması, daha hızlı bir büyümeyle sonuçlanır. ABD’de en büyük 500 şirket, ülkenin toplam sanayi üretiminin yarısını imal etmektedir.
İngiltere’de 180 şirket, bütün sanayi üretiminin %40’ına yakınını karşılar. Fransa’da ise 100 tröst, toplam sanayi üretiminin 2/3’üne yakınını denetler. Bu arada tekellerin birbirlerine eklemlenmeleri de olayın bir diğer yanını oluşturur.
Aynı zamanda bilimsel teknolojik devrim, ekonominin askerileştirilmesinin bir aracı olarak kullanılmaktaydı. Siyasal düzeyde anlamını anti-komünizmde bulan olgu, gerçekte emperyalizme; silahlanma ve sosyalist ülkeleri de silahlanmaya yöneltmek yoluyla varlık temellerine yeni ve güçlü bir olgular katma şansı getiriyordu. Bu nokta son derece önemlidir.
Kaynakları bu alana akan devrimini yapmış ülkeler, doğal olarak kaynak isteyen diğer alanlardan öz veride bulunmak durumunda kalıyorlardu. Bilimin de askerileşmesi demek olan bu durum, bilimsel araştırmalar içindeki aslan payını askeri harcamaların tutması anlamına gelmekteydi. Örneğin, ABD’de bu oran %62’yi bulacak askeri siparişler, havacılık, elektronik, nükleer gibi stratejik sanayi dalları, toplam üretimin %32,65’ini oluşturacaktı. Böylece bilimsel teknolojik devrim, dünya halklarının sırtında bir yüke dönüştürülüyordu.
Bilimsel teknolojik devrimin tartışma gündemine soktuğu diğer bir konu da, insanlığın gelişmesinde muazzam bir adım anlamına gelen bu devrimin emperyalist-kapitalist sistemi değişime zorladığı ve sistemi çözdüğü biçimindeki yaklaşımdır. Buna göre; bilimsel patlama, üretimin emeğe duyduğu gereksinmeyi azaltmış ve dolayısıyla da artı değer sömürüsü önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu durumda proletarya sınıf olarak çözülmüş ya toplumsal dinamizm sınıf kavgaları olmaktan çıkmış, bilim olmuştur.
“Elveda Proletarya” mantığında ifadesini bulan bu yaklaşım, kuşkusuz olaya sığ bakmaktan kaynaklanmaktadır. Herşeyden önce emperyalizm olgusu, bilimin bağımsız gelişmesine engel olmakta ve bilimsel çalışmaları saldırganlığın bir aracı olarak kullanmaktadır. Bilimsel gelişmenin insanlığa asıl katkısı emperyalizmin yokoluşuyla başlayacaktır. Daha önemlisi ise bilimsel ve teknolojik devrimin emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldıramamasıdır.
Emperyalizm süreciyle birlikte sistemin esas dinamiği, emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürüsünden öte, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü haline gelmiştir. Bilimsel teknolojik devrimin sağladığı olanaklar, ancak metropol proletaryası üzerindeki sömürünün değişik boyutlar kazanmasını getirmiştir. Buna karşılık modern teknoloji, dünya halklarının kurtulması bir yana, sermayenin uluslararasılaşmasına koşut olarak üretiminde çokuluslaşmasına yol açmıştır. Emperyalizme bağımlı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmek gibi daha cazip bir olanak sağlamış, teknolojinin nitelikli emeğe, geçmişe oranla daha az gereksinme duyması, kadın ve çocukları da içeren kaba ve fahiş sömürüyü yeniden canlandırmıştır.
Serbest bölgeleri emperyalizm için böylesine çekici kılan etken, yüksek teknolojinin geçmişin pek çok engelini ve zorluğunu aşmasını sağlamıştır. Öte yandan yüksek teknolojinin emperyalizmi uzun vadede sarsmaya yöneldiği de yeterince açığa çıkmaktadır.
Bilimsel çalışmaların koşullandırılmasına ve teknolojinin başta savaş sanayii olmak üzere emperyalizmin öngördüğü alanlarda yoğunlaştırmasına karşın, bu devrim daha temelden kapitalizme karşıdır. Bilimsel ve teknolojik devrim emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmıştır, bu doğru. Ancak kapitalizm, üretim anarşisinin üzerinde yükselen teknolojinin kullanılmasıyla edinilen avantajın topluma eşit biçimde dağılımını engellemektedir. Dolayısıyla sistemde üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişme daha da derinleşmektedir.
Örneğin bir iş kolunda yüksek teknolojiye dayanan bir üretim aracının devreye girmesiyle emeğe duyulan gereksinimin azalmasına karşın, bunun sonucunda o sektörde çalışan işçilerin işgününün kısaltılması yerine, işten çıkarmalar gündeme gelmiştir. Dolayısıyla kapitalist karakter teknolojinin sağladığı avantajların topluma yansımasını engellemektedir. Önemli bir işsizlik yekunu ve toplumsal eşitsizlik uçurumunun derinleşmesi, ilk elde fark edilen sonuçlardandı. ABD, İngiltere, Almanya gibi metropollerde görülen bu olgu, 1970’li yılların depresyonuyla birleşince, bunalımı derinleştirmek gibi bir işlev yüklenmiş ve emperyalizm çözümü, ekonomiyi daha büyük oranda askerileştirmekte aramaya başlamıştır.
Özetleyecek olursak, bilimsel teknolojik devrim, emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmış, ama tümden ortadan kaldırmamış, üretim daha da toplumsallaşırken, teknolojinin sağladığı olanak emperyalizmin elinde ancak üretim anarşisinin yoğunlaşmasına hizmet etmiş ve öte yandan bağımlı ülkelerin ucuz emeğine yönelmesi, metropol ülkelede işsizliği yoğunlaştırmıştır.
