Suat Parlar: 12 Eylül Dosyası

0 26
image_pdf

Ordu ve Emperyalizmle İlişkilerin Tarihsel Kökenleri

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti için felaketle sonuçlanınca, ordunun durumu yeniden güncel hale geldi. Reformist arayışlar içinde bulunan devlet, Almanya’dan askeri uzman talebinde bulundu. Alman askeri heyetleri ile birlikte Krupp ve Deutsche Bank’da bu bakir pazara girdi. Alman danışmanlardan Von Der Goltz’un önerileri doğrultusunda 1885 de Krupp fabrikalarından 500 kadar ağır top alındı. Ertesi yıl 426 sahra topu ve 60 havan topu, 1887’de 500.000 karabina ve tüfek bu listeye eklendi. ABD maslahatgüzarı’nın o tarihlerde Washington’a yazdığı rapora göre; Krupp ve Mauser’in bu pazar egemenlikleri Osmanlı ordusunu pahalı ve kalitesiz silahlarla donatma sonucunu vermişti. Ayrıca Goltz’un Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okutmak üzere 4000 sayfadan fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınlaması subay adayları arasında Alman hayranlığını arttırdı.

Bu arada İstanbul’da görev yapan Alman subayları aldıkları talimat uyarınca Alman Büyükelçiliği’ne bağlı olarak görev yaptılar. Alman subaylarının Türkiye’de gördükleri büyük ilgi siyasi geleneklerin temelinde bulunan yabancı etkinliği konusunda ilginç bir göstergedir. Örneğin Alman askeri heyeti ile gelen askeri danışman Yüzbaşı Kamphövener 1897 yılında müşir yapılmış, kendisine II. Abdülhamit tarafından “Yaver-i Ekrem”lik unvanı verilmişti. Türk müşirlerine bile kolay verilmeyen bu unvanı taşıyan Kamphövener, aynı rütbeyi taşıyan Serasker Gazi Osman Paşa ile (Plevne kahramanı) aynı hizada yürüyor, törenlerde at üstünde ve ön safta yeralıyordu. Alman İmparatorluğu ile ne kadar sıkı bir dostluk içinde olduğunu dünyaya göstermek için II. Abdülhamil’in Alman yüzbaşılarını mareşal yapması, Türkiye’nin batıya nasıl baktığının dikkate değer bir göstergesidir. Osmanlı ordusu eğitimi, donatımı ve stratejisi açısından Alman genelkurmayı ile bütünleşmiş, 1889 yılında Alman askeri heyeti başkanı Von Der Goltz Paşa, Almanya’ya gönderilecek subayların Almanya’ya bağlılıklarının esas alınacağını ve sadece Alman hayranı Osmanlı subaylarının bu imkandan yararlanacağını raporunda yazmıştır. 1908 Meşrutiyet Devrimi de durumda değişiklik yapmamış, ittihatçılar dış politik zorlamaların da etkisiyle (Rusya-İngiltere ittifakı) Almanya’ya neredeyse tümüyle teslim olmuşlardır. 1913″de Liman Von Sanders Başkanlığı’nda gelen yeni Alman heyeti, orduyu tamamıyla kontrol altına almış ve Alman askeri uzmanları ordunun fiili komutanları haline gelmişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nda Alman Genelkurmayı’nın komutasında olan Osmanlı ordusu, Almanya’nın çıkarları için Galiçya’dan Bağdat’a, Kafkaslar’dan Süveyş’e tükeninceye kadar savaştırılmıştır.

I.. Dünya Savaşı sonrasında ordunun yüksek komutanların kontrolünde kalması yönündeki çabalan önceki bölümlerde anlattık. Ancak burada Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi adlı çalışmasında üzerinde durduğu bir hususu belirtmeden geçemeyeceğiz. Avcıoğlu’na göre; “Atatürk, emperyalizme karşı savaşı, emperyalizmle her an için uzlaşmaya ve onu dost görmeye hazır kadrolarla yapmıştır. İngilizler’e karşı bir teslimiyet ve bir uzlaşıcılık, kurtuluş savaşının ön plandaki kadrolarında derece derece gözükmektedir.”

Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesi, İngilizlerin prestijini arttırdığı ölçüde dış destek arayışlarında İngiltere ve güçlenen ABD önplana çıkacaktır. II. Dünya Savaşı yıllarında ise Türkiye Almanya ile ilişkilerini güçlendirmeyi temel ilke haline getirmiştir. Almanya’ya büyük miktarda krom ihracatı yapılmış olup, kromun savaş sanayiindeki önemli yeri bilinmektedir. Bu arada dönemi inceleyen bir kaynağa göre. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Alman yanlısı olarak tanınmakta ve görevden alınması için müttefikler baskı yapmaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrası 1947. yılında ABD, Truman Doktrini ile ortaya çıkmış, Türkiye ABD’den önemli miktarda askeri yardım almıştır. 1952 yılında Türkiye Nato’ya girmiş, ABD tarafından yaklaşık 32.000 Km2 tutarında bir arazi üzerinde haberleşme, gözetleme, lojistik destek amaçlı pek çok üs kurulmuştur. Bu dönemi değerlendiren Albay Talat Aydemir’e göre, askeri doktrinler artık değişmektedir. “Halen Türk Ordusu, Nato devletleri orduları içinde görev alıyorlardı. Hazırlanan bütün planlar yeni usullere göre yapılıyordu. Eski Alman doktrinleri yerine Amerikan doktrinleri konmuştu.” Bu dönemi anlatan G. Harris’e göre ise; “1950 yıllarının başlarında yeni bir ruh, subaylar arasında yayılıyordu. 1948 yıllarından itibaren Birleşik Devletlerin hem modern silahlar ve hem de eğitim biçiminde gelişen askeri yardımı, Türk ordu kuruluşunu dramatik ölçüde değiştiriyordu. Binlerce genç subay eğitini için yalnızca Birleşik devletlere değil, Avrupa ülkelerine de gönderiliyordu. Kore’de bir Türk alayı savaştı. Türk subayları Nato görevlerine atandılar ve çok uluslu manevralara katıldılar.” 1945’den sonra ABD tarafından girişilen, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerin ordularını modernleştirme yolunda dünya ölçeğindeki çaba, ABD tarafından komünizme karşı savaşın bir bölümü olarak değerlendirilmişti ve bu azgelişmiş ülkelerin ABD firmaları ve başka Amerikan kurumlarınca işgaliyle de yakından bağıntılıydı. Bu kapsam içinde II. Dünya Savaşı’nın sonundan, 1970’lcrin başına kadar sadece Latin Amerika’dan 200.000’den fazla subay, ABD’de 30.000 subay Panama Cahalzone Complex’de (Panama kanal bölgesi kompleksi, ünlü kontr-gerilla okulu) eğitildiler.

1950 yıllarında dışarıda eğitilen subaylar Alman genelkurmayı tarafından yetiştirilen ittihatçı subayların tepkilerine benzer tepkiler geliştirdiler. Alman hayranlığı ile yetişen II. Abdülhamit dönemi subayları, Abdülhamit’in geleneksel ordu değerleri içinde yetişen üst düzey paşalarını 1908 hareketi ile birlikte tasfiye etmişlerdi. Bu tepkilerde genç kurmayların görüş açısından, radikal toplumsal reformlarla batıya yetişmenin mümkün olduğu izleniminin payı büyüktür. Amerikan etkilerinin gündeme gelmesi benzeri bir süreci yeniden başlatmış, modern savaşın tekniklerini tanımış subaylar üstlerine olan güvenlerini yitirmişler. Ordunun modernizasyon ihtiyacı, bu subayları örgütlenmeye yönelten başlıca etken olmuştur. Ordu içindeki gizli örgütlenmelerin öncelikli sorunu ordunun eski kafalı üst rütbeli komutanlara rağmen nasıl modernize edileceği noktasında düğümlenmiştir. Daha sonra bunun yanında toplumun radikal reformlarla dönüştürülmesi de gündeme alınmaya başlamıştır. 27 Mayıs bu temelde değerlendirildiğinde hareketin ABD tarafından kaygıyla karşılanmadığı anlaşılıyor. Bu görüşü ortaya koyan siyasi tarihçi Oral Sander’e göre; “Her şeyden önce, Amerikan yöneticilerinin, Menderes rejimi ister seçim ister başka yollarla düşsün, yeni gelecek iktidarın Amerikan karşıtı olamayacağını tahmin ettikleri söylenebilir. Menderes rejiminin izlediği politika konusunda Amerikan Kongresi’nde beliren endişeleri yatıştırmak amacıyla Uluslararası Güvenlik İşleri danışmanlarından Oramiral E.B. Grantham, 1959 Nisan’ında kongrede yaptığı bir konuşmada, Türk ulusunun son derece güvenilir olduğunu, siyasal düşüncelerle hareket etmediğini, muhalefet partisinin ise kuvvetli komünizm karşıtı bir tutum içinde bulunduğunu, her iki büyük partinin de dış politikada aynı görüşü paylaştıklarını ve bütün bu nedenlerle, ne olursa olsun, Türkiye’nin izlediği dış politikada herhangi bir değişiklik olmayacağını belirtmiştir.”

CHP-DP-Ordu politikaları açısından ABD Türkiye’den emindir. ABD’nde yaşanan soğuk savaş dönemi, anti-komünizmden de önce, milli mücadele yıllarında ordunun “uç” askeri alternatifin komünizan bağlantılarına karşı duyarlılığı ve bu duyarlılığı 1925 Takrir-i Sükun dönemi ile rejimin temel taşı yaparak sol alternatifi boğan devlet görüşüne süreklilik kazandırması olgusu, Türkiye’de rejimin kurucu ilkesidir. 27 Mayıs 1960 sabahı harekete geçen subaylar, radyoda Nato’ya ve Cento’ya bağlılıklarını ilan etmekle kalmıyorlar, daha önce belirttiğimiz gibi teamüle uygun olarak radyoda anti-komünist yayınları da başlatıyorlardı. Bu yayınlarda, Dr. Uygur Kocabaşoğlu’nun çalışmasında tespit ettiği üzere, “Vatandaş dikkat su uyur, komünizm uyumaz, Komünizm tatlı dille arkadan sokan bir yılandır, Komünist, Türk ve Müslüman kıyafetine bürünerek yaklaşır” türünden spotlar arka arkaya yayınlanıyor, 27 Mayıs, ABD’ye güvence ve anti-sosyalist kampanya temelinde kısa süre içinde sola düşman bir devlet hareketine dönüşüyordu. Daha sonra Silahlı Kuvvetler Birliği, 1961’de MBK’nu tasfiye ederek hareketi ABD’nin ve egemen toplumsal güçlerin istediği sınırlara çekmesi ile 27 Mayıs hareketinin bu sınırların belirlenmesinde ileri yanları törpüleniyordu. 1947’den itibaren her türlü araç ve gerecin yanı sıra askeri danışmanları ve haber alma örgütleriyle de Türkiye’ye yerleşen ABD’nin politik iradesi önemli rol oynamıştır. Nisan 1952’de, 1368 mevcuda ulaşan askeri yardım heyeti, geniş bir örgütlenme temelinde Türkiye’de ağırlığını hissettirmiş, Amerikan müşavirleri tarafından tavsiye olunan organizasyon tablolarını kabul etmek durumunda kalmıştır. Ancak tüm bağımlılığa ve ödenen büyük bedellere rağmen ABD’nin harp doktrininde Türkiye’nin Sovyetler’den gelişecek bir saldırıya karşı korunması söz konusu değildi. ABD Genelkurmay Başkanı Bradley’in açıklamalarına göre, ABD’nin aralarında Türkiye’nin de bulunduğu kanat ülkelere ilişkin tutumu şöyleydi:

“1- Ancak komünist saldırısına karşı dövüşmeye istekli halklara yardımı düşüneceğiz.”

