Demokrat Parti İktidarı Ve Yeni Sömürgeciliğin Kurumsallaşması

0 282
image_pdf

YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI VE DP İKTİDARI

İçindekiler:

YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI SÜRECİNDE EGEMEN SINIFLAR ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER

27 MAYIS 1960

YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI VE DP İKTİDARI

II. Emperyalist savaşa kadar genel olarak emperyalizmin yürüttüğü politika; sömürge ve yarı sömürgelere sermaye ihracı, emperyalist ülkelerde üretilen malların pazarlanması ve ülkenin hammadde kaynaklarının taşınmasını sağlayacak alt yapı yatırımlarında, yani liman, demiryolu ve haberleşme gibi alanlarda yoğunlaşıyordu.

Ticaret burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkileri de bu perspektif doğrultusunda gelişiyordu. Emperyalistlerin ülke topraklarındaki artı-değer sömürüsü büyük bir belirginlik olarak yansımıyor ve bu nedenle emperyalizm ülke için dışsal olan olgu olma görünümünü koruyarak, komprador niteliğindeki işbirlikçi tüccar ve feodal sınıfa mensup kimselerle işbirliğini yürütüyordu.

Fakat II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın konjonktürel durumunun değişmesi ve sosyalist bloğun savaştan daha güçlü olarak çıkması, bağımlı ülke halklarının, sürdürülen ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları yoluyla sosyalizme yönelmeleri gibi bir dizi olgunun bir araya gelmesiyle, emperyalist güçlerin yöntemsel değişikliklere gitme durumundan söz ettik.

Bu biçimsel değişiklikler bağlamında batılı emperyalist ülkelerin tekelci sermayecileri; artık geri bıraktırılmış ülkelerin sanayilerini kösteklemek ve o ülkede üretici güçlerin gelişmesinin önüne engeller koymak yerine; emperyalizmin pazarını genişletmeye yönelmeye ve yeni karlı yatırım alanları bulmaya, kendilerine bağımlı çarpık bir sanayileşme stratejisi yaratmaya başladılar. Dünyanın geri kalmış ülkeleri üzerinde, bu şekilde çarpık bir kapitalizmin oluşması için programlar hazırladılar.

Yeni sömürge kapitalizminin gelişmesi sürecinde emperyalizm, eski işbirlikçisi komprador ticaret burjuvazisini kullanmıştır. Onlarla ortak yatırımlara gitmiş, böylece kendilerine bağımlı çarpık bir tekelci kapitalizmi, yeni sömürge kapitalizmini yaratmaya çalışmışlardır. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan bir ülkede gelişen sanayi; dayanıklı tüketim mallarının montajı, dayanıksız tüketim mallarının üretimi ve pamuk ipliği gibi ihracata dönük taşeron niteliğindeki imalat alanlarıdır.

Ülke içindeki işbirlikçi burjuvazi ya da hükümetiyle kurulan ilişkiler aracılığıyla ülke topraklarında üretimde bulunan; finans, patent, konwbow anlaşmaları ile direkt artı-değer sömürüsü yaratan emperyalizm, NATO, CENTO ve benzeri askeri örgütler, bölgesel ittifaklar kurarak içselleşiyordu. Türkiye ve diğer yeni sömürge ülkelerde egemen sömürücü ittifak, artık emperyalizm ve onunla eklemlenmiş, bütünleşmiş işbirlikçi burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci tüccar kesimi, yani oligarşik diktatörlüktür.

Türkiye’de bu noktaya varılmadan önce, yeni sömürgeciliğin evrimi ve işbirlikçi egemen sınıfların durumu, siyasi çatışmalarla belirginleşen farklı yaklaşımlar konularındaki bazı gelişmelere dönmek gerekiyor.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist sistemde meydana gelen yeni altüst oluş temelinde burjuvazinin bir sınıf olarak siyasi iktidarda dolaysız bir biçimde yer almasıyla ifadesini bulan belirleyiciliği, kuramsal, programatik ve fiili olarak somuttu. Egemen sınıflar, devletin yönetim mekanizmalarına dolaylı müdahalelerde bulunması ve dayatmadığı sürece doğrudan müdahalede bulunmaması üzerinde fikir birliğine varmışlardı. Bu istemler, gerek içinde yer almak için olağanüstü çaba harcanan emperyalist sistemin sunduğu raporlarda, gerekse yerli işbirlikçi burjuvazinin raporlarında görülebiliyor.

Fakat bir yanda emperyalizmle geliştirilen ilişkiler, diğer yanda bu ilişki ağının nasıl değerlendirileceği, egemen sınıflar arasında bazı çelişkilere neden oluyordu. Bu çelişkiler 1946 yılında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak, egemen sınıflar, eski süreçlerin kadroları olan bürokrat burjuvaların artık kendi işlerine yaramayacağı ve onlara iktidarda yer verilmemesi konusunda kararlı bir ittifak içine gireceklerdi. Özellikle “Varlık Vergisi”, “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”, “Köy Enstitüleri” gibi uygulamalardan endişe duyan ticaret burjuvazisi ve müteahhit sermayesi ile, tarım politikası konusunda CHP yönetimiyle çelişkiye giren büyük toprak ağaları ve tarım burjuvazisi, ülke yönetimine ağırlıklarının bağımsız bir biçimde koyma hazırlıkları içindeydi.

1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunun tasarısı üzerine patlak veren çatışma, DP’nin çıkış noktası olacaktı. DP büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin, ticaret burjuvazisiyle ittifak halindeki Kemalist önderlikten kopuşunun siyasal ifadesi olacaktı. Bu ittifak, savaş dönemi boyuna giderek yoksullaşan ve süren baskıların mevcut iktidara iyiden iyice yabancılaştırılmış olduğu geniş halk kitlelerinin, küçük burjuvazinin, az sayıdaki kent proletaryasının hoşnutsuzluğundan yararlanarak, çalışan sınıf ve katmanları yedeğine aldı. Dolayısıyla 1950’de CHP’yi büyük bir yenilgiye uğratarak iktidar koltuğuna oturdu.

1940’lı yıllar Türkiye için önemli gelişme ve dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. Egemen sınıfların emperyalizmle bütünleşme süreçlerinin bu yıllarda tamamlanmış ve bunun için gerekli dönüşümlerin son rötuşlarının gerçekleştirilmiş olmasının yanı sıra; bu yılların ilk yarısında hakim sınıflar arasındaki zorunlu ittifak zedelenmiş fakat yeniden onarılmıştır. Sözkonusu yılların ikinci yarısında tek parti düzeninden çok parti düzenine geçilmiş ve bu durum kitlelere “demokrasi” olarak sunulmuştur.

Burjuvazinin Pazar ve finansman sorunun çözmek için çıkardığı Toprak Ürünleri Vergisi ve Çiftçiyi Topraklandırma Yasası, toprak ağalarının CHP’ye karşı tavır almalarını getirmiştir. Toprak ağalarının tepkisi karşısında atılan adımlar geri alınarak CHP toprak ağalarını yeniden kazanmak için önemli ödünler verse de toprak sahipleri CHP’den desteklerini çekmişlerdir.

Çiftçiyi Topraklandırma Tasarısının yasallaşmasından birkaç gün önce 1 Haziran 1945 tarihinde Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Celal Bayar, Türkiye siyasi tarihinde “Dörtlü Takrir” diye bilinen bir önerge verdiler. Bu önergeyle şunlar istenmektedir.

“1- Ulusal egemenliğin en doğal sonucu ve aynı zamanda dayanağı olan denetimin anayasanın şeklinde değil ruhunda tam olarak belirmesini sağlayacak önlemlerin alınması.

2- Yurttaşların politik hak ve özgürlüklerini daha ilk anayasamızın gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri olanağının sağlanması,

3- Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tam uygun bir şekilde yeni baştan düzenlenmesi”.

Bu önerge reddedilmiş, önergeyi veren kişiler 7 Ocak 1946 tarihinde DP’yi kurmuşlardır. DP ilk başta toprak ağalarından destek görmüş, ancak büyük ticaret ve sanayi burjuvazisi de kısa sürede desteklerini DP’ye yöneltmişlerdir. Bu şekilde DP, egemen sınıflar arasında zedelenen ittifakın da onarıldığı alt yapı olmuştur.

Emperyalizm o dönem Türkiye için saptadığı ekonomik prosedür gereği olarak ta ittifakın zedelenen alt yapısı onarılmak zorundaydı. Türkiye’yi Avrupa’nın ve bölgenin hammadde deposu, bakkalı, kasabı yapmayı arzulayan emperyalizmin istediği doğrultuda hazırlanan ve onayını alan 1947 planı, “Türkiye ekonomik kalkınma alanının dayandığı esas temel yurdun zirai kalkınmasıdır” ilkesini saptıyordu.

Türkiye için hazırlanan Dünya Bankası raporunda ise şöyle denilmekteydi: “Verimliliğin artması için geniş olanaklar sağlandığı ve sanayi kalkınmasının temel gereği olduğu için kamu yatırımlarının dağılımında tarımsal kalkınmanın öncelikli olması gerektiğine inanıyoruz”. Tarımın geliştirilmesi ve tarıma dayalı sanayileşmenin öngörüldüğü bir ekonomi politika temelinde önemli bir güce sahip olan toprak ağalarıyla burjuvazinin ittifakının sağlamlaştırılmasının kaçınılmazdı. Bu ittifakın güçlendirilip onarıldığı platform, DP olmuştur. Gerçekte bu ittifakın zorunluluğu, Türkiye’de Oligarşi’nin varlığının mantığıdır. Yani Oligarşi, egemenlik kesimleri arasında birinin diğerini yaşamdan silip atma gücünün olmamasıyla değil, söylediğimiz bu gerekliliklerle belirlenmiştir. Tarıma dayalı sanayileşmenin öngörüldüğü bir ülkede, birden fazla egemen sınıf olmak zorundadır ve bu sınıflar birlikte yaşamak durumundadır. Elbette aralarından biri belirleyicidir, ama bu belirleyicilik, ortak ihtiyaçlar temelinde, hepsinin yaşam ve hatta gelişme şansı bulduğu koşullarda gerçekleşir.

O günkü toplumsal koşullar içinde kendisine çok geniş bir yol açmayı başaran DP, ilerici demokratların bile desteğini sağlamıştır.

İktidara gelene kadar bu kesimlerle ustaca ilişkiler sürdürmüş, onların muhalefetini kendi potasında eritmeye çalışmıştır. Ancak egemen sınıflar o gün için partilerin çıplak tanımla sağ ya da sol nitelemelere maruz kalmasını istememekte, fazla sağa, ya da sola kayma “tehlikelerine” duyarlı kalarak, bu terimleri siyasi arenadan uzak tutmaya uğraşmaktadırlar.

Terimlerin ötesinde, nasılsa olgular planında istenenler gerçekleştirilebilmektedir. İktidardaki CHP, DP’nin bu sınırlar içinde hareket etmesi, anti-komünist edebiyatın yoğunlaştığı bir dönemde çizgi dışına çıkmaması için çeşitli uyarılarda bulunmuştur. Emperyalizme, “mevcut bir iç tehlike” pazarlamak için düzenlenen “Tan Olayı”nın bir ucunda DP’nin dikkatini çekmek isteği vardır. Olay toplumdaki hoşnutsuzları toparlamayı başarmış (ki toplumun hemen hemen tümü bu durumdadır), arkasından, sözkonusu gazetelerle herhangi bir ilişkileri olmadığını açıklamışlardır.

Egemen sınıflarca çok partili düzene geçilmesinin bir nedeni de geniş halk kitlelerinin yıllardır tek parti diktatörlüğü altında, içten içe kaynamasıydı. CHP aracılığıyla baştan beri sürdürülen baskı ve halk kitlelerinin sermaye birikimi için azgınca sömürülmesi, kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırmıştı.

