“Saldırgan göçmen diye adlandırdıkları Arapların büyük çoğunluğu Faslılardı ve Yaptıkları ise soykırımcı pisliklerin saatlerdir süren hakaret, kışkırtma ve saldırılarına yanıt vermekten ibaretti. İsrailli bit yavrularını Amstel’in soğuk ve karanlık sularında ‘ıslattılar.”
– AMSTEL NEHRİNDE GECE BANYOSU
Tekerleğin icadı insanlığın baş döndürücü uygarlık koşusunda önemli bir aşama olarak kabul edilir. Tekerlek yuvarlaktır ve bu iyi bir şeydir. Bildiğimiz anlamda topun ne zaman icat edildiğini araştırmaya üşendim ama topla oynanan sporların yaygınlaşması kabaca 19. yüzyılın sonlarına denk gelir. Ragbi, badminton gibi istisnaları saymazsak top da tekerlek gibi yuvarlaktır. Yalnız tekerlekten farklı olarak topun uygarlığa ne gibi bir katkı sağladığı tartışılmaya muhtaçtır.
Takım sporlarının özellikle de topla oynananların bir tür savaş simülasyonu olduğu hep yazılmış çizilmiştir. Ciddiye aldığım bir görüştür. Orduların üniformaları varsa, takımların formaları vardır. Sonuçta o takımlar da karşı karşıya gelir, berabere kalır, yener veya yenilirler. Karşı görüştekiler, sporun “sevgi, barış, kardeşlik” olduğunu söylerken, dayandıkları temel nokta, takımların karşılaşmalarında ölüm olmamasıdır. Bunu da ilke olarak doğru kabul edebiliriz.
Savaş ile takım sporları arasındaki benzerliğin geçerli olmadığı bir unsur ise seyirci, izleyici, taraftar denilen kitledir. Savaş izlenebilir, hatta savaşta taraf da tutulabilir ama taraftarların kendi aralarında savaşmaları pek akla yakın değildir. Bu benzemezlik aslında başka bir benzerlik yaratır. Takım sporlarının marjında yaşanan taraftar kavgaları tıpkı savaşta olduğu gibi ölümlere ve yaralanmalara neden olabilir.
Kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarının dışındaki savaşlarda erdem aramak nafiledir. Taraftar çatışmaları ise anlamsızlık ve süflilik bağlamında paylaşım savaşlarından farksızdır.
Dünya karanlık bir dehlizde ilerliyor. Aklımıza gelmeyenlere tanık olduğumuz bir dönemden geçiyoruz ve yakın geleceğin bugünden daha parlak olacağına dair bir işaret görünmüyor.
İşte bu dönemde, yukarıda özetlediğim iki çatışma türünün örtüştüğü bir olaya denk geldik. İsrail’in Maccabi Telaviv basketbol takımının taraftarları Amsterdam’ı birbirine kattıktan sonra bir temiz dayak yediler ve Domuzlar Körfezi’nde rezil olan ABD askerleri ve maşaları gibi evlerine postalandılar.
Filistin ve Lübnan’da soykırım suçunun akla gelebilecek her türlü bileşenini içeren bir savaş yürüten İsrail’in savaşı Avrupa sokaklarına ihraç etme girişimi şimdilik başarısız oldu diyebiliriz. Yaşananların bir özetini şu haberden okuyabilirsiniz.
Benim niyetim olayların arka planı ve sonrasına değinmek. Önce mekândan başlayalım. Amsterdam Hollanda’nın iki başkentinden biri. Tarihi bir kent. Kentin ismini söyleyince akla ilk gelenler bisiklet, “sağlığa zararlı” birtakım ürünlerin tüketiminin serbestliği ve bolca su. Kente hayat veren nehrin adı Amstel. Meraklıları aynı ismi taşıyan mayalanmış arpa suyunu bilirler. Amstel ve kanalları kentin önemli bir parçası. Neredeyse sokak sayısı kadar kanal var Amsterdam’da. Kentte en çok rastlanan kaza türlerinden biri bisikletle suya düşmek o yüzden. Topoğrafya netleştiyse biraz beşerî coğrafyaya bakalım.
Amsterdam’da ve Hollanda genelinde Yahudilerin varlığı çok eski. Ülkedeki Yahudilerin sayısı 60 bin civarında.
Bu varlığın çoğunluğunu Engizisyon döneminde İspanya ve Portekiz’den kovulanlar oluşturuyor. Hatta bunlardan biri de ünlü 17. yüzyıl Filozofu Spinoza. Bir diğer ünlü Hollanda Yahudisi ise Anne Frank. Gerçekte Almanya kökenli ama adı neredeyse Hollanda’yla ve Amsterdam’la özdeşleşmiş, kısacık ömrünün tamamına yakınını bu kentte geçirmiş. Nazi işgali sırasında tuttuğu günlük “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” ismiyle basılan genç yazarı Alman Nazilerinin uyguladığı soykırımın milyonlarca kurbanından biri olarak tanıyoruz.