“2- Mahalli harplerin, haksız yere bizi asıl görevimizi yerine getirmekten alıkoymasına kesinlikle müsaade etmeyeceğiz. Mahalli savaşların kaynaklarımızı ve insan gücümüzü kudretimizi tahrip edecek ve bir dünya savaşında zaferi kazanmamızı tehlikeye atacak ölçüde tüketmesine imkan verilmemelidir.”

ABD, o dönemde, kesin savaşın Batı Avrupa’da verileceğini düşünüyor, kuvvetlerini “bu hesaplaşmaya saklıyordu. Türkiye, ABD’nin ancak sınırlı yardımda bulunabileceği mahalli bir harp alanıydı. Bu mahalli harp alanı, Eisenhower doktrinine göre ülke içinden gelecek sol tehdide yönelik olarak yeniden tanımlandı. Bu tanım kapsamında Türk ordusunun elinde bulunan araç-gereçle Nato misyonunu yerine getiremeyeceği belirlendi. Nato’nun resmi doktrinine göre, Türk ordusunun temel misyonu sosyalizm tehdidini önlemeye yönelik, bir caydırıcılıktı. Sosyalizm tehdidi ise sadece Sovyetler’in kaynaklık ettiği bir askeri harekat biçiminde değil, içeriden sol bir kalkışmanın sosyalist iktidar talebi olarak da anlaşılmalıydı. Bu düzenlemeler içinde Türkiye’nin ABD ve Nato çıkarlarından göstereceği en küçük politik sapma, ABD’nin ülke içindeki yandaşı güçleri harekete geçirmesi bakımından neden oluşturabilmiştir. Bu temelde 1969-1971 yılları, ABD başkanı Nixon ve ekibinin Türkiye’ye karşı afyon ekimini yasaklatma savaşına giriştikleri bir dönemdir. Ancak, Amerikalı gazeteci Epstein’in de belirttiği gibi, “Türkiye’de biraz sallantıda bir parlamenter demokrasi olması, sorunun çözümünü daha da güçleştirmekteydi. Amerika’nın tutumunu en çok sempatiyle karşılayan bakanlar ve askerler dahi farkındaydılar ki, yarım milyon Türk çiftçisini açlığa mahkum edecek bir hükümet ikliclarda bir gün bile tutunamazdı.” Ancak ordunun, böyle bir uygulamaya rağmen iktidarda tutunması mümkün olabilirdi.

İsmail Cem’in “12 Mart” adlı çalışmasında ortaya koyduğu görüşler bu bakımdan anlamlıdır: “12 Mart’taki dış etken, 12 Mart sonrasında kentlini olabildiğince açık şekilde ortaya koydu. İktidara gelenler, Amerika’nın kendisine rahatlıkla muhatap olarak alabileceği, Amerika’nın dilinden ve sorunlarından anlayan kimselerdi. Zaten bir kez Demirel hükümeti gidip sivil-asker karışımı bir iktidar geldiğinde, bu iktidarın kendisine çok daha bağımlı ve çok daha kolay etkilenen bir iktidar olacağını, bunun kaçınılmazlığını, Pentagon’un Türkiye uzmanları herhalde görmekteydi. Türk yetkilileri ve istihbarat örgütleriyle “içice” yaşayan ajanlarından bu bilgileri almaktaydı. Nitekim, Demirel gittiğinde yerine “askeri” nitelikteki güçlerin iktidarı kontrol edeceğini, bunlardan ise gerek Tağmaç, gerek Cumhurbaşkanı Sunay kanadının, gerekse onların “dışında” bulundukları varsayımını uyandıran öteki eski-yeni komutanlar kanadının ne ölçüde Amerikan denetiminde olacakları açıktı. Yani, Türkiye’de sivil hükümet yıkılırsa, yerine gelenler, benim politikamı izler mi, izlemez mi diye bir soru yoktu, ABD açısından. İktidarın askerlerin kontrolüne girmesi, 1970’li yıllar Türkiye’sinde Amerika açısından yeterli bir güvenceydi. Nihayet, Nato’nun bir bölünmez birimiydi, yönetimi alacak olanlar.”

Bu değerlendirmeler, dönemin toplumsal muhalefetinin, Demirel Hükümeti’ni baskı allına aldığı gerçeği ile birlikte düşünülürse, “popülist” bir söylemle iktidar olan AP’nin böyle bir iktidar yükünü taşımakta ne kadar zorlandığını ortaya koymaktadır. Bu durumda ordu-CHP-AP üçgeninde el değiştiren veya ortak kullanılan iktidar, hükümetin ateşte bulunan kestanelerini ordunun alması için, orduya devredilmiştir. İktidardan ayrılan AP’nin bakan desteğiyle kurulan askere dayalı hükümetin ilk işi afyon ekimini yasaklamak olmuştur. 12 Mart’da, Türk-ABD ilişkileri açısından adeta bir “balayı” yaşanmıştır. 12 Mart ile birlikte kütlesel düzeyde yapılan ve büyük coşku yaratan Amerikan aleyhtarı gösteriler son bulmuş ve 6. Filo limanları ziyaret etmeye başlamıştır. Erim Hükümeti’nin Dış İşleri Bakanı Osman Olcay şöyle konuşmaktadır: “Sıkıyönetim, aşın propagandayı susturarak, muhtemelen bizim durumumuzu kuvvetlendirmiştir. Fakat, halk da bizim temsil etliğimiz hükümet biçimine daha çok güvenmektedir. Amerika ile dostane ilişkiler. Türk halkının genellikle balı yanlısı tulumuna uygun düşmektledir. Türk halkı, kaderinin, batının kaderi olduğuna inanmaktadır.” Osman Olcay’a göre, C’IA destekli darbe sonucu iktidara gelen hükümeti halk güvenilir bulmaktadır. ClA’nın onlu içi tasfiyeleri ve devrimci harekele yönelişi afyon sorunundan önce. 1966 yılında gündemine aldığı bilinmekledir. Senatör Haydar Tuçkanat’ın kamuya açıkladığı bir CIA raporunda şu tespitler yer almaktadır; “Bu durumdan kurtulmak için izlenecek politika, emir-kumandanın tekrar kurulması, devlet mekanizmasının muhalefet yanlısı elemanlardan temizlenmesi, buna bağlı olarak, bazı hükümet tedbirlerinin hazırlanması ve uygulanmasıyla birlikte, rejime sadık olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri,.bir program çerçevesinde tasfiye edilmek üzere saptanmalıdır.”

Toplumsal muhalefetin tepkilerine duyarlı alt subay kadrolarının tasfiyesi konusundaki siyasi geleneği CIA ve Pentagon da paylaşmakta, kurdukları ve korudukları ABD ve Nato güdümlü rejimin tehlikeye girmesini önlemek istemektedirler. Türkiye’nin Ortadoğu politikası, afyon vs. konuların yanında ordunun, ABD politikası standartlarına uygun bir konumda tutulması zorunluluğu, 12 Mart’ı ABD ve ClA’nın ilgi, bilgi, destek ve aktif operasyon alanı içine sokmuştur. 1972 sonbaharında Erenköy’deki ünlü “kontrgerilla üssü”nde sorgulanan Doğan Avcıoğlu, şu ilginç bilgileri vermektedir: “Erenköy’deki ünlü köşke götürüldüğümde, odamdaki yatak bir Amerikan yatağı idi. Yatağın üstünde markası ve fiyatı yazılıydı. (New Beauty Rest. 69,5 Dolar) Pencereleri siyah kağıtla kaplanmış ve içinden tüten bir soba borusu geçen eski köşkün harap odasına, 69,5 Dolar fiyatlı yeni bir Amerikan yatağı pek az yakışıyordu. İhtimal, köşkte benim görmediğim, fakat varlığını feryatlardan sezinlediğim, Amerikan yardımından ‘sağlanmış bir çok “teknik araç” bulunmaktaydı.”

CIA destekli ve devleti tüm otoriter değerleriyle temsil eden “çelik çekirdek” kendi atadığı hükümet, otoriter hızı yeterince uygulamadığında işlere açıkça el koymaktan çekinmedi. 12 Mart dönemi Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın 18 Mayıs 1971 tarihinde başlatılan insan avı ile ilgili olarak söyledikleri Türkiye’nin yönetim yapısını olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir. 27 Ekim 1974 tarihli Günaydın gazetesinde Koçaş binlerce aydının tutuklanmasını şöyle anlatmıştır: “Bir kısım valiler…. kitle halinde tutuklamalara girişmiş ve olayla hiç ilgisi bulunmayan, yüzlerce vatandaşı tutuklamışlardı… Hükümet tutuklamaların süratli, kitle halinde, yurdun dört köşesinde birden ve aynı metodla yapılmış oluşundan dolayı, bunun planlı bir eylemin sonucu olabileceğini düşünmüş ve süratle durumu inceletmişti. Hemen aynı gün hükümet endişesinde haklı olduğunu tespit etmiştir. Ankara’dan yetkisiz bir makamın, yetkisiz, basiretsiz, fakat cüretkar başı, aksine kesin emir de almış olmasına rağmen, keyfi alışkanlıklara dayanan bir tutumla valilere talimat vermiş ve bütün Türkiye’de aydın avına girişilmişti.” Sadi Koçaş, 12 Mart’ın ünlü anayasa değişikliklerini kapsayan dosyanın da bu yetkisiz makam aracılığı ile hükümete geldiğini söylemiştir. Ancak, bu makam nasıl “yetkisiz” bir makamsa, tüm valiler talimatlarına derhal uymakta, hükümetle muhataplık ilişkisine girebilmekte ve anayasa değişikliklerini dikte edebilmektedir. Sadi Koçaş, iktidar ile hükümetin özdeş, olduğu yanılgısını şaşkın bir biçimde temsil ettiği için olsa gerek 12 Mart’ta başbakan yardımcısı yapılmıştır.

12 Eylül öncesi dönem de bu açıdan tam bir sürekliliğe işaret ediyor. James Spain, uzun yıllar Hindistan, Afganistan ve Pakistan’da görev yaptıktan sonra, büyükelçi olarak bu dönemde Ankara’ya gelmişti. Biyografisinde, CIA’de analist olarak çalıştığı maddesi yer alıyordu. Hatta bir dönem CIA’da çalışmış olması, Türkiye’ye atanacağı sırada ABD kongresinde sorunlar yaratmış, Şükrü Elekdağ’ın aracılığıyla konu Ankara’ya sordurulmuş, Ankara’nın bir sakınca görmediğini Washington’a bildirmesi üzerine CIA ajanlığından yetişme Spain büyükelçi olarak Türkiye’ye gelmişti. Büyükelçiliğin alt düzeydeki bürokratları ise kriz bölgelerinde asker veya diplomat olarak görev almış, hatta askerliğini Türkiye’deki Amerikan üstlerinde yapmış olanlardan oluşturulmuştu.” ABD kongresinin kabul edilmeyeceği kaygısını taşıdığı Spain, Türkiye açısından sorun yaratmamıştı. Zira Türkiye, CIA bünyesinde analist olarak çalışan diplomatların büyükelçilik misyonlarına alışkındı. Örneğin. CIA’da çalışan Commer, Türkiye’den sonra ABD’nin savaş halinde bulunduğu Vietnam’a gönderilmiş, Mc Commer, CIA’da analizci olarak çalışmasını müteakkip Türkiye’ye atanmıştı.