Özellikle de savaş yıllarında izlenen politika, egemen sınıfların sermaye birikimini hızlandırdığı halde, ülke yönetiminde acze düşülmesi, vurgun, karaborsa, yokluk kitlelerin hoşnutsuzluğunu daha çok artırmış, CHP’yi iyiden iyiye yıpratmış, toplumsal basıncı yükseltmiştir.

Samet Ağaoğlu bu konuda şunları yazıyordu. “Daha Atatürk’ün son yıllarında bile halk, tek parti yönetiminden ve çeşitli yolsuzluk ve baskılardan bunaldığını belirtmeye başlamıştır. Halkın bir rehberlikten yoksun olarak gösterdiği kurtulma atılımlarının nerelere kadar varacağını kestirmek asla mümkün değildir.” Ağaoğlu’nun açıkça belirttiği gibi egemen sınıfların iç seçenek gereksinimi “çok partili düzen” adımı kapsamında oluşan DP aracılığıyla giderilmiştir.

Savaş sonrası dünya kamuoyunda, otoriter yönetimlere, tek parti diktatörlülerine karşı önemli bir muhalefet vardı. Alman faşizminin baskı ve katliamları halklarda büyük bir tepki oluşturmuş, ABD ve İngiltere’nin savaşta faşizm yerine “burjuva demokrasisi” cephesinde kalması da burjuvazinin bu alternatifini cazip hale getiren etmenlerden olmuştur.

Bu yıllarda Türkiye’nin emperyalizm ile bütünleşme çabalarının yoğunlaşması, doğal olarak, dünya kamuoyunun tepkisinin de hesaplanmasını getirmekteydi. Özellikle emperyalizm ile bütünleşen Türkiye, emperyalizmin o gün için geçerli politikasına göre yapılanmasını düzenlemek zorundaydı. Uygulanan baskı ve terör politikalarının maskelenmesi, halk kitlelerinin “pasifize” edilebilmesi ve tüketimi artırmak için sınırlı ve biçimsel bazı demokratik haklar tanınarak görünüşte demokratik bir mekanizma oluşturulması; bu dönemden sonra yeni sömürge kapitalizmlerinin başat yöntemlerinden olacak ve bu yöntem kurumsal faşizmin özelliği haline gelecektir.

Böylece halklar demokrasi paravanasıyla aldatılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin emperyalizm ile bütünleşme sürecini tamamlaması ve yeni-sömürge prangasını ayaklarına takmasıyla, bu tezgah ülkemizde de kurulmuş, çok partili bir düzene geçişle Türkiye halklarına uzun yıllar eskitilemeyecek bir demokrasi demagojisi plağı dinletilmeye başlamıştır.

Demokrasi bir diktatörlük, bir devlet biçimidir. Ve her devlet bir sınıf ya da sınıflar kombinezonuna dayanır, doğası gereği bir sınıf örgütüdür. Sınıflardan bağımsız demokrasi olmaz, demokrasinin olması sınıfların varlığına bağlıdır. Ya proletarya demokrasisi ya da burjuva demokrasisi vardır. Burjuvazi tarih sahnesine çıktıktan sonra, sınıfsal gücünü iktidara yönelterek, geniş halk kitleleri arkasına alıp, “özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganlarıyla feodal aristokrasiye karşı mücadele etmiş ve feodal aristokrasiye karşı kendi sınıfına ilişkin hak ve özgürlükler kazanmıştır. Ancak işçi sınıfı geliştikçe burjuvaziye karşı verdiği zorlu ve kanlı savaşlarla demokrasinin sınırlarını genişletmiş, genişlemeler işçi sınıfının gücüyle güvence altına alınmıştır. Bugün genel anlamıyla sözkonusu edilen burjuva demokrasileri, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi sonucu vardığı noktaya ulaşmıştır.

1940’ların ikinci yarısında Türkiye’de emperyalizmin ve egemen sınıfların ihtiyacı gereği çok partili düzene geçilmesinin burjuva demokrasisi ile bir ilişkisi yoktur. Demokrasiye geçildi denildiği zaman da İ. İnönü şunları söylüyor:  “Partimizin programı sınıf esası üzerine parti kurulmasını yasaklamıştır. Bu madenin kaldırılmasını inceleyeceksiniz. Biz kendi programımızda sınıf mücadelesini istemeyen ve sınıf çıkarları üzerine dernek ve parti kurmak isteyenlere yasa yolu ile engel olacağız. Bizim yasa yolu ile yasaklamaya çalışacağımız dernek ve partiler, kökü dışarıda yani yabancı aleti olan dernek ve partiler, onlardan esinlenmiş olanlardır. Bunun gibi dini siyasete alet eden dernek ve partilere de yasa yolu ile karşı koymaya devam edeceğiz

Görüldüğü gibi açıkça demokrasinin egemen sınıflara tanındığı ifade edilmekte, işçi sınıfının örgütlenmesi, “kökü dışarıda” demagojisiyle yasaklanmaktadır. Yine bu konuda 1946 Haziran’ında Dernekler Yasasında değişiklik görüşülürken, Adalet Komisyonu sözcüsü, sağ-sol gibi tanımlara karşı kısıtlayıcı hükümler getirdiklerini söylemektedir. Kurulan parti ve dernekler ise kısa sürede kapatılır. 1946 Mayıs ve Haziran aylarında kurulan Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partileri kısa zamanda sıkıyönetim komutanlığı aracılığıyla kapatılmıştır. M. Kemal zamanında bakanlık yapmış kişilerin, DP yönetici ve milletvekillerinin de kurucuları arasında bulunduğu İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşuna “komünizm oyunu” diye izin verilmemiştir. Tüm bunlar ülkeye “demokrasi geldikten sonra olmuştur.

Komünizm ve işçi sınıfı düşmanlığı sonucu bırakalım işçi partilerine, sosyalist partilere izin verilmesini, işçi sınıfının ekonomik örgütlenmesinin ve asgari mücadelesinin yasaklandığı ilk dönemlerde demokrasi yaygaraları ayyuka çıkarılır. Dernekler yasasının değişmesi sonucu bir çok sendika kurulmuştur. Ancak bunlar yine çok kısa sürede kapatılmıştır. Yoğun sendikalaşma talebi karşısında 1947 yılında sendikalar yasası çıkarılıyor, çıkarılan yasa “grev ve toplu sözleşme”yi içermiyor, bunlar yasaklanıyor ve sendikalara güvence verilmiyordu.

O günlerde demokrasi havarisi kesilen egemen sınıfların taze kanı DP ise, kitleleri kendi potasında eritmek ve CHP’ye karşı iktidar savaşında başarılı olmak için bu yasayı eleştirmiş, genişletilmesini istemiştir. Fuat Köprülü grev hakkının olmamasını eleştirerek “grev hakkı olmadan sendika hakkı olmaz” derken, 1949 yılında da Celal Bayar bir gazeteye verdiği demeçte grev hakkının anayasal güvenceye kavuşturacaklarını söylüyor, DP’nin işçinin “en yakın ve güvenilir dostu” olduğunu ileri sürüyordu. İktidara geldikten sonra (1950-60) ise, emekçi sınıflarla egemen sınıfları karıştırmalarından olsa gerek(!) doğal olarak işçi ve köylülerin “en yakın güvenilir” düşmanı olmuşlardır.

Burada bir gerçeği vurgulamak gerekiyor; her ne kadar emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin bir ahtapot gibi ülkeyi sarmalaması, dönemin DP iktidarı zamanında tamamlanıyorsa da, bu durum, bir sürecin, iktidar partilerinin değişmesiyle niteliği farklılaşmayacak sonucudur ve gelişme seyrinin DP iktidarı ile çakışan son adımları dolayısıyla durumu DP ile özdeşleştirmek ciddi bir yanılgı olur.

1947 yılında ABD emperyalizmiyle askeri yardım anlaşması, 1948 yılında ekonomik işbirliği anlaşması imzalayan, CHP hükümetidir. Dahası, Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle yaptığı önemli bir anlaşma da savaş yılları içinde gerçekleşiyordu. Bu “kiralama-ödünç verme” anlamına gelen “lend-leosa” çerçevesi içinde başlayan ve 1945 yılına kadar 95 milyon dolar tutarında borca neden olan bir anlaşmadır. Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 günü, ABD ile Türkiye arasında imzalanan diğer bir anlaşmada, askeri yardımın sürmesi ve savaşın sona ermesinden sonra kullanılmayan askeri malzemelerin tekrar iade edilmesini öngörüyor, bir süre bu yardım hayata geçirilmiyor ve 1947 yılında ABD emperyalizminin ‘yardımı’ tekrar devreye giriyordu.

ABD emperyalizmi ile Türkiye arasındaki ekonomik ve askeri ilişkiler çerçevesinde kurulan bağların ve yapılacak yardımın ana ekseninin belirlenmesine ilişkin olarak resmi raporlarda şöyle bir başlangıç göze çarpıyor: “Türkiye’nin askeri gereksinmelerinin açık ve kesin bir biçimde belirlenmesini sağlamak ve PL. 75 sayılı yasa gereğince yapılan yardıma daha çok etkinlik kazandırmak amacıyla, Amerikan Kara Kuvvetlerine ait 12, Hava Kuvvetlerine ait 3, Deniz Kuvvetlerine ait 6 subaydan oluşan bir kurul Türkiye’ye gönderildi.” [4]

Türkiye’ye gelen inceleme kurulunun özel eğitim ya da donanım programıyla ilgili öğütleri, soğuk savaş esprisine uygun olarak alınabilecek önlemleri içeriyordu. Bu öğütler başlıca iki hedefe yönelik biçimde belirleniyordu.

1- Ulusal güvenliğin doğurduğu gereksinmeleri karşılamak üzere Türkiye’nin ekonomik düzeyinin yükseltilmesi,

2- Olası saldırgan bir kuvvetin bu ülkeye sızmak ve Türk siyasal ve ekonomik kurumların yolundan saptırmakta yararlanabileceği ciddi toplumsal bir tedirginliğin gelişmesini önlemek amacıyla Türkiye’de ekonomik refahın korunması.

Bu hedeflere, Türkiye’nin silahlı kuvvetlerini beslemekle katlandığı ekonomik yükün hafifletilmesi ve bu kuvvetlerin üstünlüğünün, ülkenin herhangi bir dış yardım olmaksızın onların yükünü kaldırabileceği bir ölçüde arttırılması yoluyla varılabileceğini ummaktayız. Bu da Türkiye’ye, önce Türk halkının refahını sağlamak, sonra da Avrupa ekonomisi için onca yaşamsal önemi bulunan tahıl ve kömür gibi madenlerin ihracatında belli bir artış gerçekleştirmek amacıyla üretim oylumunu genişletmek olanağını verecektir”. [5]

Sosyalist bloğa ve ulusal, toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı yürütülecek silahsız saldırganlık stratejisinin ürünleri olan bu programların ana ilkesi bellidir. Olası yeni bir silahlı çatışma durumunda savaş yorgunluğunu henüz üzerinden atmamış ABD Silahlı Kuvvetleri ve savaşacak durumu olmayan diğer batılı emperyalist ülkelerin yerine, ateş hattında, en ön sırada yer alması uygun görülen Türk Ordusu’nun donatılması yükümlülüğünü (savaş sırasında elinde kalan araç ve gereçleri de bu işte kullanmak üzere) ABD üzerine alacaklı. Buna karşılık Marshall Ekonomik Yardım Planı çerçevesinde, Türkiye savaş nedeniyle büyük bir ekonomik enkaz haline gelen Avrupa’ya sanayisini daha kolay bir biçimde yeni baştan kurma olanağı verecek olan hammaddeleri sağlamak amacıyla üretimini tarım ve madencilik kesimi üzerinde yoğunlaştıracak ve Avrupa’nın gereksindiği tarım ürünlerinin deposu olacaktı.