“Uluslararası revizyonizm buradan hareket ederek, emperyalizmin özünün değiştiğini, bu yüzden de Leninizmin evrensel tezlerinden biri olan şiddete dayalı devrim tezinin geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Oysa değişen öz değil biçimdir. Emperyalizm bir sistem olarak çökene kadar da Leninizmin evrensel tezleri geçerliliğini koruyacaktır. Bu bilimsel ve teknolojik devrim, burjuva iktisatçıların düz mantığına göre, emperylizmin bunalımına ilaç olmuştur. Oysa durum tam tersinedir. Bilimsel ve teknolojik devrim, kapitalist düzenin özünde var olan çelişmelerin görülmedik düzeye çıkarak, kapitalist ilişkilerin çerçevesini çatırdatmaktadır. Üretimin artan yoğunlaşması, sermayenin temerküzü, özel tekellerle devlet tekellerinin iç içe geçmesi, anormal bir talep yetersizliği ve korkunç bir kaos yaratmıştır” (33)
Bu arada konuya ilişkin olarak bir de SBKP’nin yaklaşım tarzına bakalım:
“İnsanlığın ilerleyişini bilimsel ve teknolojik devrime doğrudan doğruya bağladılar. Bu devrim yavaş yavaş, adım adım olgunlaşmış ve daha sonra, yüzyılın son çeyreğinde insanın maddi ve manevi olanaklarının devasa bir biçimde artmasına yol açmıştır. Bunalımın ikili bir niteliği vardı. İnsanlığın üretici güçlerinde bir sıçrama sözkonusudur. Buna karşılık, yıkım araçlarında, askeri alanda, tarihte ilk kez gezegeenimizde yaşayan herşeyi yok edebilecek kapasite ile insanı donatmış” olan nitel bir sıçrama sözkonusudur. Değişik sosyo-politik sistemlerde bilimsel ve teknik devrim, farklı görünüşler ve sonuçlar ortaya koyuyor. 80’li yılların kapitalizmi, elektronik ve enformasyon biliminin, bilgisayarlar ve robotlar yüzyılının kapitalizmi gençler ve eğitilmiş kişiler de dahil, milyonlarca insanı sokağa atıyor. Zenginlik ile iktidar, giderek az sayıda insanın elinde toplanıyor. Silahlanma yarışı militarizmi ölçüsüz bir biçimde körüklüyor ve o da, iktidarın siyasal kaldıraçlarını adım adım ele geçiriyor. 20. yy’ın en korkunç ve en tehlikeli olgusu, onun yüzünden ileri bilimsel ve teknik fikirlerin kitlesel kırım silahlarına dönüşmesidir.
Aynı rapor, bilimsel ve teknolojik devrimin sosyalizm için taşıdığı anlama şu şekilde yer veriyor : “ Sosyalizm, çağdaş bilim ve tekniği insanlığın hizmetine sunmak için gerekli olan herşeye sahiptir. Ancak,bilimsel ve teknik devrimin sosyalist toplumun karşısına bazı sorunlar çıkarmadığına inanmakda yanlış olacaktır. Uygulamanın da ortaya koyduğu gibi, bunun gelişmesi, sosyal ilişkilerin yetkinleşmesine, yeni bir düşünce biçiminini, yeni bir zihniyetin oluşturulmasına, dinamizmin bir hayat tarzı ve kuralı olarak kabul edilmesine bağlıdır. Bu bilimsel ve teknik devrim, mevcut yönetim şemalarının sürekli olarak gözden geçirilmesini, yenileştirilmesini gerektirmektedir. Başka bir deyişle, bu devrim, sadece yeni ufuklar açmakla kalmaz, aynı zamanda ülkelerin iç hayatının ve uluslararası ilişkilerin örgütlenmesi konusunda daha yüksek istemler ileri sürer. Bilimsel ve teknik ilerleyiş, kuşkusuz ne toplumsal gelişme yasalarını ortadan kaldırabilir ne de bu gelişmenin toplumsal amacını değiştirebilir, ama dünyada var olan bütün süreçler ve bu süreçlerin çelişkileri üzerinde muazzam bir etki yapar.”
Bilimsel ve teknik devrimin emperyalizm açısından getirdikleri ve götürdükleri yanında, gelişmekte olan ülkeler açısından getirdikleri ve götürdükleri ise; sorunun bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Bugün için gelişmekte olan ülkeler bilimsel ve teknik devrimin kazanımlarının (sonuçlarının) pek azından yararlanabilmişlerdir. Bunun dışında bu devrimin açtığı ufuklar, yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılması yoluyla, sömürü taktiklerine katkılar yapmıştır. Bu durumda bilimsel ve teknik devrim, gelişmekte olan ülkelere, ancak emperyalist üretim biçimlerinin ve yeni sömürgeciliğin gereksindiği ölçülerde yansıtılmaktadır demek yanlış olmaz.
Sonuç olarak II. Dünya savaşı ortalarında başlayan ve savaş sonrasında da hızlanan teknolojik patlama, 3. Bunalım Dönemini derinden etkilemiştir. Bu durumun emperyalist kapitalist sistem açısından başlıca sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
a) Üretim araçlarının gelişmesi üretimi yoğunlaştırmış ve tekelcilik olgusu yeni boyutlar kazanarak sürmüştür.
b) Uluslararası tekeller güçlenmiştir.
c) Ekonominin askerileştirilmesinde kullanılmış ve nükleer silahlanma doğmuştur.
d) Bilimsel çalışmaların üretim açısından taşıdığı önemin kavranmasıyla, bilimsel bağımsız gelişmenin önü tıkanmıştır.
e) Emperyalistler arası entegrasyonu olası kılan başlıca nedenlerden biri olmuştur.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılabilmesinin yolu açılmıştır.
g) Çeşitli sektörlerin önemini yitirmesi ve otomasyona geçiş nedeniyle işsizlik ve enflasyon artmıştır.
h) Bunun sonucu, deflasyonist politikaların yaygınlık kazanmasının etkenlerinden biri olmuştur.
KURAMSAL OLARAK ÇELİŞME – ÇELİŞMENİN ANLAMI
Doğada, toplumda ve bilinçte; nesne, olgu ve süreçler sürekli bir hareketlilik ve değişme durumundadırlar. Bu sürekli hareketliliğin kökeninde yatan neden; nesne, olay ve süreçlerin içlerinde taşıdıkları karşıtlardır. Hareket, birbirinin zıddı kutuplar olan karşıtların sürekli çatışmaları üzerinde yükselir. Yani ; nesne, olay ve süreçlerin içlerindeki karşıtların çatışmaları hayatın itici gücüdür, özüdür. İşte bu çatışmaya çelişme adı verilir.
Nesne, olay ve süreçleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına, biri öbürünün yanında ve birini öbüründen sonra düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişme ile karşılaşmayız.
Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik, ama bu takdirde farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki içermeyen bazı özgüllükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde, işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimleri ile yürütebiliriz. Ama nesneleri, hareketleri, değişimleri, yaşamları birbirinin üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir. Daha yalın mekanik yer değiştirmenin kendisi bile, ancak bir cisim, bir ve aynı anda hem bir yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu hem olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket işte bu çelişmelerde sürekli olarak ortaya çıkan ve aynı zamanda çözülme biçimi içinde bulunur. (35)
Bu anlamda çelişme, her çeşit hareketin iç kaynağını, öncesini, temelini, çelişme kurallarını belirleyen bir kategoridir. Hayat; nesne, olay ve süreçlerin içerdikleri çelişmeler ve bu çelişmelerin neden olduğu çatışmalarla sürer. Değişik bir anlatımla; nesne,,olay ve süreçlerin (ya da obje ve fenomenlerin) hareketliliğinde temel neden,bu olguların dışında veriler değil, en temelde kendi içlerinde var olan çatışmalardır. Bu çatışmalar, çelişme üzerinde yükselir, içkin bir nitelik taşır. Her objenin, her fenomenin içkin çelişmeleri vardır ve hareket ve değişme, temelde bu içkin çelişmenin bir ürünüdür. Çelişmenin anlamını ararken dikkate alacağımız ilk nokta budur. “Çelişme içtedir. Herşeyin bir çelişmesi vardır ve her şeyin hareketi ve gelişmesi bu iç çelişmeden kaynaklanır. Birşeyin içindeki çelişirlik, o şeyin gelişmesinin temel nedenidir, o şeyin başka şeylerle olan karşılıklı ilişkileri ve karşılıklı etkilenmeler ise ikincil nedenlerdir” (36)
Dış etmenler ancak mekanik hareketin, büyüklük ya da nicelik açısından farklılıklarını açıklayabilir ; ama nesne, olay ve süreçlerin niteliksel olarak binlerce açıdan farklı özelliklere sahip olmasını ya da değişim, dönüşüm hareketlerinin çerçevesini, yönelimini ancak söz konusu nesne, olay, süreçlerin içkin çelişmeleri açıklayabilir. Gerçekte bir dış gücün etkisi altındaki mekanik hareketi bile açıklayabilmek, söz konusu olgunun içkin çelişmelerini çözümleyebilmekten geçer. Aynı biçimde toplumsal hareketlerde, toplumsal ilerlemede, toplumsal süreçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışma, her zaman ve her koşulda toplumsal ilerlemenin kökeninde yatan içkin çelişme olmuştur. Bu durum, dış etmenlerin etkisinin yadsınması anlamına gelmez. Ancak dış etmenler, dış çelişmeler içkin çelişmelerle çatıştığı oranda etki ve ağırlık kazanabilirler.
Çelişmenin ikinci önemli özelliği, ilerletici karakteridir. Çatışma her koşulda, şeylerin zıt kutuplarının çatışmasıdır. Çatışmanın sonuçlanması, hangi grup baskın çıkarsa çıksın her iki kutbun da yok olması anlamına gelir. Yani bir önceki nesne, olay ve süreç, şeyin, kendini oluşturan karşıtları ile birlikte yeni bir nesne, olay ve sürece bırakmıştır. Böylece eski olgunun yerini alan yeni olgu doğmuştur. Ve bu yeni olgu da yeni karşıtlar, yeni gelişmeleri içermektedir. Artık yeni bir olgunun yeni gelişmelerin tarihi başlamıştır. Ancak baskın çıkan grubun niteliği, söz konusu çatışmanın sonuçlanmasıyla ortaya çıkan yeni olgunun niteliğini ve bu olgunun içkin çelişmesini belirleyecektir. Sonuçta çatışmanın sonuçlanması, yeni bir olguyu doğurması anlamında yenileştirici, geliştirici olmuştur. Bu bağlamda nesne, olay ve süreçlerin herbirinin negatif ve pozitif yanı, birer geçmişi ve birer geleceği vardır.
Her birinde yok olana ve gelişne unsurlar vardır. Karşıtların çatışması, eski ile yeni, ölenle doğan, yok olanla gelişen arasındaki çatışma, gelişme ve ilerleme sürecinin, nicel değişikliklerin nitel değişikliklere çevrilmesinin kökeninde yatan nedendir. Ve gerileme ancak geçici bir olgu olarak egemenlik kurabilir.
Sonuçta çatışmanın baskın çıkacak olan ve yeni ve ileri olacak nesne, olay ve süreçlerin hareketliliklerinin ana ekseni, yenilenme-ilerleme olarak belirlenecektir.
Yeninin, eskinin yerini alması, evrenin genel, ölümsüz ve değişmiz yasalarıdır. Kendi özüne ve dış koşullara bağlı olarak değişik biçimlerde sıçramalar yoluyla bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi, yeninin eskinin yerini alması süreci budur. Bu, inişli çıkışlı bir dizi çatışmaya yol açar. Çatışmalar sonucunda ise, yeni yön geri plandan öne çıkar. Ve egemen duruma yükselir. Eski yön ise ön plandan geri plana düşer ve yavaş yavaş ölür gider. Ve yeni yön, eski yön üzerinde egemenlik kurar kurmaz, eski şey niteliksel olarak yeni bir şeye dönüşür. Dolayısıyla bir şeyin niteliğinin, esas olarak çelişmenin birincil yönü tarafından, yani egemen duruma geçmiş olan yön tarafından belirlendiği görülebilir. Egemen duruma yükselmiş olan yön değiştiğinde, buna uygun olarak bir şeyin niteliği de değişir. Yani çelişmenin içkin olduğunu belirtmek, ortaya koymak yetmez. Bu çelişmenin eski ile yeni arasındaki çatışma olduğunu da görmek gerekir. Yeni, eskinin bağrında doğar. eskiye karşı büyür. Çelişme; yeni, eskiye karşı kesinlikle üstün geldiği zaman çözülür. O zaman da yenileştirici, yenilik geliştirici nitelik, iç çelişmelerin verimliliği, hareketliliği ortaya çıkar. Gelecek, geçmişe karşı mücadelenin içinde hızlanır. Mücadelesiz zafer yoktur.
