SOSYALİZM-KAPİTALİZM ÇATIŞMASI
Büyük Ekim Devrimi ile başlayan sömürüden kurtuluş ve sınıfsız bir topluma doğru ilerleme kavgası, çağımızın kimliği olmuştur. Çağın tanık olduğu bilimsel ve teknolojik devrimin açtığı ufuklar elbette insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Ne var ki, bu anlamda ve daha değişik boyutlarda sağlanan gelişmeler, ancak sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte yok olan, gerçek özgürlüğün yeniden sağlanabilmesi, sömürü ve sınıf olgularının ortadan kalkmasıyla anlam kazanacak, insanlık asıl büyük atılımını sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya ulaştığında yapacaktır.
Çağdaş süreçte ilerleme, haklı olarak sosyalizme özdeştir. Genel anlamıyla dünyada sosyalizm güçlü, uluslararası bir olgudur. Gelişmiş bir ekonomiye, güvenilir bir siyasal ve askeri potansiyele dayanmakta- bütün hatalı algılamalara ve pratiklere rağmen- sağlam bir bilimsel temelden faydalanmaktadır. İnsanlığın 1/3’ünden çoğunu, insan ile toplumun düşünsel ve manevi zenginliklerinin daha uyumlu biçimde serpilip gelişmesi yolunda ilerleyen pekçok ülkeyi ve halkı temsil etmektedir.
Sosyalizm, ne ezenlerin ne de ezilenlerin, ne sömürenlerin ne de sömürülenlerin içinde bulunduğu, sosyalist adalet ilkelerine dayalı yeni bir yaşama biçimidir. Kollektivizm ve karşılıklı kardeşçe yardımlaşma, özgürlük düşüncelerinin zaferi, toplumun her üyesinin haklarının ve yükümlülüklerinin birbirinden ayrılmaz birliği, bireyin onuru, gerçek bir insancıllık, onun ayırdedici özellikleridir.
Sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş gerçek bir olanaktır. Sosyalizm öyle ülkelerde doğup kurulmuştur ki, bu ülkeler o sırada ekonomik ve toplumsal açıdan ileri ülkeler olmaktan çok uzaktaydılar.
Hayat tarzları, tarihsel ve ulusal gelenekleri açısından da birbirlerinden çok farklıydılar. Ama her biri kendine özgü yolu bularak, bu yeni toplumsal sistem doğrultusunda ilerledi. Böylece aynı ekonomik temelin somut görünümleri açısından sonsuz çeşitlilikleri ve nüansları konusunda Marks’ın daha önceden söylediklerini doğruladılar. Ama bu yol ne dümdüz ne de basitti.
Geri kalmış ya da iflas ettirilmiş bir ekonomiyi yeniden düzenlemek, milyonlarca insanın temel eğitimini sağlamak, onları barındırmak, beslemek, ücretsiz tıbbi yardımda bulunmak son derece güç olmuştu. Yeni toplumsal görevler, emperyalizmin aralıksız askeri, ekonomik, siyasal ve psikolojik baskısı, savunma için büyük çaba göstermek zorunluluğu, olayların akışı üzerinde, bunların niteliği üzerinde yansımaktan geri kalmıyordu. Bütün bunlar, siyasal yanlışlıklar yapmadan, çeşitli subjektivist sapmalar olmadan gerçekleşmeyecekti ve belki de sosyalizm tarihi açısından endişe verici gerilemeler gündeme gelebilecekti.
Bu nitelikleri, daha ileri bir toplumsal yapılanma olarak sosyalizmle, ondan sistem olarak geride olan, yaşayabilmeye uğraşan kapitalizm arasında kaçınılmaz çatışmayı getirdi. Söz konusu çatışma, 3. Bunalım Döneminin başlıca çelişkisinden biri oldu.
Gerçekte bu çelişmenin daha uzun bir geçmişi vardı. Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve dünyanın toplumsal ve siyasal anlamda bölünmesiyle birlikte, hem olaylara yaklaşım ve hem de hareket etme anlamında, kapitalizmden temelde farklı olan, ondan her anlamda ileri bir toplumsal yapılanma yolunun açılmasıyla, söz konusu çatışma başlamıştı.
Bu durum tarihsel bir gerekliliğin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Gelişmelerin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri var olan üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri durumuna gelirler. O zaman bir toplumsal devrimler çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla alt üst eder… Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir. (Bireysel karşıtlık anlamında değil, toplumsal varlık koşullarından doğan karşıtlık anlamında) Bununla birlikte burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşılığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. (56)
Bu karşıtlığın çözümü komünizmdir. Komünizmle birlikte, kapitalizm ve ona özgü çelişmeler sona erecek, yerini daha ileri bir toplumsal yapılanma ve ona özgü çelişmeler alacaktır.
Komünizm düşüncesi, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum sistemi, sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte doğmuş ve çağlar boyunca çeşitli biçimlerde dalga dalga yayılan ve süren halk hareketlerinde, isyanlarında dolaylı ya da dolaysız neden ve amaç olmuştur. Ancak komünizm düşüncesi bilimselleşmesi ve olgunlaşması, ücretli kölelik sisteminin ortaya çıkması sürecinde olmuştur. Komünizm amacına yürüyerek örgütlü ve disiplinli, devrimci bir sınıfın, çalışanların ve sömürülenlerin yeni bir toplumsal düzen yaratma eylemi içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yönetmeye, bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya, sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıfın, proletaryanın oluşmasıyla birlikte, komünizm düşüncede var olabilmiştir. Ve bilimsel açıklık kazanması, siyasal, ekonomik ve ideolojik bağlamda uygun zemini, kapitalizm koşullarında olgunlaşmasına koşut olarak Marks’la birlikte başlamıştır.
İngiliz ekonomizminin, Fransız sosyalizminin ve Alman felsefesinin güçlü geleneklerini, kendisini besleyen kaynaklar olarak alan Marks, bu kaynaklardan hareketle bir sistem olarak kapitalizmi çözümleyip, çelişki ve ilişkilerini saptadıktan sonra, sınıfsız bir topluma giden yolu göstermiştir. “Kapitalist toplumdan komünist topluma dönüşüm sosyal geçiş dönemini gerektirir. Bu da proletaryanın devrimci dönüşümünden başka bir şey olamaz” (57).
Sosyalizm, bu söz konusu süreci, proletaryanın devrimci diktatörlüğü dönemini karşılayan bir toplumsal sistemdir ve bu niteliğiyle komünist toplumun alt aşamasını oluşturur. Sosyalizm süreci, sınıflar kavgasının sona ermesi anlamına gelmez, tersine sınıflar kavgasının yeni biçimlerde sürmesi demektir.
Proletarya diktatörlüğü, zafere ulaşmış, siyasal iktidarı ele geçirmiş proletaryanın , yenilmiş ama henüz yok edilmemiş, direnmeyi bırakmak şöyle dursun, tümden hızlandırmış ve direncini yoğunlaştırmış burjuvaziye karşı savaşıdır.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki proletarya diktatörlüğü, giderek halkın sosyalist demokrasisine dönüşür. Proletarya diktatörlüğünde gerçekleştirilen demokrasi tarzı bizzat proletaryanın sınıfsal yapısından, hedeflerinden, ve görevlerinden doğar ve biçimlenir.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın mutluluğunu sağlamak yolunda ilerler. Proletarya bunları ancak bütün çalışanların ve demokratik güçlerin sağlam ittifakıyla ve geniş halk kitlelerinin desteğiyle gerçekleştirir. İşte bu nedenle işçi sınıfının, kentlerin ve köylerin proleter olmayan tabakaları ve her şeyden önce de köylülerle ittifakı, proletarya devletinin en yetkin ev sağlam demokratik ifadesini oluşturur.
Sosyalist eylemin yükselişi sürecinde, en önemli köşe taşlarından birini Paris Komünü oluşturur. Fakat proletarya iktidarı, Paris Komünü’nde ancak geçici bir olgu olabilmiş ve 72 gün yaşadıktan sonra yenilmiştir. Marks ve Engels, Paris Komünü’nü hazırlıksız bulmuş ve özellikle iç savaş çıkarmamak gerekçesiyle zayıf durumdaki karşı-devrimin ezilmesini, iktidarı ele geçiren Merkez Komitesinin aşırı bir titizlikle yetkilerinin erken bir biçimde devretmesini eleştirmekle birlikte, onu proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olarak tanımlamış ve tüm güçleriyle desteklemişlerdi. Söz konusu eleştirilere neden olan hataları yüzünden yenilen Paris Komünü, Marks ve Engels’in eleştirileri ve nitelemeleriyle birlikte, sonraki devrimler için esin kaynağı ve dersler bütünü olacaktır.
Marks ve Engels için sosyalizm her şeyden önce sanayileşme sorunun çözümlemiş ileri kapitalist ülkelerin bir sonraki durağıydı. Buna göre sosyalizm, ancak Avrupa’nın ileri ülkelerinde, ABD ve Rusya’nın gündeminde olabilirdi. Ve Marks’ın ilgi alanını sürekli bir devrime dönüşememesinden sonra, İngiltere oluşturmuştu. Kapitalizmin henüz dünyayı sarmalamadığı dönemin koşulları içinde, tek tek ülkelerde sosyalizm düşüncesi yerine kapitalist ülkelerin birbirlerine koşut olarak sosyalist devrimlere sahne olmaları ve ardından sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşmesi öngörülmekteydi.
Emperyalist dönüşümle birlikte, kapitalizm bir dünya sistemi durumuna geldi. Artık proletarya devrimi bütün ülkelerde birden patlak verecek görüşü gerilerde kalmıştı. Emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, ulusal ekonomileri dünya ekonomisi denilen bir zincirin parçaları durumuna getirmişti Ve sistemin bütünü açısından bütün ülkelerde devrimin objektif koşulları olgunlaşmamış düzeyde de olsa vardı. Bu nedenle ilk proletarya devriminin kapitalizmin en çok gelişmiş ülkelerde gerçekleşeceğini beklemek yanlıştı.
Marks ve Engels’in tekel öncesi dönem için geçerli olan önermeleri, emperyalist dönemle birlikte geçerliliğini yitirmişti. Artık ilk proleter devrimi, kapitalizmin en çok geliştiği ülkede değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasında patlak verecekti. Çünkü proletarya devrimi, dünya emperyalist zincirinin kırılmasının bir sonucu olarak doğacaktı. Devrim sürecine giren ülkenin, sermaye cephesini yaran ülkenin, kapitalist anlamda daha çok gelişen ülkelere oranla daha az gelişmiş olması, bununla birlikte kapitalizm çerçevesi içinde olması pekala mümkündü.
20.yy.’ın başlarında Rusya’nın sahip olduğu koşullar, Marks ve Engels’i Avrupa’da sürekli devrim durumunun geldiği düşüncesine iten 1848 Almanya’sına benzer özellikler taşıyordu. Rusya, tıpkı 1848’in Almanya’sı gibi gecikmiş bir burjuva devriminin eşiğindeydi. Ama Lenin, hazırlanması ve zafere ulaştırılması gerekenin sosyalist devrim olduğunu söylemekteydi. Çarlığın düşmesi sosyalist devrimin önündeki engelleri kaldıracaktı. Çünkü Rusya’nın özgül koşullarında burjuva demokratik devrim, çok kısa bir süre içinde proletarya devrimine dönüşebilirdi.
Rusya’nın sanayideki gelişmesi büyük oranda yabancı sermayeye bağlıyldı. Ulusal burjuvazinin görece zayıflığının nedeni de buydu. İşçi sınıfı sayıca azdı. Ama birkaç büyük kentte ve büyük fabrikalarda yoğunlaşması yüzünden, büyük bir özgül ağırlığı vardı. O halde bu sınıf öncü bir rol oynayabilirdi. İşçi sınıfı, çalışan köylüler ve Çarlığın ezdiği halklarla ittifak halinde, büyük toplumsal dönüşümlere hazırlanmaktaydı.
Rusya’da devrimin ilk ayağı 1905 yılında patlak verdi. Bu devrim, Rusya’nın politik sisteminde bazı değişiklilkler getirdi. her şeyden önce Çar, meşrutiyet anlamına gelen bir anayasayı ve yasama meclisinin kurulmasını kabul etmişti. Ama 1907’den başlayarak olayların durulması, Çarlığın verdiği “demokratik” hakları yeniden gasbetme avantajını verecekti. Demokratik devrimin ikinci ayağını 1917 Şubat Devrimi oluşturdu. Tarihin tanıdığı en görkemli eylemlerin biri olan Şubat Devriminden sonra Bolşeviklerle (Şubat Devriminde aynı saflarda yer aldıkları) diğer çeşitli sol tadanslı partilerin yolları ayrıldı. Bolşevik Partisi devrimi ileri götürmek, sosyalist bir devrimle tamamlamak amacındaydı. Diğer partilere göre, önce kapitalizm gelişmeli, sosyalist devrim de bu temelde yükselmeliydi.
Sonuçta Lenin’in önemli çabalarıyla MK içinde 2’ye karşı 10 oyla ayaklanma kararının çıkmasının ardından, burjuvazi içi çelişkileri ve ayaklanma anını çok iyi hesaplayan Lenin’in insiyatifinde Sovyetler Kongresi’nin açılacağı günün gecesi (6-7 Kasım gecesi) başlayan ayaklanma, çok az bir kayıpla başarıya ulaştı. Lenin, büyük devrimi ve programı ilan etti.
‘Yoldaşlar, Bolşeviklerin durmadan zorunluluğunu gösterdikleri işçi ve köylü devrimi gerçekleşmiştir.
Rusya’nın tarihinde yeni bir evre açılmaktadır ve bunun için Rus Devrimi, sonunda sosyalizmin zaferine varacaktır.
Gündemimizdeki görevlerden biri, savaşa hemen son verme zorunluluğudur.
Uluslar arası demokrasiye önerdiğimiz adil ve ani barış, dünyanın proleter kitleleri içinde, her yerde canlı bir yankı bulacaktır.
Büyük arazi sahipleri mülkiyetini kaldıracak, bir tek kararname ile köylülerin güvenini kazanacağız. Üretimde gerçek bir işçi devletini kuracağız” (58)
Ayrıca, devrimin ilk adımı ancak atılmıştır. Devrimi yerleştirmek,uzun ve özverili, çetin yolu aşmayı gerektirecektir. “Rusya’da başlamak kolay, ama sürdürmek daha güçtür. Batı ülkelerinde ise başlamak zor ama sürdürmek daha kolaydır” (59).
İç savaşın sonunda, ülkenin sahip olduğu manzara ise, hiç iç açıcı değildir. Ekonomik durum yürekler acısıdır. 1920 yılında, sanayi üretimi savaş öncesine göre (1913) 3,5 kat gerilemiş, bazı sektörlerde yok denecek düzeye inmiştir. Tarımsal üretim üç kat gerilemiştir. 1921-22 yılı rakamlarıyla 2,5 milyon insan açlık çekmektedir. Açlık nedeniyle ölenlerin sayısı 5-8 milyondur. Yalnız iki milyon insan salgın hastalıklardan ölmüştür. Toplam olarak savaş kurbanlarının sayısı (Birinci Dünya Savaşı, iç savaş ve kırımların kurbanları) 13 milyonu aşmaktadır.
Böylesi koşulların üzerinde yükselen sosyalist inşayı kavrayabilmek, çağımızı sarsan olayı, sosyalizmi ve onun kapitalizmle çatışmasını kavrayabilmek için özellikle gereklidir. Çünkü sosyalizmin geleceğini belirleyen dönem, SSCB’de sosyalizmin inşaa dönemidir.