Marshall Planı’nın ana ilkesi, savaş sırasında çöküntüye uğramış Avrupa ülkelerinin sanayilerinin ABD sanayi üretimini geçmeyecek ve onun için bir tehdit unsuru haline gelmeyecek biçimde, ABD katkısıyla yeniden canlandırılmasıdır. Sözkonusu emperyalist ülkelerin beslenme sorunu ise, Türkiye ve benzer ülkelerin tarım alanında uzmanlaşmış olarak değerlendirilmesi çözecekti. Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu gerçeği temelinde, Marshall yardımı ilkeleri çerçevesinde verilen bu rol ile, aynı zamanda tarımda kapalı üretim yapısının kırılması ve yukardan aşağı bir biçimde kapitalist gelişmenin hızlanması, işbirlikçi bir kapitalist burjuvazinin yaratılması öngörülüyordu. Ülke, Marshall Planı çerçevesinde bu iki unsurla, yani kuzeydeki ezeli düşmana karşı fedailik ve sanayisini yeniden kuran batılı emperyalist ülkelere tahıl deposu olma göreviyle sınırlı bir politika içinde tutuluyordu.

Emperyalizmle kurulan ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler çerçevesinde saptanılan kalkınma programı, 1947-48 mali yılında 1000 milyon dolara çıkar. Yapılan yardımın hangi alanlarda kullanılacağı belli koşullara bağlanmıştır. Bunun 5 milyonu için liman, 5 milyonu için tersane yapımında kullanma izni çıkarken, geri kalan bölümün de kara, deniz, hava kuvvetleri arasında bölüştürülmesi karara bağlanmıştı.

1948-49 yılında ise Marshall yardım programı çerçevesinde Türkiye’ye ayrılan ödenek 49.7 milyon dolar olup, bunun 38 milyon doları uzun süreli ve %2.5 faizle borç olarak adlandırılıyor, 11.7 doları da bağış olarak açıklanıyordu. 1949-50 mali yılında öngörülen miktar 59.1 milyon dolar olup, yine bunun 40 milyon doları borç, geri kalan kısım bağış olarak politik arenada yer almıştır.

Görüldüğü gibi emperyalizmle sömürgecilik ilişkileri içine girmek, ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmek önceliği, DP’ye değil, CHP’ye aittir. Ancak DP, yeni sömürgecilik ilişkilerinin yeni bir faktörü olarak arenada yer almıştır.

Savaş dönemi boyunca büyük servetler elde eden işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağaları, emperyalizmle girişilecek yeni ekonomik ve siyasi ilişkileri CHP kanalıyla değil, halk nezdinde dinamik, halkın sorunlarına çözüm bulacak, dertlerine çare olacak bir görüntü sunan taze kanla sürdürme avantajını kullanıyordu. Böyle bir gereksinmenin maddi koşulları zaten hazırlanmış bulunuyordu.

Cumhuriyet dönemi boyunca, halk kitlelerine yoğun bir şekilde eziyet eden Kemalist Diktatörlük, halka giderek yabancılaşmış, kokuşmuştu. İşbirlikçi burjuvazi bu durumun bilincine varmış, buna uygun olarak siyasi manevralara girmiş ve CHP’den siyasi olarak uzaklaşmıştı. Bu siyasi kopuş, DP’de ifadesini buluyordu.

1946’da kurulan ve 1950’nin 14 Mayıs’ında iktidara gelen DP, tam olarak emperyalizm hayranlığını yaşatarak, soğuk savaş politikasının keskin savunucusu olmuş, ülkenin baş düşmanı olarak Sovyetler Birliği ve dolayısıyla sosyalist sistemi görmüştür. 1950 yılından başlayarak ülkede yeni-sömürgeciliğin kurumlaşması DP eliyle yürütülecek, emperyalizmle bütünleşmek için DP, istenebilecek her türlü ödünü vermek zorunda kalacaktı.

1950-51 yılları arasında ABD emperyalizminin sağladığı ekonomik ve askeri krediler şu şekildedir [6]

YILAskeri YardımKredi (Milyon Dolar)Toplam
1950-1995132.25.8538.0
1951-195258.812.271.0
1952-195355.02.557..5
195346.02.748.7

 ABD emperyalizminin Türkiye’ye yaklaşım biçiminin askeri çıkarların korunması temelinde belirginleşmeye başlaması, ne onun ne de diğer emperyalist ülkelerin kendi sermayelerine çıkar sağlama çabalarının azalmasını getirmemiş, emperyalist sermaye aynı zamanda işbirlikçi burjuvazinin oluşmasına güçlü bir silah olarak bakmış, bu işbirlikçi kesimin belirleyici konuma sahip olması için maddi koşulların yaratılmasına çalışmıştır.

Tüm bu nedenlere bağlı olarak ABD emperyalizmine ve emperyalist sermayeye ülkenin kapılarının sonuna kadar açılması, yatırım ve yardımların özgürce gelişebilmesi için bütün önlemlerin alınması başat bir işlev haline gelmiştir. Nitekim Truman’ın Point Four yardım programı amacı soyutlayarak “büyük ölçüde artan özel sermaye akımını teşvike özellikle önem verilmesini” vurgular. [7]

Başkan Eisenhover için yabancı sermayenin teşviki, ABD emperyalizminin dış politika ilkelerinden biri olarak sayılıyor ve “dış ülkelere özel sermaye akımını teşvik yolunda hükümetimiz elinden geleni yapacaktır. Bu, dış politikamızın ciddi ve açık bir amacı olarak yabancı ülkelerde böyle yatırımlar için elverişli bir ortam yaratılmasının teşvikini gerektirir” diyordu. [8]

Bu noktada söz konusu yıllardaki yabancı sermaye durumunu genel bir tablo çerçevesinde izlemek yararlı olacak. [9]

YABANCI SERMAYE (milyon dolar)

YılBorçBağışToplamDiğer YardımKuruluşları
1946-4845.445.45.0
4933.833.867.4
5040.931.971.980.4
5149.849.8
5211.258.469.535.2
5358.658.620.0
5478.778.73.8
5525.583.8109.3
5625.0104.3129.3
5725.162.387.413.5
5823.290.4113.6125.5
5997.2107.0204.2
6026.599.0125.537.0

Emperyalist tekellerden biri olan ve ABD politikasında etkin bir yere sahip olan Trust Company yöneticilerinden August Moffry, ABD Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı bir özel bir raporda “Amerikan yabancı sermaye hamlesinin hizmetinde topyekün diplomasi”den söz edip şöyle devam etmektedir; “Dost ülkelerde daha çok direkt tedbirlerle yatırım iklimini iyileştirmek, ABD’nin topyekün ve devamlı çabalarının amacı olmalıdır… ABD hükümetinin dış ekonomisi, gelişme ile ilgili bütün kurumları, yabancı devletlerin Amerikan yatırımcılarının çıkarlarına aykırı düşen her türlü eylem ve ayrımına karşı daima dikkatli olmalıdırlar ve bunları önlemek ve düzeltmek için bütün diplomatik baskılara baş vurulmalıdır.”

Rapor yine emperyalist tekeller için nasıl bir ayrıcalık sağlanabileceğini de açıklamaktadır; “Dış ülkelere yatırım için daha iyi koşulların gerçekleştirilmesinde, ABD hükümetinin yararlanabileceği başka ve çok ümitli bir yol vardır. Bu yol, belli yatırımlarla ilgili olarak ayrıcalıklar elde etmek için özel yatırım çabalarını mevcut bütün olanaklarla desteklemektir. Bu ayrıcalıklar, özel ve resmi kişilerin kombine çabası ile belli bir yatırım konusunda sağlandıktan sonra, onları bütün özel yatırımcıların yararlanabilecekleri biçimde genelleştirmek için yol açmış olacaktır.” (10)

Ülkemizin dış politikasıyla ilgili olarak görevlendirilen ABD emperyalizminin Dış Ekonomi Komisyonu Başkanı C. B. Randall 1954 yılında Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasası yürürlüğe girmeden önce bu çalışmanın ana ilkelerini hazırlamak için 1953 Ağustos ayında Ankara’ya gelir ve verdiği bir demecinde yerli-yabancı özel teşebbüse dayanmanın Türk ulusunun iradesi sonucu olduğunu söyler: “Uluslararası ticaret ilişkilerinin geliştirilebilmesi için en uygun yolun özel sermaye ve özel girişimin bütün dünyada serbestçe faaliyette bulunması gerektiğine inanmaktayız. Türkiye halen özel girişime gösterdiği büyük ilgi dolayısıyla bu tür konuların incelenmesi için son derece ilgiye değer bir memleket olmuştur. Dolayısıyla ben ve arkadaşlarım özel yatırım sermayesinin Türkiye gibi bir memlekete niçin daha serbest bir şekilde akmadığının nedenlerini araştırmakla görevlendirildik.

Şuna tümüyle inanıyorum ki, özel girişime dönmek konusunda değil yalnız hükümetiniz fakat bu memleket için en önemli şey olan Türk ulusunun iradesi de tam kararını vermiş bulunmaktadır.” [11]

Randall, emperyalist tekellerin ülkeye neden daha az ilgi gösterdiğini ve tüm yatırım ve üretim alanlarının sınırsız bir biçimde emperyalist tekellere açılması ve hiçbir sınırlama politikasına gidilmemesi gerekliliğini anlatıyor, ancak hiçbir sınırlama olmadan emperyalist tekellerin, ülkeye yatırımlar yapabileceğinin altını çizerek bu durumu faşist Menderes Hükümetine bildiriyor.

Nitekim egemen sınıfların, ticaret burjuvazisi, tefeci tüccar ve toprak ağalarının taze kanı olan DP’nin iktidara geldikten bir yıl sonra, yani 1951 yılında çıkardığı 5821 sayılı Yabancı Sermaye Yasası’nı emperyalist mali çevreler yeni sömürgecilik politikasına uygunluk açısından yetersiz bulmuş, ülkeye yeterli bir sermaye akışını gerçekleştirmek için bu yasanın sınırlarının genişletilmesini ve yeni yatırımlar için daha fazla ayrıcalıklar istemiştir.

1951 yılında çıkarılan yasa, emperyalist mali çevrelerin yapacağı yatırım ve üretim alanlarına belli bir sınırlama getirmiş, bu sınırlamalarla tarım ve ticaret alanlarını emperyalist yatırımlara kapalı tutmaya giderken, sanayi, maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm alanlarını emperyalist mali kurumların yatırımlarına açmış ve ek olarak emperyalist mali şirketlerin karlarına bir sınırlama getirmiştir.

Türkiye’nin emperyalizmin bir yeni sömürgesi haline gelmesiyle birlikte, ülkenin ekonomik ve politik şekillenmesi artık neredeyse tümüyle emperyalizm tarafından belirleniyordu. Kaderinin emperyalizmin denetimine girmesi dolayısıyla ülkenin kalkınması, gelişmesi ve bağımsız bir ekonomi politikası izlemesine kesinlikle izin verilmeyeceği gerçeği ortaya çıkıyordu. Türkiye hükümetleri daha çok emperyalizmin uygun gördüğü politik hattı, ülke içinde organize etmekle görevliydi.

Emperyalizmin ülke için uygun gördüğü politik hat, ülkede ağır sanayinin kurulmayacağını, ancak dayanıklı ve dayanıksız hafif imalat sanayi dalında gelişme gösterebileceğini, bunun da çeşitli kurallar altında belli bir düzende, yani patent hakkı, lisans ve knowhow tarzında getirilen anlaşmalar çerçevesinde gerçekleşeceğini belirliyordu.

Amerikan Dış Ekonomi Politika Komisyonu Başkanı Randall’ın girişimiyle 1954’te çıkartılan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasası, tarım ve ticaret alanlarının da emperyalist mali kuruluşların yatırımlarına açılmasını ve ayrıca geniş bir sermaye tanımlaması yapılmasını, yatırılan sermaye ve karın özgürce transferini sınırlayan hükümlerin kaldırılmasını sağlıyordu.