Bir çelişmenin, bir karşıtlar çatışmasının ürünü olmayan hareket yoktur. Çatışma, hareketin özü, cevheridir. Ancak çelişmeyi kavrayabilmek, onun karşıtlarını saptayabilmekten ve bu karşıtların ancak birbirleriyle çatışarak var olabileceklerini bilmekten geçer. Özdeşlik, birlik, uygunluk, birbirinin içine girme, birbirinin içine yayılma, karşılıklı bağımlılık ya da karşılıklı işbirliği, tüm bu değişik ifadeler aynı anlama gelir. Yani karşıtlar, sürekli bir çatışma ama aynı zamanda da birliktelik içindedirler. Ancak birbirleriyle çatışma içinde vardırlar. Mao’nun anlatımıyla bireyin, gelişme sürecindeki bir çelişmenin iki yönünden her birinin varlığı, öbürünün varlığını gerektirir. İki yön de tek bir bütün halinde bir arada varlıklarını sürdürürler. Lenin bu durumu şöyle ifade eder: “Karşıtların özdeşliği (özdeşlik ve birlik terimleri arasındaki fark burada temel bir dönem taşımamakla birlikte, belki de karşıtların birliği demek daha doğru olurdu. Belli bir anlamda her iki deyiş de doğru) doğanın ve zihnin ve toplumun da bütün fenomen ve süreçlerdeki çelişkinin, birbirini sürekli dıştalayan, karşıt bütün “özdevimleri” içinde, kendiliğinden gelişmeleri içinde canlı hayatları içinde bilebilmenin koşulu, bu süreçleri karşıtların birliği olarak tanımaktadır. Gelişme, karşıtların mücadelesidir. İki temel ( ya da iki olanaklı, ya da tarihte gözlemlenebilen ik gelişme) evrim anlayışı vardır. Eksilme ya da artma olarak, tekrar olarak karşıtların birliği ve gelişme (birbirini karşılıklı olarak dıştalayan karşıtlar halinde ikileşmesi ve bu karşıtlar arasında karşılıklı bağlantılar) olarak gelişme” (37)
Karşıtların birliği, çelişmenin içkin ve yenilikçi yanlarını izleyen üçüncü önemli özelliğidir. Her yön kendi karşıtı olan yön olmazsa,varlığı için gerekli koşulu yitirir. “Karşıtlar belli koşullarda birbirine karşıdırlar, öte yandan da birbiriyle ilişkilidirler, birbirlerinin içine girerler ve birbirlerine bağımlıdırlar ve bu nitelik özdeşlik olarak tanımlanır. Belli koşullarda bütün çelişmeli yönler, özdeş olmama niteliğine sahiptirler ve bu yüzden de birbirleriyle ilişkilidirler.” (38). Lenin, bir bütün olarak çelişme olgusunu kavrayabilmenin yolu olan karşıtların çatışma temelinde birlikteliklerinin önemini şöyle vurgular; Diyalektik, karşıtların nasıl özdeş olabildiklerini (nasıl özdeş duruma geldiklerini) hangi koşullarda birbirlerine dönüşerek özdeş olduklarını, insan aklının bu karşıtları neden ölü ve katı şeyler olarak değil de yaşayan koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak kabul etmesi gerektiğini öğretir” (39)
Bütün şeylerde, biri göreli durgunluk, öbürü de gözle görülür değişme olmak üzere iki hareket durumu vardır. Her ikisine de yol açan bir şeyin içindeki iki çelişmeli unsur arasındaki çatışmadır. Bir şeyin hareketi birinci durumu gösterdiği zaman, niteliksel bir değişikliğe uğramaktadır ve bu nedenle de dış görünüşüyle hareketsizdir. Bir şeyin hareketi, ikinci durumu aldığı zaman, birinci durumdaki niceliksel değişiklik en yüksek noktasına varmıştır, o şeyin varlık olarak yok olmasına yol açar ve bunu da niteliksel bir değişme izler; böylece ortaya gözle görünür bir değişme çıkar. Günlük hayatta gördüğümüz bu birlik, dayanışma, bileşim, uyum, denge, durgunluk, hareketsizlik, dinginlik, değişmezlik, istikrar, katılık, çekim, vb. durumlar hep niceliksel değişme durumundaki şeylerin görünüşleridir.
Öte yandan birliğin parçalanması, yani bu dayanışmanın, bileşimin, uyumun, dengenin, durgunluğun, hareketsizliğin, dinginliğin, değişmezliğin, istikrarın, katılığın, çekimin yok olması ve her birinin karşıtına dönüşmesi ise hep niteliksel değişme durumundaki şeylerin görünüşleri, bir sürecin başka bir sürece dönüşmesidirler. Şeyler, kendilerini durmadan birinci hareket durumundan, ikinci hareket durumuna dönüştürmektedirler; karşıtların çatışması her iki durumda da vardı. Ama çelişme ikinci durum içinde çözülür. İşte karşıtların birliğinin koşulu geçici ve göreli; birbirini karşılıklı olarak dışlayıcı, karşıtların çatışmasının ise mutlak olmasının nedeni budur. (40)
Karşıtların çatışması ve bu çatışma içinde birliktelikleri yer yer yanlış yorumlanmakta, çetitli sorunları değerlendirirken yanlış çıkarımlar yapılmasına neden olmakta ve giderek yanlış pratiklere kaynaklık edebilmektedir. Bunun örneklerinden biri de Mao tarafından yaşanmıştır. Sosyalist teoriye ve eyleme büyük katkıları olmuş bir önder olarak Mao, aynı zamanda bazı hatalara düşebilmiştir. Söz gelimi, karşıtların birliği ve çatışması yasasını diyalektik materyalizmin özü biçiminde ilk kez açıkça ifade eden Mao’dur ve bu kuşkusuz önemli bir katkıdır.