Türkiye’ye uygulanan ekonomik ambargonun mucidi olan Spiers da bir dönem CIA’da analizci olarak çalışmış, sonra Türkiye’ye atanmıştı. Washington, 1980 yılı başından itibaren Türkiye’de bir askeri yönetim bekleyişi içine girmişti. 1980 Şubat ayında Senato dış ilişkiler raporu şu görüşleri formüle ediyordu: “Türkiye’nin iç durumu kritiktir. On yılı aşan koalisyon hükümetleri dönemi, siyasal kutuplaşma, kent terörizmi, canlanan Kürt nasyonalizmi ve temelli sosyo-ekonomik sorunlar Türkiye’yi anarşi ya da askeri yönetimden birisinin eşiğine getirdi.” Aynı kaynak, 12 Eylül’ün Amerikan büyükelçisi Spain’in 1980 yılı ortalarına ilişkin olarak şunları yazdığını da kaydediyor: “Türk ordusu ile çok yakından çalışan Birleşik Devletler askeri kadroları, bunun olmak üzere bulunduğu konusunda nerede ise ittifak halindeydi.” Spain anılarında, 1980 yaz aylarından itibaren iki yeni istihbarat raporu hazırlanmış olduğunu ve Türkiye’de yönetimin değişmek üzere bulunduğunu, bu raporun ABD Başkanı Carter tarafından da okunduğunu ve Washington’da askeri müdahalenin fiilen gerçekleştirildiği yolunda bir hava yayıldığını, bir ara Washington’un darbe konusunda Ankara’yı soru yağmuruna tuttuğunu yazıyor. Bu arada Spain, “Ağustos başında iki kez Başbakan Demirel’le özel olarak bir askeri yönetim bekleyip beklemediğini sordum, beklemediğine beni inandırdı.” diye yazıyor.

12 Mart dönemi deneyimini yaşamış ve her fırsatta 12 Mart’ta CIA etkisinin vurgulanmasından pay çıkarmış bir politikacı olarak Demirel’in CIA analizcisi Spain’in askeri darbe konusundaki soruları umursamazlıkla karşılaması anlamlıdır. İç dinamikler yanında dış politika unsurları da 12 Eylül’ü “kaçınılmaz” hale getirmeye başlamıştı bile. Ufuk Güldemir’in yazdıklarına göre 12 Eylül tarihli Newyork Times gazetesi 12 Eylül’ü şu cümlelerle haber veriyordu: “Türkiye’de ordu yönetime el koydu. Yapılan açıklamalarda bir Milli Güvenlik Konseyi kurulduğu, Genel Sekreterliği’ne Orgeneral Haydar Saltık’ın getirildiği bildirildi. General Saltık, Türkiye’nin Nato ile askeri ilişkilerini yürüten generaldi. Saltık’ın bu göreve getirilmesi, yeni askeri yönetimin önceliklerinin Nato ve Amerika ile ilişkiler olacağını gösteriyor.Pentagon, Türkiye’ye yeterli yardım yapıldığı takdirde Ankara’nın yeni liderinin Ege’deki komuta sorumluluk sahası sorununu unutup… Yunanistan’la ciddi müzakereye oturacağını belirtiyorlar.”

Gerçekten de beklenen oluyor ve 12 Eylül harekatını takip eden ilk 30 gün içinde Yunanistan’ın Nato’nun askeri kanadına dönmesi sağlanıyordu. Askeri darbeyi izleyen günlerde CIA devreden çıkıyor, J.Spain’in deyimiyle Ankara Pentagon’un karanlık adamlarıyla kaynayıp duruyordu. Büyükelçilik devre dışı kalmış, ilişkiler askerler eliyle yürütülmeye başlanmıştı. 1980 Kasım’ında ABD Genelkurmay Başkanı Joncs’un ziyaretini, ABD Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı General Gene Tighe’nin ziyareti, Mayıs 81’de bu ziyareti Savunma Bakan Yardımcısı ile birlikte ABD Savunma Bakanlığı Güvenlik Yardımı Dairesi Başkanı General Ernesl Graves’ın ziyaretleri izlemişti.

Tüm bir dönemin dış politikasını yazmak gibi bir iddia taşımamakla beraber, temel politik dinamiklerin ordu bağlamında netleştirilmesi bakımından kalın çizgilerle bazı olgular üzerinde durmakta yarar var. Bu askeri heyetlerin gelişleri, 12 Eylül yönetimine açık destek vermenin yanı sıra oldukça önemli açılımları sağlama amacına yönelikti. Daha sonraları, ABD yönetimince benimsendiği ABD Dış İşleri Bakanı Haig ve Bakan yardımcısı Burt tarafından teyid edilen ünlü Wohlstetter raporu bu açılımları formüle ediyordu. Rapora göre;

  1. Körfez’de yangın vardır; Doğu Anadolu bölgesi en müsait itfaiyedir.
  2. Körfez ihtimalini mümkün olduğu kadar Nato kılıfı altına almak Türkiye’nin bu misyonu üstlenmesini kolaylaştırır.
  3. SSCB’nin körfez bunalımını sömürmesini önlemek için Pakistan ve Türkiye’den oluşan İslâm kuşağının birbirleriyle, körfez ülkeleri ve Çin’le entegrasyonu teşvik edilmelidir.
  4. İslamiyet’in yükselişi bir istikrarsızlık kaynağıdır. O halde bu hareket müttefiklerde kontrol altına alınmalı, düşmanlarda teşvik edilmelidir.
  5. Türkiye’nin savunmasını güçlendirmek elzemdir, çünkü bir bunalım halinde Türk ordusu Çevik Kuvvet’in kendisi olarak görev yapabilir. Bu, Türkiye için Amerikan Çevik Kuvvetine üs vermekten daha kolaydır.

Bu görüşler 1980 sonrasında Doğu Anadolu’ya öncelik verilerek başlatılacak olan askeri yardımla ilk somut ifadesine kavuştu. Pentagon’un aklına 12 Eylül denilince Körfez geliyordu. Türkiye’nin 1980 sonrasında Çin, Pakistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Tunus ile aniden sıcaklaşan ilişkileri ABD’nin teşviki ile mümkün olabilmişti. ABD’nin “Koruyucu İslâm Kuşağı” projesi içinde Türkiye’ye önemli bir rol düşüyordu. Sovyetlerin Afganistan işgali ve İran’da Şah rejiminin devrilmesi Türkiye’yi Ortadoğu’da ABD ve NATO çıkarları açısından önemli bir konuma getirmişti. Son derece komplike silahlara sahip olan İran Şahı’nın bu silahlarla devrimci dalgayı bastıramaması ABD’yi yeni tedbirler almaya itiyordu. Bu noktada Ortadoğudaki iç karışıklıklara müdahale edecek dost ülke ordularının “Çevik Kuvvet” biçimine dönüştürülmesi gündeme geldi. Türk ordusunun bizatihi “Çevik Kuvvet” işlevi görecek bir yapılanma içine girmesi ABD’nin öncelikleri arasındaydı. Bu arada Dışişleri tamamen devre dışı kalmış, Genelkurmay kontrolü bizzat eline almıştı. “Çevik Kuvvet” temelinde bir ordu organizasyonunun yanında ABD, NATO şemsiyesini açarak Çevik kuvvete transit ve depolama kolaylıkları sağlıyordu. Körfezin savunmasının körfez ülkelerine bırakılamayacak kadar ciddi bir konu olduğu Nato Genel Sekreteri tarafından da dile getiriliyor.

Cumhuriyet Muhabiri Sedat Ergin 1980 aralığında Luns’un ağzından, Körfez’i kastederek “Dikkatimizi buradaki petrol güzergahlarının stratejik önemine çekmek isterim… Basra körfezine gidecek takviye güçler İtalya ve Türkiye’nin güneyinden geçebilir” sözlerini yazıyordu. Türkiye’nin hayati önem taşıyan Ortadoğu Politikası ABD tarafından belirleniyor ve Richard Nixon’un 1985 yılında Türkiye’yi ziyareti sırasında Evren için söyledikleri ile anlam kazanıyordu. “Evren’in bölgede sadece kendi ülkesinin menfaatlerine önem veren bir menfaatperest olmadığını öğrenmekten mutluluk duydum:” Aynı Nixon ülkesinin çıkarları adına Vietnam’da dünyanın en kirli savaşını yürütmekten, Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanmasına kadar bir dizi olayın içinde olmuş bir “menfaatperest”ti aslında. Yine bir CIA uzmanı olan ve J. Spain’in yerine büyükelçi olarak tayin edilen R. Strausz Hupe’de çevresine 12 Eylül yöneticilerini kastederek “Bugünkü yöneticileri işbaşında kaldığı sürece Türkiye’nin Körfez’de bir bunalım halinde Amerika’ya zorluk çıkarmayacağı izleniminde olduğunu” söylüyordu.

12 Eylül’de Türkiye’ye verilen misyon Batı’nın Ortadoğu’daki petrolüne bekçilik etmekti. Ancak öncesinde 1979 yılında Alexander Haig, Kongre Silahlı Kuvvetler Komitesi önündeki konuşmasında şu önemli saptamayı yapmaktaydı; “Karşı karşıya bulunduğu bir çok sorunun ittifak sınırları dışına taştığı bir zamanda, ittifakın geleneksel tutumu, hareket ve faaliyetlerini aksatan yapay bir zorunluk yaratmakta ve bu suretle ittifakın etkinliği ciddi surette azaltılmaktadır. Oysa şimdi Nato’nun ilgi alanı bütün dünya olmuştur.”

Nato ve Pentagon adına konuşabilecek düzeyde bir yetkilinin bu tespiti elbette somut politik uygulamalara dönüşecek ve ittifakın etkinliğini artırmak bakımından Türkiye’de nasıl bir devlet düzenlemesine gidileceği de ilgili merkezlerde kararlaştırılacaktı. 12 Eylül’ü hazırlayan çok boyutlu etkenler, 1979 Şubat’ında İran İslam Devrimi ve aynı yılın sonunda Sovyetler’in Afganistan’ı işgali ile birlikte ele alındığında Pentagon ve Nato’nun nasıl bir Türkiye istediği ortaya çıkar. Türkiye’de özlenen istikrarı sağlayacak, güçlü bir ordu iktidarının ilk işaretinin 12 Eylül’de verilmesinden yirmi gün sonra İran-Irak Savaşının patlak vermesi rastlantı olmasa gerektir. Bu noktada İslam devleti olan Suudi monarşisinin Türkiye’de demokratikleşme eğilimi gösteren laikliğin sert bir biçimde ordu tarafından kontrol altına alınmasından duyduğu hoşnutluk da dikkate değer bir konudur. 1981 yılında askeri hükümetin Başbakanı Bülend Ulusu’nun Taif’deki İslam zirvesine, bu zirveye o güne kadar katılan ilk Türk Başbakanı sıfatıyla katılması, koruyucu İslam kuşağı oluşturulması amacıyla Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Sudan ile kurulan sıcak ilişkiler anlamlıdır. Ünlü ABD’li teorisyen Zbigniew Brzezinski’nin formüle ettiği “İslam, dostlarımızda bastırılmak, düşmanlarımızda teşvik edilmeli” ilkesi gereğince, MSP kapatılırken, İslamiyet, devletin 12 Eylül temelinde gelişen ve dış dinamik tarafından kollanan ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir politik içerikle ele alınıyordu. Öncelikle körfezdeki petrol çıkarlarını düşünen ABD, Suudi Arabistan, Pakistan gibi otoriter rejimlerle yönetilen ancak “kanun dairesinde” hükmünü icra eden İslamcı devletleri destekliyordu.