Yahudiler ve Yahudilik Amsterdam kent tarihinin ayrılmaz bir parçası ama elbette tamamı değil. Hollanda deniz ticareti ve sömürgecilikle zenginleşmiş bir ülke. Bu yüzden de bünyesinde Surinamlıdan Endonezyalıya kadar birçok değişik ulustan göçmen barındırıyor. Resmi rakamlara göre ülkedeki Türkiye kökenli sayısı 430 bin. Bunu 420 binle Fas kökenliler izliyor.
Bu göçmen nüfusun ezici çoğunluğu yeni gelmiş değil zira Hollanda uzun yıllardır kolay kolay göçmen kabul etmiyor. Örneğin Türkler ve Faslılar neredeyse 50 yıldır oradalar. Bunu neden belirtme ihtiyacı duyduğumu birazdan açıklamaya çalışacağım.
Maccabi taraftarlarının Amsterdam’da sebep oldukları küçük çaplı meydan savaşı Türkiye’de fazla yankı yaratmadı. Ülkenin gündemi öylesine yüklü ve kaygı verici ki, haklı olarak başımızı çevirip bakamadık olup bitene. Olayı ilk saatlerde aktaran kimi sosyal medya hesapları ve kıymeti kendinden menkul haber siteleri ise son yıllarda sürekli maruz kaldığımız bir alçaklık seviyesini tutturmayı yine başardılar. Çoğunluğu İsrail kaynaklı, fonlu ya da yandaşı haber kanallarından kabaca şöyle bir hikâye servis edildi: “Göçmen Araplar Yahudiler’e saldırdılar.”
Oysa her konuda İsrail’in arkasını kollamayı görev bilen uluslararası ajanslar dahi daha en baştan olayın doğrusunu servis etmişlerdi. Bunların bir kısmının sonradan “hatalarının” farkına varıp İsrail propaganda aygıtının verdiği doğrultuda yeni bir senaryo uydurmaları 24 saat sürdü. Yine de ilk geçilen haberler orada duruyordu. Bunlardan birisini örnek vermek gerekirse Fransız haber ajansı AFP, Maccabi taraftarlarının daha maç öncesinden Amsterdam’ı birbirine kattıklarını, sokaklarda Filistin bayrağı avına çıktıklarını, Arap kökenli taksi şoförlerini tartakladıklarını, kentin en büyük meydana Damrak’ta topluca soykırım övgüsü yaptıklarını, bu bağlamda “Gazze’de okula gerek yok çünkü Filistinli çocuk kalmadı” gibi “medeni” sloganlar attıklarını, yine topluca Araplara sövdüklerini aktarmıştı. İngiliz Sky televizyonu, İsrailli pisliklerin yediği haltları görüntüleriyle haberleştirmişti. Zaten ortada hiç de Filistinli dostu sayılamayacak tıynetteki Amsterdam polisinin canlı tanıklığı da vardı. Polis Sözcüsü Peter Holla, olayları İsrailli serserilerin başlattığını basına tane tane anlatmıştı.
Ancak bizim “seküler” faşistlerimiz bunların haber değeri olmadığı kanısına varmış olmalılar ki, eylemi değil, tepkiyi, onu da çarpıtarak haberleştirmeyi tercih ettiler. Saldırgan göçmen diye adlandırdıkları Arapların büyük çoğunluğu Faslılardı ve üç nesildir Amsterdam’da yaşıyorlardı. Yaptıkları ise İsrailli soykırımcı pisliklerin saatlerdir süren hakaret, kışkırtma ve saldırılarına yanıt vermekten ibaretti. Bu arada evet fiziki şiddete de başvurdular. İsrailli bit yavrularını Amstel’in soğuk ve karanlık sularında yüzdürdüler, “özgün Filistin” diye bağırmadan sudan çıkmalarına izin vermediler. Bir kısmını suda, bir kısmını da karada “ıslattılar”. Burada çok affedersiniz “liberallik” yapıp “şiddetin her türlüsü…” filan diye söze başlayacak da değilim. Çok da iyi ettiler.