Ekim Devriminden sonra, Bolşevik parti içindeki ilk büyük ideolojik ve politik çatışma, savaş komünizmi döneminde başlamıştır. Savaş komünizmi çok zorlu bir dönemdi. Emperyalistlere ve beyaz orduya karşı savaş, 1. Dünya Savaşının getirdiği yıkımı daha da boyutlandırmış, Rusya’yı orta çağ düzeyinde bir noktaya çekmiş, açlık ve salgın milyonlarca insanı ölüme götürmüştü. Bu koşullarda, proletarya diktatörlüğünün uygulamalarına yönelik tartışmalar hemen başladı. Sorunun odağını, sosyalist demokrasi ideallerinden ve programı belirleyen ilkelerden taviz vermeden sendikalar ve kitleler ile ilişkilerin nasıl olacağı konusu oluşturuyordu.
Tartışma proletarya diktatörlüğü, proletarya demokrasisi ve geçiş dönemi ekonomisinin tartışılmasına dönüşüyordu.
Sorunların çözümünü disiplinli uygulamalarda gören Troçki ve Buharin’in sol yaklaşımları, askeri proletarya diktatörlüğü anlayışı temelinde yükselmekteydi. Buna göre üretim ve iş sorunları savaş komiserliğine bağlanmalı, askeri mekanizma sivil çalışma seferberliğini zorlayıcı bir araç olarak kullanılmalıydı. İşçilerin asker kabul edilmesi ve emir komuta ilişkisi içinde çalıştırılması, disiplinsizler için ceza müfrezeleri kurulmasını savunan “sol” sapmaya göre sendikaların rolü, işçi sınıfını temsil etmek değil, disiplin sağlamaktı. Parti ise, kitlelerin öncüsü olmakla sınırlanmamalı, yönetici, denetleyici ve zorlayıcı bir işlev yüklenmeliydi.
Başını Shlyapnikov ve Kollontay’ın çektiği “işçi muhalefeti” adlı sağ yaklaşım ise, ülke gerçeklerini kavramaktan çok, sosyalizmi idealize eden bir karakter taşıyordu. Ve devletin işlevini yer yer anarşistlerle çakışan bir perspektif içinde ele alıyordu.
“Yaklaşan Felaket ve Çözüm Yolları” adlı broşürde görüşünü açıklayan Lenin’e göre ise, geçiş dönemini askeri bir diktatörlükle aşmaya çalışmak onulmaz bir yanlışlıktı. Sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmini izleyen bir evre gibi düşünülmeliydi: Yani sosyalizm tüm halka hizmet eden tekelci devlet kapitalizmiydi.
O günün koşullarında ileri bir adım, savaş komünizmini askeri bir diktatörlüğe dönüştürmek değil, devlet kapitalizmi olmalıydı. Rus devrimini diğerleri izleyene kadar, işçi devletini geri bir ülkede ayakta tutabilmenin yolu, devlet kapitalizmi uygulamalarıyla ekonomiyi canlandırmaktı. Çünkü, iktidar işçi devletinde oldukça, çatışma sosyalizm ile devlet kapitalizmi arasında değil, iktidarın denetlediği devlet kapitalizmi ile küçük burjuvazi ve özel kapitalist sermaye arasında olacaktı.
Sonuçta, partinin 10. Kongresinde Lenin’in yaklaşımı kabul edildi ve NEP dönemi başladı. Lenin, NEP’in amaçlarını şöyle özetliyordu: “Başlıca üretim güçlerimiz, öyle yoksunluk içindedir ki, şimdilik her şeyin şu temel zorunluluğa bırakılması gerekmektedir; ne pahasına olursa olsun üretimimizin miktarını artırmak, üretimi durdurmadan değişimi yaratmaktır. Bu gerçek, NEP döneminin özünü ortaya koyar.”
Böylece mal teslimi yükümlülükleri kaldırıldı ve bunun yerine köylünün alım gücünü yükseltecek uygulamalar gündeme getirildi. İşçiler iş değiştirebilmekte, zanaatçılar da ürettiklerini satabilmekteydiler. 10 işçiden daha az işçi çalıştırabilen küçük işletmeler, kamulaştırma dışı tutulurken, yabancı işletmelere karşı bazı ödünler veriliyor ve bir banka kuruluyordu. NEP döneminin amacı ekonomik açıdan bir soluklanma sağlayabilmekti. Ve sosyalizmi bir kalıp olarak kavrayan kafalara karşı mücadele ile birlikte sürdü.
Genç SSCB’nin geleceğine yön veren bir diğer tartışma da, tek ülkede sosyalizmin uygulanabilirliği çerçevesinde gelişti. Anlamını Stalin’de bulan bu soru, sosyalizm anlayışını biçimlendiren bir yol ayrımının özelliklerini taşımaktaydı. Tekel öncesi dönemde bir ülkede patlak verecek devrimin, diğer ülkeleri de kapsayacağı ve sosyalizmin bir dünya sistemi durumuna geleceğine inanılıyordu . Ancak bu olmadı. Çünkü kapitalizm henüz gelişme dinamiğini yitirmiş değildi. Üretim araçlarıyla üretici güçler arasındaki çatışma, sistemi sürekli ve genel bunalıma itecek olgunluğa ulaşmamıştı. Bunalımlar devrevi karakter taşımakta ve kapitalizm her bunalımdan yenilenmiş ve ilerlemeyi içeren faktörlerle çıkmaktaydı.
Emperyalist dönüşümle birlikte, bunalım sürekli bir karakter kazandı. Sistem gelişme dinamiğini yitirmiş, dünyanın ekonomik ve siyasi anlamda paylaşılması süreci tamamlanmış, topyekün paylaşım savaşları kaçınılmazlaşmıştı. Dolayısıyla, emperyalistler arasında dönem dönem antagonizma kazanan bir çatışma vardı. İşte bu çatışma ve onun ardında yatan neden, yani bunalımın süreklilik kazanması, sosyalist devrimin yolunu açmıştı. Çünkü sürekli bunalım ve bu temelde yükselen tekelci rekabet, kapitalizmin en zayıf yanını oluşturuyor ve doğrudan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın bir sonucu niteliğini kazanıyordu.
Kapitalizm bir dünya sistemine dönüşmüş ve emperyalist zincir dünyayı sarmalamıştı. Ama söz konusu emperyalistler arası çatışmanın antagonizma kazandığı aşamada, zincirin en zayıf halkasından parçalanması ve tarihsel gerekliliğin işlemesi kaçınılmazdı.
Bu zayıf halka Rusya oldu.
Rusya, bir yandan batılı emperyalistlere bağımlı, öte yandan dünyanın paylaşılması kavgasında yer alan yapısıyla işçi sınıfının yükselen bir kavga geleneğine sahip olması yanında, kırlarda barındırdığı derin çelişkileriyle ve çok sayıda ulus ve milliyeti baskı altında tutan, pek çok ülkeyi işgal etme temelinde yükselen ulusal mozaiği, sınıflararası uçurumun derinliği gibi özellikleriyle gerçek bir zayıf halka, bir yumuşak karındı.
Tekel öncesi dönemin bir burjuva demokratik devrimi içermemesi, otokrasi ile kapitalist ilişkileri yan yana taşıyan niteliği, Rusya’yı demokratik bir devrime, gecikmiş bir halk hareketine gebe tutmaktaydı. Emperyalizm koşullarında burjuvazinin böyle bir devrime önderlik edecek nitelikleri yitirmiş olması, proletaryaya öncü görevlerini yüklüyordu. Proletarya önderliğinin tercihi ise, demokratik devrimi ileri götürmek ve kendi iktidarının yolunu açmak, sosyalist devrime gerçeklik kazandırmak oldu.
Ama devrimi izleyen süreç, başlangıçta hesaba katılmayan bir gerçeği dayatmıştı: Tek ülkede sosyalizm. Bu ilk bakışta kavranamaz görünüyordu ve Bolşevik önderlerin tamamı, Rus devrimini diğer ülkelerde meydana gelecek devrimlerin izleyeceğine inanıyorlardı. Gerçi Lenin daha 1915 yılında “ekonomik ve siyasal gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan, sosyalizmin tek ülkede mümkün olduğu çıkar” (60) diyerek, bu tür bir sonucu sezinlediğini ortaya koyuyordu. Ama yine de asıl beklentisi dünya devrimi idi.
Devrimin patlak vereceği ilk ülkenin Rusya olacağını daha yüzyılın başlarında saptamıştı. Bununla birlikte bu ilk adımı diğerlerinin izleyeceğine inanıyordu. Nitekim 1918 yılında, Sovyetlerin 3. Kongresinde bu inancını şöyle dile getirmişti; “Olaylar, dünya sosyalist sistemin onurlu öncü rolünü bize, Rusya’nın emekçi sınıflarına verdi ve biz şimdi devrimin gelişme perspektifini açıkça görüyoruz. Rus başladı, Alman, Fransız, İngiliz tamamlayacak ve sosyalizm zafere ulaşacak.” Ancak Kızıl Ordunun Varşova önlerinde durdurulması, Alman, Macar, Bulgar devrimlerinin üst üste gelen yenilgileri, dünya devrimi yolundaki beklentileri en azından kısa vadede olanaksız kılacak ve Lenin’in Bolşeviklerin görüşleri, bu duruma koşut dönüşümler gösterecekti.
1920’de “bütünüyle ele alınırsa sosyalist devrim çağı, tartışılmaz bir felsefi ve tarihi gerçektir. Ama her soyut gerçek, eğer herhangi bir politik duruma uygulanırsa, bir boş söz durumuna gelir” diyen Lenin, 1922’de artık biçimlenmiş olan görüşlerini şöyle özetleyecekti:
“Dünya sosyalist devriminin gelişmiş ülkelerde, Rusya’daki kadar kolay başlamayacağını bilmek gerekir. Bunu tarih kanıtlamıştır, bunu bir olgu olarak kabul etmeyi bilmek gerekir. II. Nikola ile Rasputin’in ülkesinde, nüfusun büyük bir bölümünün ülkenin uç bölgelerinde neler olup bittiği ile, buralarda yaşayan halkların ne istedikleri ile hiç ilgilenmedikleri bir ülkede devrimi başlatmak, yerden tüy kaldırmak kadar kolaydı. Ama kapitalizmin geliştiği, tüm insanlarına demokratik bir kültür ve örgütlenme veren bir ülkede devrimi hazırlıksız başlatmak, hata ve saçmalık olurdu. Burada sadece sosyalist devrimin başlarındaki acılı duruma işaret ediyoruz” (61)
En yetkin ifadesini Kautsky’de bulan dogmatik yaklaşıma göre, tek ülkede sosyalizm olanaksızdı. Çünkü Rusya burjuva demokratik devrimini henüz tamamlamış bir ülkeydi, dolayısıyla, önce kapitalizm iyice yerleşmeli, ağır sanayileşme sorunu çözümlenmeliydi. Ancak, bunu sağladıktan sonra sosyalizm bu temel üzerinde yükselebilir ve gündeme gelebilirdi. Yani Bolşeviklerin iktidara el koymaları başlı başına bir yanlışlıktı. İktidara el koymuş, Şubat Devrimi ile gelen demokrasiyi yakmış yıkmışlar ve otokrasiye yönelmişlerdi. Çözüm, iktidarın tez elden burjuvaziye bırakılmasıydı. Bu mantık, NEP döneminin başlamasını, kendi yaklaşımının Bolşeviklerce utangaç biçimde kabulü olarak niteleyecek ve olayı kapitalizme dönüş olarak görecekti.
Troçky’nin başını çektiği ‘sol’ muhalefet ise, olaya değişik bir açıdan bakıyordu. Troçky’e göre Bolşeviklerin iktidara el koymaları yanlış değildi. Ancak devrim, dünya devrimi ile anlam kazanabilirdi. Emperyalizmin var olduğu ve kuşatmasını sürdürdüğü koşullarda, sanayileşmiş bir Rusya eğilim olarak sosyalist kalırdı ama gerçek bir sosyalist niteliğe ulaşması ancak dünya devrimi ile mümkün olabilirdi. O aşamaya kadar iktidar kuşkusuz burjuvaziye devredilemezdi, proletarya demokrasisi korunur ve yerleştirilmesine çalışılırdı. Sol muhalefetin en büyük kozlarından biri de Sovyet deneyine kadar, hiçbir sosyalistin, Lenin’in kendisinin bile tek ülkede sosyalizm gibi bir olasılığı hesaba katmaması idi.
Ancak Lenin açısından sorunun karşılığı açıktı: ” O (Marks) bu dönemde yeni ve çok sayıda sorun ortaya çıkacağını, devrim boyunca durumun bütünüyle değişeceğini ve devrim geliştikçe de, genellikle ve büyük ölçekli değişmeyi sürdüreceğini tam olarak kavradığı için, devrimin biçim, yol ya da yöntemleri konusunda kendi ellerini bağlamadığı gibi, sosyalist devrimin gelecekteki zanaatçılarını da hiçbir bakımdan kösteklemiyordu. (62)
Bir kez daha gerçek ortaya çıkıyordu: Teori, ancak hayatın gerçekliğine uygun düştüğü oranda yeterlidir. Hayatın dayattığı noktada teori, kendini aşmak, yenilemek zorundadır. Tersi durumda dogmatizm kaçınılmaz sonuç olur. Önemli olan teorinin özünü, yöntemini almak, buradan hareketle gerçeği yakalayabilmektir.
Tek ülkede sosyalizm anlayışı, kendine gerekli teorik temeli süreç içinde oluşturmuştur. Çünkü hayatın, olayların dayattığı bir gerçek, bir olgudur ve teorik açıklaması kuşkusuz vardır.
Öte yandan tek ülkede sosyalizmin inşasının zorunluluğuna koşut olarak, parti olanca enerjisini sosyalist ekonomiyi yerleştirmeye yöneltmiştir. Lenin’den sonra önderliğe yükselen Stalin’in önündeki en önemli sorun, sanayileşmenin başarılması sorunu olmuştur.
Bu temelde oluşturulan parti politikası, çeşitli muhalefetlere karşın, ekonomik sıçramanın sosyalizmin gerçekçi politikalarıyla mümkün kılınabileceğini, SSCB’nin o aşamada sanayileşmiş olmamasının, sosyalizmin inşası yolundaki çabaya engel olamayacağını, bu yolda ilk ve temel adımın ağır sanayileşme olduğunu saptayarak, Stalin’in önderliğinde bu amaç doğrultusunda ilerlemeye başladı. Çözüm bekleyen ilk sorun ise sanayileşmenin gerektirdiği sermayeyi sağlayabilme sorunuydu.
Troçky önderliğindeki sol muhalefet, hızlı bir sanayileşmeyi ve hızlı bir sermaye birikimini savunuyordu. Preobranjinsky’in detaylandırdığı bu yaklaşıma göre, kapitalizm bir ilk birikim üzerinde yükseldiyse sosyalizm de aynı biçimde sosyalist bir ilk birikim üzerinde yükselecekti. Tekelci kapitalizmle mücadele, sosyalist tekelcilikle mümkündü. Bu, sanayileşmenin faturasının köylülüğe yüklenmesi anlamına gelmekteydi. Kapitalist ilk birikim; doğal ekonominin bağrında doğmuş ve mülksüzleşmiş köylü yığınlarının sömürülmesi esasına dayanmıştı. Sosyalist ilk birikim de, (SSCB’de böyle bir olanağı sağlayacak tek tabaka olan) köylülüğe yönelmek durumunda kalacaktı.
Preobranjinsky’nin görüşlerine Buharin, bu kez sağdan eleştiriler yöneltti. Onun açısından sanayileşmeyi köylüden sağlayacak birikime dayamak yanlıştı. Kulaklara karşı takınılan düşmanca tavır terk edilmeli ve aşırı merkezci bir politika yerine tarımsal gelişme ritmini dikkate alan bir sanayileşmeye yönelinmeliydi. Kilit sektörler sosyalist mülkiyet altında oldukları için kulakların tasfiyesi kendiliğinden gerçekleşirdi.