Yasa, yürürlüğe girdiği biçimiyle oldukça yüklü bir anlama sahiptir. Ülke içindeki ekonomik gelişme seyrinde işbirlikçi burjuvazinin yararına reorganizasyona gidilerek; (Türkiye bir tarım ülkesi olduğuna göre) tarım alanlarının büyük bir bölümünde egemen olan kapalı üretim yapısını parçalamak, işbirlikçi burjuvaziyle kurulan ilişkilerin bir yönü olarak tarım burjuvazisiyle ilişki kurmak, aynı zamanda gerçekleştirilmek istenen yeni sömürge kapitalizminin zincirlerinin halkalarını sağlamlaştırmak, Pazar sorununu çözmek üzere eldeki pazarları derinlemesine genişletmek yolu tutulmuştur.

1950’li yıllarda izlenen yeni sömürgecilik politikası ve bu politikayı geri kalmış ülkelerde kurumlaştıran yasalar sadece ülkemize özgü bir biçim değildir. Emperyalizmin yeni sömürge zinciri halkaları içinde yer alan Yunanistan, Panama, Güney Kore, Milliyetçi Çin (Tayvan), Guetamala gibi tümüyle emperyalizmin egemenliği altına giren ülkelerde de ülkemizde çıkarılan yasaların benzerleri çıkarılmış yeni sömürgecilik bu gibi ülkelerde de kurumlaştırılmıştır.

Amerikan Dış Ekonomi Politika Komisyonu Başkanı Randall’ın girişimiyle çıkartılan Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasası’nın en önemli hükümlerinden biri 19. maddedir. Adı geçen maddede, emperyalist mali sermayeye sağlanan olanakları ve ülkenin emperyalistlere nasıl peşkeş çekildiğini, bu durumun nasıl yasallaştırıldığını, kullanılan şu tanımlamalarda buluyoruz; “Yerli sermaye ve girişimlere (yerli işbirlikçi sınıflara tanınan hak ve ayrıcalıklar kastediliyor) tanınan bütün haklardan bağışıklık; ve ayrıcalıklardan yabancı girişimcileri de yararlandırmayı kabul etmektedir” [12]

İşbirlikçi burjuvazi cılız olduğu ve emperyalist mali kaynaklarla yarışamayacağı için onlarla bütünleşme yoluna girmeden gelişip güçlenemeyeceğini, dolayısıyla yerli işbirlikçi burjuvaziye tanınan tüm hakların emperyalist tekellere de tanınmış olduğunu belgelerle görüyoruz. Oysa kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasası burada da açık olarak ortadadır. Artı-değer yasası uyarınca yatırılan sermayenin oranına göre bölüşüm gerçekleşeceğine göre emperyalist tekellerle işbirlikçi burjuvazinin aynı olanakları eşit oranda paylaşması, emperyalizmin sosyal, siyasal ve ekonomik politikasına ters düşecektir.

Yeni sömürgeciliğin kurumlaşmasını tamamlayan Yabancı Sermaye Özendirme Yasası gibi diğer bir yasa da petrol yasasıdır. Bu yasayı hazırlayanların başında Amerikan petrol tekellerinin avukatı Max Ball vardır. Daha önce petrol alanındaki üretim ve işletme özel sermaye kesimi ile değil, devlet tekeliyle gelişiyordu. 1954 yılında ABD emperyalist tekellerinin direktifleri, petrolün devlet tekelinden alınıp özel mülkiyete devredilmesini öngörüyordu. Emperyalist petrol tekellerinin avukatı Max Ball’ın mimarı olduğu yasa, yer altı zenginlik kaynaklarımızın şu hükümlerle emperyalist tekellere devredilmesini karara bağlıyordu. “Petrol kaynakları ancak özel girişim ve sermayenin etkin olabileceği genişlikte ve oranda bu alana girebilmesi için, devletin ne arayıcı ve işletmeci, ne de herhangi bir biçimde petrol sahibi olarak özel girişimin karşısına çıkmaması gerekmektedir. Özel girişim, devlete rakip bir durumda çalışmak istememektedir.” [13]

Daha önce devletin tekelinde olan ve TPAO olarak bu üretim alanında işlev gösteren şirket, yeni yapılan bir anlaşmayla bu durumu petrol yasası olarak resmileştirirken, şirketin bütün ayrıcalıklarına son veriyor, yeni sömürgeci sistemin ruhuna uygun olarak petrol aktiviteleri işbirlikçi burjuvaziye ve emperyalist mali kaynaklara devrediliyordu . TPAO’nun üretim ve çalışma alanlarına büyük bir sınırlama getirilerek, emperyalist tekeller istediği gibi petrol arama ve çalışma olanaklarına sahip olurken, devletin bu alandaki etkinliğini fiilen kesmek için yerli şirket, emperyalist tekellerin eseri olan yeni yasayla, ancak azami ölçüde sekiz ruhsatla çalışma ve arama yapabiliyordu.

Emperyalizmin yeni sömürge ülkelere yönelik izleyebileceği strateji ve politik yaklaşım biçimlerini en iyi açıklayan ve ABD politikasında önemli etkinliğe sahip olan Nelson Rockefeller, Ocak 1956 yılında Başkan Eisenhower’e yazdığı bir mektupta, ABD emperyalizminin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini yazıyor ve emperyalizmin yeni stratejisini şöyle açıklıyordu: “Bizim politikamız hem ‘global’ yani dünyanın bütün kara parçalarını kapsayan, hem de total olmalıdır. Yeni politika, askeri, ekonomik, psikolojik önlemleri ve özel yöntemleri bir bütün içinde bir araya getirmelidir. Başka bir deyişle, yapılacak şey atlarımızın hepsini tek bir arabaya koşmaktır.

Düşüncelerimizin pratikte en son örneği, hatırlayacağınız gibi bizzat ilgilendiğim İran tecrübesidir. Ekonomik yardımı harekete geçirerek İran petrolüne el koymayı başardık ve bu ülkenin ekonomisine yerleştik. İran’da ekonomik pozisyonumuzun kuvvetlenmesi, bu ülkenin dış politikasının kontrolümüz altına girmesini ve özellikle Bağdat Paktı’na girmesini sağladı. Artık İran Şahı elçimize danışmadan hükümetinde herhangi bir değişiklik yapmaya bile cesaret edememektedir.

Kısaca söylemek gerekirse, burada ileri sürülen düşünceler beni ve arkadaşlarımı politik programlarımızın aşağıdaki temel ilkelere oturtulması zorunluluğuna götürdü.

I- Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan önlemleri sürdürmeliyiz. Çünkü paktlar herhangi bir komünist saldırısını ve ulusal hareketleri önlemekte yararlı olacaklardır. Bundan başka Asya’daki ve Ortadoğu’daki pozisyonlarımızı her yönden sağlamlaştıracaklardır.

Şu önemli gerçeği gözden uzak tutmamalıyız. Magnezyum, krom, kalay, çinko ve doğal kauçuğumuzun tamamı, bakır ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve aliminyumun üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir. En önemlisi, ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan herhangi birinin etki alanında bulunan Asya ve Afrika’nın azgelişmiş bölgelerinden gelmektedir. Süper-stratejik maddelerin, bu arada uranyumun durumu da yukardakiler gibidir.”

Rockafeller’in sunduğu raporun ikinci ve üçüncü maddesinde, kurulan askeri paktların sağlamlaşması ve Marshall Planı olarak bilinen yeni sömürgecilik programının getirdiği yasaların ve bu önerilerin hayata geçmesiyle birlikte daha büyük çıkarlar sağlanacağı vurgulanıyor, Amerikan emperyalizminin bundan sonra yeni sömürgelere uygulayacağı ekonomik yardımın üç ana grupta toplanması öneriliyor ve rapor şöyle sürüyordu.

“Birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun süreli sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan anti-komünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinimi yoktur. Bu noktada, Dışişleri Bakanlığı’yla aynı fikirdeyim. Genişletilmiş ekonomik yardım, örneğin, Türkiye’de bazı durumlarda düşünülenin tersi sonuçlar verebilir, yani bağımsızlık eğilimini arttırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere, Türkiye gibi, doğrudan doğruya ekonomik yardım da yapılabilir, ama bu, ancak bize bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri rahatsız bırakacak biçim ve oranda olmalıdır.

Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarını da ayarlamak gereklidir. Hükümet özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla, birçok politik amaca ulaşılabilir. Ayrıca bizi destekte kararsız ve sallantılı olan bütün kişisel işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının, ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.”

Rapor, ikinci ve üçüncü gruba sokulan ülkelerin siyasi politikalarına göre tavır takınılması gerekliliğinden sözediyor, ülkedeki ekonominin kilit noktalarını ele geçirmek için işbirlikçi bir sınıf yaratılmasına gidilmesini, emperyalist sermayeye karşı temkinli davranan hükümetlere muhalefet eden grup ve kişilerin desteklenmelerini ve verilen bu destekle emperyalist politikanın ülke içinde mutlak bir yere sahip olacağını açıklıyor.

Üçüncü grup olarak adlandırılan ülkeler henüz sömürge halinde olan ülkelerdir. Bu ülkelerde gelişen ulusal kurtuluş hareketlerini engellemek için sömürge idaresine karşı ulusal kalkınmayı savunan kesimlere destek verilebileceği, hatta onlarla ortaklaşa ekonomi tesislerinin kurulabileceği söyleniyor. Bu stratejiye göre hareket edilmemesi halinde sözkonusu ülkelere bağımsızlık hareketlerinin gelişip güçleneceği vurgulanıyor. Sömürge durumundaki bu ülkeler yalnızca eski sömürücü ülkenin kontrolünden çıkmakla kalmaz, ABD emperyalistleri de bu hareketlerin gelişimini engelleyemez, diyor rapor…

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın getirdiği sonuçları değerlendiren emperyalizm, kaçınılmaz olarak sömürü yöntemlerinde değişikliğe gitti. Burada Lenin’in emperyalizm kuramının, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasası ile birbirini tamamladığını görüyoruz. Bu yasa gereği emperyalizm, bir yerde güçlü bir kuvvet olarak ortaya çıkarken, bir başka yerde zayıflamakta, bir bütün olarak ve sürekli bir gerileme içinde bulunmaktadır. Marksist bilgi teorisine önemli bir katkı olan Lenin’in bu saptaması kuram olarak yayınlandığında, emperyalizmin kolları bir ahtapot gibi bütün dünyayı sarmış bulunuyordu.

Oysa 1970’li yıllarda dünyanın üçte biri sosyalist bir sistem içinde emperyalizmin karşısına dikilmiş onunla yaşamın tüm alanlarında boy ölçüşecek boyutlara varmış bulunuyor. Bu gelişmelerin yanı sıra, emperyalizmin İkinci Paylaşım Savaşının bedelini çok büyük ve ağır bir yenilgiyle ödemesi sonucu, eski sömürgecilik yöntemlerini daha önce olduğu gibi temel bir sömürü biçimi olarak kullanmadığını-kullanamadığını çeşitli kereler belirtmeye çalıştık. Bunun nedeni, dünyanın dört bir yanındaki büyük anakaralarda emperyalizme karşı sürdürülen ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarıdır.

Anti-emperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları, emperyalizmin çizdiği sınırları tek tek bozarak onu kendi sınırları içinde sıkıştırmaktadır. Bu durum emperyalizmin iç çelişkilerini arttırmakta ve varlığını tehdit eden çizgiler kazanmaktadır. Eskiden olduğu gibi bu dönemde de yeni sömürge ve sömürge ülkelerden artı-değer akışını kolaylaştırmak için hazırlanan gündem, Rockafeller’in Eisenhower’e sunduğu raporda yer aldığı gibi, dünya çapında yeni düzenlemeler içermektedir. Yeni sömürgeci ilişkiler ağının nasıl oluşması gerektiğinin düşünüldüğü, bütün çıplaklığıyla Ortadoğu Raporunda yer almaktadır. Bu raporun temel perspektifi, yeni sömürge ülkelerden artı-değer aktarımını kolaylaştırmak için yeni yöntemler aramak, yeni önlemler almak ve yeni sömürgelerde komprador burjuvazinin en ileri unsurlarıyla ilişki ağı yaratmak, onlarla ortak yatırım yapmak, komprador burjuvaziye, kendine bağımlı tekelci bir burjuva organizasyonunu tamamlamak için ülkenin kurumlarını kendilerine bağımlı hale getirmek, açık işgale girmeksizin ülke içinde faşist kurumlaşmayı sağlamak, sınıf savaşımının gelişimini bastırmak, militarist güçlerin gelişme ve modernize edilmesi, kısaca sömürge tipi faşizmin yerleştirilmesidir.