Şimdi yerli faşistlerimizi bırakalım da Batı’daki patronlarına dönelim. İsrail’in iki ülkede eşzamanlı yürüttüğü yıkım ve soykırımı boş gözlerle izleyen ve el altından desteğe devam eden Batı sermayesinin yönetici ve basın görünümlü borazanlarının uyanmaları uzun sürmedi. Sky televizyonu, olaylara dair görüntüleri yayından kaldırıp saldırgan İsrailliler’i kurban gösteren bir haber diliyle yeniden montajladı. Olay gecesi Hollandalı bir fotoğrafçının çektiği İsraillilerin saldırganlığını yansıtan videoyu, Alman ARD televizyonu “anti-semitik” saldırı yalanıyla yansıttı. Fotoğrafçının itirazı üzerine ise yayından kaldırmak zorunda kaldı.
AB’nin başındaki atananamış Nazi generali Von Der Leyen’den, insani erdem konusunda hiçbir akora doğru basamayan caz gitaristi ve ABD Dışişleri Bakanı Blinken’e kadar kalabalık bir yalancı korosu “Yahudi düşmanlığı” diye haykırmakta gecikmediler.
Araya bir netleştirme parantezi koyalım. Yahudi düşmanlığı öncelikle Hristiyan Kilisesi’nin yarattığı yadsınamaz bir olgudur. Müslümanlar da dönem dönem aynı hastalıktan mustarip olmuşlardır. Yahudi düşmanlığı, her türlü ırkçılık gibi bir insanlık suçudur ve hiçbir komünistin bunu olumlamak şöyle dursun karşı durmaması düşünülemez. O yüzden emperyalizmin salyalı ağızlarından fırlatılan o suçlamalar bize yapışmaz.
İsrail denen sömürgeci ve ırkçı varlığın son yarım yüzyılda kaydettiği en büyük başarılardan biri İsrail karşıtlığı ve Siyonizm karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığını özdeş hale getirmesidir. İsrail lobisi güçlü olduğu her ülkede bunu mümkün kılan yasalar çıkartmayı, yasa çıkartmadığı yerlerde ise politik anlayışa hâkim kılmayı başarmıştır. Bu felsefi olarak da ahlaki olarak da insanlık tarihinin en büyük aldatmacalarından biridir.
Konumuza dönersek, Amsterdam’da yaşananların Yahudi düşmanlığıyla, “pogrom”la en ufak bir ilişkisi yoktur. Olaylar sırasında, Amsterdam’da yüzyıllardır yaşayan Yahudi toplumundan tek bir kişi bile hedef alınmamıştır. Amstel nehrinde Amsterdam’ın üç nesildir sakinleri tarafından yüzdürülen Yahudiler veya Yahudilik değil, Filistin ve Gazze’deki kural tanımazlığı bölge dışına da taşınmaya kalkışan top taraftarlığının ırkçılıkla iyice kirletilmiş bir versiyonudur. Orada “ıslatılan” İsrail vahşeti ve saldırganlığına övgünün yayılma girişimidir.
Bir de işin “sportif” boyutuna bakalım.
Birincisi İsrail takımlarının Avrupa organizasyonlarında yer alması doğrudan sömürgeciliğin ve İsrail’in siyasi bir varlık olarak bulunduğu bölgeye ait olmadığının açık kanıtıdır.
İkincisi, İsrail insanlığın her türlü kuralını küstahça çiğner, Filistinli çocukları açlık ve susuzluktan öldürürken, spor takımlarının FIBA, Euroleague ve UEFA gibi kurumların organizasyonlarına katılmalarına izin verilmesi, bağışlanmayacak bir insanlık ayıbı ve riyakârlık göstergesidir.
Üçüncüsü, Türk veya Sırp taraftarlar İsrailli serserilerinin onda biri kadar bile maraza çıkarttıklarında en hafifinden deplasman yasağı cezası alırken, soykırımcı rejimin takımlarına her türlü kolaylığın sağlanması, “tarafsız saha” kıyağı çekilmesi, rakip takımların da buna “yarabbi şükür” demeleri utanç kaynağıdır.
Dördüncüsü, bu gerçekler ortadayken, Türk takımları da dahil, bu organizasyonlar çerçevesinde İsrail takımlarıyla karşılaşan her kulüp ve ülke takımı, televizyonlardan canlı yayınlanan, biletleri ateş pahasına satılan bu kana ve bahis parasına bulanmış top oyunun olduğu kadar İsrail’in işlediği ve emperyalizmin var gücüyle desteklediği insanlık suçlarının da suç ortağıdır.
Top yuvarlaktır ama insanlık onuru top değildir. Uygarlığın ilkeleri ve onurun köşeleri olması gerekir. Eğer bunlar yoksa tribünlerde açtığınız bayrağın veya portrenin büyüklüğü suçunuzun derinliğini gizlemeye ve gelecek kuşaklar tarafından nefret ve tiksintiyle anılmanızı engellemeye yetmez.