Oysa NEP dönemi boyunca, küçük üretim Lenin’in deyimiyle her saat, her dakika kapitalist ilişki üretmiş, kulaklar güçlenmişti. Kulakların tasfiyesini kendiliğindenciliğe bırakmak, sanayinin ancak ara sanayi bağlamında gelişmesi demekti. Stalin şöyle diyordu: ” İleri ülkelerin 50-100 yıl gerisindeyiz. Bu mesafeyi on yılda kapatmak zorundayız. Ya bunu başaracağız ya da yok olup gideceğiz”
Bu yolda, yani sanayileşme yolunda başarı, tüketim ve ara malları sanayinin gelişmesini kısmak pahasına kaynakların çok büyük bir bölümünün ağır sanayileşmeye aktarılmasını gerektiriyordu. Diğer bir deyişle tarımsal üretim sanayileşmenin bir aracı olarak kullanılacaktı.
Ancak küçük üretim yaygınlığı, böyle bir olanağı engellemekteydi. Geriye tek çözüm olarak tarımın hızla kolektifleştirilmesi kalıyordu. Çünkü, kolektifleştirme, devletin tarım ürünleri üzerinde tam bir denetimini sağlayacak ve kolektif çiftliklerde yapılacak sözleşmelere göre tarımda yaratılan ekonomik fazlayı yeterli biçimde değerlendirme olanağı yaratacaktı. Üstelik kolektifleştirme tarım makineleri üretimi için, üretim ve dolayısıyla sanayileşmenin gereksindiği finansmanın oluşturulmasına katkıda bulunacaktı.
Böylece ekonomiyi canlandıracak işlevini yerine getiren NEP dönemi sona eriyor, yerini tarımda kolektifleştirme ve ağır sanayileşme süreci alıyordu.
1928 yılında uygulanmaya başlanan ilk 5 yıllık plan, dünyada örneğine ilk kez rastlanan oranlarda kaynakların sanayileşme çabasına aktarılmasını öngörmekteydi. Ulusal gelirin 1/3’ü sanayi yatırımlarına ayrılmıştı. Bu oran Çarlık Rusya’sındaki yatırım miktarının 2,5 ve aynı dönem İngiltere’sindeki yatırım miktarının 2 katıydı. Yatırımların 2/3’ü sanayiye ayrılmıştı. Dünya savaşının yaklaştığı dönemde bu oran %86’yı bulmuştu.
SSCB’de 2. dünya Savaşı dışında kalan sanayileşme kampanyası yılları sırasında, toplam sanayi üretiminin artış hızı, yılda ortalama %18, toplam ulusal üretim (gelir) artış hızı da %18 olmuştu. Böyle bir hız, ulusal üretimin her 5 yılda bir, iki katına ulaşması anlamına gelir. Kapitalist dünyanın en parlak dönemlerinde elde edilen üretim artışı hızlarının iki katına yakın bir gelişmedir bu… Nitekim, ABD’nin altın çağı olan 1880’lerin ikinci yarısında bu hız %8,6 1890’ların Rusya’sında %8, 1907-13 yılları Japonya’sında %8,6 olabilmiştir ancak. Bu hızı 1899-1912 ABD yapım sanayilerinde görülen %5 büyüme hızıyla ve 1885-1913 yılları arasında Britanya’da görülen %3 büyüme hızlarıyla karşılaştırmak daha anlamlı olacaktır.(63)
SSCB’nin her defasında plan hedeflerini fersah fersah geride bırakan atılımı, hiç kuşkusuz partinin saptadığı hedefleri kitleye mal edebilmesinin, yani perspektiflerini maddi güç durumuna dönüştürebilmesinin bir sonucudur. SBKP ve Stalin, bu dönem kitle ruhunu yakalayabilmenin ve onun sahip olduğu o muazzam potansiyeli değerlendirebilmenin en büyük örneklerinden birini vermiştir ve kuşkusuz SSCB’nin bu atılımı yüzyılımızın en önemli olgularından biridir.
Tarımın kollektivizasyonu sürecinde kullandığı yöntemlerden dolayı Stalin’i eleştirenler, ütopyacılığın soyut mantık kurallarından kurtulamamaktadır. Bugün de, Troçki’nin “Partinin ve devrimin gelişmesindeki her aşamada, her yeni kitapta yeni moda olan her teoride, yeni bir zigzag, yeni bir falso yapan, teorik ve pratik biyografisinin tamamı, bolşevizmin formel çerçevesi içinde işlenmiş bir hatalar zinciri olan, Marksizmi bütün somut gerçeklikten boşaltarak, bir fikirler oyununa, çoğu kez sadece şifahi bir safsataya dönüştüren medrese kafalı, küçük burjuva çizgiye en uygun teoriysen” olarak nitelediği Buharin’i “yeniden değerlendiren” yaklaşımın kökeninde bu durum yatmaktadır.
Oysa şu gerçek çok açık: SSCB on yıl içinde sanayileşmek zorundaydı. Yoksa ufukta görünen dünya savaşında yok olması kaçınılmazdı. Sanayileşme yolunda kullanılacak tek ve başlıca kaynak da kırlardı. Eğer Buharin’in önerdiği yollar izlense, hiç kuşkusuz, SSCB, 2. Dünya Savaşı başladığında, hala sanayileşmeye çalışıyor, kulakların kendiliğinden tasfiyesini bekliyor olacak ve savaş, sosyalizmi boğacaktı. Böyle bir sonuç Stalin’in önderliğindeki sanayileşme sayesinde engellendi.
Devrimden sonra büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi ve toprağın köylülere eşit olarak dağıtılması, zaten toprağa bağlı tutucu bir sınıf olan köylülüğe, mülk sahibi olarak, sosyalizmle çelişen bir karakter kazandırmıştı. Gerçi köylülük eşit toprak dağıtımı nedeniyle iktidarı desteklemiş ve iç savaşın kazanılmasında köylülüğün bu temelde yükselen desteğinin büyük payı olmuştu. Ama NEP dönemi boyunca köylülük içinde farklılaşmanın başlaması ve kulakların giderek iktidarla çatışacak boyutlarda güçlenmesi rahatsızlık verici bir düzeye ulaşmıştı.
Sanayi-tarım ilişkisinin niteliği, bir bütün olarak tarımın kollektivizasyonu ve planlı üretimle, sanayi için gereken birikimin ancak sağlanabilecek olması gibi nedenlerle birleşince, kulakların tasfiyesi ve bu yolda “zor”un kullanılması kaçınılmaz olmuştu. Nitekim, kollektivizasyon süreci, bir çok kaynakta hala bir iç savaş olarak yer alır. Sürecin bağışlanmayan niteliği, bir çok durumda kollektivizasyonun ikna temelinde değil zor temelinde yükselmesini getirmiştir. Örneğin, kulaklar nasıl olsa elden gidecek düşüncesiyle büyük bir kesimi hayvan katliamına girişmişlerdi; öyle ki, 1929 rakamlarına ancak on yıl sonra ulaşılabildi.
“Zor” , tek başına gerici bir eylem değildir. Ona gerici yada ilerici niteliğini veren, onun hizmet ettiği amaç ve hedeflerdir. Toplumsal kullanmanın nesnel gerekleri ile bireysel gereksinmelerle ve bireylerin bu gereksinmeleri değerlendiriş biçimleri arasında bir çatışmanın yer aldığı bütün durumlarda olduğu gibi, kişisel değerlendirme tarihsel süreci engelleyebilir ve geciktirebilir ama ilelebet durduramazdı.
Ayrıca, bireylerin olayların gidişi karşısındaki tavırları, değişmez ve kaçınılmaz şeyler değildir, zamanla nesnel gelişmelerle uzlaşacaktır. Böyle bir uzlaşmada esas alınacak olan, sözkonusu dönüşümün son çözümlemede toplumun yararına olup olmayacağıdır. Tarımın kollektivizasyonu, sonranın ileri sanayisini yaratmış, bu refahtan kırlar da fazlasıyla yararlanmıştır. Dolayısıyla, Stalin önderliğinin yaptığı, köylüye karşın onun geri niteliğini de aşarak, köylüyü ve tüm toplumu ilerletme çabasıdır. Ve bu yolda “zor” hiç kuşkusuz devrimci bir eylemdir.
Ayrıca hiçbir biçimde, Stalin’in, olayı çoğunluğu karşısına alarak gerçekleştirdiği söylenemez. Tam tersine, kitle durumunu çok iyi değerlendirme ve onun desteğiyle, ancak bu sayede, sanayileşme atılımına giriş söz konusudur. Tek başına geniş ve yaygın ilgi gören, binlerce “iş kahramanı” yaratan Stakhovanist Hareket bile bu yolda yeterli bir ölçüdür.
SOSYALİST SİSTEM VE BLOK SORUNLARI
Sosyalizm, genel hatlarıyla koyduğumuz bu süreç sonucunda maddi varlığa dönüşmüş ve bir sistem olmuştur. Bu sistem,her anlamda kapitalizmin ilerisinde bir dünya sistemidir ve gelişen bir güçtür. İkinci Dünya savaşının sonuçlarını vurgularken ifade ettiğimiz gibi, savaştan güçlenerek ve bir blok oluşturarak çıkmıştır.
Sosyalist sistem ve sosyalist blok kavramları bir çok durumda birbirine karıştırılmaktadır. Sosyalist sistemden anlaşılması gereken kısaca; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyeti, kapitalist kâr amcının yerine insanların gereksinmelerinin karşılanması amacını, fiyat mekanizmasının yerine plan mekanizmasını koyan; bir bütün olarak üretim olgusunu sermayenin değil, insanlığın geleceğine yönelten, bilimsel ve kültürel gelişmeyi esas alan, burjuva devlet biçimleri yerine, proletarya demokrasisini koyan; kır ile kent, kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişmelerin giderilmesi temelinde, sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya varmayı amaçlayan ülkelerin varlığı biçiminde özetleyebiliriz. Dolayısıyla bu amaçlara uygun ülkelerin varlığı, sosyalist sistemin varlığı yada yokluğu anlamına gelir ve aynı bağlamda bu soruya verilecek karşılık, doğrudan tarih ve geleceğe ilişkin anlayışlarla bağlantılı bir nitelik taşır.
Tek ülkede sosyalizmin inşaasının gerçekliği üzerinde yükselerek sosyalist sistem vücut bulmuştur. Sosyalizm, günümüz dünyasında yaşanan ve gelişen bir gerçek, maddi bir varlıktır, her anlamda kapitalizmden ileri bir toplumsal bileşkedir. Burada, işlerliğe yüklediğimiz anlam göreceli değildir, doğrudan yukarıda sıraladığımız ölçülerle bağlantılı bir durumdur. Kuşkusuz sosyalist sistem, çeşitli sorunlarla yüzyüzedir, çeşitli sorunlara gebedir ve kendi iç çelişmelerinide içerir. Ancak olayı, bu sorunları tarihsel materyalizmin penceresinden bakarak değerlendirebildiğimiz ölçüde doğru bir noktaya ulaşabiliriz. Tersi durumda bazı karışıklıklardan yola çıkarak detayların içinde boğulma anlamına gelecek yanlış çıkarımlar, çözümlemeler kaçınılmaz olur.
Bir bütün olarak insanlık, onbinyılı aşkın bir zamandır, (Ekim Devrimine kadar) özel mülkiyeti esas alan toplumlara sahne olmuş, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin biçimi toplumları şekillendirmiştir. Binlerce yıl süren ve neredeyse insan varlığının bir parçası durumuna gelen bu olguyu yadsıyarak oluşan ve gelişen, bu temelde sınıfsız toplumsal hayata ilerlemeye çalışan bir sistemin, bunu sorunsuz, çatışmasız, çelişmesiz atlatması eşyanın tabiatına aykırıdır.
Üstelik bu sistem, özel mülkiyet toplumlarının en ileri örneklerinde, sanayileşme sorununu çözmüş ülkelerde değil; onların gerisinde kalan ülkelerde, bu ileri örneklere karşı mücadele ile birlikte örgütlenmek durumunda kalmış, hem onların ilerisine geçmek ve hem de onları alt etmek zorunluluklarıyla karşı karşıya gelmiştir. Böylesi koşullarda, tek tek ülkelerde devrimin gerçeklik kazanması temelinde yükselmesi, sözkonusu süreci daha da sancılı kılmıştır.
Tarih önünde 60-70 yıllık bir dönem, yoğun içeriğe karşı uzun sayılmaz. Dolayısıyla, sosyalizmin gerçek olmadığı ya da bu yoldaki denemelerin başarılı olmadığı şeklindeki yaklaşımlar, burjuva ideolojisinin çeşitli uzantılarının saldırıları olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Her şeyden önce tamamı sanayileşmiş olan bir dizi ülkenin üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini temel alarak ileri sanayi ülkeleri durumuna gelmeleri ve insan hakları sorunları temelinde, insanların barınma, eğitim, iş, sağlık sorunlarını önemli oranda çözümlemeleri, başarısızlık iddialarını yadsır.
Bununla birlikte, sosyalizmin tarihi ve bugün bulunduğu nokta hiç kuşkusuz pek çok eksiklik ve yanlışlığı içermekte ve her defasında faturası ağırlaşan sonuçlar çıkmaktadır. Sosyalizmi bir sistem olarak başarılı bulmak ve maddi bir varlık olduğundan söz etmek bu eksik ve yanlışlıkların yadsındığı anlamına gelmez, ancak bu yanlışlıklar onun toplumsal karakterini değiştirecek boyutlarda değildi.
Sosyalist sisteme yönelik en kapsamlı eleştiri Troçky’den gelmiştir. Troçky, hem tek ülkede sosyalizm anlayışını, hem de SSCB’ye yönelik eleştirilerini kapsamlı bir şekilde ancak sürgün edilmesinden sonra ortaya koymuştur. Gerçi, aynı mantığı daha önce de (yeterince sistemli biçimde olmasa dahi), çeşitli biçimlerde ifade etmiştir.
Ancak devrimin ilk yıllarının fiili önderlerinden biri olarak, eleştirileri sosyalizmin yadsınmasına dönüşmemiştir. Oysa sürgüne gittikten sonra, tek ülkede sosyalist inşanın olanaksızlığı görüşünün mantığını şöyle ifade etmektedir: “Kapitalist toplumun üretici güçlerinin gelişmesi, çoktan beri ulusal sınırların dışına taşmış durumdadır…. Dünya bütünlüğünün bir parçasını oluşturan ülke, gelişmesinin coğrafi, kültürel ve tarihi koşullarını göz önünde bulundurmadan ulusal çerçeve içinde ekonominin tüm dallarını birbiriyle kapalı bir oransallık içine sokmaya çalışmak, gerici bir ütopyadan başka bir şey değildir.” (64)
Ekim Devrimi ve izleyen süreci ise, Marks’ın Louis Bonapart iktidarını çözümleyebilmek için kullandığı yöntemden esinlenerek, hiçbir sınıfın iktidarı ele alabilecek durumda olmamasını, olası tek iktidar biçimi olarak tanımlamaktadır. Bu durumda devlet, toplumun üstünde ve göreceli olarak bağımsız bir nitelik taşımaktadır.