Savaşın getirdiği sonuçlar, emperyalistlerin bu taktiklere başvurmasının gündemini yaratmıştır. Dolayısıyla, sömürge tipi faşizmin ortaya çıkması ve kurumsallaştırılması için İtalya ve Almanya’da olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru bir kitle tabanına dayanmak tarzında bir kural yoktur. Ancak tekelci sermayeye bir kitle tabanı yaratmak, faşizmin her zaman hayal ettiği bir tablodur. Ayrıca kitle tabanının faşizmin iktidara gelmesinden önce mi yoksa sonra mı gerçekleşeceği, ya da hangi boyutta olacağı ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı bir olgudur.

Buna karşın Komintern’in faşizm tanımı, faşist kitle tabanıyla ilgili olarak herhangi bir şey içermediği gerekçesiyle günümüzde yadsınmakta, ya da doğmatik bir biçimde bulunduğu somut koşulları dikkate almadan, bir şablon olarak kabul etmektedir. Eleştirmenler ve faşizmin evrimine ilişkin düşünce üretemeyenler genel olarak sadece Alman ve İtalyan faşizmini göz önünde tutmaktadırlar. Doğru; sözü edilen ülkelerde faşizmin kitle tabanı üzerinde örgütlenmesinin büyük bir rol oynadığı gerçeği, yadsınacak bir olgu değildir. Ancak bu durum, faşist ülkeler için değişmez kural olarak görülemez. III. Bunalım dönemi ilişkileri içinde, yeni sömürge ülkelerde geçerliliği kalmamıştır.

Leverenzi ve onun komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili adlı eserinde kullandığı bir alıntının sahibi olan Emil Carlbach 1970 yılında klasik faşizmin tanımını her derde deva gören anlayışlara şöyle bir yanıt vermiştir: “1919’da Macaristan, bugün Portekiz ve Yunanistan ve diğer faşist ülkelerdeki uygulamalar göstermiştir ki en gerici tekeller ordunun ve devlet aygıtının önem taşıyan kesimleri ile birlikte faşizmi kurabilmektedir. Ancak ondan sonra az çok başarılı olsa da kitle tabanının terör demogojisiyle oluşturulması denenmektedir.” [14]

Unutulmamalıdır ki, 1950 yılında iktidarı devralan DP temsilcileri, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca batılı emperyalistlerle iyi ilişkiler içinde kalmış, ülkede onların acentalığını yapmış ve savaş sonrası dönemde soğuk savaş taraftarı olmuştur. CHP zamanında kurulmuş ilişkiler DP döneminde en üst boyuta çıkarılmış emperyalizmin istediği bütün ödünler verilmiştir.

Bu ödünler kapsamında, Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasasıyla ülkedeki bütün üretim alanları emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda reorganize edilmiş ve yine çıkarılan Petrol Yasasıyla ülkemizdeki bütün yer altı ve yer üstü doğal kaynakları emperyalist tekellerin egemenliğine sokularak parlamentoda bu bağımlılığın pekiştirilmesi sonucunda yeni sömürgeciliğin kurumlaşması gerçekleşmiştir.

Doğaldır ki ülke topraklarında sürdürülen bu ilişkiler, uluslar arası ve bölgesel siyasi ilişkileri de kapsayacaktı. Emperyalizm ile olan ilişkiler sadece ülke topraklarıyla sınırlı kalmıyor, Türkiye’nin uluslar arası politikasının ekseni de emperyalist efendiler tarafından belirleniyordu. Emperyalist silahsız saldırganlık yoluyla dünya halklarına karşı yeni bir savaş cephesi açan güçlere, Türkiye’deki egemen sınıflar tereddüte kapılmaksızın katılıyorlardı. Ezeli düşman Sovyetler Birliğine karşı “Moskof” edebiyatının yeniden gündeme getirilmesiyle yapılan siyasi tercih yetmiyor, ancak verilen köklü ödünler sonucu bu cephede yer alınabiliyordu.

Ticaret burjuvazisi, tefeci tüccar ve toprak ağalarının yeni partisi olan DP, iktidara gelir gelmez CHP’nin yapmak isteyip yapamadığı, başaramadığı işlere el atıyordu. Bunların başında Türkiye’nin NATO içinde yer alabilme sorunu geliyordu. Egemen sınıfların taze kanı olan DP, emperyalizmle girişilen uzun pazarlıklar sonucu NATO’ya ve doğrudan doğruya ABD emperyalizmine bağlanıyordu.

1952 yılında Türkiye’nin NATO içinde yer almasından sonra coğrafi olarak Güneydoğu Asya Paktı (South East Asia Treaty Organisation-SEAO) olarak İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesiyle doğan boşluğu doldurmak amacıyla yeni bir “Savunma” Paktı kuruluyordu. Emperyalizm gerçek yüzünü gizlemek amacıyla dünya halklarına karşı saldırgan amaçlarını “Savunma” adı altında sunmaya ve bu iki yüzlülüğünü dünya halklarına benimsetmeye çalıştı. SEATO, emperyalizmin yayılmacı politikasının Asya, Afrika ve Ortadoğu’daki saldırgan kollarından başka bir şey değildir.

1955 yılı Şubat ayında Bağdat Paktı adıyla Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında kurulan bu pakt 1958 yılında Irak’taki rejimin düşmesinden sonra “Central Easren Nations Treaty Organisation-CENTO” adını alacaktır. Böylece Türkiye’nin devraldığı görev, hem Sovyetler Birliği’yle Ortadoğu ve Akdeniz arasında ileri bir karakol olmak, hem de NATO paktıyla Asya’daki paktlar arasında bir bütünsellik oluşturulmasında kilit rolü oynamaktır. Bu politik tercih bağlamında iktidarda bulunan işbirlikçi burjuvazi, tefeci tüccar ve toprak ağaları, Türkiye’nin aldığı görevler karşılığında sürekli bir ekonomik yardım sağlamak ve hatta Ortadoğu’da siyasi üstünlük kurmak hayaline kapılacaktı.

Türkiye DP’nin eliyle emperyalizmin saldırgan bir paktı olan NATO’ya girdikten sonra bütün enerjisiyle Ortadoğu’da emperyalistlerin çıkarlarını kollamış ve savunmuş, Sovyetler Birliği’nin gelişmesi karşısında emperyalistlerin jandarmalığını üstlenmiş, bir çok durumda batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki işbirlikçisi durumunda bulunan ülkelerle birlikte olmuştur. Bu işbirliği emperyalizm adına “kutsal bir görev” olarak görülmüş ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına sahne olan Ortadoğu ülkelerinde bu hareketleri bastırmak, alt üst oluşları engellemek ve halkların kaderini etkilemek için hiçbir çabadan kaçınmamıştır.

Öte yandan Türkiye’nin Ortadoğu halklarına karşı olan emperyalizm yanlısı tutumu, Arap dünyasında büyük tepkiler oluşturuyor ve bu ülkeler haklı bir değerlendirmeyle Türkiye’yi emperyalistlerin uşağı ve bölge jandarması olarak niteliyorlardı.

Bilindiği gibi ABD emperyalizminin politik belirlemelerinde önemli konumdaki en büyük emperyalist tekellerden biri olan Rockafeller, 1956 yılında ABD Başkanlığına sunduğu raporda, Bağdat Paktı’nın oluşmasında büyük emek sarfettiğini ve bu paktın kendi eseri olduğunu vurgulamış, bizim gibi ülkelere karşı nasıl bir taktik hat izleyeceğini emperyalizmin yeni sömürgeci politik stratejisinde açıklamıştı. Rockafeller’in deyimiyle bu dönemde ülkemizde iktidardaki DP, anti komünist bir parti olup, emperyalizmin çıkarlarını savunmuş, bölgesel ve uluslar arası düzeyde organize edilen konferanslarda ABD emperyalizminin ve diğer batılı emperyalistlerin yanında yer alarak ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının baş düşmanı olmuş, kraldan çok kralcılığı oynamıştır. Siyasi pratikte bu tutumunu bütün canlılığıyla kanıtlamıştır.

Nitekim 18 Nisan 1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı’nda Türkiye, açık bir dille emperyalistlerin sözcülüğünü yapmış, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı olan düşman yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir. Konferansta takınılan bu tutum karşısında bir çok ülke Türkiye’yi sert bir dille eleştirip kınamış ve Arap Dünyasından gelen nitelemenin bir benzeri de bu konferansta söz konusu olmuştur.

Yine Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırması karşısında paniğe kapılan emperyalist devletlerden İngiltere ve Fransa, bu karara karşı önlem almak için yanlarına İsrail Siyonist devletini de alarak gizli bir anlaşma yapıp Mısır’a saldırmışlardır. Emperyalizmin Mısır halkına karşı giriştiği bu iğrenç saldırıya, en başta Türkiye destek vermiş ve saldırıyı savunmuştur. Bu olay üzerine toplanan Londra Konferansı’nda emperyalistler tarafından getirilen bütün kararlar ve önerilere Türkiye kayıtsız koşulsuz destek sunmuştur.

Artık yeni sömürgecilik politikası Türkiye’nin politik yapısında egemen duruma gelmiş, öyle ki 1957 yılında ABD Suriye ilişkilerinin bozulması ve ortaya çıkan bunalım, siyaset tarihçileri tarafından, ABD ile Suriye arasındaki bir durum değil, Türkiye ile Suriye arasındaki bir bunalım gibi değerlendirilmiştir. Bu durum, yeni sömürgecilik politikasının bir sömürge olan Türkiye’deki boyutu bakımdan ilginç bir örnektir.

Keza 1957 yılında Suriye’de yapılan ara seçim sonuçlarının ülkedeki ilerici güçlerin lehine sonuç vermesi, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında şok etkisi yaratmıştır. İlerici güçlerin lehine gelişme gösteren bu iç politika olayı emperyalizm cephesini çok etkilemiş olmalı ki, bütün diplomatik kanalları ve kuralları bir yana bırakarak, açık bir dille kaygılarını dile getirmişlerdir. Emperyalistler, Ortadoğu’nun ileri bir karakol olduğunu, bütün tavır ve davranışlarıyla somutlaştırmışlardır.

Benzer ve daha ileri boyutu olan başka bir gelişme ise yine Ortadoğu’da meydana geliyordu. Bu, 14 Temmuz 1958 günü bir Bağdat Paktı toplantısına gelmek üzere Ankara’da beklenen Irak Kralı Faysal ile Başbakan Nuri Sait’in bir darbe sonucu devrilip öldürülmesi olayıydı. Bu olay Türkiye üzerinde yeni bir şok etkisi yaratmış, paktın tek Arap ülkesi olan Irak’ın bu iç siyasi gelişmeleri onu ürkütmüştür. Irak’taki bu çatışmayı, iktidarın devrilmesini ve siyasi yöneticilerin öldürülmesini, paktın kuruluş ilkelerinin bir ihlali olarak değerlendirerek Irak’ın yeni kurulan iktidarını uzaklaştırmak için ülkeye müdahale etmek istemiş, fakat paktın patronu Amerika, Türkiye’nin müdahale isteğine yeşil ışık yakmayınca müdahale planından vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.