Bu çerçevede “Kanun Dairesinde İslam” Türkiye’de devlet politikası haline gelirken İslamın parlamentoda bulunan temsilcileri mahkemeye çıkarılıyordu. Sovyetler’in Körfez’de tehlike olmaktan çıkmasını sağlamak amacıyla cumhuriyetlerdeki milli ve dini duyguları teşvik etmeye yönelik olarak Amerika’nın Sesi Radyosu Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan’a yönelik yayınlar yapıyor ve bu yayınlar için Türkiye’den verici kolaylığı isteniyordu. 12 Eylül sonrası askeri iktidar tarafından yaygınlaştırılan ve Rabıta, zorunlu din dersleri uygulamalarıyla kamuda tartışılan “Kanun Dairesinde İslam” modeli Cumhuriyetin laikliğe ilişkin kuruluş ilkesinin bağımlılık temelinde çürümesinin göstergeleridir.

12 Eylül yönetimine destek veren Pentagon, Nato şemsiyesi altında uygulamaya konulan çevik kuvvetin Türkiye’de üs kolaylıkları elde etmesi için harekete geçince üsler için uygun yerler hemen gösterildi; Muş ve Batman. Nato çerçevesinde kullanılacağı açıklanan bu iki üsse ilişkin olarak ABD Kongresi Araştırma Merkezi Savunma Bölümü Başkanı Richard Grimmet 1984’de “Muş ve Batman’da yeni kurduğumuz üsler Basra körfezi’nin istikrarını garanti ediyor” demiştir. Oysa resmi açıklamaya göre müzakereler Türkiye ile Nato arasında yapılıyordu. Oysa Pentagon ile 12 Eylül yönetimi anlaşmış ve ABD’nin petrol çıkarlarının güvence altın alınması için uluslararası hukuk çiğnenerek ABD’ye üs kolaylıkları sağlanmıştı. Bu noktada Nato ile Çevik Kuvvet biri diğerinin yerini alabilecek kadar iç içe geçmiş, Türkiye ABD ve Batı’nın Ortadoğu’da yarattığı “ateş hattının” içine çekilmiştir. İzlenen bu politikanın 1914’de Türkiye’yi I. Dünya savaşına sürükleyen sorumsuz politikadan pek büyük farkı yoktur. Demokratik meşruiyetten yoksun ve toplumun geniş kesimlerini karşısına alan militarist politika, dış dayanak arayışı konusunda Tanzimat’dan bugüne kadar gelen anlayışı sürdürmüş ve bir kez daha batının askeri taşeronluğunu üstlenmiştir.

Çalışmanın doğrudan ordu ile ilgili bölümünü noktalıyoruz. Burada bir ordu tarihi veya siyasi tarih yazma çabası içinde olmadık. Dolayısıyla olgulara ilişkin pek çok eksiklik bulunması doğaldır. Sadece ülkenin politik yaşamında ağırlık taşıyan bazı düzlemlerde ordu merkez alınarak, bir anlatım denemesine giriştik. Sonuçta ortaya iç bağlantıları ve sürekliliği içinde bir işleyiş tablosu çıktı. Bu tabloyu tamamlamak ve bunun Türkiye’nin eşitlikçilik temelinde demokratikleşmesi ile ilgili yönlerini somutlamak amacıyla modern Türkiye tarihinin belki de en önemli dönemeç noktası olan 12 Eylül’ü anlatmak zorunluluğu var.

Sermaye ve Darbeler

12 Eylül darbesi, zaman dizimi olarak 24 Ocak 1980 yılında Turgut Özal’ın ve Demirel hükümetinin sorumluluğunda alınan ekonomik kararlardan sonra geldi. Ancak 12 Eylül’ü 24 Ocak kararlarının sonucu olarak görüp, aralarında basit bir neden-sonuç ilişkisi aramak doğru olmaz. 24 Ocak ve 12 Eylül, Türkiye’de sermaye birikim modelinin tıkanmasının, sermayenin iç fraksiyonlarının politik ve ekonomik çelişkilerinin, belirgin bir program ve iktidar talebine dayanmayan kitlesel hareketin ve tüm bunları kapsayan dış politik gelişmelerin ortak ve bağlantılı sonucudur. Dış bağlantı, Türkiye’nin Ekim 1979 tarihinde yani 1980 darbesinden önceki son seçim ayında ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın isteği üzerine Washington’da yapılan ilginç bir toplantıda verilen “vaaz”la ilk işaretini ortaya koyuyor. Uluslararası Para Fonu reçetesine uygun olarak yürürlüğe konmuş ve çoğu askeri yönetimleri gerektiren stabilizasyon rejimlerini inceleyip gerekli dersleri çıkarmak amacıyla yapılan bu toplantıya Dünya Bankası Para Fonu ekseninin Türkiye ekonomisi otoritesi ve Türkiye’de oldukça iyi tanınan Prof. Anne Krueger de katılıyor. Prof. Krueger, iktisat politikalarına ilişkin olarak ilkesel düzeyde tedriciliğin savunulması gerektiğini, ancak çok zaman bunun başarısızlık demek olduğunu ve bu nedenle bütün işaretlerin birdenbire tersine çevrilerek politikalarda birdenbire toptan değişiklikleri uygulamaya koymanın zorunluluğunu savunuyor.

Başlangıçta değişikliklerin en azından iş çevreleri ve diğerlerinin rejimin gerçekten değiştiğini kavramalarına yetecek büyüklükte olmasını istiyor. Ayrıca, çok sayıda istikrar programının tümüyle, yetkililerin isteksizliği veya intibak dönemindeki siyasal baskılara siyasal olarak dayanamamaları nedeniyle çöktüğünü belirtiyor. Prof. Krueger, istikrar programının “istikrarlı” olması açısından güçlü bir iktidar istiyor. Bu arada, toplantıda söz alan bir başka uzman Türkiye açısından Özal adına başarı olarak yazılan ekonomi siyasetini adeta “vaaz” ediyor. Uzmana göre “Toplam banka kredilerinin genişlemesine katı sınırlama; başta döviz kuru ve faiz oranları olmak üzere enflasyonun gerisinde kalan fiyatlarda büyük ve sert ayarlama; ithalat kontrolleri ve yüksek gümrük oranlan türünden saptırmaların ortadan kaldırılması; egemen felsefeyle bir ölçüde tutarsız bir biçimde, temelinde ücret artışlarına katı sınırlamalar olan bir tür özel gelir politikası”. Aynı toplantıda bir başka uzman bu programı daha önce uygulamaya koyan Latin Amerika ülkelerine ilişkin olarak şu bilgileri veriyordu; “Latin Amerika’daki yakın Ortodoks istikrar programlarının arkasındaki gruplar, askerlerle ittifak halinde özel kapitalist sektörlerdir. Bunlar kaynakları tamamı ile özel kapitalistlere aktarmak için oldukça etkin çalışan bir siyasal çerçeve yarattılar. Bu süreç devletin rolünü azaltmayı ve işçileri disiplin altına almayı gerektirdi.”

Bu kapsam içinde tartışılan yeni birikim modeli, Türkiye’de 4. Beş yıllık Plan tartışmaları çerçevesinde gündeme getirildi. 1979 yılında da IMF ve Dünya Bankası’ndan alınan kredilerin diyeti olarak CHP hükümeti yukarıdaki anlayışı simgeleyen “Ekonomiyi güçlendirme programı”nı yürürlüğe koydu. İhracata yönelik ekonomi modeline uygun bu kararlar, hükümetin politik iradesinin toplumsal muhalefete açık yönleri ve eklektik yapısı nedeniyle istenen sonuçları vermedi. CHP hükümetinin istikrar tedbirlerini değerlendiren TÜSİAD, izlenen ekonomik politikayı genel hatlarıyla doğru, ancak “yavaş, tereddütlü, geç, etken olmaktan uzak ve tamamlayıcı öğelerden yoksun” (TÜSİAD 1980 s.29) bulduğunu açıkladı.

İstikrar arayışı Ekim 1979 seçimleri sonrasında “etkin” uygulayıcısını Demirel hükümetinde buldu. CHP’nin başlattığı ekonomik önlemler hattı 24 Ocak’da güçlendirilerek sürdürüldü. Genel hatlarıyla doğruluğu vurgulanan CHP politikası, AP hükümetinin “güçlü” ellerinde nitelik ve nicelik olarak yenilenip büyük iş çevrelerinin açık tercihiyle uygulamaya konuldu. Ancak, bu önlem paketinin açılması önceki önlem paketlerinden farklı bir durum ortaya çıkardı. Türkiye yeni bir birikim modeline geçiş yapıyordu.

Bu birikim modelinin amaçları kısaca şöyle özetlenebilir; ihraç edilebilir ürün fazlasını sağlamak için bir yandan üretim arttırılacak, diğer yandan iç talep kısılacaktır. Üretimi aksatan, yavaşlatan, durduran eylemlere engel olunmalıdır. Ücretler sınırlandırılmalıdır. Tarım girdisi kullanıldığı için tarım ürünlerinin taban fiyatları düşük tutulmalı, bu olmadığı takdirde iç ticaret hadleri tarım aleyhine, sanayi lehine düzenlenmeli ve bu amaçla sanayi mallarının fiyatları arttırılmalıdır. Kısa vadede duran ekonomi harekete getirilip kullanılmayan kapasiteler kullanılır hale getirildikten sonra, ekonominin büyütülmesi, orta vadede ele alınarak IMF’yla uzlaşma halinde uzmanlaşılacak sektörleri belirleyip yatırımları yapmak gereklidir. Bu şekilde üretim artışı sağlandıktan sonra, iç talebi kısmak için de fiyatların arttırılması gereklidir. Ücret ve maaşlara da sınır konulduğunda iç talep kısılabilecektir. Böylece bir yandan üretim artışı sağlanırken, diğer yandan iç talep kısılarak ihraç edilebilir ürün miktarı arttırılmış duruma gelecektir.

Bu amaçlar çerçevesinde uygulamaya konulan tedbirler ise şöyle sıralanabilir: Sürekli devalüasyonlar; (metropol, ülkelere ucuza ihraç edilen ürünler bu ülke işçi sınıflarının beslenme, giyim eşyası vs. tüketim mallarını oluşturmakta böylece metropol ülkede ücretlerin ortalama düzeyinin düşük kalması ve kar oranlarının yüksekliği bağımlı ülkenin devalüasyonları ile güvenceye alınmaktadır.) 25 Ocak 1980’de 47 TL olan 1 ABD doları, 5 Ağustos’da yapılan seri devalüasyonlarla 80 TL oldu. KİT ürünlerinin fiyatları serbest bırakıldı. Özel sektör ürünlerine büyük zamlar yapıldı. Çay, şeker, et, Sümerbank mamulleri gibi halkın temel tüketim mallarını oluşturan ve “ücret malları” denilen ürünlere uygulanan sübvansiyonlar kaldırıldı. Bunun sonucunda üretici sınıfların yaşam standartları düşürüldü. Bu arada kömür, elektrik, deniz ve demiryolları taşımacılığı türünden sanayicilerin üretim ve dolaşım maliyetlerini ilgilendiren alanlarda sübvansiyonların sürdürülmesi kararı alındı. Yabancı sermayeyi teşvik tedbirleri alındı. İhracatı ve ithalatı teşvik edici kararlar aynı zamanda yürürlüğe kondu. Faiz kararnamesi ile faizlerin serbestçe tayini imkanı sağlandı. Toplu sözleşme koordinasyon kurulu adı altında bir organ oluşturularak DPT’na bağlandı. Ve KİT’lerde yapılacak toplu iş görüşmelerinde koordinasyonu gerçekleştirdi. Bu amaçlar çerçevesinde 77 kez grev ertelemesine gidilerek 133.000 işçinin greve çıkması ertelendi.