Aynı biçimde çelişmeleri ilk kez sınıflayan, temel, tali çelişme kategorilerinin içlerini dolduran yine Mao olmuştur. Ancak, karşıtların özdeşliğini, karşıtların birbirine dönüşmesi olarak kavrayan ve bu biçimde açıklayarak sayısız teorik ve pratik yanılgıya bu bağlamda neden olan bir hataya düşmüştür. Mao’ya göre, karşıtlıklar yalnızca belli koşullarda tek bir varlığın içinde bir arada kalmakla, varolmakla kalmazlar; daha başka koşullarda birbirlerine dönüşürler ve karşıtların özdeşliğinin gerçek anlamı da budur. Şöyle demektedir; “Nesnel şeylerdeki karşıtların birliği ya da özdeşliği ölü ya da katı değil canlı, koşula bağlı, hareketli, geçici ve görelidir; belli koşullarda her çelişmeli yön kendi karşıtına dönüşür. Bu insan düşüncesine yansıdığında Marksist diyalektik dünya görüşü olur”, (41)
Aynı hataya G. Besse ve H. Ceveing’inde düştüklerini görmekteyiz. Söz konusu ikili, Politzer’in derslerinden derledikleri “Felsefenin Temel İlkeleri” adlı kitapta, Mao’nun sözlerinden yola çıkarak şöyle demekteler; sürecin belli bir anında “zıtlar birbiri haline geldiği zaman” bu zıtlar birliği, zıtların bu karşılıklı bağı son derece önemli bir anlam kazanır. Gerçekten belirli koşullarda zıtla birbirine dönüşürler. O zaman da, karşılıklı bağ, “karşılıklı dönüşüm” olur, ortaya nitel bir değişiklik çıkar ve ‘nitelikli’ kavramının tanımını sağlayan da işte bu dönüşümdür”.(42)
Yanılgı, karşıtların özdeşliğini, karşıtlırı birbirlerine dönüşmeleri olarak kavramaktan kaynaklanmaktadır. Çatışma, karşıtların birinin ötekine baskın çıkması ve etkisizleştirilmesiyle sona erer. Bu noktada çatışan iki karşıt devreden çıkacak ve bu çatışmanın çözümlenmesi üzerinde yükselen niteliksel dönüşümde, yeni iki karşıt ve yeni bir çatışma başlayacaktır. Karşıtların özdeşliği, iki karşıtın aynı bütünün kutupları olmalarından kaynaklanır. Örneğin, günümüz dünyasının temel çelişmesi emekle sermaye arasındaki çatışmadır, dediğimizde, burdan anlamamız gereken, bu çatışmadan yeni ve ileriyi temsil eden proletaryanın baskın çıkmasıyla burjuvazinin yok olması olmalıdır. Burjuvazinin yok olmasıyla, proletarya kavramı da ortadan kalkacaktır. Çünkü proletarya kavramı ancak burjuvazi kavramıyla birlikte anlam kazanır ve var olur. Burjuvazi olgusu yok olunca ortadan kalkacak ve yerini bu çatışmanın çözüm bulmasının sonucu sağlanacak nitel dönüşme, yeni bir sürece, komünizme ve ona özgü karşıtlara, onların çatışmasına bırakacaktır.
Oysa karşıtların birliğini, karşıtların birbirlerine dönüşümü olarak kavrayan Mao için durum daha değişiktir: “Belli koşullarda çelişmedeki iki yönden herbiri kendi karşıtlarına dönüşür.. çünkü herbiri öbürünün varlık koşuludur… sorun varolabilmek için birbirlerine bağımlı olmalarıyla bitmez; daha da önemli olan birbirlerine dönüşmeleridir… Acaba burda neden özdeşlik vardı? Çünkü bir zamanlar ezilen sınıf olan proletarya devrim yoluyla egemen sınıf durumuna gelir, buna karşılık bir zamanlar egemen sınıf olan burjuvazi ezilen sınıf durumuna gelir ve bu karşıtının ilk baştaki yerini alır. Bu, daha şimdiden Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiştir ve bütün dünyada değişecektir. Eğer belli koşullarda karşıtların karşılıklı ilişkisi ve özdeşliği diye birşey olmasaydı, böyle bir değişiklik nasıl gerçekleşebilirdi. (43)
Görüldüğü gibi, Mao için bir ülkede devrim, karşıtların yer değiştirmesi için yeterlidir. Daha önemlisi iktidarın el değiştirmesi, karşıtların birbirine dönüştüğünün kanıtıdır. Bu noktada sorulacak olan iktidarı ele geçiren sınıf yalnızca iktidarı ele alma anlamındamı karşıtına dönüşmüştür, yoksa diğer özellikleri de dönüşme sürecinde yüklenmişmidir, sorusunun karşılığını bulmalıyız.
Kuşkusuz Mao böyle bir durumu kastetmemiştir. Ancak çizilen kategori, hayatın dayattığı sorunlara karşılık vermez. Örneğin, bu durumda proletaryanın yeniden burjuvaziye dönüşmesi de olanaksız değildir, deriz ve aynı mantık içerisinde hatalı bir yorum olmaz. Nitekim Mao’da sorunu böyle kavramıştır.
Bu hatalı kavrayış, Çin’de yaptığı pek çok yanlışlığa kavramsal olarak dayanak olacaktır. Örneğin, Sosyal Emperyalizm kuramının dayanağı karşıtların birbirine dönüşmesi mantığıdır. Proletarya, önce iktidarı alarak egemen sınıfa dönüşmüştür ve ardından yeniden karşıtına, dönüşmüş iktidar burjuvalaşmıştır. Savaş-barış olgularını da aynı biçimde ele alan bu mantığa göre örneğin, I. Dünya Savaşı’nın bitimi, savaşın kendi karşıtına dönüşmesidir. Yine “Üç Dünya Teorisi”nin açılımında da söz konusu felsefi yanılgı Çin Komünist Partisi tarafından dayanak olarak kullanılmıştır. Oysa Lenin özenle altını çizerek belirtmekteydi di, “karşıtların bir olma durumu koşullandırılmıştır, geçicidir. Birbirini dışlayan karşıtların çatışması ise mutlaktır. Tıpkı gelişmenin ve hareketin de mutlak olması gibi” (44) Yine karşıtların özdeşliğine ilişkin açtığı ünlü paragrafında özdeşlik ve kavramının yanlış kavranabileceği düşüncesiyle, “özdeşlik ve birlik terimleri arasındaki fark, burada temel bir önem taşımamakla birlikte, belki de karşıtların birliği demek daha doğru olurdu” demekte idi.
Görüldüğü gibi savaşı barışa, burjuvaziyi proletarya ya dönüştüren kavrayış, rahatlıkla sosyalizmi kapitalizme, proletaryayı burjuvaziye, sosyalist anavatanı süper emperyaliste dönüştürebilmektedir. Oysa, her karşıtlık aynı sürecin iki yarısını temsil etmez. Engels’in deyimiyle; “karşıtlar arasındaki savaşım ve birlik yasası, gelişmenin iç kaynağını açıklar, eşdeyişle bu yasada, iç karşıtlıklar arasındaki nitelik ayrılıkları söz konusudur ve sonuç olarak göz önünde bulundurulan nitel çelişmedir”.(45)
Çelişme ve çatışma, her zaman ve koşulda evrensel ve mutlaktır, bununla birlikte çatışmanın çözüm biçimi, nesne, olay ve süreçlerin iç çatışmalarının boyutlarına, sahip oldukları özelliklere göre değişiklik gösterir. Bazı çelişmeler antogonizma (uzlaşmazlık) kazanma özelliğine sahiptir. Bu koşullarda çözüm açık çatışmalardan (ya da sıçramadan) geçer, bazı çelişmelerde ise antogonizma kazanma özelliği yoktur. Bu tip çelişmelere antogonist olmayan çelişme adı verilir.