Ortadoğu’nun en hareketli ülkelerinden biri olan Lübnan’da, anti emperyalist güçlerle emperyalizm yanlısı Devlet Başkanı Şamun’un güçleri arasında çıkan çatışma sonucu ABD, zaman kaybetmeksizin Lübnan kalesinin düşmesini önlemek amacıyla, Şamun’a verdiği desteği açık işgale dönüştürmüş ve Şamun’un devrilmesini önlemeye çalışmıştır.

Diğer bir alt üst oluş ise Ürdün’de meydana geliyordu. 17-18 Temmuz 1958’de ABD Hava Kuvvetlerinin desteğinde, İngiltere Ürdün’ü işgal etmişti. Bu durum karşısında Türkiye’nin emperyalist işgale karşı politikası açık ve nettir. Emperyalistlerin Ortadoğu’ya yönelik işgal hareketleri Türkiye tarafından sonuna kadar desteklenmiştir. Türkiye, işgal olayının uluslar arası hukukun kurallarına göre yapıldığını büyük hoşnutlukla dile getirmiş ve Amerika’nın Lübnan işgalini “hür dünyanın Amerikan liderliğine güvenini pekiştirecek” bir eylem ve müdahale biçimi olarak tanımlayarak yeni sömürgeciliğin siyasi boyutunun ülkemizde ne denli pekiştiğini göstermiştir.

Lübnan işgalinde emperyalizm Türkiye’yi işbirlikçi hükümet kanalıyla bir sıçrama tahtası yapmıştır. Ülkemizde kurulan saldırgan emperyalist üslerden biri olan İncirlik Askeri Üssü’nü kullanmış, bu kullanış biçimi işbirlikçi iktidar tarafından Eisenhower Doktrini’nin bir uygulaması olarak değerlendirilmiş, her ulusal hareketin ardında “komünizm tehlikesini” gören Türkiye, 1946’lı yıllarda emperyalizmin başlattığı soğuk savaşın keskin savunuculuğunu yapmıştır.

YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI SÜRECİNDE EGEMEN SINIFLAR ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER

Türkiye’deki egemen burjuvazinin iki fraksiyonu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1950-60 yılları arasında siyasi iktidarı, mali sermaye, toprak ağaları temsil etmekteydi. Bunların yanına bir kısım burjuva aydını geçinen emperyalizm hayranını da koymak gerekecektir. Egemen sınıfların bir bileşimi olan siyasi iktidarın yürüttüğü ekonomik politikalar gereği, burjuva sınıfın temel iki fraksiyonu oldukça zenginleşecektir.

Büyük toprak sahipleri, daha yoğun bir tarım düzeyine ulaşmak için ellerindeki topraklara yatırım yapmak yerine gerek krediler ve gerekse tarım ürünleri fiyatlarında devlet tarafından dünya Pazar fiyatlarının üstünde bir düzey uygulanması yoluyla devlet hazinesinden kendilerine kaynak bulmayı tercih ederler. Merkez Bankası’nın Toprak Mahsülleri Ofisi’ne verdiği açık krediler, 1953 yılında bu bankanın dağıttığı toplam kredilerin %34,9’unu oluştururken, bu oran 1956 yılında %14,9’a düşüyor ama 1959 yılında yeniden %26,6’ya yükseliyordu.

Büyük ticaret burjuvazisine gelince, ithalat tekellerinin döndürdüğü karlı dolaplarla yükünü tutmayı yeğler ve sanayi yatırımlarını yalnızca hammadde ithalatına bir gerekçe olarak kullanır. Ne var ki her iki kanat ta kazançlarını aynı kaynaklardan sağlamaktadır. Bu kaynaklar, devlet hazinesi, emperyalist şirketlerin ya da devletlerin sağladığı krediler ve dövizlerdir. Durum bu şekilde bir gelişim gösterince, değişik kesimler arasındaki çatışma kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.

Daha 1954 yılı öncesinden başlayarak, egemenlik güçleri arasındaki çatışmalara tanık oluyoruz. Büyük burjuvazi, büyük toprak sahiplerine karşı başlıca üç ana noktada yakınmalarını dile getirmekteydi. Bu yakınmaların ilki, toprak ağalarının vergi ödememeleri konusundadır. Cumhuriyetin kurucularının öşürü kaldırma konusundaki uygulamaları toprak ağalarının işine yaramıştır. Bunlar uygulamada hiçbir dolaysız vergi ödememektedirler. Büyük burjuvazinin büyük toprak sahiplerine yönelttiği ikinci yakınma konusu, ellerindeki topraklarda yoğun bir tarım uygulayarak dış satımın artmasına, bu yolla da ülkeye daha çok döviz girdisinin sağlanmasına yardımcı olmamalarıdır. Üçüncü yakınma konusu ise, büyük toprak sahiplerinin, tasarrufa hiçbir katkıları olmadığı halde, tarım ürünlerinin belli bir düzeyde tutulması yoluyla, devlet kredilerinden büyük bir pay kullanmalarıdır.

Büyük burjuvazinin toprak ağalarına yönelik bu yaklaşımlarıyla birlikte, büyük burjuvazinin de (ülkede üretimin bütünü bağlamında, tarım alanındaki üretimin önemine ve bu üretime tanınan önceliğe karşın) devlet tarafından verilen kredilerin büyük payını bu kesimin ele geçirdiği yolunda bir yaklaşımı vardır ve böylelikle çelişkiler şu yüzüne çıkmaktadır.

Çelişkiler, 1954 yılından sonra, büyük toprak sahipleri ürünlerini kendi kendilerine pazarlamak amacıyla ticaret alanlarına kaymaya başlayınca daha da keskinleşiyordu. En ünlüsü Adana ve çevresindeki pamuk ekimiyle uğraşan toprak ağalarına bağlı Akbank olmak üzere, büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu yeni mali gruplar ortaya çıkıyor ve bunlar İş Bankası gibi geleneksel iş çevrelerine bağlı kuruluşlarla yarışmaya giriyorlardı.

Söz konusu çatışmanın siyasal düzeyde çözülmesi olası görünmüyordu. Çünkü seçmenlerin ve Büyük Millet Meclisi’ndeki sandalyelerin çok büyük bir bölümü büyük toprak sahiplerinin elindedir.Bu bağlamda çatışma ve çelişkiler ekonomik ve mali cephede sürdürülür. Çatışmanın her iki tarafında yer alan egemen sınıflar, dünya nimetlerinin en büyük bölümünü kendi denetimleri altına almak ve bunu korumak yollarını arar.

Egemen sınıflar arasındaki çatışma, emperyalist çevre ve kurumların pek hoşuna gitmez ve bu çevre Türkiye hakkında sesli düşünmeye başlayarak hoşnutsuzluğunu dile getirir. Egemen sınıflar arasındaki çatışma, son çözümlemede devlet hazinesinin, yani kağıt para emisyonu ile beslenen kredi musluklarının durmadan akmasına yol açar.

1950 ile 1960 yılları arasında toplam kredi hacmi 2 milyon 32 bin Türk lirasından 13 milyon 11 bin Türk lirasına yükselerek toplam 6,5 kat bir artışa neden oluyordu. Kamu sermayesiyle bir dizi yeni özel bankalar kuruluyor, bu bankaların dağıttığı kredilerin 1/3’ü geri ödenmediği için 1960 yılından sonra bir kısmı iflas bayrağı çekmek zorunda kalıyordu.

Böylelikle DP iktidarının, “her mahallede bir milyoner yaratacağız” demogojik sloganıyla yaslanmak istediği sınıfları ve oy tabanını yitirmemek korkusuyla, büyük burjuvazi ile toprak ağalarının yararına nasıl bir politika izlediği kendiliğinden anlaşılır olacaktır. Dolayısıyla, bir ekonomik bunalım öncesinin bu kendine özgü havası içinde, yeni servetlerin bölüşülmesine neden olurlar.

Yıllardan beri süren ekonomik bunalım öyle bir noktaya gelir ki, siyasi iktidar (büyük bir bölümü OEEC ülkelerine olmak üzere) emperyalist kuruluşlardan sağladığı borcun büyük bir bölümünü ödeyememe durumuyla karşı karşıya kalıyor ve bu bunalım bütün boyutlarıyla 1958 yılında ortaya çıkıyordu. Yeni sömürgeciliğin ilk evresi ve köklü programı olan “Marshall Planı”nın uygulanmaya başlamasından 2 yıl sonra Türkiye artık emperyalizmin bir yeni sömürgesi olma evresini tamamlamış, Türkiye yönetici sınıflarının ipi, olduğu gibi emperyalizmin eline geçmiş bulunmaktadır.

1958 yılının Mayıs ayında OEEC Konseyi, işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarı olan Menderes Hükümeti bir istikrar programı uygulamaya sokmadığı için, Türkiye’ye yapılan yardımın durdurulmasına karar verme düşüncesini bildirir. Emperyalizmin bir kurumu olan OEEC, Haziran ayı içinde Türkiye’ye yeni bir kurul göndererek yardım programının ilkelerini ortaya koyar ve bu ilkeler üç noktada şekillenir.

– Türkiye ekonomisine zarar veren enflasyonist etkenlerin ortadan kaldırılması,

– Ülkedeki kaynakların düzeltilmesi, düzenlenmesi,

– Ekonominin uzun süreli gereksinmelerini ve ödemeler dengesinin sunduğu olanakları hesaba katan bir yatırım programının yapılması,

Bu üç noktada da emperyalist kurumun amacı bellidir. Kredilerinin sınırlandırılması ve denetim altına alınması, tarım reformu, 5 yıllık kalkınma planlarının yapılması… Bu istemler bağlamında emperyalizmin Menderes Hükümeti’nden istediği istikrar; oy potansiyeline ilişkin kaygıya kapılmadan ilkelerini hayata geçirmesi ve aynı zamanda büyük toprak sahiplerine karşı büyük kent burjuvazisiyle ittifaka girmektir. Emperyalizm, toprak ağalarına karşı kesinkes işbirlikçi burjuvaziyi destekler. OEEC, başıbozuk para rekabetinin denetim altına alınması, yabancı sermayenin güvenlik ve kârının sağlama bağlanması amacıyla ticari kredi mekanizmasının düzeltilmesi önerisinde bulunsa dahi, aynı zamanda tarım ürünleri fiyatlarını belli bir noktada tutmak ve para musluklarının büyük toprak sahiplerine yönelik akışını da engellemek istemektedir.

Tüm bu çelişkilere karşın emperyalizm sermaye akışını belli bir seviyede sürdürecek ve yeni ödünleri de alacaktır. Açıkçası emperyalizm Türkiye’yi gözden çıkarmak istememekte ve bağımlılık zincirine yeni halkalar ekleyerek bu yeni halkalarına uygun yeni anlaşmalara gitmektedir. Emperyalizm uzun süreli önlemlerini uygulama alanına koymadan önce Türk Lirasında yeni bir devalüasyon isteyecek ve 1958 yılının Ağustos ayında devalüasyonun oranı %165 oranında gerçekleşecek, dolara karşı TL’nin değeri, 2,80’den 9 Türk lirasına kadar fırlayacaktır.

Yine 1959 yılında yapılan anlaşmalar çerçevesi içinde OEEC’ye (bu kurum 1961’de bir “E” atlayarak OECD olacak) bağlı ülkeler Türkiye’ye 357 milyon dolarlık borç vermeyi kabul edecek, bu borç 450 milyon dolarlık ticari borcun, zamanı gelen ödemelerinin yapılmasında kullanılacaktır. Tüm bu önlemler ve anlaşmalara karşın ülkedeki siyasi denge emperyalist çevreleri doyurmayacak, işbirlikçi burjuvazinin yararına yeni düzenlemelere gidilmesi istenecek ve en azından siyasal erkteki toprak ağaları etkinliği belli bir noktada tutulmaya çalışılacaktır. İşte bu ilişki ve çelişkiler 1960 yılında en üst boyutta kendisini hissettirecektir.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde ve sonrasında Kemalist Diktatörlükten en çok zarar gören kesimlerden olan köylülük ve küçük burjuvazi, savaş sonrası esen “çok partili demokratik sistem” rüzgarına kapılarak, yeni kurulan DP’yi bir kurtarıcı olarak görmüş, bu aldanış CHP’nin bilinen politikası nedeniyle 1950’de DP’yi iktidar koltuğuna oturtmuştu. Emperyalizmle ilişkilerin ve yeni sömürgecilik politikasının savunucusu ve uygulayıcısı DP, geniş halk kitlelerine CHP’nin verdiği kadarından fazlasını vermemiş, sınıflar arası uçurum giderek derinleşmiştir.