Görüldüğü gibi Troçky,önderlerinden biri olduğu devrimi ve iktidarı nitelemede, sürecin dışına çıkarıldığı zamandan itibaren açıkça karşıya geçmiş ve tek ülkede sosyalizm anlayışını gerici bir ütopya noktasına kadar gitmiştir. Öyle ki, devrimin üzerinden oniki yıl geçtikten sonra bile 1929 yılında iktidarı elinde tutanlara şöyle seslenmektedir: “Hayallere kapılmayalım, elimizdeki talihsiz bir moratoryumdur. Eskisi gibi geçici bir soluklanma aşamasındayız hala”(65)
Troçki’yi bu noktaya savuran neden, eşitsiz gelişme yasasının uzağına düşmesi ya da en azından yeterince kavrayamamasıdır. Nitekim, Troçki’nin bu değerlendirmeyi yaptığı dönem, SSCB’de Stalin önderliğinde planlı sanayileşme atılımı başlamış ve bu sayede emperyalist saldırı durdurulmuş; geçici soluklanma bir yana , sosyalist yükseliş başlamış dünyanın 1/3’ünü kapsayan bir blok oluşturulmuştur.
Troçky’e göre iktidarı elinde tutan parti giderek toplumun üzerinde bir nitelik kazanmış, üretim ilişkileri en azından sosyalist eğilimli kalmakla ve devlet en temelde işçi devleti niteliğini korumakla birlikte, bürokrasi ayrıcalıklı bir konuma oturmuştur. Troçky, bürokrasiyi bir sınıf olarak nitelemiş ancak ona bu tür bir işlev yüklemiştir. Çözüm ise politik bir devrimdir.
Şöyle demektedir; “Plan, bürokrasinin çıkarları yerine üreticilerin çıkarlarına göre belirlenecek olsal o zaman üretici güçlerin ekonominin çeşitli sektörlerine dağılmasının ve genel olarak planın sahip olduğu içeriğin bütününün köklü biçimde değişeceğini vurgulamak gereksizdir. Ancak asalak Oligarşinin yıkılması sorunu, kamulaştırılmış mülkiyetin korunmasına bağlı olduğu sürece, gelecekteki devrimi politik bir devrim olarak adlandıracağız.”
Troçky, SSCB için toplumsal bir devrimi gereksiz bulmaktadır. Çünkü ona göre SSCB’de değiştirilmesi gereken alt yapı değil, iktidarı elinde tutan güçtür. Kısacası, bürokrasinin tasfiyesi ile sorun çözümlenecektir. Özel mülkiyetin olmaması, planlı üretimin köklü bir değişiklikle aksaklıklarından arındırılabilecek bir karaktere sahip olması, toplumsal bir devrimi gereksiz kılmaktadır. Söz konusu köklü değişim ise, bürokrasinin tasfiyesi ile gerçekleşecektir ki bu da politik devrim anlamına gelmektedir.
Troçky’nin yaklaşımlarında üç önemli sorunun karşılığını bulamayız. Birincisi; toplumun üstünde yer alan, farklılığı sistemleşmiş ve ancak siyasal bir devrimle uzaklaştırılabilecek bir kastın (kast nitelemesi Troçky’den sonra kullanılmaya başlanmıştır. Sweezy, Baran, vb.), üretim ilişkilerini dönüştüremememsinin nedenlerinin karşılığını bulamayız. Bu yolda verilen Katolik kilisesi ya da Germanik topluluklar örnekleri hiçbir açıklayıcılığa sahip değildir. İkincisi; bu kadar yozlaşmış bir iktidara karşın, devletin hala işçi devleti ve ilişkilerin “en temelde” de olsa sosyalist eğilimli olarak kalmasının karşılığı yoktur.
Kendisine Troçkist diyenler, devrimin üzerinden geçen 71 yıla karşın, bugün de işçi devletinden ya da sosyalist nitelikli (eğilimli) ilişkilerden söz edebiliyorlar ki, en azından tarih biliminin işleyiş kuralları açısından yanlıştır. Üçüncüsü; bürokrasinin artı değeri kendisi için üretmemesi bir yana, bürokrasinin en tepesinde yer alan bir bürokratın tasfiyeye uğrayarak tüm ayrıcalıklarını yitirmesinin SSCB tarihinde sayısız örneği vardır. (Melenkov, Molotov, Kruşçev, Podgorni vb.) Yönetim kademeleri bazı ayrıcalıklara sahip olsa da, sermaye biriktirme ve bu sermayeyi kullanma şansına sahip değildir. Üretimin sosyalist niteliği böyle bir olasılığı ortadan kaldırmaktadır.
Troçky’nin açmazları, o çok sözü edilen öngörülerinin tutmaması ve sorduğu soruların yanlış ellerde çok değişik bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Bugün, Troçkizm denilen “akım” bir devrim önderinden, bir askeri komutandan yola çıkmasına karşın tam bir “iktidarsızlık doktrinine ” dönüşmüş, Troçky’den kala kala kronik bir muhalefetçilik ve bürokrasi eleştirisi kalmıştır. Troçky’e göre 2. Dünya Savaşı, dünya devrimiyle sonuçlanacaktı. Lenin’in daha yüzyılın başlarında saptadığı bilimsel ve teknolojik devrimi hiç hesaba katamadı, entegrasyonu hiç düşünemedi. Olay, Troçky’nin savunulmasından çok dünya devrimi beklentileri tutmayan Troçky’nin ihtilalci yanının görülmemesi ve küçük burjuva aydınların muhalif tutumlarına uygun bir zemine oturtulmasından başka bir şey değildir.
Troçky’nin savlarının etki alanı geniş olmuştur. Denilebilir ki, Troçky’den sonra SSCB’ye ve sosyalist sisteme yönelik eleştirilerin birçoğu Troçky’den etkilenmiş ya da en azından onu hareket noktası olarak almıştır. Yugoslavların, Çinlileren ve Batılı Marksistlerin eleştiri, suçlam, sav ve iddialarında Troçky’nin etkisini görmek olasıdır. Bu yaklaşımların içinde önem kazanan, ÇKP’nin eleştirileridir. Gerçi ÇKP’nin eleştirileri en az inandırıcı ve derinlikte olanıdır; ama olayı akademik düzeyden çıkararak politik bir eksene yerleştirdiği ve dünya düzeyinde etkili kıldığı için önem kazanmaktadır.
ÇKP’nin savları, gerçekte ÇKP’ne egemen olan oportünist, dar pratikçi ve pragmatik karaktere uygun olarak üretilmiş savlardır. Buna göre, Stalin sonrasında kapitalizmin yeniden resterasyonu başlamış ve SSCB, “sosyal emperyalist” bir karakter kazanmıştır. ÇKP bu durumu 10-15 yıllık bir sürece sığdırmaktadır.
Stalin döneminde de geniş adımlar atarak yerleşen sosyalizmin böyle bir süreçle karşıtına dönüşebilmesinin kuşkusuz bilimsel bir temeli yoktu. Bu nedenle örneğin Lin Piao; aksaklığı, (sosyalist demokrasi ve dolayısıyla sosyalizmi denetleyecek kurumları oluşturamadığı için) Stalin’e yükler. Kuşkusuz bu yönelişin gerçek muhatabı Lenin’dir. Çünkü SSCB’de sosyalist demokrasi anlayışı Lenin’le biçimlenmiş, “Devlet ve Devrim” de saptanan ilkeler, SBKP’nin bugüne kadar bu bağlamda süren politikasının eksenini oluşturmuştur. Lin Piao buradan hareketle Çin Kültür Devrimine, söz konusu boşluğu dolduracak, sosyalizmden sapmaları önleyecek aygıtları doğuracak bir misyon yüklemiştir.
Mao ise öldükten kısa bir süre sonra yargılanmaya başlanmıştır. Kruşçev’in 1956’da başlattığı “destalinizasyon”, 1966’da terkedilmiş ve Stalin’in kişiliğinde anlamını bulan sosyalist alt yapı, bu süreçten önemli bir zarar görmemiş, eski uygulamalara dönülmüştür. Buradan, Kruşçev revizyonizminin etkilerinin kalktığı sonucuna varılamaz. Aksine revizyonizm geleneksel süreçlerin bütünlüğünü içeren bir sistematik kazanmıştır.
Buna karşılık Mao’nun karşıtları birbirine dönüştüren, çatışan uçları uzlaştıran felsefi yanlışlıklarını kendisine dayanak yapan ÇKP prağmacılığının savları bugün büyük oranda yıpranmış ve gerilemiş savlardır. SSCB ile Çin’in pratikteki dalgalanmalarının bir bütün olarak sosyalist alt yapıda yarattığı etkinin farklılığı, sosyalizmin inşası anlamında iki ülke arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. SSCB’de sosyalist inşa ağır sanayi sorununun çözülmesi temeline oturduğundan sistemin sapmalara karşı direnci daha yüksek olmakta; buna karşılık Çin’de bu sürecin sağlıklı biçimde tamamlanamaması, ülkeyi savrulmalara daha açık bırakmaktadır.
Dolayısıyla sosyalist sistemi değerlendirirken, Arnavutluk’un sistem açısından önem arzetmeyen durumu ve Çin’in sosyalist alt yapıyı sağlıklı temellere oturtamamasından dolayı, hareket noktamız SSCB’de simgelenen sistem olacaktır. SSCB’de sosyalizmin sorunları iç ve dış sorunlar olmak üzere irdelendiğinde:
İçerde olay daha çok bürokratizmi aşmak ve üretimin plan niteliğinden kaynaklanan üstünlüğünü yüksek bir teknolojiyle desteklemek konusunda odaklaşmaktadır. Bu iki sorun ortaya hantal bir görüntü çıkarmaktadır. Halen özellikle bürokratizmin kökenlerinde yatan nedenlerin karşılığı, bu konuya ilişkin yapılan çeşitli açıklamalarda yeterince dile getirilmektedir.
Mars, Paris Komünü’nü değerlendirerek sosyalizm anlayışını açarken, konumuz açısından önemli iki noktanın üzerinde durmuştur. İlki sosyalizmle birlikte ordunun dağıtılması ve yerini sivil savunma milislerinin alması gerekliliği idi. İkincisi ise bürokratizmdi. Marks’a göre hiçbir şey hiyerarşik düzen içinde yukarıdan aşağıya görevli atamak kadar sosyalizme yabancı olamazdı.
Ancak Marks’ın bunları söylerken düşündüğü sosyalizm, bir dünya sistemiydi. Tek ülkede sosyalizm gerçekleri ise bu durumdan bir hayli uzaktı. O, emperyalist dönüşümü, topyekün paylaşım savaşlarını, emperyalizmin can simidi gibi sarılacağı nükleer silah belasını görmemişti ve o süreçte sosyalizm en ileri sanayi ülkeleri için öngörülüyordu. Dolayısıyla sosyalizm, komünizme geçişin koşullarını olgunlaştıracak kısa bir dönemdi. Aynı şeyler devrim sonrasının Lenin’i için de geçerliydi. 1918 yılanda, “Komünizmi görüyorum. Elle tutabileceğim kadar yakınımızda” diyen Lenin’in, dünya devrimi umutları henüz canlı olan bir noktadaydı. Ve sosyalizmi kısa bir ara aşama olarak görüyordu.
Ancak hayat çok değişik bir ortam dayattı. Bu, geri bir ülkede sosyalist bir inşayı, emperyalist kuşatma altında oluşturma zorunluluğuydu. Bürokrasi de bunun bir sonucu olarak, yani Troçky’nin iddia ettiği gibi Leninist parti anlayışının sakatlığından değil ama tek ülkede sosyalist inşanın dayattığı sorunların kaçınılmaz bir sonucu olarak doğdu. Bu kaçınılmazlık neydi?
Birincisi, emperyalist kuşatma sözkonusuydu. Bu, bir yandan orduyu dağıtmayı , bir yandan daha da güçlendirmeyi zorunlu kılarken, öte yandan partiye salt öncülük ya da yol göstericilik değil, yanı zamanda yöneticilik misyonunu da yüklemişti. Çünkü, varolmak, devleti güçlü bir biçimde ayakta tutmaktan ve kurumları sürekli denetim altına almaktan geçiyordu. Öncülük, yöneticilik ve denetleyicilik böylesine önem kazanırken, bu etkinliklerde görev alanların sayısı arttı. Bu durum, bürokrasiyi kaçınılmaz kılan çok önemli bir nedendi.
İkincisi, SSCB harap bir ekonomi devralmıştı. Kısa bir sürede ya yok olacak ya da sanayileşecekti. Sanayileşmek ise tarımda kollektivizasyondan geçiyordu. Kısa sürede aşılması gereken bu yoğun içerik bürokrasiye güç kazandırdı. Çünkü “plan”, çok sayıda insanın özel olarak bu kurumda uzmanlaşmasını kaçınılmaz kılmaktaydı.
Üçüncüsü, SSCB bir halklar ve milliyetler mozaiği idi. Bu karmaşık ulusal doku, ulusların yazgısını belirleme ilkesine uygun olarak çok sayıda özerk cumhuriyeti ve bölgeyi doğurdu. Bu da her birinde ayrı örgütler ve kurumlar demekti. Ve bürokrasinin kabarmasını kaçınılmaz kıldı.
Dördüncüsü, sosyalizm aşaması sanıldığı kadar kısa bir dönem olmayacaktı. Nükleer silahların gölgesinde asalak ve çürüyen kapitalizm yaşıyordu ve emperyalizmin ciddi bir tehlike olduğu dünyada, sosyalist sistem , kurumlarını yaşatmak zorundaydı. Bu da bürokratizmin ömrünün uzamasını kaçınılmaz kıldı.
Bu dört neden, bürokrasinin oluşmasını ve güçlenmesini yeterince açıklamaktadır. Bürokrasinin giderek sosyalist sistemin kurumu durumuna gelmesinde ise dördüncü etkenin önemi büyüktür. Kapitalizmin ve dolayısıyla özel mülkiyetin güçlü biçimde yaşadığı bir dünyada konünizm olanaksızdı. Sosyalizmin ileri örneklerinde komünizmi karşılayan ilişkiler mutlaka olur. Ama bir bütün olarak komünizmin üst ve yetkin aşamasının, sistem durumuna gelmesinin koşulları yoktur. Bu da ömrü uzayan sosyalist aşamanın giderek başlangıçta varolan dinamizmini yitirmesi anlamına gelir.
Devrim sürecini yaşamamış, kapitalizmin çürümüşlüğünü yaşayarak öğrenmemiş kuşaklar için onbinlercie yılın eğilimi olan özel mülkiyet duygusu, dünyada egemen olma durumunu sürdüren emperyalizmin etkin ve yaygın propagandası sonucu, önemli bir tehlike olarak belirmektedir. Eğer dünyada üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde yükselen bir sistem olmasaydı, bu durum bir avantaja dönüşebilirdi. Ama böyle olduğu doğrusu boşluk sözkonusudur. Devrim döneminin coşkusu, mülkiyet duygusunun doğurduğu kapitalizmi yaşatan dinamizmi çözmüş, Stalin döneminin Stakhovanist hareketi, aynı işlevi yüklenmiştir. Ama sonraki kuşaklar açısından benzeri şeyler sözkonusu olmamıştır. Çünkü bürokratizm artık toplumsal heyecanı ayakta tutacak dinamikleri hareketli kılacak canlılığa sahip değildir ve çünkü bürokrasinin kendisi artık hantal, dev bir kamburdur.
Bu niteliğiyle bürokrasiyi bir sınıf ya da kast olarak niteleyemeyiz. Burada alınacak ölçü, bürokrasinin bazı ayrıcalıklara sahip olması değil, üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorunudur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin sosyalist niteliği, bürokrasinin bu araçları kullanmak yoluyla sermaye biriktirmesine engel olmakta, yani farklılaşma eğiliminin ortaya çıkması durumunda sistem kendisini savunmakta ve farklılaşmayı engellemektedir. Üretim araçlarının mülkiyetini kendi lehine değiştirmeyen bir sınıf ya da kast bu anlamda yoktur.