Genellikle tali çelişmelerin özelliği olan böyle olgularda, çelişme açık bir çatışmaya ya da sıçrama olmadan aşılır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, çelişmeyi antogonizma ile ayrıştırmaktan uzak durmak olmalıdır. Antogonizma ile çelişme asla tek ve aynı şeyler değildir. Sosyalist düzende birincisi ortadan kalkacak ama ikincisi sürecektir.(46)
Antogonizma çelişmenin ancak bir anıdır. En keskin anı. örneğin, emperyalist ülkelerarası savaş, bu ülkeleri sürekli birbirlerine karşıt durumda tutan çatışmanın en keskin anıdır. Demek ki çelişmeyi, bütün gelişmesi içinde göz önünde tutmayı bilmek gerekir. Örneğin, sınıflar arasında çelişme, ilkel toplum da ortaya çıkmıştır. O aşamada toplumsal etkinlikler arasında fark vardı. (Balıkçılık, avcılık, hayvancılık gibi.) Ama bu “fark”, sınıfların doğmasına yol açtığı zaman, evrilerek çatışma durumuna geldi ve bu çatışma da devrimler arasında antogonizma kazandı.(47)
Toplum var oldukça hiç kuşkusuz toplumsal çelişme ve dolayısıyla karşıtların çatışması da olacaktır. Kapitalizmin son bulmasıyla çelişmenin de son bulacağı yönünde bir yanılsamanın nedeni, çelişme ile antogonizmanın karıştırılmasından başka bir şey değildir. Oysa antogonizma ancak özel bir durumdur, çelişmeninin bir anıdır. Bir soyutlama yapmak gerekirse, her antogonizma bir çelişmedir, ama her çelişme antogonizma değildir diyebiliriz. Yine çok sık düşülen bir yanlışlık ta, uzlaşır, uyuşabilir çelişme düşüncesidir. Olay antogonist olmayan, yani uzlaşmazlık kazanmayan çelişmelerin uzlaşır diye kolay biçimde açıklanma yolunun tutulmasından kaynaklanmaktadır. Oysa, Mao örneğinde de olduğu gibi, yanlış kavrayış ya da yanlış soyutlama olguları süreçleri değerlendirmede önemli yanlışlara düşülmesinin nedenleri olabilmektedir. Bize göre, uzlaşır çelişme söz konusu olamaz. Hayat, hareket, karşıtların çatışması temelinde yükselir. Bu karşıtlar birbirlerinin varlık koşuludur ama bu durum, bunların birbirlerine dönüşebileceği ya da birbirleriyle uzlaşmaları anlamına gelmez. Birinin yok olması diğerinin de varlık nedenini ortadan kaldıracak ve çelişme aşılmış olacaktır. Bu süreç, yani çelişmenin aşılması süreci eğer açıktan bir çatışmaya dönüşmeden gerçekleşmişse, bunun nedeni o çelişmenin karşıtlarının uzlaşır olmaları değil, antogonizma kazanmamalarıdır. Kendisi de uzlaşır çelişme yanlışlarına düşmüş olan Mao’nun örneğini yineleyerek, konuyu kavramaya çalışalım: Bir bomba, patlamadan önce, içlerindeki karşıtların belli koşullarda bir arada varoldukları tek bütündür. Ancak yeni bir koşul ortaya çıktığında, yani tutuşma olduğunda patlama meydana gelir. En sonunda açık çatışma biçimine bürünerek, eski çelişmeleri çözen ve yeni şeyler yaratan bütün doğa olaylarına benzer bir durum meydana gelir.(48)
Mao daha ilerde köylülük ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi örnekleyerek, uzlaşabilir çelişme sonucuna varmaktadır.
“Felsefenin Temel İlkeleri’nde de benzeri kavrayış eksikliğini görmekteyiz. Sosyalist bir toplumda köylülük ve işçi sınıfının çatışmaları, onların uzlaştığı anlamına gelebilir mi? Hayır, çünkü aralarındaki çelişme ortadan kalkmıştır. Köylülüğün toprağa bağlı tutuculuğu ve disiplinsiz özellikleriyle işçi sınıfının toplumsal üretim sürecindeki konumundan kaynaklanan, örgütlenmeye ve disipline yatkın karakterini her anlamda uzlaştırmak olası değildir. Yani aralarında bir çatışma vardır. Ancak bu çatışma, ortak çıkarları sosyalizmde buluştuğundan ötürü antogonizma kazanmaz, açık bir çatışmaya dönüşmez. Buna karşılık alttan alta süren ve çözümü köylülüğün ortadan kalkmasıyla kendini biçimlendiren, onu köylü yapan özelliklerini aşabilmasiyle gerçekleşir. Bu da, kır-kent ayrımının ortadan kaldırılması, komünizmin ön koşullarından birinin sağlanması anlamına gelir. Kısacası, köylülükle işçi sınıfı arasında, sosyalizmde de bir çatışma vardır. Farklılaşan çatışma eğilimleri farklı dönemlerde farklı ivmelerle, çözüm evresine kadar değişik biçimlerde sürer. Bu iki ayrı sınıfın uzlaşarak birbirine dönüşmesi anlamına gelmez, antogonist olmayan çelişmenin açık bir çatışmaya dönüşmeden çözümlenmesi durumunun yaşanması anlamına gelir.
Özetleyecek olursak; çelişmeleri antogonist (uzlaşmaz) ve antogonist olmayan (uzlaşmaz olmayan) biçiminde iki başlıkta ele alabiliriz. Uzlaşır çelişme; çelişme ve çatışma kategorilerine temelden ters olduğundan, yanlıştır. Hayat ve hareket, çelişme ve çatışma üzerinde yükselir. Uzlaşır çelişme demek, çatışmanın olmaması demektir ki bu da hareketsizlik anlamına gelir. Oysa, nesne, olay ve süreçlerin sahip oldukları sonsuz sayıda çelişmenin ancak bir bölümü antogonizma kazanan özelliğe sahiptir ve diğer çok büyük bir bölümü antogonizma kazanma özelliğine sahip değildir. Çelişme sürecinde karşıtların birbirleri ile ilişkilerini statik biçimde almamak gerekir. Karşıtların birbiri karşısındaki yerleri sabit değildir, süreç bu bağlamda iniş çıkışlarla doludur. Antogonizma, işte bu iniş çıkışlarla dolu sürecin yalnızca bir anıdır. Bu an, o aşamaya kadar açık bir çatışmaya dönüşmeyen karşıtları bu kez açık bir çatışmaya iter, uzlaşmazlık açığa çıkar.