24 Ocak ekonomik karar ve uygulama birimlerinin tek bir komuta merkezine bağlandığı bir düzenlemeye eşlik etti. Devlet içinde üst düzey işveren kuruluşları ile bağlantılı ve fiilen her türlü siyasi ve yasal denetimi imkansız kılan otoriter bir yapı oluşturuldu. Başbakanlık Müsteşarlığı adı altında örgütlenen, ancak yetkileri ve gücü ile bir iç kabine görüntüsü veren bu yapılanmanın başına eski MESS başkanı, Sabancı Holding genel koordinatörü Turgut Özal getirildi. Çeşitli bakanlıklara ve onlara bağlı alt kurumlara ait önemli yetkiler, çıkarılan kararnamelerle Başbakanlık Müsteşarlığına devredildi. Bu bağlam içinde Ticaret, maliye, sanayi ve teknoloji bakanlıkları ile DPT’nca sürdürülen yabancı sermaye ve teşvik uygulamalarına ilişkin değerlendirme, teşvik, gayrı-maddi haklar, tescil, denetim yetkileri bu kurumlardan alınarak Başbakanlık Müsteşarlığı’na bağlı “Yabancı sermaye Teşvik ve Uygulama Kurulu’na verildi.

Ayrıca, dış ticaret rejimi ile kotaların esaslarını saptamak, batı ile olan ilişkilerde koordinasyonu sağlamak, önemli projeler arasında koordinasyonu kurmak ve yüksek planlama kuruluna önerilerde bulunmak üzere müsteşarın başkanlığında bir “koordinasyon kurulu” oluşturuldu. Merkez Bankası’nın para ve kredi konularındaki yetkilerine el konularak, “Para ve Kredi Kurulu” adı altında Başbakanlık Müsteşarlığı’na bağlı bir organ, bu yetkileri devraldı. Bu düzenlemelerle, yabancı sermaye, dış ticaret, önemli projelerin yapımı, para ve kredi gibi ekonominin ve dış politikanın kilit alanları ile ilgili konularda işveren örgütlerinin itibarlı üyesi T. Özal karar mercii haline getirildi ve 12 Eylül öncesinde sermaye ekonomik bürokrasi içinde kendi “darbesi”ni gerçekleştirmiş oldu. Ancak T. Özal’ın böyle bir organizasyon içinde tüm sermaye kesimlerini temsil ettiği görüşü gerçekçi olmaz. Özal’ın bakanlıklar ve ekonomik bürokrasiyi hedef alan müdahalesi en çok TÜSİAD tarafından desteklenmiştir. Nitekim TÜSİAD eski genel sekreteri G. Uras daha önce şu önerilerde bulunmuştu. “Yabancı sermayeli kuruluşlar bakımından önemi, olan, tüm devlet bürokrasisi içinde tek ve yetkili bir sorumlu kuruluşun belirlenmesidir. 6224 sayılı kanun uygulanmasında yetkilerin bakanlıklar arasında dağıtılmış olması, gerçekleştirmeyi güçleştiren etkendir. Fakat Devlet Planlama Teşkilatı’nda Müsteşar’a bağlı bir sorumlu koordinatör tayini mevcut şartlarda en iyi çözüm yolu olarak görülmektedir.”

Yabancı sermaye ilişkileri temelinde ekonomik bürokrasinin merkezi bir yapıya kavuşturulması, bu formülasyona harfiyen uyularak gerçekleştirilmiş, TÜSİAD “kamu yararına” bağlılığını bir kez daha kanıtlama olanağını bulmuştur. Turgut Özal’ın ekonomik karar merkezlerinde büyük sermayeyi temsili, Türkiye’de 12 Eylül öncesinde sermaye kesiminde yaşanan çıkar bölünmesi ve politik irade krizinin çözümü ile yakından ilgilidir. Sanayi sermayesi, ticari sermayenin üretimi kısıtlı KİT ürünlerinde sübvansiyondan elde etliği büyük karların engellenmesini istemektedir. Tüccara giden ranta engel olmak amacıyla tekelli sermaye ortaya çıkan ekonomik artığın sanayi alanında kullanılmasından yanadır. Bunun yanında KİT zararlarının kapatılmasında kullanılan ve dolaylı olarak ticari sermayeye aktarılan Merkez Bankası kaynaklarının kredi olarak tahsisini talep etmektedir.

Ayrıca Egemen Blokun diğer üyelerinden olan toprak ağası, tefeci-tüccar kesiminin el koyduğu ticari kâr, rant, toprak kirası türünden prekapitalist ilişkilere dayalı ekonomik mekanizmaları da ortadan kaldırmak amacıyla TÜSİAD tarafından bu dönemde öneriler getirilmiştir. Prekapitalist üretim alanlarında atıl duran ekonomik kapasitenin harekete geçirilmesi için bu ilişkilere dayanan güçlerin siyasi yönden etkilerinin kırılması gündeme alınmış, ancak çatışma ertelenmiştir. Bu çatışmayı 1980 öncesinden hatta 12 Mart’tan başlayıp irdelemek mümkündür. Ancak konunun bu yönüne yeri geldikçe değinmek üzere, 24 Ocak’la simgelenen dönemde işçi sınıfının durumuna bakalım. 12 Eylül döneminin ünlü YHK uygulamalarından önce Demirel hükümetinin Turgut Özal’ın kontrolünde yürürlüğe koyduğu dikkate değer bir kurula tekrar değinmekte yarar var. Anımsanacağı gibi, Toplu sözleşme Koordinasyon Kurulu, KİT’lerde yapılan toplu iş görüşmelerini koordine etmek amacıyla kurulmuş, ancak bu kurulun yetkilerinin sadece kamu kesimiyle sınırlı olmayıp özel kesimi sözleşmeleriyle de ilgili olduğu özel ve kamu kuruluşlarına Turgut Özal tarafından gönderilen bir genelgeyle ortaya çıkmıştır. 12 Eylül’de uygulamaya konulan işçilere yönelik ağır baskının “önsöz”ü niteliğinde olan Özal Genelgesi şu ilginç hükümleri taşıyordu:

  1. Sözleşmelerde yönetime müdahale niteliğindeki hükümler yer almayacak, bir önceki sözleşmede böyle hükümler mevcutsa, bunlara istişari bir şekil verilecektir. (Yönetime müdahaleden, üretim planlaması, üst düzeyde sevk ve idare vb. gibi hususlar anlaşılmalıdır.)
  2. Daha önceki sözleşmelerde yer alan hükümler dışında ek mali yükümlülükler getirecek yeni maddelere yer verilmeyecektir.
  3. Kıdem tazminatına esas süreler arttırılmayıp aynen muhafaza edilecek, yeni işe alınan işçilerin kıdem tazminatı, her yıl için 30 gün olacaktır.
  4. Sözleşme süresi iki yıldan az olmayacaktır.
  5. Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacaktır.
  6. Haftalık çalışma saatleri daha aşağı indirilmeyecektir.

Bu genel prensipler, hem özel, hem de kamu sektörü için geçerli olacaktır” (13 Haziran 1980 tarihli Bakanlık Müsteşarı T. Özal imzasıyla yayınlanan Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu ‘nun tebliğ ettiği “Esaslar” konulu genelge).

TSKK ile ilgili genelgede T. Özal, özel sektörün örgütlenmesini de istemekte, bu konuda şunları belirtmektedir; “Bunun yanısıra özel sektör kuruluşlarının en kısa zamanda kendi işkollarında işveren sendikalarına katılmalarında fayda görülmektedir. İşveren sendikaları bulunmayan işkollarında ise sendikalaşmaya gidilmesi yararlı olacaktır”.

Turgut Özal işverenleri, dağınık güçlerini birleştirmeye, işçi sendikalarına karşı birlik ve beraberliğe çağırırken Türkiye’nin geleceğine ilişkin otoriter planlara sahip bir cephe komutanı gibidir. Cephesini genişletmek isteyen Özal ve onun TÜSİAD ile ortak yürüttüğü “operasyon”a yasal görüntü sağlayan AP Hükümeti, sendikaların bir bölümünü de yanlarına almışlardır. Kamu kesiminde ağırlıklı örgüte sahip olan TÜRK-İŞ’e bağlı ve yöneticileri AP ve MHP’lilerden oluşan Bağımsız Çelik-ÎŞ, Türk Metal, Tek-Gıda İş sendikaları ile toplu sözleşmeler pürüz çıkarılmadan imzalanırken, Hava-İş, DYF-İş türünden sol görüşlü yöneticilere sahip sendikalara önemli güçlükler çıkarılmış, DYF-İş’in 45.000 işçi adına aldığı grev kararları Bakanlar Kurulu’nca iki kez ertelenmiştir. Türk-İş’in meşrulaştırmakta sakınca görmediği hukuk dışı bir uygulamanın ürünü olan TSKK, 12 Eylül’e giden süreçte sendikal mücadeleyi etkisizleştirmenin, toplu sözleşmeleri çıkmaza sokarak işçilerin ekonomik mücadelesini geriletmenin, sol yönetimli sendikalara güçlükler çıkararak işçi tabanı ile yönetimin bağlarını koparmanın aracı olmuştur. Ayrıca, ekonomik modelin uygulanabilmesi, düşük ücretleri ve otoriter bir disiplinle çalışmayı gerekli hale getirdiğinden, 1980 Ocak ayından Eylül’e kadar, “milli güvenlik ve memleket sağlığı” gerekçesiyle 133.000 işçiyi kapsayan 77 grev ertelemesine, hükümet tarafından karar verilmiştir. TÜSİAD’a göre: “Toplu sözleşmelerde ücret artışlarının en alt düzeyde tutulması, enflasyonun etkisini en aza indirmek için zorunludur.”

24 Ocak’ta bazı uygulamaları yürürlüğe konulan sermaye birikim modelinin işlerliği açısından, ücret, kıdem tazminatı gibi işçiye yapılan ödemelerin en alt düzeye indirilmesini isteyen serbest piyasa yanlısı sözde “liberal” işveren kesimi, devletin müdahalesini talep etmektedir. Rafet İbrahimoğlu’na göre: “Toplu sözleşme düzeninin, ücretleri aşırı biçimde arttırarak, maliyet enflasyonuna katkıda bulunmasından, işçi kesimi aslında bir yarar sağlayamamaktadır. Bu temel gerçeğin ışığında ve devletin önderliğinde konuya, işveren ve işçi kesimleri arasında varılacak anlayış birliği çerçevesinde yeni düzenlemeler getirilmesi, 24 Ocak 1980 kararlarının başarı şansını arttıracaktır.”130 Devletin, Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu temelinde kimden yana olduğunun açıklığa kavuştuğu ve büyük sermayenin ekonomik bürokraside temsilcileri T. Özal’la “darbe” yaparak, ekonomik karar tekelini ele geçirdiği düşünülürse, varılacak “anlayış birliği”ne devletin kimden taraf ve hangi yöntemlerle katkı yapacağı açıktır.