Toplum açısından giderek bir fazlalık durumuna gelmesi, bürokratizmin tasfiyesini kaçınılmaz kılar. Bürokrasiyle bürokratizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Devlet kurumlarını oluşturan kadro anlamına oturtabileceğimiz bürokrasi ile bu kadronun “kendisi için” eğilimler kazanmaya başlaması anlamına gelen bürokratizm aynı şey değildir. Bugün SSCB’de bürokratizme karşı girişimleri de bu temelde değerlendirmek, kendisi için sermaye üretememekle birlikte, giderek toplumun üstünde bir noktaya giden bürokratizmin, bu niteliğiyle, toplumsal gereksinmelerin dışında bir fazlalık durumuna gelmesine bağlı olarak sistemin kendisini savunması olarak açıklamak gerekir.
Bugün yaşanan süreci, bazılarınca yapıldığı gibi siyasal bir devrim olarak nitelemek mümkün değildir. Böylesi bir niteleme, Troçky’nin 60 yıl önce söylediklerinin doğrulanması anlamına gelir. Hatırlanacağı üzere Troçky SSCB’de aksaklıların giderilmesi için gerekli olanın toplumsal bir devrim değil, siyasal bir devrim olacağını söylemişti. Böylece bürokrasi tasfiye edilecek ve planlı üretim köklü düzenlemelerle aksaklıklardan arındırılacaktı.
Bugün de kaba bir değerlendirme ile SSCB’de yapılan, bürokratizm tasfiyesi ve bu şekilde üretimin düzenlenmesi yani Troçky’nin doğrulanması olarak görebiliriz. Ancak olay bu değildir. her şeyden önce Troçky için bürokratizm, Leninist partinin karakterinden kaynaklanmaktaydı. ve siyasal devrim ya da bürokratizmin tasfiyesinden kastettiği Leninist partinin kendisini tasfiyesi idi. Oysa olay, partinin halk hareketiyle tasfiyesi değil, partinin kendini yenilemesi ve halkın bu durumu desteklemesidir ki, yerleşik düzenin kendini denetimi anlamına gelir ve Troçky ya da benzerlerinin yadsınmasından başka bir şey değildir.
SSCB’nin bir diğer önemli sorunu da, emperyalizmin teknolojik düzeyde gerilerde bırakılamaması ve hatta bir çok alanda emperyalist teknolojinin gerisinde kalmasıdır. Oysa geçmişte durum değişikti. Sosyalist inşa döneminde, kalkınma Sovyet teknolojisiyle başarılmış ve sıfırdan yola çıkılarak on yıl içinde nükleer teknolojiye geçen SSCB, teknolojik ilerleme ve emperyalist teknolojiyi geçmenin simgesine dönüşecek olan uzay teknolojisi adımını atmış, uzaya fırlatılan ilk uydu bir Sovyet uydusu olurken, insanlı ilk uçuşu da SSCB başarmıştı. Ancak söz konusu baş döndürücü hız giderek duruldu ve emperyalizmle süren teknolojik savaş kesin bir üstünlüğe dönüştürülemedi.
Bu konunun nedenleri yolunda, örneğin, ABD’nin silahlanmayı tırmandırmasının diğer alanlarda ilerlemeyi kösteklemesi bir açıklamadır. Emperyalist bir ülke olarak ABD’nin geliri, SSCB’den fazladır. Biri dünyanın zenginliklerini yağmalarken, öteki kendi kaynaklarını kullanmak ve bu arada sosyalizm anlayışının gerektirdiği uluslar arası harcamaları karşılamak durumundadır. Revizyonist politikalar, bu harcamaları daha da kabartmaktadır. Örneğin tek başına “kapitalist olmayan yol” anlayışı, SSCB’ye kabarık bir fatura çıkarmıştır. Eşit olmayan gelirlere karşın ABD ekonomisi için bile ağır bir yük olan silahlanma harcamalarına eşit biçimde katılmak, diğer alanlarda teknolojik ilerlemeyi engellemekteydi. Buna, savaş sonrası yaşanan bilimsel ve teknolojik devrimle birlikte bilim ve üretim arasındaki yakın bağı fark eden emperyalizmin, bilimsel harcamalara, giderek daha çok fon ayırmasını ve bilimsel çalışmaları yoğunlaştırmasını ekleyebiliriz.
Ancak bunlar SSCB’nin bir çok daldaki geri teknolojisini tek başına açıklamaya yetmez. Yenin, daha yüzyılın başında, emperyalizmi yok edecek nedenlerden biri olarak sosyalizm ile bilimsel devrimi gösterirken, böyle bir devrimin gerçekleşeceğine ilişkin inancı, bilime, sosyalizm ve kapitalizmin yaklaşımındaki farklılıktan kaynaklanıyordu. Bilim, sınıflı toplumlarda hep baskıya ve kovuşturmaya uğramış, bağımsız gelişmesi engellenmiş, egemen sınıf ve katların belirlediği çerçevede gelişmeye zorlanmıştı.
Oysa, sosyalizm bilimin üstündeki bu engelleri kaldıracak , her türlü koşullanmışlıktan uzak bir zemin üzerinde gelişmesinin olanaklarını yaratacaktı. Nitekim SSCB, gelişmenin her alanında olduğu gibi bu alanda da örneğini vererek, önemli atılımlar yapmıştı. Ne var ki, süreç içinde sosyalist sistem diğer alanlarda olduğu gibi teknolojik gelişme alnında da hızını yitirdi ve sosyalizmin karakterinden kaynaklanan avantaj yeterince kullanılamadı. Bürokratizmin tasfiyesi kuşkusuz diğer ekonomik, siyasal sorunlar gibi bu alanda da bir toparlanma ve atılım olacaktır.
SSCB’nin iç sorunları yanında, dış sorunları ya da dış politikaları da günümüz sosyalist sisteminin değerlendirilmesinde önem taşımaktadır. Kapitalizm-sosyalizm çatışmasında SSCB’nin yüklendiği misyon ve olayın ulusal kurtuluş hareketlerine yansıyış biçimi düşünüldüğünde, sorunun önemi daha iyi anlaşılır.
SBKP’nin faturası doğrudan SSCB halklarına çıkan dış politikasına egemen revizyonist yaklaşımlarını üç ana başlık altında toplayalım:
İlki, barış içinde bir arada yaşama politikasının sağ uygulamasıdır. ABD’nin başlattığı soğuk savaş ile birlikte, bir savunma anlayışıyla oluşturulan söz konusu yaklaşımın asıl mimarı Kruşçev’dir. Tasfiye edildikten sonra Kruşçev’in SSCB’nin iç sorunlarına ilişkin politikalarının terk edilmesine karşın, uluslar arası sorunlara yaklaşımı terk edilmemiş, daha da eklektik biçimde savunulmuştur. Öncelikle savaşa karşı olmakla, Kruşçev’in ‘barış içinde bir arada yaşamak’ anlayışı arasındaki farkı kavramak gerekir. Savaşlara, emperyalist saldırganlığa karşı çıkmak devrimcilerin görevidir. Ancak bu anlayış, uzlaşmacı bir temele dayanmadığı sürece anlam kazanır. Savaşa karşı olmak, bir yandan emperyalist saldırganlığı durdurucak nitelikte güçlü bir savunma mekanizması oluşturabilmek, bir yandan emperyalist saldırganlığı teşhir ederek kamuoyunu yaptırım gücüne sahip olabilecek biçimde harekete geçirebilmek ve öte yandan da emperyalizmi yıkacak gücün, uluslar arası kurtuluş hareketlerini aktif biçimde desteklemek işlevleri yan yana yürütüldüğünde gerçekçi olur. Çünkü savaş olgusu, ancak emperyalizmin yok edilmesiyle ortadan kalkacaktır.
SBKP, olay, savaş karşıtı olmaktan çıkarıp barış içinde bir aradan yaşamaya dönüştürerek uzlaşmacı bir eksene oturtmuştur. Bu yolda bir savunma mekanizmesı oluşturmak ve savaş karşıtı kamuoyunu desteklemek ise daha çok emperyalizmi yok etmekten öte, anayurdu savunma esasına dayandırılmıştı. Bu durum, sürecin çok önemli halkasını oluşturan ulusal kurtuluş hareketlerinin önemini kavrayamamayı, ya da ulusal kurtuluş hareketlerinin sahip olduğu dinamizmin emperyalizm ile oluşturulan dengeyi bozacağını düşünerek, bu hareketlerle ilişkileri mesafeli kılmayı ve emperyalizmin tasfiyesi sorununu tarihsel determizme bırakmayı getirmiştir.
Bu mantık, Kruşçev’ci üçüncü bunalım dönemi değerlendirmesinde tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Buna göre, 1950’lerin sonlarında başlayan bu dönem emperyalist kapitalist sistemin son bunalım dönemi olacak ve ekonomik çıkmaz emperyalizmi yok olmaya götürecek, toplumsla ilerleme ile sosyalizme geçilecektir. “İlerleme teorisi” olarak adlandırılan yaklaşım, dönemin ihtilalci karakterini yadsıyarak barışçıl geçişi esas almakta ve anayurdun savunulmasına koşut olarak sürecek ilerlemenin emperyalizmi yıkacağına inanılmaktadır.
Öte yandan ‘bağlantısızlar’ hareketine devrimci bir misyon yüklenmiş ve işçi sınıfı ideolojisinden uzak burjuva milliyetçi önderlikler desteklenmiş, bu tip liderlerin ülkelerinin emperyalizmden bağımsızlaşmalarıyla sosyalizme yönelecekleri var sayılarak, ekonomilerini geliştirmeleri için oluk oluk para akıtılmıştır. Ne acıdır ki, bu ülkelerin hiçbiri sosyalizme yönelmemiş, kendi halklarına kan kusturan rejimler olarak sosyalizmin nimetlerini kullanmışlardır. En ileri örnekleri sayılan Mısır ve Somali’nin durumları bugün ortadadır. Olay çoğu kez bu ülkelerin SSCB’den aldıkları silahlarla, Mısır, Irak, Uganda örneklerinde olduğu gibi komünistlerin katledilmesine ya da Etopya’da olduğu gibi tutsak bir ulusun, Eritre’nin ezilmesine alet olmaya kadar gitmiştir. Kapitalist olmayan yol yaklaşımı SBKP’nin bir ayıbıdır.
Aynı trajik son, ilerleme teorisi içinde geçerlidir. Emperyalizmin depresyonuna karşın bu ülkelerin sosyalizme doğru ilerlemeleri bir yana, buralardaki SBKP müttefiği politikaların, partilerin (dolayısıyla sosyalizmin bu ülkeler için seçenek olup olmayacağı) varlıkları tartışılır bir duruma gelmiştir. Bu partiler hantal ve revizyonist partiler karakteri kazanmışlardır.
SBKP’nin bazı yeni sömürgelere de (örneğin, Türkiye, Yunanistan, Şili, Arjantin) bu tip bir rol yüklemesi giderek tüm yeni sömürgelerde benzeri yaklaşımların egemen olmasını getirmiş ve güdümlü karakterlerine uygun olarak hiçbiri etkile olmazken, kendi halklarına zararlı örgütlenmelere dönüşmülerdir. Nikaragua’nın en etkisiz siyasal örgütünün SBKP müttefiği parti olması, olgunun doğrulanmasının bir göstergesidir. Üçüncü bunalım dönemi boyunca, SBKP’nin müttefiği partilerden hiçbiri (Vietnam İşçi Partisi dışında) devrimci bir mücadeleyi başarıya ulaştıramamış ve bu yolda önderliği bile üstlenememiştir. Yaptıkları, mültecilik düzeyinde siyaset ve SBKP’nin barış içinde bir arada yaşama politikasının militanlığıdır.
Bununla birlikte, devrimci kavganın kitleselleştiği noktada, Vietnam örneğinde olduğu gibi, SSCB’nin önemli katkıları bulunduğu bir gerçektir. (Ayrıca Vietnam’daki özgünlük, eskilere dayanan ve sürmekte olan bir savaşı desteklemekti) Revizyonist etkiler, ulusal kurtuluş hareketleri ile mesafeli ilişkiler kurmaya ancak yetmekte, buna karşın tavır almaya dönüşmemektedir.
SSCB’nin bir zamanlar, 80’li yıllarda gerçekleşeceği var sayılan halk devleti anlayışı gibi, ekonomist kabuğa soktuğu üçüncü bunalım dönemi anlayışını ilerleme ve kapitalist olmayan yollardan geçiş anlayışların bugün büyük oranda terk ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü hayat tüm umutları boşa çıkarmış, komünizme geçişin başlayacağı ön görülen yıllara SSCB bir yığın sorunla girmiş ve çözümü bu aksaklıkların üzerine gitmeye çalışmakta bulmuştur. Ne var ki, uluslar arası sorunlara bakışta egemen olan revizyonizmin aşıldığını söylemek olası değildir.
1956 Şubatında SBKP’nin 20. kongresinde Kruşçev’in, Stalin’in mitleşen kişiliği üzerinde durarak, Stalin döneminin bilinmeyen pek çok ayrıntısını açıklaması, tüm dünyada sol çevreleri sarsmış ve bugün de süren bir tartışma başlatmıştır. Kruşçev, savaş öncesi ve sonrası yapılan tüm yanlışların günahını Stalin’in, Beriya’nın ve yardımcılarının omuzlarına yüklemekteydi.
Kişileri putlaştırmaya karşı çıkmak adına yapılan bütünlüklü bir değerlendirme, bir dönemin hataları ve doğrularıyla ve bunların nedenleriyle konulması, geleceğe yönelik perspektiflerin böyle bir temelde ele alınmasından çok, geçmiş dönemde değişik yanlar içeren politikaları partiye egemen kılmanın bir aracı olarak geçmişi mahkum etme çabasından kaynaklanmaktaydı. Herşeyden önce, bunca eleştirilen Stalin’i 30 yıl parti genel sekreteri olarak iş başında tutan neden açıklanamamaktaydı. Oysa, önderliğin başının altından çıktığı söylenen yanlışlığın sorumluluğunu, önderlikle birlikte onu önder olarak yaşatan sistem de yüklenmeliydi. Nitekim Kruşçev ve yandaşları için gerçek durum buydu. Stalin imgesi altında, sosyalizmin o güne kadar yaşanan deneylerle oturtulmuş özellikleri revizyondan geçiriliyor, inşaa sürecinin özelliklerine uygun olarak biçimlenen toplumsal karakteri değişik bir zemine yerleştirme çabası gerçek bir amaç oluyordu. Ancak, dediğimiz gibi sistem bu revizyon denemesine karşı kendini savunacak ve 23. Kongrede Kruşçev iş başından alınacak ama Kruşçev’in etkileri, özellikle sorunlara yaklaşım anlamında sürecekti.
Bununla birlikte SBKP’nin eksik ve yanlışlıklarını Kruşçev’den başlatmak yanlış olur. Bu yanlışlıkların gelişebilme zemini kuşkusuz daha önceki dönemin bir takım olgularıyla varolmuştur.
Stalin’in sosyalizmin inşaasına önderlik ettiği sistem, kendi savunma mekanizmalarını oluşturmuştur. Ama bu süreci aşmak üzere, o koşullarda zorunlu olarak olağanüstü yetkilerle donattığı bürokrasi, izleyen süreçlerde yeni koşullara uygun olarak tekrar dönüştürülemediği için giderek hantallaşmış ve topluma bir anlamda yabancılaşmıştır.
Sonraları Çin, Kuzey Kore, Arnavutluk gibi ülkelerde bir fetişizme dönüşecek olan önderi dokunulmazlaştırma ve yüceltme politikası, bürokratizmi güçlendiren nedenlerden olmuştur. Düzenle özdeşleşen birey imgesi, bu bireyen partiyle ve devlet kurumlarıyla özdeşleşmesi ve giderek Stalin imgesinin, bürokrasiyi şemsiyesi altına alan bir işlev yüklenmesini getirmiştir. Bu olgu, gelecekte sosyalist sistemin sorunlarından ve yanlış politika kaynaklarından biri olacaktır.