Antogonizma bir andır ama, sonuçları o anla sınırlı tutulmaz, ve etkileri çatışmanın açık olarak uzun bir süreci içermesini getirebilir. Örneğin paylaşım savaşlarının başlangıcı antogonizma anıdır. Buna karşılık savaş süreci, antogonizmanın yol açtığı açık çatışma süreci anlamına gelir.
Sonuç olarak antogonizmayı bir an olarak ama etkileriyle uzun bir sürece yayılabilecek bir süreç olarak kavramak gerekir. Çatışan uçların statik olmayan niteliğiyle birlikte ele alınması gereken antogonizma kesiti adını verebiliriz. Bu durumda çelişmelerin çok büyük bir bölümünü “uzlaşır” şeklinde nitelememiz gerekir ki, bu da (Hegel’den Mao’ya kadar tüm diyalektikçilerin ifade ettikleri gibi, hareketin, çatışmanın ürünü olduğu gerçeğinden yola çıkarak) hayatın ve hareketin yadsınmasından başka bir şey değildir. Çünkü uzlaşır çelişme kavramı; Mao, vb. uzlaşır çelişme anlayışı sahiplerine göre çatışmaya neden olmayan çelişme demektir.
ÇELİŞMENİN BİÇİMLERİ
Bir süreci ve sorunlarını çözümleyebilmek ve doğru çerçevede ele alabilmek için, o sürece yön veren karşıtları belirleyebilmek yetmez. Aynı zamanda o sürecin içerdiği daha başka süreçleri ve onların özelliklerini de en azından genel yönelimleri bağlamında çözümleyebilmek gerekir. Bir nesneyi gerçekten tanıyabilmek için onun bütün görünümlerini, bütün ilişkilerini ve bizi o nesneye götüren araçları kucaklamak, incelemek gerekir. Bunu hiçbir zaman tamamıyla başaramayız, ama nesneleri bütün görünümleri içinde göz önünde tutmayı kendimiz için zorunluluk durumuna getirerek kendimizi yanılmalardan ve katılıklardan korumuş oluruz. (49) Değişik bir anlatımla, diyalektik yöntemi kullanan bir çözümleme, ele aldığı sürecin kendine özgü niteliğini yakalamaktan geçer diyebiliriz. Ancak bu, söz konusu çözümlemelerin ele alınan sürecin genel özelliklerinden soyutlanmadan, özel olanın ya da kendine özgü olanın kavranabilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bütünü kavrayabilmek için aynı zamanda o bütünü oluşturan parçaların kavranması ve niteliklerinin, yönelimlerinin, detayların içinde boğulma tehlikesine düşmeden ele alınması gerekir. İşte bu noktada, çelişmelerin sınıflandırılmasının önemi ile karşılaşıyoruz.
Çağdaş dünya karmaşıktır, çelişkilidir ve dinamiktir, birbiri ile çarpışan eğilimler ve çelişmeler iç içedir. En karmaşık seçeneklerin, endişelerin ve umutların olduğu bir dünyadır. Şimdiye kadar gezegenimiz böylesine büyük siyasal ve fiziksel gerginlikler altına girmemiştir. Hiçbir zaman insan doğaya böylesine büyük bir bedel ödememiş ve kendi eliyle yarattığı gücün karşısında bu kadar zayıf kalmamıştır. Dünyadaki gelişme, Marksizmin-Leninizmin çıkardığı şu temel sonucu doğrulamaktadır: Toplumun tarihi, rastlantısal bileşenlerin toplamı değildir, tersine ileriye doğru yol açan mantıklı bir süreç söz konusudur. Onun çelişmeleri yalnızca eski dünyanın ileri adım atmasını engelleyen her şeyin mahkum edilmesini ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal ilerlemenin kaynağı ve harekete geçiren gücüdür. Bu sömürü ve sömürücü sınıflar, var olduğu sürece kaçınılmaz çatışma koşullarında aşılan,genişleyen bir ilerlemedir.(50)
Günümüz dünyasının çok yönlü ilişkilerini kavrayabilmek, bu ilişkilere yön veren çelişme ve çatışmaları doğru biçimde saptayabilmekten geçer. 3. Bunalım Dönemi çelişmelerini incelemeye geçmeden önce, çelişmeleri sınıflandırmamız bu anlamda gerekmektedir. Belirli bir nesne, olay ya da süreç, kendine özgül varlığını “onu bütüne bağlayan” pek çok nesnel koşula borçludur. Dolayısıyla her süreç bir çelişmeler dizisinin yatağı, merkezi demektir. Bu çelişmelerden biri temel çelişme, diğerleri ise bu temel çelişmeye göre biçimlenen baş ve tali çelişmelerdir.
Temel çelişme: Evren,bir bütün olarak sonsuz sayıda nesne, olay ve süreçten ve olguların içkin çelişmelerinden, çatışmalarından oluşan sonsuz bir hareketliliktir. Her süreç, kendi içinde sonsuz sayıda süreci ve bu parçaların içkin çelişmelerini içerir. Ancak söz konusu parçaların içkin çelişmeleri, parçası oldukları ana sürecin karşıtlarına ve bu karşıtların çatışmalarının çizdiği eksene göre biçimlenirler.
İşte bu ana sürecin, hareketliliğine, o harekete neden olan karşıtların çatışmasına, o sürecin temel çelişmesi diyoruz. Toplumsal süreçte,bu temel çelişme, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişme olmuştur. Bu çelişme her dönem insanlığı ilerleten temel dinamiktir. Sınıf kavgalarının tarihin motoru olması espirisi bu temelden kaynaklanmaktadır.
Temel çelişme her toplum biçiminde, o topluma özggü ilişkilere göre şekillenmiştir. İlkel toplumu yıkan, bir toplumun bağrından doğan köleciliğin ve o temelde yükselen üretici güçlerin, ilkel komünal ilişkileri dönüşmeye zorlamasından başka bir şey değildir. Köleci toplumsa, aynı biçimde feodal-serf ilişkisinin köleciliğin kalıplarını zorlaması, köle ayaklanmalarının köle sahibi-köle ilişkisini dönüşmeye zorlaması sonucu tarihe karışmıştı.
