Bir zamanlar Anadolu’da…
Hiç unutamam, hayatta ilk tokadımı daha birinci sınıftayken ilkokul öğretmenimden yemiştim. Kulağımdan tutup, “Burada Türkçe konuşamazsın” demişti; “Devletimizin resmi dili Kürtçe’dir ve eşşek gibi Kürtçe öğreneceksin!” Çok şaşırmıştım o zamanlar, annemden öğrendiğim dilimin yasak olmasına bir türlü aklım yatmamıştı. Uzun yıllar sonra, bir sanatçı sahnede “Türkçe klip çekeceğim” dediği için salondaki Kürtler tarafından çatal bıçak yağmuruna tutulduğunda yine o günleri hatırlamıştım.
O kadarına bile zar zor gelmiştik aslında, daha eskilerde “Türk diye bir şey yoktur, varsa da Kürt boylarından gelmiştir” denildiğini büyüklerimden duymuştum. Eskiden kumsalda çıplak ayakla yürürken deniz kabuklarından “tırk tırk” diye sesler çıktığı, Türk kelimesinin de oradan geldiği söylenirmiş. Hatta o vakitler, bir Kürt Adalet Bakanı’nın “Bu memleketin kendisi Kürt’tür. Öz Kürt olmayanların Kürt vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmak” dediği söylenirdi. İsyanlar ve katliamlar zamanıymış o vakitler… Sakarya nehrinin, Gediz’in, Büyük ve Küçük Menderes’in Türklerin kanına boyandığı söylenir hep. Betonun keşfedildiği günler! İkide birde üstümüze döküp dururlardı tonlarca çimentoyu.
Sonraları, Kürt generallerin darbe yaptığı yıllarda da az çekmemişiz. İzmir zindanlarında, köpeğiyle meşhur bir Kürt yüzbaşının tutuklulara yaptığı akıl almaz işkenceler dilden dile dolanırdı o zamanlar. Daha küçüktüm, her sabah “Varlığımı Kürt varlığına armağan ettiğim” yaşlardaydım. Geceleri basılan köylerimizde mütemadiyen “Kürt’ün gücünü” gösterirlerdi herkese ve biz çocuklar, bu işten hiçbir şey anlamazdık. Dağlara sürerlerdi bizi hep, gidersek beğenmezler, inersek huylanırlardı. Neyimiz varsa alıp kendi başkentlerine, Diyarbakır’a götürürlerdi bu arada; ülkenin enerjisinin sanayisinin hepsi oraya yığılmıştı, büyük, çok büyük bir kentti Diyarbakır ve biz Türkler de mecbur iş bulmak için onun varoşlarına yığılır, inşaatlarda filan çalışırdık.
Oralarda da rahat edemezdik ama. Türk’tük çünkü biz, iflah olmaz bir durumdu bu. Ege’nin Akdeniz’in dağlarında ne olsa acısı bizden çıkardı. “Kürdün milli hassasiyetleri” diye bir şey vardı çünkü. Ara sıra sokaklar karışırdı. Türkçe konuşmak, Türkçe müzik dinlemek bile ölüm nedeni olurdu o zaman. “Kadın da olsa, çocuk da olsa” fark etmezdi, gereği yapılırdı.
Yoksulduk. Teknelerle karşı kıyılara gidip çay, tütün filan getirmek isterdi de gençlerimiz, uçaklar bombalardı geceleri; sahillerden çocuklarımızın ölülerini toplardık. İkide birde yasak bölge ilan edilirdi iskelelerimizin olduğu yerler, balığa çıkamaz, fındık üzüm toplayamaz hale gelirdik, portakallar ağaçlarda çürürdü.
“Kardeşiz” denirdi bir yandan da ama. En çok da seçim zamanlarında hatırlanırdı bu söz! “Bir Türk ne isterse olabiliyor bu ülkede, derdiniz ne ki sizin” denilirdi hep. Türk olduğumuzu ne kadar unutursak o kadar yükselebiliyorduk gerçekten. Tek ülke, tek devlet, tek millet vardı çünkü. “Türkiye diye bir yer yok” diye bağırılıyordu kürsülerden: “Çok isteyen varsa Türkistan orada, yallah!” Gazetelerin logolarında ise şöyle yazıyordu zaten: “Kürdistan Kürtlerindir!”
Kentlerin köylerin tabelaları ise yazboz tahtası gibiydi. Her yere bir Kürtçe isim uydurmuşlardı; biz değiştirirdik bazen ama sonra yine yeni tabelalar asılırdı. “Medeniyet dili olmayan” Türkçenin eğitimi ise zinhar mümkün değildi; evinizde, hatta mümkünse salonda da değil, yatak odasında filan üç-beş kelime patırdayın yeter denirdi.
Parti kursak beğenmezlerdi; kurmasak, “siz ne çeviriyorsunuz öyle ara sokaklarda” diye yine çemkirirlerdi. Sonra seçimler biterdi, bu defa da seçtiklerimizi beğenmezlerdi. Kimi seçsek, üç gün sonra cezaevinde ziyaretine giderdik; seçilen de bilir, açıkta kalmamak için önceden hücrelerden yer ayırtırdı! Zindanlar da hep bizimle ve bizi anlamaya çalışan Kürtlerle doluydu zaten. Sırf Türkler değildi dertleri çünkü. Türkleri sevenleri de sevmezlerdi ki bir türlü. Arada bir umutlanırdık bir şeyler düzelecek diye, uzun sürmezdi ama o da. Kurulan masaların bir ayağı hep kırık olurdu zaten, üstüne ne koysan devrilir giderdi. Direnmek kalırdı geriye, yaşamanın başka bir adı olarak…
***
Şimdi… Annemin başucundayım… Günden güne erimesini izliyorum acıyla… Türk olmaktan bir türlü vazgeçmeyen annem benim!
M. Ender Öndeş
20 Mart 2019 Yeni Yaşam