Öte yandan parti içi gelişmeleri çözümlemede bir hayli katı yöntemler uygulanmıştır. Bu noktada bir gerçeğin üzerinde durmak gerekli. Çarlık Rusyası demokrasiyi burjuva anlamda bile yaşamamış bir ülkeydi. Demokratik kurumlaşma ve değerler yoktu. İktidar savaşı, bu otokrasiye karşı süren uzun ve kanlı bir savaş oldu. Sanayileşmeden ve demokrasi kültüründen yoksun ülkede sosyalizmin inşaası, doğal olarak katı kurallara dayandı.
Yani durumun izahı, Stalin’in “caniliği” değil, bir yanıyla da Rusya’nın sahip olduğu otokrat geleneklerin, verili koşulların güçlükleriyle buluşmasından kaynaklanıyordu. Lenin dönemindeki esneklik gösterilmeyince Stalin, yüzde yüz haklı olduğu parti içi mücadelelerde, tarafların savunduğu anlayışlarla değil, tasfiyenin biçimiyle yargılandı.
Stalin, Marksist literatürde benzerine az rastlanacak duru ve özlü anlatımından da anlaşılacağı gibi, çözümleyici bir kafa yapısına sahipti. Ancak bunun yanı sıra sosyalizmin inşaası ve savaş yıllarında kendi iradesinin oynadığı role karşın, uluslararası sorunlara yaklaşımda aşırı derecede deterministti.
Şu sözler, sonraki tüm yanlışlıklarına karşın muzaffer bir devrim önderine, Mao’ya aittir. “Çin devrimi, Stalin’in iradesine karşı gelerek zafer kazandı… Stalin yöntemlerini izleseydik, Çin devrimi başarıya ulaşamazdı… Devrimimiz başarıya ulaştığında Stalin bunun sahte birşey olduğunu söylemişti” (66)
Staline göre emperyalistler arası bir üçüncü dünya savaş olacaktı.(67) Dolayısıyla bu savaşta ortak hedef SSCB olduğuna göre, esas olan ana yurdun savunulması olmalıydı. SSCB unsuruna yüklediği rol, dönemin bazı ülkelerinde devrim mücadelelerinin gelişim seyirlerini olumsuz etkilemiştir. Üçüncü dünya savaşı iddiasını ustaca kullanan Kruşçev, entegrasyonu emperyalizmle uzlaşma siyasetinin aracı olarak ileri sürecek ve Stalin’in oluşturduğu determinist geleneği kapitalist olmayan yol ve ilerleme teorilerinin dayanağı olarak kullanacaktı.
Ne var ki, bu eksik ve hatalar, sosyalizmin yadsınması anlamına gelmez. Çünkü, bugün SSCB ve müttefiği ülkeler sosyalizmin maddi bir varlık durumuna gelmesinin gerektirdiği ölçülere henüz sahip olamasalarda bu yolda yürümeye çalışan, bu çelişkilerle boğuşan ülkelerdir. Ve üretimin sahip olduğu karakter ve bu doğrultuda alınan yol çeşitli aksayan yönlerine karşın bir ölçü olmaktadır.
Sosyalist sistemin SSCB’de ifadesini bulan çeşitli sorunlarına karşın olayın bir diğer boyutunu da, sosyalizmin bir dünya sistemi olarak sahip olduğu bir iç bütünlüğünü yitirmesi oluşturmaktadır. Bilindiği gibi sosyalizm, 2. Dünya Savaşından bir dünya sistemi, dev bir blok olarak çıkmıştı. Bu, sosyalizmin büyük bir atılımıydı ve özellikle ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlaşmasında ve sağlam bir temele dayanmasında çok önemli bir rol oynadı. Olay, aynı karakteristik özellikleri gösteren ekonomik temel üzerinde yükselen özgür ve hükümran ülkelerin Marksizm-Leninizm’in ideolojik çatısı altında dayanışmaları anlamına gelmekteydi. Çünkü bu ülkeler kendi devrimci kazanımlarını ve bağımsızlıklarını emperyalist kampın saldırılarına karşı korumada ortak çıkarlara sahiptiler. Ve aralarındaki ilişki daha önce uluslararası ilişkiler tarihinde örneği bulunmayan, enternasyonalist bir karakter taşıyordu.
Ekonomik, politik ve kültürel birlik, gerçek eşitilk bir ülkenin diğeri tarafından boyunduruk altına alınmasının ve sömürülmesinin bulunmayaşı, karşılıklı destek ve dayanışmayı içeriyordu. Uluslararasında amaçlanan nokta ise, planlı gelişmeye dayanan ulusal ekonomiler toplamının sosyalist bir dünya sistemi ekonomisine dönüşmesi ve bu yolla daha sıkı ve yoğun bir bütünleşmenin gerçekleşmesiydi.
Ancak işler, pek öyle kağıt üzerinde ifade edildiği gibi gelişmedi. Ve süreç içinde çeşitli ülkeler partilerine egemen olan oportünist ve pragmatist yaklaşımlar sosyalist bloktan kopmaları getirdi. (68) Zaaflı organlar haline gelen ülkelerin varlığını getirdi.
Sosyalist bloktan ilk kopma Yugoslavya’nın 1949’da Kominform’dan çıkarılmasıyla gerçekleşmiştir. Burada tek tek olayların değil, sosyalist blok olgusunun üzerinde durduğumuzdan, Yugoslavya’nın Kominform’dan atılma sürecini açmayacağız. Yalnız, o olaydan sonra Kominform’un yaptığı açıklamada yer alan “katillerin ve casusların yönetimindeki YKP… Tito-Rankoviç kliğinin burjuva nasyonalizmi haline gelmesi… Tito-Rankoviç kliğinin emperyalizmin ve savaş bezirganlarının doğrudan bir ajanı haline dönüşümü… Anglo Amerikan emperyalizminin emrindeki Tito-Rankoviç, Jilos casuslar grubu… Kiralık katiller ve casuslar kliği” türünden sözlerde ifadesini bulan mantık, olayı açıklamakta elbette yeterli değildir. Tasfiyenin ardından Tito, Stalin’e yazdığı mektupta “Biz SSCB’ne Marks, Engels doktrinine ve Stalin’e sadık kalmaktayız. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de size vaad ettiklerimizi gösterecektir” demesine karşılık, zaten inşaası tamamlanmamış olan sosyalist ilişkiler 1954’ten başlayarak dönüşmüş, ülke Marshall planına dahil olmuştur. Ticaretinin %61’i ABD ile sürerken, 1957’de emperyalist tekellere, yeni işletmelere %49-99 oranında ortak olma hakkı tanınmış, Kruşçev dönemiyle başlayan yakınlaşma çabaları, bu dönüşümün karakterine uygun olarak sonuç vermemiş ve Yugoslavya sosyalizmden uzak düşmüştür.
Çin’in durumu ise sosyalist blok açısından daha ciddi sonuçlar doğurmuştur. Gerçekte ÇKP ile SBKP arasındaki ilişkilerin çatlağı devrim öncesine kadar uzanır. SBKP ve Komintern’in determinist yaklaşımaları ve halk savaşı stratejisinden uzak düşen tutumları, ÇKP’yi Komintern içinde ayrı bir yere itmiş ve Çin devrimi Komintern’e karşı ideolojik mücadeleyle yan yana yürütülmüştür. Sonrasında da Stalin ve SBKP’nin önder rolünü kabul etmesine karşın Mao ve ÇKP de araya mesafe koyma tavrı içine girmiştir.
Nitekim destalinizasyon politikasına ÇKP’nin başlangıçta destek olduğu görülmektedir. Mao, 1958’de sorunu şöyle değerlendirmektedir: “1956’da Stalin eleştirildiğinde bir yandan memnun olmuştuk, diğer yandan da endişelenmiştik. Kapağı kaldırmak, körü körüne inancı kırmak, baskıyı kaldırmak ve düşünceyi serbest bırakmak tamamen gerekliydi. Ama onun bir kalemde silinip atılmasına katılmıyorduk.” (69)
Süreç içinde ÇKP’nin eleştirileri daha somut bir karakter kazandı. 1960’lı yıllarda sosyalist blok içindeki bu sorun boyutlarını aşıp dünya kamuoyunun önünde cereyan eden bir çelişmeye dönüştü. Açık bir “revizyonist klik” suçlaması politikası, 1964 yılında Kruşçev’in tasfiyesi ile de değişmeyecek ve 1967’den başlayarak “sosyal emperyalizm” suçlamasıyla sürecek, SSCB’yi dünya halklarının baş düşmanı ilan eden “üç dünya teorisi” ile doruğa çıkacaktı.
Sonrasında Mao’nun ölümü ve Çin’in tanık olduğu çeşitli gelişmelerin de durumu nitelik anlamıyla değiştirmeye yettiğini söyleyemeyiz. SBKP’nin çeşitli revizyonist yaklaşımlarını kendi pragmacılığına kalkan yapmakla beraber, ÇKP asıl amaçladığı noktaya ulaşamamıştır.
Başlangıçta Arnavutluk ile sağlanan ittifak da uzun ömürlü olmamış, Kamboçya’nın halk düşmanı yönetici kliğinin çabaları bile bu ülkeyi ÇKP çizgisinin bir parçası yapmaya yetmemiştir. Bununla birlikte konu, SBKP’nin ve bu oranda AEP’nin de yaptığı gibi “büyük han şovenizmi” biçiminde açıklanamaz. Bu tanım belki bir yönüyle ÇKP’nin sahip olduğu sağlıksız gelişmeyle buluşur. Ne var ki bu suçlamaların SSCB’ye ciddi zararlar vermesi, gerçekten SBKP’nin hataları ile diğer hataların beraber yürümesinden doğmaktaydı.
ÇKP, destalinizasyon politikasına, emperyalizm ve dünya halkları ile ilişkiler sorunlarına -zaman zaman ‘sol’ bir nitelik taşısa da- başlangıçta doğru bir temelde yaklaşmasına karşın giderek tam tersi bir rotaya girmiştir. Süreç içinde ÇKP’nin söz konusu tavırlarının ,onun sahip olduğu devrimci nitelikten çok pragmacı yaklaşımlarından kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Barış içinde bir arada yaşama politikasından dolayı SSCB’yi uzlaşmacılıkla suçlayan ÇKP, bir kaç yıl sonra ABD başkanı Nixon’u ülkesine davet etmiş ve ABD’nin SSCB’ye karşı kullandığı bir ‘kart’ olma işlevini görmüştür. Ya da Kruşçev dönemi uygulamalarını, SSCB’de kapitalizmin restoresi olarak nitelerken, 1980’li yıllarda söz konusu uygulamaların fersah fersah geride bırakan uygulamalara yönelmiştir.
Yine, SBKP’ye yöneltilen ulusal kurtuluş savaşlarına duyarsız kalma savına karşılık devrimci adım atılmamış, Allende’yi deviren Pinochet Cuntasına, Avrupa ülkeleri kendi kamuoylarının tepkisini kazanmamak için mesafeli davranırken, yardım elini uzatan, halk düşmanı Pol Pot rejimine “komünist” yaftasını yapıştıran ÇKP olmuştur.
Kısacası, SSCB’ne yönelttiği ağır suçlamalara karşın Çin’in SSCB’den çok daha geri bir örnek olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülke, sosyalizmin gerektirdiği koşul olan ağır sanayi dönüşümünü sağlıklı bir biçimde tamamlayamadığından ve tarım kollektivizasyonunu SSCB’de olduğu gibi verimli bir biçimde dönüştüremediğinden sosyalist inşaa sürecini tamamlayamamış; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini sağlamasına karşın, bu noktanın ilerisine gidememiştir.
Bugün görülen yeni sömürgeci ‘serbest bölgeler’ uygulamalarını ise (emperyalizme Çin içinde içsel bir olgu olma şansını verecek düzeyde olmadığından) daha çok Çin’in ağır sanayi dönüşümünü başarabilmek için, emperyalist teknolojiden yararlanma çabası olarak değerlendirmek gerekir. Devrim sonrası Çin’in en önemli değerlerinden biri olan Kültür Devrimi ise, görkemli bir kitle hareketi olmanın ötesinde, kendini gündeme getiren neden olarak açıklanan ve Stalin’in bir eksikliği olarak gösterilen sosyalizmin sağlıklı işlerliğini, devrimi ve halkın kazanımlarını koruyacak kurumları yaratma amacına ulaşamamamıştır. Sağlıklı bir sosyalist alt yapının oluşturlamadığı koşullarda, kültürel düzeyde ileri bir aşamaya ulaşmanın olanaksızlığını açığa çıkaran önemli bir deney işlevini yüklenmiştir. Bu duruma bağlı olarak “Kültür Devrimi” ile yaratılan ve Mao Zedung anlayışını koruyacağına inanılan kurumlaşma, Mao’nun ölümünden sonra bu anlayışın büyük bir hızla tasfiyesinin aracı olmuştur.
Arnavutluk ise, birçok açıdan irdelenmesi gereken bir ülkedir. Yugoslavya Komünform’dan çıkarıldıktan sonra sol çevrelerde yaygın kanı, SSCB’nin desteklemediği bir ülkenin sosyalist kalabilmesinin olanaksızlığı yönündedir. Sweezy bu durumu; “çağımızda tek ülkede sosyalizm ancak SSCB’nin başarabileceği bir olgudur” biçiminde ifade etmektedir. Arnavutluk deneyinin önemi bu noktada açığa çıkmaktadır. Bu ülke, sosyalist inşaa döneminde önce SSCB ve sonra Çin’den önemli destekler görmüştür. Ama en azından tek başına da olsa bir ülkenin sosyalist kalabileceğinin ve hatta bu yolda gelişebileceğinin bir örneği olmuştur. Dünya olaylarının değerlendirilmesine egemen olan revizyonist karaktere karşın, sosyalist değerlere yaklaşımı tutarlı bir ülke olan Arnavutluk, alt yapısına egemen olan ilişkiler anlamında SSCB’den ve diğer sosyalist ülkelerden temelde farklı olmayan bir ülkedir. Buna karşılık günümüzün çelişme ve ilişkilerini değerlendirme anlamında AEP, SSCB’ni “sosyal emperyalist” olarak niteleyen, üçüncü dünya savaşını mutlak gören, ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşı olgusunun öneminin bilincinde olmayan yapısıyla determinist karakteri ağır basan, hantal ve geri bir parti durumundadır.
Bugün, sosyalizm bir dünya sistemi, maddi bir varlık olmayı önemli oranda başarmakla birlikte, başlangıçta sahip olduğu iç bütünlüğünü süreç içinde yitirmiştir. Ancak bu saptama, sosyalist blok varlığının yadsınması olarak kavranmamalıdır. Açıktır ki, bugün SSCB önderliğinde emperyalizme karşı bir blok hareket eden ülkeler vardır. Bu ülkelerden bazılarının, (örneğin K.Kore, Küba, Romanya, Mozambik gibi) blok içinde zaman zaman -olumlu ya da olumsuz anlamda- değişik nedenlerle ilişkilerde mesafe koymaları, blok dışında kalmaları, emperyalist blok karşısında iç bütünlüğe zarar veren noktalara kadar uzanmamaktadır.
Sosyalist ülkelerden oluşan -ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal düzeylerde ileri ilişkileri içeren- bu blok içindeki ilişkilerin niteliğini belirleyen karakter, sömürü ve çatışma değil, dayanışmadır. Dolayısıyla, dünyada bir blok olarak hareket eden sosyalist ülkeler topluluğunun olduğu koşullarda Çin ve Arnavutluk örneklerinden yola çıkarak sosyalist blok parçalanmıştır demek, diğer sosyalist ülkeler arasındaki ilişkilere kimliksiz bir karakter yüklemek anlamına gelir ve yanlıştır.