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ise temel çelişmenin aldığı biçim, yükselen kapitalist ilişkilerin ve onun temsilcisi olan burjuvazinin feodal kalıplara sığmayan özellikleri oldu. Kapitalizmin halen yaşadığımız yıkılma süreci ise, proletaryanın yükselişi ve bir sınıf olarak sınıfsız topluma ulaşma amacının bir sonucu olmaktadır. Kapitalist üretimin sahip olduğu karakter, üretici güçlerin evrimine bu yönde bir eğilim kazandırmaktadır. Komünizmin üst ve yetkin aşamasına geçiş ise burjuva sınıfının tümüyle yok olması, böylece proletarya diktatörlüğünün işlevinin ortadan kalkması ve kafa emeği ile kol emeği, kır ile kent arasındaki ayrımın ortadan kalkması, değişme değeri ve paranın ortadan kalkmasıyla gerçeklik kazanacaktır.
Kısacası, her toplum biçimi, içerdiği ilişkilere uygun olarak temel çelişmenin değişik bir uygulanış tarzı olmakta, ama üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmada anlamını bulan temel çelişme, özünde değişmemektedir.
Dolayısıyla, kapitalizm sürecinin temel çelişmesi; kapitalizmi dile getiren sermaye ile, yükselen sınıf proletaryayı dile getiren emek arasındaki çelişmedir. Kapitalizm bir toplum biçimi olarak, bir dünya sistemi olma özelliğini yerine getirene kadar temel çelişme bu biçimde sürecektir.
Baş Çelişme: Baş çelişme, temel çelişmenin değişik koşullarda aldığı biçimler, yansımalardır. Bu anlamda birden çok baş çelişme olanak dışı değildir. Mao, temel ve baş çelişmeleri aynı kategoride ele almadığından, birden çok baş çelişme olasılığını reddetmektedir.
Baş çelişme, kategorik olarak özellikle emperyalizm sürecini ve daha çok 3. Bunalım Dönemi, bu dönemin ilişki ve çelişmelerini doğru biçimde kavrayabilmek açısından gereklidir. Çünkü, günümüz dünyasının çelişmeleri, tarihin hiçbir döneminde rastlanmadık biçimde çeşitli ve çok yönlüdür ve çelişmenin sınıflandırılmasını, böyle bir temelde çözümlendirilmesini ve başlıklandırılmasını yapmadan, bu çelişmeleri ortaya koymak, kavramak ya da doğru bir içerikle doldurmak olanaksızdır.
Örneğin, ÇKP için bir sınıflandırma vardır, ama bu sınıflandırmanın yetersizliği, günümüzü kavrayışta da yetersizliği getirmişti. ÇKP için temel-baş çelişme ayrımı olmadığından, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme dışındaki çelişmeler, ikincil çelişmelerdir. Bu eksiklik, karşıtların birbirlerine dönüşmesi ve uzlaşabilir çelişme anlayışlarıyla bütünleşince, sonuçta, böyle yanlışlıklar olmakta, ya da ÇKP, bilinçli ve reel politik tutumuna kuramsal açıklama yaratabilmek amacıyla yanlışlığı sürdürmektedir. Baş çelişme emek ile sermaye arasındaki çelişme olarak kavranınca, bunun dünyada bir tek yansıması olacaktır:
Dünya halkları ile emperyalizm arasındaki çelişki. Dünya ilişkilerinin bu biçimiyle ortaya konmasıyla, üç dünya teorisine kuramsal temel sağlanabilmektedir. Öte yandan yine aynı yaklaşım, emperyalistler arası bir savaşın var olan koşullarda olanaksızlığını görememektedir. SBKP için eksiklik, kendini daha değişik boyutta göstermektedir. Örneğin SBKP/MK, 27. Kongre Siyasal Raporuna baktığımızda günümüzün baş çelişmelerinin üç başlıkta ve doğru bir biçimde adlandırıldıklarını görmekteyiz. Ancak, bu çelişmelerin içeriğinin ele alınmasında; özellikle gerekli sonuçların çıkarılması anlamında eksiklikler öne çıkmakta, dolayısıyla söz konusu çelişmelerin çözümü yolunda mücadele perspektifi de eksik ve yanlış olmaktadır.
Günümüzde ise, baş çelişme kendini üç biçimde göstermektedir.:
Emperyalist kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çelişme; emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çelişme; emperyalistler arası çelişme. (51)
Tali Çelişme: sık sık yinelediğimiz gibi, her süreç kendi içinde sonsuz süreçlerin ve anların çatışmalarını barındırır. Tali çelişme, bir ana sürecin temel çelişmesinin belirlediği eksene göre özellikler gösteren çelişmeleri tamamlamak için kullanılan bir kategoridir.
Örneğin Türkiye ile Yunanistan arasındaki çelişme, günümüz dünyasının tali çelişmelerinden biridir. Aynı biçimde köylülükle işçi sınıfı arasındaki çelişme ya da küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişme tali çelişmedir. Söz gelimi; Türkiye ile Yunanistan arasındaki çelişme, etkilemekle birlikte dünyanın çehresine yön verecek bir çelişme değildir, aynı kamp içinde yer alan iki ülkenin çelişmesi niteliğini taşır.
Yine yeni sömürge ülke oligarşisi içindeki çelişme kuşkusuz önemlidir ama bir ülkede toplumsal yönelimin ana eksenini (dönem dönem derinleşmesine karşın) belirleyecek çapta değildir. Tali çelişmeler genellikle açık bir çatışmaya dönüşmeden atlatılır. Ancak bunu mutlaklaştıramayız. Dönem dönem tali bir çelişmenin antogonizma kazanması ve süreci etkilemesi olanaklıdır. İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland Savaşı, tali bir çelişmenin antogonizma kazanmasına bir örnektir. Ya da İran ile Irak arasındaki savaş, antogonizma kazanmış tali bir çelişmedir.
Tali çelişmeler, tek başlarına süreci belirlemede yetersiz kalmakla birlikte, sürecin temel çelişmesinin antogonizma kazanması yolunda yer yer son derece önemli olabileceği unutulmamalıdır…. Burada, baş çelişmenin belirleyici olduğu karşılıklı bir alışveriş söz konusudur.