Bu arada, bürokratik incelik ve geleneklere sahip olmakla övünen bir ülkede, bir gece içinde “şok” kararlarla hukuk ve devlet yapısı altüst edilirken parlamentonun hangi işlevi yerine getirdiği de sorulması gerekli bir sorudur. Temsili demokrasinin iflası ile ekonominin ve hukukun iflasını eş zamanlı olarak ele almak ve bu oluşumu, kendini hazırlayan sürecin tepe noktasında 24 Ocak felsefe ve uygulamalarına bağlamak mümkün, hatta gereklidir. Burada vurgulanması önemli olan bir konu da AP azınlık hükümetini destekleyen MSP’nin tüm bu uygulamalardaki siyasi sorumluluğudur. 1990’lı yıllarda adil düzen sloganıyla ortaya çıkanlar, ekonomik karar süreçleri tekelli sermaye kesimi tarafından ele geçirilirken tepki göstermek bir yana, temsil ettikleri orta düzey ticari sermayenin çıkarlarını dahi koruma gayreti içinde olmamışlardır. Tüm bu uygulamalar, devletin iki ayrı yüzü olan demokrasi ile otoriter yönetimin hıza dayalı ayrımlaşması bakımından ilginç bir mantık dokusu ortaya çıkarmaktadır. Demokratik sistem içinde kararların genel oya dayalı parlamento mekanizmalarını zorunlu kılması, devletin sınıflar karşısında bir manevra alanının bulunması, hukukun evrensel ilkelerinin uygulanması, kitlesel canlılığın ve siyasal eylemin meşru kabul edilmesi esastır. Ancak tüm bu unsurların otoritenin hızını ve devletin topluma yönelik uygulamalarının etkinliğini azaltacağı açıktır. Otoriter sistemde ise devlet büyük bir hız ve bu hızda biriken şiddeti kullanarak koruduğu çıkarların, kendi koyduğu hukuk kurallarının dışına çıkma pahasına kabullenilmesini güvence altına alır.

Demokrasi-otorite-hız-hukuk diyalektiğinin Türkiye’deki işlerlik koşulları üzerine işadamı Rahmi Koç’un görüşleri oldukça öğreticidir. Koç’a göre: 24 Ocak kararlarının 12 Eylül’den önceki ve sonraki dönemde uygulama farklılığının açıklaması şöyledir: “Büyük fark surdan ileri gelmekledir. 12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri .yönelim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise, tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamento da sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark askeri yönelimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır.” Koç’un temsil ettiği otoriter “hız” anlayışının toplumsal bilançosunu tüm boyutlarıyla çıkarmak oldukça zor. Çünkü insan istatistiki bir veri veya basil bir üretim aracı değil, tarihsel, psikolojik-kültürel boyutlarıyla doğanın en güzel ve en karmaşık varlığı. Bu varlık otoriter “hız” uygulamalarında nasıl bir tahribatla karşılaşmıştır. “İnsani Öz” nasıl yitirilmiştir; bu başka çalışmaların konusu, ancak kısaca şunlar söylenebilir.

Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelir 1980’de 1540 Dolar iken, 1984’de 1000 Doların altına inmiştir. Eğilim harcamalarının 1979’da genel bütçe içindeki payı %11.2 iken, 1985’de %8,8’dir. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın bütçedeki payı aynı dönem içinde %4,2’den, %2,5’e düşmüştür. (Bütçe Gerekçesi 84-85. Maliye Bakanlığı. Ankara. 1984) 1980-83 döneminde psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı %44,69 oranında artış göstermiştir.

24 Temmuz 1984’de Cumhuriyet Gazetesine demeç veren Bakırköy Hastanesi Başhekimi: “Alkolik sayısı 4 kat arttı” demiştir. Veteriner Hekimleri Odası’nın 3.7.1982 tarihli açıklamasına göre, kişi başına et tüketimi 1940’ların altına düşmüştür. Otoriter “hız”la uygulamaya konulan ekonomik modelin bir başka boyutu ise oldukça çarpıcıdır. 1980-1983 boyunca 117 şirkete sahip Koç Holding’in 1980 sabit fiyatlarıyla geliri 163,7 milyardan, 407 milyara, 90 şirketli Sabancı Holding’in geliri 184,8 milyardan, 308 milyara ve 50 şirketli Çukurova Holding’in geliri 88,2 milyardan, 203 milyara yükselmiştir.

Türkiye’nin tüm muhalif direnç noktalarının kırılarak tekelli bir ekonomi ve toplum yapısına sürüklenmesi, 12 Eylül döneminde açıklık kazandı. Bu açıklık, 12 Eylül’e bir hafta kala TÜSİAD’ın yayınladığı rapor okunursa daha iyi anlaşılır. “Özgürlük kutsaldır” diyerek manifestolarını açıklayan TÜSİAD’cılar sanayiden, bankacılığa, armatörlüğe kadar her sektörün güçlü işadamlarından oluşmaklaydı. Yüz büyük sanayi kuruluşunda TÜSİAD üyelerinin üretim ve istihdamdaki payı %80’i bulmaktadır. 200 büyük sanayi kuruluşu listesinde ise TÜSİAD, kendi üyesi olan Turgut Özal’ı ekonomik bürokraside, “demokratik denge’ ve hukuk devleti anlayışını reddederek, karar merci haline gelirmiş, bu anlamda “12 Eylül” darbesini bütünleyen ve onun işlerlik koşullarını belirleyen bir darbe yapmıştır. 12 Eylül yönetimine TÜSİAD kurucusu Vehbi Koç tarafından verilen “Turgut Özal’ı değiştirmeyin “tavsiyesi” tutulacak, TÜSİAD üyesi Özal 12 Eylül’ün koşullarında tekelci sermayenin programını uygulayacak ve bu arada 1981 yılında TÜSİAD bakanlar kurulu kararı ile “kamu yararına çalışan dernek” statüsüne alınacaktır.

TSKK-24 Ocak-12 Eylül üçgeninde Türk-İş’in konumu en az TÜSİAD kadar önemlidir. 12 Eylül darbesini iki gün önce, yani 10 eylül’de haber aldıklarını ve kendilerinden bakan istendiğini belirten Türk-İş Genel Sekreteri ve askeri hükümetten emekli Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sadık Side, olayı şöyle anlatmaktadır: “Büyük tehlikenin eşiğinden kurtaran şerefli Türk ordusu, bu defa ülkeyi yine yangın içinden çekip alabilmiştir. Ama demiştir ki “İslahat adına çok işimiz var ve hükümeti kurmaya mecburuz. Yangını söndürecek bir hükümet olacak, islahat yapacak bir hükümet olacak. Bu hükümete 10 Eylül günü teklif alırız. Bu teklifi icra kurulu bilir; ama kuliste haberimiz yok diyenler olduğunu duyuyorum. Bütün icra kurulu üyeleri böyle bir teklife -şeref, onur kabul ederiz- demişlerdir. Bu görevin alınmasının çok doğru olacağını ittifakla karara bağlamışlardır”

TÜSİAD’ın ekonomik program oluşturup, üyeleri aracılığıyla uygulamaya koyduğu 12 Eylül askeri yönetiminde diğer ortağın Türk-İş üst yönetimi olduğu açıktır. Türk-İş’in, bilgi, destek ve bizzat uygulayıcılığı ile 1980’de 5.721.074 olan sendikalı işçi sayısı, 1985’de 1.711.524’e düştü. İşgücünün değerinin inanılmaz boyutlarda ucuzlatıldığı Türkiye’de, Türk-İş’in ortak sorumluluğu kapsamında 1979’da 8,4 Dolar’a kadar çıkan günlük ücret, 1985’de 2,8 Dolar’a düştü. Bu tarihlerde ortalama saat ücreti 40 sent olan Türk işçisine göre, Amsterdam’da bir işçi 6, Atina’da 3,1, Şikago’da 11,2, Hong Kong’da 3,1 Dolar karşılığında çalışıyordu.

Türk-İş’in askeri yönetimdeki durumunu netleştirmek açısından dış ilişkileri ile ilgili şu asgari bilgiler önemlidir. 1960-1970 yılları arasında ABD hükümetinin organları ve bazı amerikan sendikalarıyla yoğun bir ilişkiye giren Türk-İş’in, Yanlızca AID (Agency For International Development) kanalıyla sağladığı amerikan kaynaklı mali yardımların tutarı, aynı dönemdeki (1960-1970) toplam aidat hasılasına eşittir. (AID kanalıyla sağlanan para, 13.447.614,03 TL, toplam aidat geliri 13.544.926,65 TL) Türk-İş yöneticilerine eğitim vs. adı altında sağlanan Amerika’ya “ziyaret” imkanlarının yanında, Latin Amerika darbelerinin vazgeçilmez kuruluşu AIFLD (Amerikan Institute For Free Labor Development) ve AFL-CIO’ya bağlı AAFLI (Asian-American Free Labor Instutite) ile Türk-İş’in yoğun bir bağlantı içinde oldukları ve bu kuruluşların CIA ile ilişkileri bilinmektedir.

12 Eylül döneminde yukarıda açıklanan ordu-TÜSİAD-Türk-İş koalisyonu, grevleri yasaklamanın, sendikal faaliyeti durdurmanın yanı sıra, anti-sendikal bir düzen oluşturmak için, 1982 Anayasa-sı’nda da bazı hükümler tesbit etti. Çalışma hayatı ve anti-sendikal düzenle ilgili konularda TİSK önerileri 1982 Anayasası’na kaynaklık etti. Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı çalışma hayatı ile ilgili taslak TİSK Genel Sekreteri ve Anayasa Komisyonu üyesi Rafet İbrahimoğlu tarafından hazırlandı. Ve MGK’nun bir kaç düzeltmesinden sonra kabul edildi. Bu hükümlere göre: hak grevi, siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev yasaktır. Ayrıca aynı maddenin 4. fırkasında grevin yasaklanabileceği ve ertelenebileceği öngörülmüş, bu durumlarda Yüksek Hakem Kurulu’nun sorun çözücü olarak devreye gireceği hükmüne yer verilmiş. Yüksek Hakem Kurulu’nun kararlarının da kesin bir toplusözleşme hükmünde olacağı belirtilmiştir. Anayasanın çerçevesini çizdiği grev hakkı, grev ve lokavtla ilgili kanuna da yansımış, yasada grev hakkı, sadece toplu sözleşme yetkisi olan sendika ile sınırlandırılmıştır. Böylece, sendikasız işçiler ile sendikalı oldukları halde, sendikalara konulan yetki barajını aşamamış işçilere grev hakkı kapalı tutulmuştur. Ölçü olması bakımından aşağıda verilecek rakamlar, işçi sınıfına dayatılan “otoriter” ve “hız”lı sermaye birikiminin sonuçlarını yalın biçimde özetlemektedir. Temmuz 1984’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, işverenlerce bildirilen işçi sayısı 2.553.384’dür. Sendikaların bildirdiği sendikalı işçi sayısı ise 1.427.27l’dir. Daha işin başında 1.126.113 işçi sendikalı olmadığından grev hakkını kullanamamaktadır.