Bu durumda sosyalist sistem ve blok sorunlarına yaklaşımımızı kısaca özetleyelim.
Sosyalizm, Ekim Devrimi ve onu izleyen sosyalist inşaa ile bir sistem olarak yerleşmiş; 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni ülkeler sosyalist gelişme yoluna girmişlerdir. Çin ve Arnavutluk’un farklılaşan konumları sosyalist dünya sisteminin iç bütünlüğünü zedelemekle birlikte, diğer sosyalist ülkelerin blok olarak hareket etmeyi sürdürmeleri nedeniyle maddi bir varlık olmayı, sosyalist bir blok olarak yaşamını sürdürmeyi başarmıştır.
Emperyalizmle sosyalizm arasındaki çatışma, Ekim Devrimi ile başlar. Bu devrim ile kapitalist sisteme alternatif ve onun her açıdan ilerisinde yer alan bir sistemin yolu açılmıştır. Ve devrimle birlikte, onu boğmak için emperyalizm her yolu denemeye girişmiştir.
İç savaş, emperyalistler tarafından örgütlenen karşı devrimci bir orduya karşı yürütülmüştü. Ancak emperyalist ülkeler yalnızca karşı devrimi fiili olarak desteklemekle de yetinmeyerek açıktan savaş içinde yer almışlardı. Savaştan genç işçi devletinin zaferle çıkmasından sonra ise, bu kez ekonomik ve siyasal abluka başlatılmış ve bu yolla sosyalizm engellenmek istenmiştir. İngiltere’de basılan sahte rublelerin gemilerle SSCB’ne sokulmasından, SSCB’de ekonomik etkinliklerde bulunan şirketlerin ülkede ekonomik sabotaj yolunu seçmesine, SSCB’nin resmen tanınmamasına kadar pekçok yönleri bulunan bu tecrit politikası bilindiği gibi sonuç vermedi. Ve SSCB’de sosyalizmin inşaası ilerledi.
Olay kuşkusuz yalnızca SSCB’ne yönelik bir saldırganlık değildir. Durum aynı zamanda, sosyalizmin maddi bir olgu durumuna gelmeye başlamasıyla birlikte, özellikle Avrupa’da güçlü bir devrimci dalganın hissedilmesi ve bu dalgayı boğma çabasıyla kendini gösterdi. Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa işçi hareketlerine egemen olan reformizm büyük ölçüde kırılmış, Komüntern partileri, işçi hareketlerini önemli oranda denetleme durumuna gelmişlerdi. Nitekim faşizmi doğuran nedenlerin başında da bu gelişme, yani işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ve 1929-32 depresyonuyla birlikte, devrimci durumun birçok ülkede olgunlaşması yatıyordu. Faşizm olgusuna karşın yine de Fransa ve İspanya’da Halk Cephesi hükümetlerinin iktidarı engellenememişti. Bu noktada patlak veren İspanya İç Savaşı, sosyalizm kapitalizm çatışmasının, Ekim Devrimini izleyen iç savaştan sonra ikinci açık çatışması oldu. Çatışma Halk Cephesinin sağlıklı iç bütünlüğü ve güçlü bir önderliğe sahip olmamasının ve emperyalizmin faşistlere büyük çaplı katkılarının etkisiyle faşizmin geçici üstünlüğüyle sonuçlandı. Bu Avrupa’daki devrimci dalganın bir devrime yol açmadan bastırılması anlamına gelmekteydi.
Bununla birlikte tüm ikinci bunalım dönemi boyunca süren sosyalizm-kapitalizm çatışması, sürecin eksenini oluşturmuyordu. Bu eksende emperyalistlerarası çatışma, emperyalizmin ikinci bir paylaşım savaşı hazırlıkları vardı. Ancak savaş ve sonrası gelişmeler, emperyalizmi yaşatabilmek için bir entegrasyonun sosyalizm ve dünya halkları ile çatışmasını koyuyordu.
Henüz Japonya ile savaş sürmekteyken, Almanya’nın teslim olmasının ardından sosyalizme karşı soğuk savaş başlatılmıştı. Sosyalist yükselişin Almanya, Avusturya ve İran’a yansıması olasılığı, emperyalizmi rahatsız ederken, olay Çin ve Yunanistan’da açık bir çatışmaya dönüşmüştü. Kapitalizmi canlandırma ve koruma çabasındaki ABD, sosyalizme karşı bir ideoloji yaratmak, demokrasi bayraktarlığını üstlenerek dünya kamuoyunun faşizme karşı duyarlılığını sosyalizme karşı kullanmak amacındaydı.
1946 Martında Churchill’in Baltık’tan Adriyatik’e uzanan bir “demir perde”den sözetmesi ile başlatılan söylem, sosyalizmi totaliter bir rejim gibi göstermeye çalışıyor ve kapitalizmin üstünlüğü safsatasını böyle bir temelde işlemeye yöneliyordu.
Truman Doktrini, anti-komünist içeriği ile üçüncü bunalım dönemine egemen olacak çelişki ve ilişkilerin bir simgesi oldu. Tarihte ilk kez bir emperyalist ülke diğerlerini kendi önderliğinde bir entegrasyonda topluyor ve sistemi bir bütün olarak sosyalizme ve dünya halklarına karşı örgütlemeye yöneliyordu.
1947 yılına gelindiğinde, SSCB ile emperyalist ülkelerin ilişkileri önemli oranda dondurulmuştu. Elindeki nükleer gücü sosyalizmin ve dünya halklarının üstünde Demokles’in kılıcı gibi tutan ABD, bu yolla kendi cephesini sağlamlaştırmak , hegemonyasını pekiştirmek amacındaydı.”Demir perde” nitelemesine katılmayan ve olayı soğuk bir savaş yaratma çabası olarak niteleyen köşe yazarı Walter Lippman’in nitelemesi, olayı tanımlayıcı bir terim olarak politika literatürüne yerleşiyordu.
Marshall Planı’na uygun olarak Avrupa’da örgütlenmeye çalışan ABD; Almanya, Avusturya ve Yunanistan’daki yangına körükle giderek soğuk savaşı tırmandırırken, İtalya ve Fransa’da komünist partiler hükümetten uzaklaştırıldılar. Çin Hindi’nde, Fransız sömürgeciliğine karşı yükselen savaş, Doğu Avrupa ülkelerinde halk cephesi iktidarının giderek artan biçimde KP’lerin inisayitifine girmesi gibi nedenleri kendisine dayanak yapmaya çalışan ABD, entegrasyonun militer ifadesi olarak NATO’yu kurdu. NATO, sosyalizm tehlikesinden korunma adı altında ABD’nin askeri hegemonya oluşturması, ya da zaten fiili olarak varolan bu hegemonyaya uygun kurumlaşma anlamına geliyordu.
SSCB’nin nükleer güce sahip olarak ABD’nin en büyük kozunu yıkmasına ve sosyalizmin, dünya halklarının savunulmasında çok önemli bir mevziye sahip olmasına, bu kez ABD nükleer silahlanmayı hızlandırarak karşılık verdi. Böylece yitirilen avantajı sürekli savaş ve dünyanın yok edilmesi tehlikesiyle korumak gibi bir çabaya girilmekteydi. Bu stratejiye bağlı olarak Avrupa’daki ABD üslerine nükleer silahlar yerleştirilirken, diğer çeşitli ülkelerde ABD üsleri yaygınlaştırılıyordu, ve NATO’ya koşut Bağdat Paktı, CEATO gibi kurumlar oluşturuluyordu.
Soğuk savaş yalnızca siyasal düzeyde uluslararası gelişmeler olarak kalmadı. Hayatın diğer alanlarında da aynı nitelikte uygulamalar gündeme geldi. Tüm kurumlarıyla ve olanaklarıyla anti-komünist bir ideoloji empoze etmeye yönelen ABD’de tam bir cadı kazanı kaynatılmaktaydı. Komünist olmayı vatan haini olmaya özdeş gören mantık, “Rosenbergler Davası’nda simgelenen ve ilerici, demokrat, komünist ayrımı gözetmeyen vahşi saldırılarla insanları robotlaştırmaya, ayrı düşeni yok etmeye yol açan yaptırımları tereddütsüz gündeme girmişti.
Senetör Mc Carthy’nin kişiliğinde simgelenen ve onun adına mal olan bu uygulamalar sinema oyuncusundan, bilim adamına, hukukçusundan emekçisine kadar tüm ülke halklarına yöneliyor ve sosyalizmi her alanda tecrit etme amacını taşıyordu. Metropoller’deki uygulamalar çevre ülkelere çok daha sert biçimde yansıdı. Halka karşı, insan emeğine ve onura karşı estirilen terör fırtınası halk düşmanı emperyalizmin yaşaması adına dünyanın dört bir yanında, ardında yüzbinlerce ölü ve milyonlarca acı çeken insan bıraktı.
Soğuk savaşın genellikle 1954 yılında bittiği kabul edilir. Kore halk hareketinin emperyalist ordularca boğulduğu 1954 yılını bu temelde bir veri olarak kabul etmek gerekir. 1954’e gelindiğinde savaş sonrasında büyümekte olan emperyalizmin kurumlaşma ve sosyalizmin elde ettiği mevzileri koruma çabası geçici bir dengeye oturmuş; emperyalist blokun ve sosyalist blokun sınırları az çok oluşmuştu. Bununla birlikte gerilimin yüksekliğine bakarak 1946-54 dönemini bir “soğuk savaş” olarak tanımlayarak soyutlamayı sınırlamak doğru değildir.
Söz konusu çelişme-çatışma esas olarak Ekim Devrimi ile başlamıştı. Ve ancak çelişmenin ortadan kalkmasıyla son bulacaktı. Bu ölçüyü, çelişmede geri ucu temsil eden emperyalizmin yok olması biçiminde de ifade edebiliriz. Bu savaşın her süreçte olduğu gibi dönem dönem alçalması, kabarması ve antagonizma kazanarak açık bir çatışmaya dönüşmesi, doğrudan karşıtların durumuyla, çatışma sürecindeki konumlarıyla ve sürecin çeşitli aşamalarındaki nitelikleriyle bağlantılıdır.
Bu perspektiften hareketle, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışmanın en üst düzeye tırmandığı dönemleri aşamalandıralım:
Çatışmanın başlaması (1917-22): Süreci başlatan bu dönem Ekim Devrimi ile başlamış ve iç savaşla sürmüştür. Taşıdığı ada karşın, iç savaş kesinlikle ulusal bir savaş olmamış, sınıfsal bir düzeyde sürmüştür. Yunanistan’ın bile İngiltere’nin zorlamasıyla Kırım’a asker çıkardığı düşünülecek olursa, olayın boyutları anlaşılır. Bu dönem, iç savaşın Kızıl Ordu’nun zaferiyle sonuçlanmasına bağlı olarak sona ermiştir. Avrupa’daki diğer devrim girişimlerinin bastırılması ve SSCB’nin sosyalizmin inşaasına yönelmesinin ardından çatışma sosyalizmin siyasal ve ekonomik ablukaya alınması biçimine dönüştürülerek sürdürülmüştür.
Çatışmanın şiddetlendirilmesi (1936-54): Sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşerek çıktığı bu dönem, sürecin önemli aşamalarından biridir. Sosyalizmin ve kapitalizmin ufak çaplı bir açık çatışması olarak tanımlayabileceğimiz İspanya İç Savaşı ile başlayan çatışmanın şiddetlenmesi, Almanya’nın SSCB’ye saldırmasıyla kapitalizm ve sosyalizm büyük savaşına dönüşmüş, bu savaşın bitmesinin ardından da genel bir “soğuk savaş” ve çeşitli bölgesel savaşlarla sürecek Kore savaşının sona ermesiyle durulmuştur.
Bu sürecin ayırt edici özelliklerinden birisi de her iki sistemin nükleer silahlara sahip olmasıdır. Aynı şekilde savaş sonrası gerilimin arttığı yüksek basınç dönemini ABD, hem kendi sisteminin sosyalist yükselişe karşı koyması ve hem de onu komünizm tehlikesinden korumak adına, diğer sistem ülkelerini hegemonyasının altına toplamanın bir aracı olarak kullanmıştır. Özellikle 1946’dan sonra ABD ve SSCB arasında tek bir önemli ikili görüşmenin bile olmaması bir diğer önemli veridir.
Dönemin sona ermesinde Kore Savaşı belki bir simgedir. Ama olayın kökeninde yatan nedenlerden biri olarak Stalin’in ölümünü saymak gerekir. Çünkü emperyalizme karşı mücadelenin biçim ve boyutlarının saptanmasında SBKP önderi olarak Stalin’in belirleyici rolü olmuştur. Özellikle savaşın ardından emperyalizmin sahip olduğu nükleer gücün de etkisiyle, anayurdun savunulması politikasını emperyalizm-sosyalizm çatışmasının eksenine yerleştirmesi çok sık eleştirilen Stalin’in bu nedenle Yunanistan, Fransa ve İtalya’daki devrimci durumu değerlendirememesinde ve iktidarın bir hayli uygun koşullara karşın elde edilmemesinde rolü olduğu iddia edilir. Ne var ki, gerçekten böylesi bir tercihi koymuş olmak mekanik bir çıkarım olur. Esas olarak Stalin emperyalizmle çatışma sürecinde pek çok alanda dişe diş mücadele örneği vermiştir. Bu gerçek, özellikle Stalin’in ölümünden sonra yaşanan gelişmelerle iyice belirginleşmiştir.
Stalin sonrası SBKP politikasını, ödünsüz mücadele anlayışının çözülmesi olarak nitelemek yanlış olmaz. Stalin’in üçüncü bir dünya savaşının çıkacağına inanması ve buradan hareketle anayurdun savunulmasını her olayı değerlendirmede temel alması birçok yanlışlığı ve bu arada bazı ülkelerde devrimci durumun değerlendirilememesini getirmiştir. Ana temelde emperyalizme karşı dişe diş bir mücadeleye önderlik etmiş, Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist iktidarların kurulmasında rolü büyük olmuştur. Stalin’in ölümünden sonra bu politika çözüldü. Örneğin Doğu Almanya’da sosyalist iktidarı meşrulaştırmak adına Avusturya’dan çekilmek Kore’de ateşkesi kabul ederek ülkenin güneyini emperyalizme bırakmak, ABD’nin Fransa’ya nükleer silah yardımında bulunabileceğini söylemesine neden olan Vietnam’da ateşkesi kabul ederek güneyi emperyalizme bırakmak; Stalin sonrası dönemin üst üste gelen olaylarıdır. Bu arada Filipinlerde, Malezya’da halk savaşlarının bastırılması iki blok arasındaki gerginlikten uzaklaşılmaya başlanmasının nedenleridir.
1954 sonrası, sosyalist blok ve emperyalist entegrasyon arasındaki ilişkiler, dönem dönem genişlemesine karşın, önce Lenin ve sonrasında Stalin’in yaklaşımlarında ifadesini bulan dişe diş çatışma boyutlarına ulaşmadı. 1962 Küba krizi, ya da Vietnam’a ABD müdahalesi, 1968 Çekoslovakya olayları, 1967 Arap-İsrail savaşları, ilişkilerin patlama noktasına geldiği dönemlerdi. Ancak ilişkilerin niteliğini belirleyen bu gergin dönemler olmadı.
Örneğin Vietnam savaşı sürerken bir yandan da 1969’da ‘detant’ görüşmeleri başlatılmıştı. Barış içinde bir arada yaşama politikasının Kruşçev’le birlikte kazandığı karakter, SSCB’yi uzlaşmacı bir noktaya iterken, yapay refah döneminin yerini depresyonun aldığı emperyalist entegrasyon için asıl tehlike sosyalist blok ülkelerinden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinde geliyordu.