1960’lara doğru gelinirken işbirlikçi DP Hükümeti, bir yandan sendikaların sürdürdüğü en alt düzeydeki ekonomik-demokratik faaliyetleri, “siyaset yapılıyor” gerekçesiyle işçi sınıfını kımıldatmamak amacıyla yasaklıyor ve baskıları genişletiyordu. Diğer yandan ise giderek ilk yıllarda sahip olduğu kitle tabanından uzaklaşmasının önünü almak, kitle tabanına yeniden canlılık kazandırmak için (en azından CHP’ye yönelik kitlesel kaymaları önlemek için) sendikaları bir kukla haline getirerek DP’ye bağlı “Vatan Cephesi” lokallerine dönüştürüyor, birçok sendikacıya bu cephenin içinde yer veriyordu.

Ülke, 1960 Askeri Cuntasına doğru giderken ekonomik ve siyasi olarak büyük bir bunalım içindeydi. İktidara karşı oluşan toplumsal muhalefeti örgütleyecek alternatif olarak, düzenin ta kendisi ve savunucusu olan CHP’den başka bir oluşum yoktu. DP iktidarına karşı büyüyen hoşnutsuzluk ve ülkede var olan toplumsal huzursuzluk, aynı zamanda DP’nin halk kitlelerine karşı baskı politikasını arttırıyordu. Dolayısıyla kitleleri örgütlendirmenin ve çeşitli alanlarda mevzilendirmenin, sınıfsal dönüşümü sağlamanı nesnel koşullarının varlığından söz etmek, dönemin özelliklerini abartmak olmayacaktır.

27 MAYIS 1960

1960 yılının daha ilk aylarında, sistemin iç çelişkilerinin emperyalist mali çevrelerde özlenen gelişmelere ters düştüğü açık bir biçimde ortaya çıkar. Emperyalizm, yaratmak istediği yeni sömürge kapitalizmi modeline bir türlü uyum sağlamayan ve bu çarkın iyi işletilmesinde dişlilere takılan büyük toprak sahiplerine karşı, yerli işbirlikçi burjuvazi (ki bu burjuva kesiminin gelişim evrimi; ülkedeki emperyalist üretimin acentalığını yaparak belli bir sermaye birikimi sağlamayı ve daha sonra devlet desteğinde sanayi alanına kaymayı içerir) ile bu sanayi burjuvazisinden ayrı olarak faaliyet gösteren ticaret burjuvazisini desteklemeyi uygun görüyordu.

Oysa, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, cumhuriyet bürokrasisinin kendilerine daha fazla yararı olmayacağını anlayan büyük ticaret burjuvazisi ile toprak ağalarının egemenliğinin bir bileşimi olan DP’nin ortaya çıkması sonucu oluşan parlamento, büyük toprak sahiplerine önemli bir siyasal etkinlik sağlıyordu.

Gelişmeler böyle olunca daha 1959 anlaşmalarının (bu anlaşma 1959’da OEEC’ye bağlı ülkelerin bir takım isteklerde bulunması ve bunların kabulüyle birlikte Türkiye’ye 357 milyon dolarlık bir ticari kredi sağlamayı karara bağlıyordu.) yapılmasından başlayarak, ülkedeki siyasi iktidarla varılan anlaşmaların gereklerinin yerine getirilemeyeceği anlaşılıyordu. Yani toprak ve tarım reformunun, doğrudan veya tarım ürünlerinin fiyatlarının belli bir düzeyde tutulması yoluyla büyük toprak sahiplerine sağlanan kredilerin verimsizliğini öne süren ve bunların azaltılmasını amaçlayan bir planın gerçekleşmesiyle mümkün olmayacağı açık ve net olarak ortaya çıkmıştı.

Planın bu şekilde sonuçsuz kalmasının nedeni kuşkusuz parlamento aritmetiğinde üyelerin büyük bir çoğunluğunun toprak ağalarının sözcüsü durumunda olmalarıdır. Bu bağlamda siyasi iktidar, emperyalist ülkelerle yapılan son anlaşmadan bir yıl önce, yani 1953 yılından başlayarak Merkez Bankası’nın, tarım ürünleri fiyatlarını belli bir düzeyde tutulması için verdiği kredileri daha da artırmıştır. Sözkonusu krediler, bankanın verdiği toplam kredilerin 1/4’ünü aşmıştır.

1960 sonrasında uygulanan bu politikanın yanı sıra kredi mekanizmasının genel durumunda bir düzelme olmamıştır. 1958 ile 1960 yılları arasında bir yavaşlama görülür. Ama bunların dağıtımı ayna başıbozukluk içinde yapılmaktadır. İki yıl içinde dolaşımdaki para miktarı %25, ticaret artışları ise %29 dolayında bir yükselme gösterecektir. Bu tablo karşısında OECD şu gözlemde bulunur: “Dolayısıyla şurası açıkça görülmekteydi ki 1958 yılı Ağustos ayında başlatılmış olan istikrara araştırma programı, başlıca hedeflerine ulaşamamıştır. Bu hedefler ülke için de ekonominin dengeye kavuşturulması ve Türkiye’nin pek yerinde olarak, bağış ve öteki uzun süreli krediler hesaba katarak ödemeler dengesinin yeniden düzene konulmasıydı. (…) İşte bütün bunlardan dolayı 1960 yılı başlarında 1958 yılı istikrarlaştırma programının daha titiz bir biçimde uygulanmasının ivedi bir sorun durumuna geldiği gitgide daha açıkça görülmekteydi.”

27 Mayıs’a gelindiğinde, egemen sınıflar arasındaki çelişkiler bütün yakıcılığıyla sürüyordu. İş Bankası çevresini oluşturan egemenlik kesimi tarım alanından sanayi ve hizmet sektöründeki etkinliklere yönelmişti. Sermaye grupları arasında doğan karşıtlık şöyle bir sonuç veriyordu: Tarım kesiminden gelen Adana ve çevresindeki pamuk tüccarlarının bankası olan Akbank, iktidarda bulunan parti hiyerarşisinin en üstünde yer alan kişilere sırtını dayayıp, ticari ve mali dolaplar çevirerek İş Bankası gibi büyük burjuva kurumlarıyla rekabete giriyordu. Rekabet sonucu, ,İş Bankası grubunun yayılma alanında belli bir oranda gerilemesine neden oluyordu. 1946 yılında İş Bankası, özel sermayenin banka girdilerinin %48’ini gerçekleştirirken, aynı bankanın 1957’de özel kesimin bütünü içindeki girdileri %40’a düşmüş bulunuyordu. İş Bankası’nın etkinlik alanını daraltan olgu, dediğimiz gibi, toprak ağalığından gelerek mali ve ticari kesime atlayan Akbank grubuydu.

Uygulanan ekonomik politika büyük oranda işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik olmuş ve siyasal erkte toprak ağalarının egemenliğini asgari düzeye indirmeyi hedeflemiştir. Bu durumun somut bir örneği, 1963 yılında İş Bankası girdilerinin 1957 yılına oranla iki kat artarak özel bankacılık alanındaki toplam girdilerin %48’ini oluşturmasıdır. Aynı biçimde 1960’a kadar kurulan bir çok banka hükümetin kararıyla kapatılarak, sermayenin merkezileşmesi ve tekelciliğin oluşması en azından tekelciliğin önündeki engellerin kaldırılması hedeflenmiştir.

1960 cuntası nesnel olarak önemli oranda kent büyük burjuvazisinin, buna bağlı olarak ta emperyalizmin istediği ekonomik ve siyasi hedeflere yardımcı olmuştur. Milli Birlik Komitesi’nin uygulama alanına soktuğu politikaya devam eden C.H.P.’nin denetimindeki hükümetler, ülke içi ekonomik ve mali durumda bir denge sağlamaya, büyük toprak sahiplerinin siyasal erkteki gücünü geriletmeye, aynı zamanda emperyalist sermayenin ülkede kökleşmesine ve emperyalizmin üretim araçlarıyla işgücü üzerinde doğrudan denetim kurmasına hizmet etmişlerdir.

1950’li yılların ikinci yarısından sonra ve özellikle 1959-60’a gelindiğinde, çağlar boyunca hep sömürü çarkının içinde olan ve bir türlü bu çarktan kurtulamayan köylülük ile sanayi kesiminde çalışan ve henüz ekonomik-demokratik bir süreçten uzak olan işçi sınıfı ve bu kesimlerle birlikte küçük burjuvazinin çeşitli kategorileri, mevcut siyasi iktidardan en çok zarar gören halk sınıf ve katmanlarını oluşturuyorlardı.

Ancak, var olan nesnel koşullara karşın, öznel koşullar neredeyse sıfır noktasındaydı. Dolayısıyla, böyle durumlarda halk kitlelerinin başka güçlerin peşinden gitmesi, görünürde kitlelerin çıkarlarını savunuyormuş mesajı verenlerin onları kendi potasında şu veya bu şekilde eritmesi oldukça kolaydır. Nitekim, küçük burjuva aydınları, düzen verileri temelinde DP’ye karşı “demokrasiyi” savunurken, CHP’nin kuyruğundan ayrılmıyorlardı. Siyasi iktidar, var olan aydın hareketini CHP’nin bir uzantısı olarak görüyor ve CHP’ye karşı sert önlemler almaya gidiyordu. CHP muhalefeti ile birlikte günlük basında da iktidara karşı eleştirilerin dozu giderek yükseliyordu. İktidar, bu eleştiri dozu karşısında yeni önlemler almaya başladı. Öyle ki, iktidara karşı her eleştiri mutlaka soruşturmaya uğruyor ve basının cenderesi her geçen gün biraz daha sıkılıyordu.

Muhalefet hareketinin gelişim özellikleri, sınıf önderliğinin ve örgütlülüğünün olmayışı, küçük burjuva aydın kesimin orduya, ülkedeki geleneksel rolü ötesinde bakmayışı, yeni sömürgecilik ve sömürge tipi faşizmi kavramaktan uzak olması, anti-emperyalist, anti-faşist, anti-oligarşik olguların ülke gündeminde varolamamasını doğurmuştur. Bu bağlamda ordu bir güven kaynağı idi.

27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleştirildiğinde, DP’yi savunan Anadolu burjuvazisi ve toprak ağalarının dışında, büyük halk kitleleri tarafından açık bir destek görmüştü. İşbirlikçi burjuvazi için ise durum biraz daha değişikti. İşbirlikçi burjuvazi darbenin ilk aylarında temkinli davranmayı, hiçbirşeye karışmamayı uygun gördü. Darbenin niteliğini ve amacını kavrayan burjuvazi, bu yeni oluşuma müdahale etmekten kaçınmayacak ve yeni oluşum içinde iradi olarak yer alacaktı.

İşbirlikçi burjuvazi, yeni sömürgecilik politikasını ne denli kavradığını ve devletin reorganizasyonunu hangi perspektifler temelinde sağlayacağını öğrenmişti. Burjuvazinin, yeni sömürgecilik politikasına uygun olarak yüklendiği göreve geçmeden önce, 27 Mayıs’ın içinde ve önünde yer alan ordunun konumuna kısaca değinelim.

Ne yazık ki çeşitli siyasi tarihçilerin 27 Mayıs hareketiyle ilgili araştırma ve yorumları, genel olarak ordunun tarihsel oluşumuna bağlanarak, cuntayı ilerici, anti-emperyalist bir hareket olarak değerlendirmek tarzında biçimlenir. Kemalizmi incelerken nedenlerini açtığımız gibi, Türkiye’nin siyasi tarihinde ordu, reformcu, ulusçu ve sınıflar üstü bir kurum olarak tanımlanmaktadır.