Yine istatistiklere göre, sendika üyesi olup da sendikaları %10 barajını aşamadığı için bu hakkı kullanamayacak işçi sayısı 133.000’dir. Bu sayılara Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 17 Temmuz 1984 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan ve grev yasağı bulunan madencilik, petrol, lastik, milli savunma, sağlık, hava taşımacılığı gibi 17 işkolunda çalışan 556.445 sendikalı, ancak greve çıkması yasak işçiyi de eklersek, sadece 919.000 işçinin, yani sendikalı işçilerin %36’lık bölümünün grev hakkından yararlanmasının mümkün olduğunu görürüz. Ne var ki bu grevler de Bakanlar Kurulu tarafından yasanın 33. Maddesine dayanarak “genel sağlık ve milli güvenlik” nedeniyle 60 gün ertelenebilecektir. Ayrıca yasada bulunan yetki barajı, grev yasakları, grev erteleme kararlarının yan ısıra, toplu sözleşmeye başlanıp, ilk günden uyuşmazlık sağlansa bile, greve çıkmak için gerekli formaliteler yaklaşık 3 ay sürmektedir. Grevin fiilen yasak edildiği Türkiye’de, bu yasaklan yeterli görmeyen TİSK’in 125. Olağan Genel Kurulu’nun Aralık 1983 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmiştir. “Toplu sözleşmelerde takip edilecek ücret politikası, üçlü işbirliği ile sağlanmalıdır. Grevlerin makul süreyi aşması önlenmelidir. Grev süresi 60 gün olarak belirlenip, sonuçta YHK’nca bağlanmalıdır. “Grevi, işçi sınıfının kullandığı demokratik ve ekonomik bir hak olmaktan çıkarma uygulaması 1980’de Demirel hükümeti döneminde başlatıldı. 1963-1980 arasında 9960 gün olan geciktirme süresinin 2940 günü 1980 yılının “sivil hükümeti” döneminde gerçekleştirildi. Ayrıca 1980 yılı işçilerin oldukça canlı direnişlerinin yaşandığı bir yıl oldu. Tariş, Tekel Sigara Fabrikaları, Ant-Birlik, Çu-kobirlik, Yeniçeltik işçi direnişleri, 1980 Eylül ayının ilk haftasında, Adana’da Sabancı Holding’e bağlı işyerlerinde başlayan ve Çukurova’ya yayılma eğilimi gösteren işçi direnişleri, programatik bir netlik ve örgütsel bir nitelik göstermemesine karşın, mülkiyet rejimini tehdit olarak algılanmışlar, 12 Eylül döneminde işçilere ve sol sendikalara yönelen büyük şiddetin gerekçesi yapılmışlardır. Bu arada 12 Eylül döneminde ilginç bir rastlantı işçi çıkarmaları konusunda yaşanmış, işten çıkarmalar konusunda ordu şirketi OYAK-Renault başı çekmiş ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na başvuruda bulunarak 677 personelini Temmuz 1981’de işten çıkarmıştır.

Ordu şirketi Oyak’ın tekelli yapısı ve ekonomik gücü göz önüne alındığında büyük sermaye ve işveren kuruluşlarıyla çıkarlarının ortak olduğu ve bu ortaklığın, ordunun politik görüşlerini de çeşitli kanallardan oluşturduğu bu örnekte de görülmektedir.

12 Eylül öncesi süreçte parlamentonun toplumdaki sosyo-ekonomik çıkar ilişkileri temelinde siyasi bölünmüşlüğü ve sermaye sınıfının iç ayrımları ile tarım kesiminin fraksiyonel ayrımları ve bunların çelişkileri sermayenin politik irade krizi yaşamasına neden oluyordu. Bu kapsam içinde askeri yönetimin politik görüşleri büyük işveren kuruluşlarının görüşleri ile paralellik göstermektedir. Rahmi Koç’un yukarıda aktardığımız açıklamaları ile II. Ordu’nun Org. Bedrettin Demirel’in sorumluluğunda hazırlayarak MGK’na sunduğu öneriler birlikte okunduğunda ortaya anlamlı bir bütünlük çıkmaktadır. II. Ordu önerilerinin 7. Maddesine göre: “12 Eylül’den sonra sağlanan huzur ve sükun dönemi, sıkıyönetim kanunu ve anarşiye karşı yapılan açık mücadelenin yanı sıra, hatta daha çoğu ile terör ve anarşinin kaynaklandığı TBMM’nin, siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin kapatılması sayesinde kazanılmıştır.”

Parlamentoyu terör kaynağı olarak gösteren bu otoriter anlayış, işçilere yönelik uygulamaları çerçevesinde 1979 verilerine göre 186.000 iş kazasının meydana geldiği ve bu kazalarda toplam 1448 işçinin öldüğü Türkiye’de, 10 Eylül 1981/20 sayılı Çalışma Bakanlığı genelgesi ile işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda şu kararları dikte ediyordu: “İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği teftişi yapmakla görevli müfettişler, teftişler sırasında işyerlerinde iş güvenliği müşaviri gibi hareket edecekler, işveren ve işçileri işçi sağlığı ve güvenliği şuurunun yerleştirilmesine ve gerekli tedbirlerin aldırılmasına yardımcı olacaklar, mevzuatta yer alan müeyyidelerin tatbikini en son kullanma durumunda bulunacaklar. Diğer bir ifadeyle işçi sağlığı ve güvenliği açısından yaptırılması istenen hususların cezai müeyyidelerini tatbik etmekten çok, bu konuda zaman içinde eğitim yoluyla ikna ve inandırma metodunu tercih ederek, istenilen sonuca daha kolaylıkla erişebileceği açık olduğundan bu husus dikkatten uzak tutulmayacaktır.”

Bu genelgenin yürürlüğe girdiği tarihte henüz işleme konulmamış teftiş raporları ilgili Bölge Çalışma Müdürlükleri’nce herhangi bir işlem yapılmadan dosyasında saklanacaktır.” Bu kararların “işçi sağlığı ve iş güvenliği”ni yasak ettiği ve denetimi ortadan kaldırdığı açıktır. Bu arada işçi sınıfının her tür örgütlenmesini yasaklayan devlet görece özerklik veya tarafsızlık konusunda en küçük bir kaygı taşımamaktadır. Bu destek temelinde hiçbir yasal dayanağa sahip olmayan Hür Teşebbüs Konseyi (TÜSİAD, TİSK, TOBB, Ziraat Odaları Birliği, Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu) 1977-1979 yılları arasında oldukça etkin bir “cephe” oluşturup siyasi ve ekonomik konularda belirleyici politikalar üretip, siyasi kararların oluşumuna katılırken, 1978-1979 yıllarında DİSK öncülüğünde bir araya gelen meslek kuruluşları ve derneklerin demokratik platform adı altında Başbakan’a mektup göndererek görüşlerini açıklamaları DİSK davasında önemli suçlamalara neden olabilmiştir. 1982 Anayasasının 52. md.’sinde bu konuyla ilgili yasak da hüküm altına alınmış ve sendikaların derneklerle, kamu kuruluşu niteliğindeki mesleki kuruluşlarla ve vakıflarla ortak hareket etmesi önlenmiştir. Ancak, Hür Teşebbüs Konseyi Türkiye’nin “yazısız” hukukuna göre bu yasağın dışındadır. Zira Konsey, 1986 yılından itibaren faaliyetlerini yoğunlaştırmış, demokrasi, gelir dağılımı, Avrupa ile siyasi ilişkiler konularında devlet politikasını belirleyen açıklamalarda bulunmuştur. Bugün Türkiye’nin politik, ekonomik, toplumsal ortamı örgütlülüğünü büyük imkanlarla geliştiren ve siyasi iradesini kabul ettiren tekelci sermayenin lehine işlemektedir. Bu işleyişin güvencelerini toplumsal yaşamın her zerresine inanılmaz boyutta şiddet yükleyerek sağlayan askeri yönetim, tekelci sermayenin Türkiye’yi tümüyle fethetmesinde dönüm noktası olmuştur.

Bir iktisat çalışması yapmadığımız için oldukça genel verilerle yetinmek durumundayız. Ancak, 12 Eylül ‘le yoğunlaşan sermayenin merkezileşmesi olgusu Türkiye’nin tüm ekonomik zenginliklerinin birkaç büyük firmada yoğunlaşmasını getirmiştir. Bu yoğunlaşmanın araçları konusunda bir kaynaktan şu bilgileri aktarmak yararlı olacaktır: “Sermayenin kendi içindeki yeniden yapılanmasının dış boyutu yabancı sermaye ve dış kredi kurumlarıyla girilen köklü ilişki içinde somutlaşmakta, iç boyutu ise hem sanayi sermayesi içinde, hem de bu kesimin üretken sektöre geri dönmeyen faiz, ticari kar, ve ranta el koyan sınıflarla ilişkilerinde yaşanmaktadır. Sanayi sermayesi içindeki yeniden yapılanmada yeni koşullara uyamayanlar tasfiye olmakta, küçükler büyüklerce yutulmakta, sermaye daha çok merkezileşmekte, böylece tekelleşme hızlanmaktadır.” Bu tekelleşme sürecine tam bir “ihracat saplantısı” eşlik etmekte olup ihracatı arttırmak için 1980’li yıllar boyunca çalışan sınıflardan alınan vergiler eğitim, sağlık, konut gibi toplumsal harcamalara ayrılmamış, büyük sermayenin tercihleri doğrultusunda bu kesime sübvansiyon ve kredi olarak verilmiştir. İhracatın artması için pek çok mal iç pazarda pahalı, dış pazarlarda ucuza satılmış, aradaki fark devlet tarafından karşılanmıştır. Kamu maliyecisi İzzettin Önder bu sürecin emperyalizmle ilişkisini ve iktidar boyutunu adeta bir çığlık biçiminde sormaktadır. “Emperyalizm 1980’lerdeki krizini sömürgecilikle, fiili işgallerle çözmeye çalıştı… Devlet kimin ajanlığını yaptı? Yanıt çok açık: dış ülkelerin. Sorulacak hesap şudur: Bizden kan alındı. İşçi, memur, devlet, tarım eridi. Ekonomi bir üretim ekonomisinden bir tür faiz ekonomisine dönüştü. Bütün bunları bir yandan dış ekonomileri, diğer yandan içerideki bazı insanları finanse etmek için yaptık. Peki o zaman bu iktidar kimin iktidarı? (2000’e doğru dergisi, sayı: 25, 18 Ağustos 1991, sayfa: 28)

Prof. Önder’e göre “Türkiye’de tarım çökmüş durumda. Çünkü ciddi bir kaynak transferi yapıldı. Bu kaynak transferi faiz, rant, kâr elde eden sektörlere yapıldı. Şöyle ki: 80’i baz alırsak başlangıç yılı olarak, tarımın gayrı milli hasıladaki payı %24 dolayındayken 89’da %15’lere düşmüş. Ücretler de geriletildi. %26’lardan başlamış, 89’da %15. Şu anda toplu sözleşmelerle biraz yükseldiyse de %15-16 dolayında. Şimdi faiz, kâr, ranta baktığımızda, 80’de %50’terdeyken, %70’e çıktı. Bir hesap yaptığımızda şu 10 yıl içinde 100 milyon Dolar kadar faiz, kâr, rant dışarıya transfer edilmiş” Bu muazzam kaynak transferi IMF tarafından dayatılan özü itibarıyla siyasi-ideolojik görüntüsü itibarıyla teknokratik öneriler doğrultusunda gerçekleştirildi. Bu öneriler ekonominin düzenlenmesi ile ilgili yönlerinden ziyade derin iç ve dış siyasi boyutlar içermektedir. IMF’de simgelenen uluslararası sermayenin Türkiye politikası sosyo-ekonomik alanda tekelci kapitalist birikimin güvence mekanizmalarını askeri rejimle kurmanın yanında alternatif gelişme yollarını tıkayacak “seçmeli caydırıcılık doktrini” türünden tamamlayıcı mekanizmalarla da geliştirilmiştir. Bu politikaların süreklilik kazanması, ücretli emeğin klasik mücadele araçlarının baskı altında tutulmasıyla mümkündür. Bu bilincin ifadesi olarak ABD eski dışişleri bakanı Aleksandr Haig’in tanımıyla Türkiye’deki “yetkeci demokrasi” 1982 Anayasası ile sendikaların denetlenmesi görevini Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu’na verdi.