Olayın bu tür bir nitelik kazanmasında, nükleer silahların ulaştığı boyutların ve emperyalizmin bu durumu tüm dünyaya yönelik bir tehdit aracı olarak kullanmasının kuşkusuz önemli etkisi vardı. Ama tek başına bu durumu SBKP’nin edilgen yaklaşımlarının gerekçesi olarak kabul edemeyiz. En azından çoğu kez tümüyle reel bir nitelik kazanan ulusal kurtuluş hareketlerine takınılan tavır, SBKP’nin emperyalizmle mücadele anlayışındaki zaaflarını belirginleştirmektedir.
İkinci dünya savaşının ardından, ABD hegemonyasındaki bir entegrasyona giden emperyalizm, 1960’ların ortalarına kadar savaş sonrası yıkımın yeni ekonomik olanaklarının, bilimsel ve teknolojik devrimin ve yeni sömürgeciliğin sağladığı genişletilmiş pazarların etkisiyle geçici ve göreceli bir refah dönemi sürmüştür. Ancak, süreç içinde diğer emperyalist ülkelerin toparlanmaları ve pazardan daha çok pay istemeleri, ABD hegemonyasına ekonomik düzeyde de olsa sert darbeler vurmaları, savaş sonrası oluşturulan ve doların egemenliğini esas kılan uluslararası kapitalist para sisteminin çözülmesi, buna bağlı olarak uluslararası kapitalist ticaretin sarsılması, pazarların doyması ve bu oranda ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesiyle enflasyonun büyük bir hızla sarsıcı boyutlara ulaşması, emperyalizmin varlığına dayanak yaptığı nükleer silahlanmanın giderek artan harcamaları, bu gelişmelerin siyasal ve toplumsal düzeyde ses bulması, sonuçta Vietnam savaşında ABD’nin ummadığı bir direnişle karşılaşması ve acze düşmesiyle açığa çıkan ekonomik-toplumsal ve siyasal depresyonu doğurmuştur.
ABD’de patlak veren depresyon hızla sistemin diğer ülkelerine yayılmıştı. 1970’li yıllar boyunca bu depresyonu aşabilmek bir yana çözüm adına üretilen tüm politikalar tarih önünde geri bir sistem olan kapitalizmin bu büyük depresyonunu daha da derinleştirmekten öte bir sonuç doğurmamıştı.
Savaştan bir dünya sistemi olarak çıkan sosyalizm ise çeşitli sorunlarla birlikte büyüyordu. Savaş sonrasının ekonomik-siyasal ve toplumsal düzeylerde yaşanan gelişme patlaması, Stalin’in ölümünden sonra yerini sancılı bir sürece bırakmıştı.
Çin ve Arnavutluk’un bloktan kopması, sosyalizme sağlıksız geçen Doğu Avrupa ülkelerinin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya olaylarında simgesini bulan sorunları, SBKP’nin uluslar arası düzeyde izlediği uzlaşmacı politika, ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşlarının stratejik önemini kavramaktan uzak yaklaşımı, destalinizasyon politikasının yarattığı sarsıntı, ilerleme ve kapitalist olmayan yoldan geçiş teorisinin sahip olduğu sakat temeller ve yol açtığı yıkıcı sonuçlar, sosyalizmin yükselişine darbe vurmuş, sosyalist gelişme kendini koruyabilme anlayışlarıyla zaafa uğratılarak sınırlandırılmıştır.
1970’li yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisiyle süren gelişme, 1980’li yıllarda yerini durgunluğa bırakmış ve yıllar süren yanlışlıklar özellikle bu dönem meyvelerini vermeye başlamıştı. Kamboçya ve Afganistan olayları, ÇKP ve SBKP’nin sahip oldukları uluslar arası ilişkiler anlayışlarının iflasını belgeleyen imgeler işlevini yüklenirken, Polonya olayları ve SSCB’de bürokratizmin büyüyen kambur olma durumu tüm 1980’li yıllar boyunca sosyalist gündemi işgal etmiştir.
Sonuç, emperyalizmin büyük depresyonunun sosyalizmin gelişmesinde gözetilen bir olgu olarak değerlendirilememesi oldu. Bu durum ister istemez toplumsal muhalefetlerin değişik yönelimlere akması ve Batı Avrupa ülkelerinde KP’lerin iyice gerilemelerini, giderek sosyalizmin sorgulanmaya başlamasını getirdi. 80’li yıllar boyunca sosyalizmin tek ciddi başarısı emperyalist saldırganlığa karşı dünya halklarını savunmaya çalışmak, sosyalizmin kazanımlarını kısmen korumak ve emperyalist nükleer teknolojinin gerisinde kalmamaktı.
Emperyalist saldırı dalgasının durulmasının özellikle 1987’den başlayan panoramasını SSCB’nin başarısına bağlamak yanlış olur. Çünkü bu yıllarda esas olarak ulusal kurtuluş hareketleri hızını yitirmiş ve emperyalizmin saldırı ihtiyacının zemini bu nedenle farklılaşmıştır.
Bu arada Batıdaki nükleer silahlanmaya karşı kamuoyunu da hatırı sayılır ölçüde hesaba katmak gerekir.
Değişik bir biçimde daha ifade edecek olursak, 1960’ların ortalarında birikmeye başlayan sorunların, 1970’li yıllar boyunca açığa çıkan bir depresyona ittiği emperyalizmi 80’li yıllarda saldırganlığa iten nedeni tek başına sosyalist sistemle açıklayamayız. Yaşadığı sorunlar ve egemen olan anlayış sistemi, söz konusu depresyonu değerlendirerek kendi gelişmesinde kullanmak ve emperyalizmi yok etme yolunda ilerlemekten yoksun bırakıyordu. Sosyalizm maddi bir varlıktı ve emperyalist saldırıya karşı kendini koruyacak caydırı güce sahipti; ancak depresyonu emperyalizmi yıkan nedene dönüştürecek güçten yoksundu.
Dolayısıyla emperyalizmi saldırganlığa iten asıl neden ulusal kurtuluş savaşları oldu. İleride tekrarlayacağımız gibi, 1970’li yıllarda Vietnam savaşının açtığı yoldan akan yeni yeni Vietnam’lar her defasında daha sert ve daha öldürücü darbeler vuruyor, yeni yeni ülkeler emperyalizmden kurtulurken diğer yeni sömürgelerin hemen hemen tamamında kurtuluş hareketleri yükseliyordu. Oysal emperyalizm için depresyonu atlatabilmenin tek yolu, yeni sömürgeleri daha iyi değerlendirici teknikleri geliştirmek yoluyla depresyonun yükünü yeni sömürgelere atmak ve bunu yaparken ulusal kurtuluş hareketlerini ezmekten geçiyordu.
Reagan dönemiyle ifadesini bulan saldırganlık; demokrasi bayraktarlığını, özgürlük şampiyonluğunu bir yana bırakarak, Vietnam’da yeterince ders aldığı açık müdahale dışında her türlü yolu kullanmak biçiminde sürdü. Ezilen dünya halklarına karşı girişilen bu saldırganlığa sosyalist blokun müdahalesini engellemenin yolu olarak nükleer silahlanmayı tırmandırmak seçildi. Sosyalist sistem ülkelerinin yapabildikleri ise daha çok dünyayı emperyalizmin nükleer tehlikesinden korumak ve onun gerisinde kalmamak, bu arada metropol ülkelerde nükleer silahlanma aleyhinde güçlü bir kamuoyu yaratılmasına katkıda bulunmak oldu.
Söz konusu barış hareketlerini sosyalist sistem ülkelerinin bir başarısı olarak görmemek gerekir. Barış hareketlerinin güçlü olduğu ülkelerden biri olan F. Almanya’da , SBKP yandaşı partinin en güçsüz partilerden biri olması sadece bir örnektir.
Aynı biçimde kullandıkları teknolojide nükleer silahlanma sorununu baş köşeye oturtmalarına karşın, barış hareketinin güçlü olduğu ülkelerin bir tekinde bile SBKP yandaşı partilerin güçlendiklerini ya da barış hareketlerini yönlendirdiklerini söyleyemeyiz. Tam tersine hızla eriyen bu partiler ancak barış hareketine eklemlenebilecek bir durumdadırlar ve barış hareketine anti-kapitalist bir karakter verme, radikal bir eksene oturtma görevini yerine getirememişlerdir.
Bütün bunlardan hareketle 1987 ile birlikte emperyalizmin saldırı dalgasının durulması ve SSCB-ABD silahsızlanma görüşmelerinin en üst düzeyde yeniden başlaması Gorbaçov’un başarısı değil, emperyalizmin kısa vadeli sonuçları açısından amaçlarına en temelde ulaşmasıdır.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmi sarsıcı boyutları geriletilmiş, 1980’li yıllar boyunca tek bir yeni sömürgede bile devrim hareketi sonuca ulaşamamış, uluslar arası yeni bir işbölümü gerçekleştirilmiş ve yeni sömürgelerde bu durumun gereklerine uygun olarak yapısal dönüşümler sağlanmıştır.
Emperyalizmin kendisini tehdit edici nedenleri törpülediği, geleceğini kısa vade de olsa güvence altına aldığı ve pazarları üzerinde denetimi yeniden ele geçirdiği koşullarda gerginliği tırmandırmanın ancak kendisine zarar verici sonuçları olurdu. Emperyalizm, depresyonu atlatamadığı koşullarda bu şekilde etkileri uzun sürebilecek ekonomik, siyasi ve toplumsal dengelerden, kendini üretebilen güçten yoksundu. Dolayısıyla, Gorbaçov-Reagan görüşmeleri ve nükleer silahlanmaya getirilen sınırlamalar, Gorbaçov’un üstün niteliklerinden değil emperyalizmin halk hareketlerini bastırmış olması dolayısıyla elde ettiği taktik üstünlüğünü kullanma amacından kaynağını almaktadır. Öte yandan, Gorbaçov döneminin bütünlüklü değerlendirilmesi için henüz yeterli tarihsel veriler olgunlaşmış değildir.
SONUÇ
İnsanlık tarihi boyunca bir ütopya olan sınıfsız toplum amacı, kapitalist sistemle ve proletaryanın doğmasıyla birlikte, büyük düşünür Marks’ın ellerinde bilimselleşti. Kapitalist sistemi ayrıntılarıyla çözümleyen Marks ve Engels, kapitalizmden komünizme geçişin bir alt aşamayı, bir geçiş dönemini gerektirdiğini söyleyerek bu dönemin devlet biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğunu saptamışlardı. Bir kıta devrimine olan inançlarıyla, proletarya diktatörlüğünün işlevini ve sınırlarını da yaklaşımlarına uygun biçimde oluşturmuşlardı. Ama Marks ve Engels, hiçbir zaman sosyalizmin gelecekteki zanaatçılarının önünü tıkamak ilkelliğine düşmediler.
Onların açtığı yoldan yürüyen insanlık, sınıfsız topluma ilk adımını Rusya’da Büyük Ekim Devrimi ile attı. Çağımızın ve belki tarihin bu dev olayı, bir geleceğin, bir umudun maddi varlığa dönüşmesi ve aynı zamanda kapitalizm sosyalizm çatışmasının başlangıcı anlamına geliyordu.
Önceleri diğer metropol ülkelerde gerçekleşecek devrimlerle tamamlanacağına inanılan Rus Devrimi, kendi gerçekliği ve kendini üretmek ve ilerletmek ya da çözülmek seçenekleriyle karşı karşıya kaldı. Lenin ve Stalin’in tereddütsüz tercihi sosyalizmin inşasına yönelmek olacak ve yıkılmış bir ülkeden bir refah toplumu yaratmak başarılacak, emperyalizmin topyekün saldırılarını da kapsayan süreçten sosyalizm, on yıl gibi kısa bir sürede kendini toparlamış olarak çıkacaktı.
Kapitalizm-sosyalizm çelişmesi, en büyük çatışma haline faşist Almanya’nın genç SSCB’ne saldırısı esnasında dönüştü ama bu savaştan bir dünya sosyalist sistemi doğdu.
Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm-kapitalizm çatışması, çatışmanın geri ucunu temsil eden kapitalizm çözülünceye kadar sürecektir. Dönem dönem açık savaşa dönüşen çelişme boyunca sosyalizm, çeşitli sorunlarla karşılaşmış ve bu sorunlar bazı durumlarda sosyalizmi ileri iten neden olmuş, bazı durumlarda ise bünyesinde önemli tahribat yaratmıştır.
Bugünden düne bakarak yapılacak değerlendirmede, çeşitli açılardan sosyalist sistem tarihini Stalin’in ölümünden önce ve sonra olmak üzere iki dönemde incelemek gerekir. 1917’den 1953’e kadar uzanan dönemin özellikleri, mutlak ve sürekli gelişme, sosyalist sistemin iç bütünlüğünün korunması ve barış politikasının uzlaşmaz karakteridir. Stalin’in ölümünden sonra ki dönem ise iç bütünlüğün yitirildiği, gelişmenin mutlak özelliğinin yıprandığı, emperyalizme karşı uzlaşmaz politikanın çözüldüğü dönemdir.
Bununla birlikte Stalin sonrasında ortaya çıkan sorunların bazı çıkış noktalarını Stalin’in iktidar yıllarında aramak kadar doğal bir tavır da olmaz.Bu dönemin baş döndürücü başarılarının ardından ki sorunların ya da eksikliklerin geçen yıllar içinde birikmesi, giderek büyümelerini kaçınılmaz kılmış, doğru politikalarla düzeltilmemeleri, teşhiste, bunun sonucu olarak da çözümde yanlış saptamalara düşülmesini, sorunların derinleşmesini getirmiştir.
Unutmamak gerekir ki, ilkel Komünal topluluk ilişkilerinin çözülmesinden Ekim Devrimi’ne kadar uzanan tarih, özel mülkiyet ve sömürü temelinde yükselen toplumlar tarihidir.
Böylesine uzun bir sürecin etkilerinin, bu olguların yaşandığı bir ülkede hem onlarla çatışarak ve hem de var olmaya, gelişmeye çalışarak kısa bir sürede atabilmek olanaksızdır. Bu yolda yürüyüş, kaçınılmaz biçimde hata- zaafları da içerir.
Sosyalizmin gündeme geldiği ülkelerin gelişmiş ülkeler değil (Doğu Almanya dışında) sanayileşme sorununu çözememiş ve burjuva demokrasisi sürecini ya hiç yaşamamış ya da bu yolda kalıcı sonuçlar elde edememiş ülkeler olması, ister istemez sosyalizme aynı zamanda sanayileşme ve demokratik kazanımları yaratma gibi işlevler yüklemiş, bu itibarla da halkı bazen fazlasıyla zorlayan uç noktalarda uygulamalar gündeme gelmiştir.
Bu etkenleri sayarken, herhangi bir hatayı ya da eksikliği mazur göstermek, açıklamaya çalışmak gibi kaygılardan hareket etmiyoruz. Devrimciler hiçbir zaman hiçbir şeye karşı kendilerini koşullandıramazlar.
Biz nesne, olay ve süreçlere Marksist yöntemi esas olarak baktık; kendimizi eylemimizi ve düşüncemizi yaptırım altına sokmadan ayakta durduk. Dolayısıyla eleştirelliğimizde de, yargılarımızda da tek kıstasımız bilimsellik temelinde halkın ve devrimin çıkarları oldu. Sosyalizme, geleceğe sarsılmaz şekilde inandığımız için, tarihe doğru bakmak sorumluluğunu hiçbir şeye tercih edemeyiz. Ve ona bu bağlamda sahip çıkarız. Sosyalizm anlayışımız budur.