Türk Ordusu, Cumhuriyet’in kurulmasından kısa bir süre sonra Atatürk’ün bilgisi çerçevesinde faşist Alman militaristleri gibi bir örgütlenme modeline geçmiş ve bu alanda faşist Almanya ile üst düzey ilişkiler kurulmuştur. Bu ilişkileri bizzat Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak yürütüyordu. Almanya’da doktor olarak görev yapan Harun adında bir faşist, Alman Nazileriyle ilişki halinde olup, Türkiye’deki ilişkiler de onun aracılığıyla sağlanıyordu. Bu işbirliğinin amacı, Alman-Türk işbirliği ile kurulacak büyük bir Turan İmparatorluğu idi. General Hüsnü Erkibağ, Alman Generali Papen’e başvuruda bulunarak Turancılık konusunda kendisine görev verilmesini istemiştir. Keza Fevzi Çakmak, Berlin’de doktor Harun ve Ankara’da General Mürsel Bakır aracılığıyla Alman generalleri Henting ve Papen ile ilişki kurmuştur. [15] Çakmak, Kasım 1941’de Dr. Harun aracılığıyla Henting’e, kişisel olarak Turan konusunda büyük ilgi duyduğunu, bu yoldan Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilerin oluşturulabileceğini söylüyordu…[16]

Türk ordusunun eğitimi ve örgütlenmesine ilişkin olarak şu bilgilerle karşılaşıyoruz: “Türk subaylarını Alman militarizmine benzer biçimde eğitmek için sivil danışmanlar yanında asker danışmanlar da -Molteke ve Liman von Sonders’in ardılları olarak- Türkiye’ye geldiler. Bunlar daha çok Versailes Anlaşması sonucu işsiz kalmış, 1925’ten bu yana Yıldız Harp Akademisi’nde öğretim yapan subaylardı. Yenik bir ülkenin temsilcileri olarak resmi makamlar için tehlikeli görülmüyorlardı. Türk Genel Kurmayı, piyade generali Mittelberger tarafından eğitilmişti. Kendisi eski Belgrad ataşemiliteri Faber du Faum’a göre “tam bir başarı” elde etmişti.

1942’de Mittelberger, Türk ordusunun Alman yöntemlerine göre yetiştirildiğini, Alman askeri edebiyatının büyük bir ilgiyle izlendiğini, Harp Akademisi’nin tümüyle Alman ilkelerine ve deneyimlerine göre çalıştığını sevinçle belirtiyordu. Türk Genel Kurmayının haber alma servisi, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman gizli askeri servisinin şefi olan Dışişleri Bakanı Albay Nikolay’ın isteğine göre biçimlendi. Gerçekten ordunun tüm orta ve üst dereceli subayları faşist öğretmenler tarafından eğitildi. Bu yüzden Ankara’da Keller ve Papen gibi nazi diplomatlarını sık sık, Almanya’nın Türk subayları içinde sağlam siyasal dayanakları bulunduğunu söylemesine şaşmamalıdır. Bu subaylarla ilişkiyi 1936’dan bu yana Ankara’daki askeri ataşe Rohde sürdürüyordu.” [17]

Elbette ordunun niteliğini belirleyen ve ona misyonunun çizgilerini veren özellikler, esas olarak bunlar değildir. Bir yeni sömürgede, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin halk kitlelerine, uluslar arası halk hareketlerine ve sosyalizme karşı silahlı aktivasyon kurumu olan ordu, kuşkusuz bu şekilde örgütlendirilecek, eğitilecektir. Çünkü onun varlık koşulları, kullanılma prensipleri ve alanı, artık emperyalizmin ve faşizmin aynı özdeki kolluk gücü olma niteliğiyle belirlidir.

Nazi faşizminin yenilmesi ve sosyalizmin zaferiyle sonuçlanan İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında faşizmin merkezi Amerika’ya kaymış bulunuyordu. Fakat, savaş sonrasında faşizmin örgütlenmesi oldukça farklıydı. Emperyalizmin savaş sonrası geliştirdiği yeni stratejiye göre; yeni sömürgelerde anti-komünist hükümetlerle ilişki kurularak, yukardan aşağıya doğru çarpık bir kapitalizmin geliştirilmesi temelinde, ülkedeki bütün resmi kurum ve kuruluşlara yeniden biçim verilecekti.Nitekim Amerika ile girilen ilişkiler sonucu, Türk ordusu en yüksek rütbeli subaylardan en alt düzeydeki subaylarına kadar Amerikan ordusunun çavuşları tarafından eğitilmeye başlandı. Ordunun eğitimi dış düşmandan çok iç düşmana göre planlanıyordu. Bu durum, anti-komünizm politikası çerçevesinde, ülke içinde mevcut düzene karşı gelişebilecek hareketlerin bastırılması temel motifini taşıyordu.

İç örgütlülüğün bu hareketlerin bastırılmasına gücünün yetmediği koşullarda, gizli işgal madalyonunun diğer yüzünün çevrilmesi, emperyalizmin kendi ülkesinin askeri güçlerine başvurması, yani açık işgal son çareydi…

Türk ordusunun eğitimi, yukarıdaki alıntıda ifade edildiği gibi, cumhuriyet dönemi boyunca emperyalizmin çıkarlarını koruma temelinde örgütleniyordu. Ancak 27 Mayıs özgülünde, askeri darbe, bu hiyerarşik yapı içinde organize edilmiş bir eylem biçimi değildi. Darbeciler, ordunun orta kademesinde DP iktidarına özel tepkileri olanlardan, burjuva reformist eğilim taşıyanlara ve klasik faşizm izleyicilerine kadar birçok öğenin bir arada olduğu bir kesitten oluşuyordu. Dolayısıyla, 27 Mayıs eylemini ilerici, anti-emperyalist bir hareket olarak adlandırmak, anti-emperyalist düşünce ve tavırlardan bir şey anlamamak, yeni sömürgecilik sistemini ve sömürge tipi faşizm esprisini kavramamak anlamına gelir.

Tarihimizin bu dönemini incelerken, sağlıklı sonuçlara varmak için dönemin ilişki ve çelişkilerinin özel yanlarını iyice kavramak gerekmektedir. Ülkenin iç ve dış politik gelişmeleri, yeni sömürgecilik ilişkilerinin gereği olarak ABD emperyalizminin bilgisi çerçevesinde seyrediyordu. Amerikan gizli haber alma örgütü CIA, 27 Mayıs darbesinden günü gününe haberdar oluyor ve bu gelişmeyi işbirlikçisi DP iktidarına bildirme gereğini duymadan Washington’a “Menderes’in günleri sayılıdır” şeklinde bildiriyordu.

Dolayısıyla 27 Mayıs eylemini tümüyle emperyalizme bağlamak nesnel bir değerlendirme olmayacaktır. Bununla birlikte 27 Mayıs eylemi, emperyalizmin bilgisi çerçevesinde geliştiği halde ve ikili antlaşmalara karşın Amerika’nın bu eylemi bastırmaya yönelik herhangi bir önlem almaması, hareketin emperyalizmin sessiz desteğini aldığının en önemli kanıtıdır.

27 Mayıs eyleminin emperyalizmin kanatları altında gelişmesiyle, Menderes’in devrilmesinden hemen sonra kurulan hükümet, bütün ikili anlaşmalara, NATO ve CENTO’ya bağlılığını dile getirmişti. Aynı zamanda DP yönetici ve yandaşlarına karşı zor kullanma yoluna gidilmişti. Yıllardır kendisine hizmet eden DP iktidarının böyle bir uygulamayla karşılaşması, emperyalistleri tedirginliğe itmişti.

Açık olarak emperyalizm artık DP’yi istememektedir. DP’ye karşı gelişen tavırlar ülke içinde işbirlikçi burjuvaziyi, dışarıda da emperyalist çevreleri eylemin niteliği açısından belli bir çekingenliğe sürüklemiştir. Fakat Milli Birlik Hükümeti emperyalizmden yana açık bir politika izleyeceği mesajını verince, emperyalizm, ülke içinde işbirlikçi burjuvaziyle birlikte devletin reorganizasyonu için yeni sömürgeciliğin perspektifleri ışığında ve yukarıdan aşağıya yeni sömürge kapitalizminin işlerliği doğrultusunda olaya müdahale edecektir.

Sınıfların varlığıyla zamandaş varlık koşulları olan devlet, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı olduğuna göre, hangi sınıf egemen durumundaysa devleti kendi çıkarlarını güvence altına almak için biçimlendirecektir. Dolayısıyla üretimin giderek toplumsallaşması, artı- değerin özgün ve çekişmeli kullanımı, kapitalist yapının temel çelişmesini derinleştirmeye yönelik olan ve bu çelişkinin sürekliliği açısından ortaya çıkan sakıncanın diğer yönüdür.

Artı-değerin özel ve çekişmeli kullanımı egemen zümreler arasında varolan çelişkilerin yoğunlaşmasına ve onların birbirlerine düşmelerine neden olabilir. 1958-60 döneminde egemen sınıflar arasındaki çatışma bu boyuttaydı. Heterojen grupların bir araya gelerek bu çelişkilere müdahale etmesi, işbirlikçi burjuvazi için yeni doğmuş bir olanaktı.

Burjuvazi, devletin niteliğini ve yeni sömürgecilik kuramını iyi kavradığından, 27 Mayıs eyleminden hemen sonra devlet örgütlenmesi içinde yer alarak, DP iktidarına karşı olan muhalefetin isteklerini ince bir politikayla nötralize etmeye ve var olan muhalefete karşı kendi aralarındaki çelişkileri gidermeye çalıştı. Başka bir deyişle egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin giderilmesi devlete düşmüş bir görevdi.

Devlet bu noktada müdahalesini artırarak, çelişkiden etkilenen halk muhalefetinin denetimini sağlamaya, egemen sınıfların çözülmesini engellemeye çalışır. Devletin varlığının korunması için bir yandan halk muhalefetine bazı ödünler vermek, diğer yandan temel istemlere karşı baskıcı uygulamaları gündeme getirmek gerekmektedir.

Ödün ve baskı, görünürde bir çelişki gibi gözüksede özünde birbirini tamamlayan niteliktedir. 27 Mayıs eylemi bu ikilemi içinde taşımaktaydı. Bir yandan nispi demokratik talepler, grev ve örgütlenme hakkı verilirken diğer yandan işyerlerinin lokavt hakkı güvence altına alınıyordu.

27 Mayıs’ın en önemli tavırlarından biri, tarım alanlarını kapalı üretim yapısından kurtarıp ülkenin iç pazarını geliştirmeye yönelik yeni sömürgeciliğin yukardan aşağıya doğru nüfuz etmesi sürecinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişimine hizmet etmek ve diğer egemen sınıf ve katları işbirlikçi tekelci burjuvaziye yedeklemekti.

Dipnot Ve Kaynaklar

[4] 30 Eylül 1947’de sona eren dönem için Türkiye ve Yunanistan’a yapılacak yardım konusunda Kongre’ye sunulan birinci rapor. Aktaran Yaresimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye

[5] Adı geçen rapor, Aktaran Yaresimos, age.

[6] Y. Küçük, Planlı Kalkınma ve Türkiye, Aktaran Yaresimos, age.

[7] D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni

[8]D. Avcıoğlu, age.

[9] K. Bulutoğlu, Yüz Soruda Türkiye’de Yabancı Sermaye.

[10] D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni

[11]D. Avcıoğlu, age.

[12]D. Avcıoğlu, age.

[13] D. Avcıoğlu, age.

[14] Aktaran Leverenz, Komünist Enternasyonel’de Faşizm Tahlili.

[15] Bkz. Johannes Glasneek, Türkiyede Faşist Alman Propagandası.

[16] age.

[17] age.

ŞAFAK YARGILANAMAZ 2. CİLT

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.