TİSK Genel Başkanı Halit Narin’de, “Sendikaların devlete karşı bağımsızlığı savunulamaz.” diyerek devlet içinde gerçekleştirilen iç “darbe” neticesinde, devletin görece özerkliği biçiminde nitelenmesi belki bir tanım zorlamasıyla yapılabilecek olan tutuma son verildiğini ve devletin kimin yanında bulunduğunu tescil etmiştir. Ancak, bu ‘tescilden’ önce Celal Bayar’ın Atatürk Metodolojisi adlı yazısında ortaya koyduğu düşünceler Türkiye’de ‘demokrat’ görünümlü devlet politikacılarının temsili kaynaklarını göstermesi bakımından ilginçtir. Bayar’a göre “devletin, hükümet gibi yürütme organı, adalet cihazı gibi yargı organları varken, işçi-işveren dediğimiz insanların örgüt halinde, kendi aralarında kıyasıya hesaplaşmasını kabul etmesi aslında, devlete vücud veren ana fikirlere ters düşer. Çünkü grev yasal zorbalıklan başka bir şey değildir.” Ayrıca “emek piyasasının denetleme dışında kalmış” olmasından yakınan Bayar, emeğin “Maliyetin en önemli unsurlarının başında” geldiğini, yüksek ücretin “dış mallarla rekabeti zorlaştırabileceğini” yazmıştır. Grevi yasal bir zorbalık olarak yorumlayan bu “demokrat” tutumu TİSK’in anayasa önerilerinden birinin ışığında tamamlayarak bu bölümü bitirelim. TİSK’e göre “gazete, dergi, kitap ve broşürlerin anayasanın temel ilke ve çerçeyesine uygun olması kayıt ve şartı anayasaya eklenmelidir.” Yayınların uygun olacağı anayasanın temel ilkeleri ve çerçevesi ise şöyle belirleniyordu: “Bu anayasanın komünizme, sosyalizme, faşizme ve teokratik devlet biçimine, yahut her çeşit aşırı akımlara kapalı olacağı açıkça yazılmalıdır.”

12 Eylül’le 40 Gün – 40 Gece

İlk bölümde ordunun siyasi sistem içindeki ağırlığını tarihsel uğraklarda temellendirerek ana hatlarıyla incelemeye çalıştık. Siyasi tablonun işlerlik kazandığı sosyo-ekonomik yapının 1980’li yıllara ilişkin durumu da ikinci bölümün başlangıcında yer aldı. Ancak partiler ve partilerin ön planda olan aktörleri belirli açıklıklar taşıyan siyasi düşünce ve eylemleri çerçevesinde ele alınmadığında siyasi tablonun eksik kalacağı açıktır. Partileri ve siyasi kişileri 12 Eylül dönemi içindeki konumlarıyla saplarken mümkün olduğu kadar olgusal düzleme dayanmaya çaba göstereceğiz. Yöntemsel açıklığı ve Türk siyasi yaşamına bakıştaki açıyı genişletmek herkesin bildiğini sandığı olaylar ve olgular birikimin zaman dizimsel anlatım kalıpları dışında içice geçişleri ve tarihsel değişim içindeki yerleri ile ortaya koymayı zorunlu kılıyor. Bu bölümde zaman dizinine uyan bir anlatım yerine kendi içinde bağlantıları olan bir olgusal anlatımı, yorumu olgunun nesnelliğinde mündemiç sayan bir görüşle ama pozitivist kuruluğa kaçmadan gerçekleştirmeye çalışacağız. 12 Eylül öncesi, Türkiye’nin genel gidişi ile ilgili çarpıcı önerilere tanıklık ettiğine inanan herkes kendi görüş açısından ve temsil ettiğine güvendiği toplumsal sınıf veya grupların çıkarları açısından öneriler geliştirdi. Bu önerilerin neler olduğu konusundaki açılımı Türkiye sağının yaşadığı yıllar içinde büyüklük ve etkinliği tartışılmayan lideri, “sivil” cumhurbaşkanı kendi benimsediği unvanla “komitacı” ve “demokrat” Celal Bayar’dan başlatmak doğru olur kanısındayız. Celal Bayar 1960’lı yıllarda “doğal hakları en sağlam teminata bağlamış geniş hürriyetli bir anayasa” olduğunu söylediği 1961 anayasası’nı 1978’den itibaren ciddi biçimde eleştirmeye başladı, ve anayasayı “perişanlığımızın sebebi” ilan etti. “1961 Anayasasının yurdumuza getirdiği laubali özgürlükten” ve bir “özgürlük azgınlığından” şiddetle yakınan Bayar, bu durumun devlet gücünün bölüştürülmesinden ve devletin güçsüzleştirilmesinden doğduğunu belirterek, yeni anayasal program önerilerini “güçlü devlet” ekseni üzerine oturtmuştur. (B. Tanör, İki Anayasa, s. 62-63) Bu arada 1961 Anayasasının bol bir elbiseye benzetilmesi de, C. Bayar’a aittir. 1961 Anayasasının eleştirisini içeren görüşlere daha sonra 1982 Anayasasının oluşumu içerisinde yer vereceğiz. Şimdi 12 Eylül sürecinde “güçlü devletin siyasi oluşum koşulları içinde AP ve Demirel’in konumuna bakalım. 16 Eylül 1980 tarihli Tercüman gazetesinde Nazlı Ilıcak 12 Eylül darbesi ile ilgili şu tespiti yapıyordu: “12 Eylül’de açıklanan hedeflerle, yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur. Anayasa ve seçim kanununun değiştirilerek Türkiye’nin istikrarlı bir yönetime kavuşturulması, yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki çatışmanın son bulup, kuvvetler arasında dengenin teessüs etmesi, devletin bütün müesseselerinin ahenk içinde çalışması..

Aslında, açıklanan hedeflerle, sadece biz değil, terörden yılmış kamuoyunun büyük bir bölümü, hatta sayın Demirel ve arkadaşları da mutabakat halindedir”. Gerçekten de 12 Eylül programı 24 Ocak kararlarının sürdürülmesi, anayasa, seçim, grev, sendika, toplusözleşme konularında “Demirel” yönetimi ve programıyla uyum içinde olduğunu ilk açıklamalarda ortaya koymuştur. Bu uyumu askeri bir darbeden sadece 4 gün sonra adeta büyük bir coşkuyla dile getiren Nazlı Ilıcak, Demirel’e oldukça yakın bir gazetecidir. 12 Eylül’e ilişkin bu uyumun arka planında Demirel’in 12 Eylül askeri yönetiminin “Demirel’siz Demirel” programını uygulamaya koyacağı konusundaki güveni ve 12 Eylül’ün oluşumu ile ilgili bilgisinin payı vardır, emir komuta zinciri içinde ve emirle ordunun yapacağı bir darbenin kimden yana ve hangi koşullarda uygulanacağını sezinleyecek kadar deneyimli bir politikacıdır. Demirel 27 Mayıs, 21 Mayıs, 9 Mart ve 12 Mart’ı yaşamış bir politikacı olarak muhtemel bir askeri darbenin 12 Mart’ın bıraktığı işi 12 Mart dönemecinde oluşturulan ve AP’ninde taraf olduğu “mutabakat” çerçevesinde tamamlayacağını bilecek durumdadır. Bu yorumu belgeyle desteklemek mümkün. 12 Eylül’de 2. Ordu Komutanı olan Bedrettin Demirel 12 Eylül’le ilgili olarak 1988 yılında gazeteci Ahmet Kahraman tarafından yapılan ve Milliyet gazetesinde yayınlanan röportajda darbenin sızması konusunda şunları söylemektedir;

Bedrettin Demirel: sızmadı değil de herkes bunu bekliyordu. Ben size açıklıkla ifade edeyim harekatın olması gerektiğini herkes biliyordu. Açıklıkla söyleyeyim ki, o zaman ki en yüksek devlet ricali dahi biliyordu. Biliyor ve bekliyordu.

Gün ve saatini bilmiyordu, öyle mi?

B. Demirel: Bilmiyordu. Ama o zamanki bakanların hepsi bekliyordu. İçlerinden tasvip ediyorlardı.

Konuştuğunuz bakanlardan böyle diyen oldu mu?

B. Demirel: Olmuştur.

İsim verebilir misiniz?

B. Demirel: veremem ama daha ne bekliyorsunuz, diyorlardı.

Bu bakanlardan bir tanesi Savunma Bakanı Ahmet İhsan Birincioğlu muydu?

B. Demirel: Evet zannederim…

Dönemin başbakanı Süleyman Demirel de darbenin olacağını biliyor muydu?

B. Demirel: O da bekliyordu. Yüzdeyüz o da bekliyordu. Bir beyanatında o da “devleti yürütemedik” dedi.

Eski Başbakan Demirel, 12 Eylül’e sonradan karşı çıktı. Haberinin olmadığını söyledi.

B. Demirel: Aman efendim, ona yüzlerce kişi söylemiştir. Orduda bir şeyler oluyor diye. Hatta Genel Kurmay Başkanı (Evren) Cumhurbaşkanı Vekiline (Çağlayangil) söylüyor…

Türkiye’de “sivil” politikacıların orduyu yönetimde doğal pay sahibi ve sürekli bir “koalisyon” ortağı olarak algılamaları ve reel -politik dengeleri koruma adına ordunun açık yönetim dönemlerini meşrulaştırma çabalarına girmeleri “lanetli siyasi mirasın” göstergesidir. Başka göstergeler de var. 12 Eylül askeri yönetimi tarafından Hamzaköy Askeri Dinlenme Tesisleri’ne gönderilen AP lideri ve Başbakan Süleyman Demirel’e AP kurmaylarından Ekrem Ceyhun ;”Bazı arkadaşların hükümette görev almak gibi bir durumları hasıl oluyor. Ne yapalım?” sorusunu yöneltiyor. Demirel’in cevabı oldukça ilginç: “Devlet bizim devletimiz. Aman memleket hizmetsiz kalmasın. Görevdeki arkadaşlarımız, yeni yönelim ‘git’ deyinceye kadar kalsın. Bunu bürokratlar için söylüyorum. Siyasi olarak bizim arkadaşlarımızdan bazıları hükümette görev alırsa, bu onlar için sıkıntı olur. Kendilerini tahrip etmiş olurlar. Derler ki ‘demek ki bu ihtilalin içinde Adalet Partisi varmış, Bürokratlar hükümette görev alacaklarsa, alabilirler. Bunların siyasi bir tarafı yok. ama siyasi olanlar sakıncalı.”

Demirel’in söyledikleri “asgari demokrasi” kültürünün sıradan yurttaş ölçüleriyle yoruma tabi tutulsa, herhalde şunlar söylenebilir: 12 eylül’den kısa bir süre sonra kendisini başbakanlık görevinden uzaklaştıran askerler için Demirel “yeni yönetim” demekte ve bu yönetimi devletin sürekliliği ve memleketin hizmetsiz kalmaması gibi gerekçelerle desteklemektedir. Kendi tayin ettiği bürokratların “kovuluncaya” kadar görevde kalmasını istemektedir. Demirel’in politik vurgusu, darbeye karşı değil “bizim devlet” ortadan kaldırıldığı bir tarih dönemecinde “sivil” bir politikacının “Devlet bizim devletimiz” diyerek, fiili ama hukuken gayrı meşru bir güce bürokratlardan destek talebi sözü çok edilen evrensel hukuk devleti ilkeleri, demokrasinin kuralları ve kanunsuz emre itaat etmeme yükümlülüğü ile bağdaşmaz. Bağdaştığı tek şey reel politik dengelere dayalı ve güç odaklarının değişimlerini izleyen faydacı ve fırsatçı politikadır.

Türkiye’nin bir baştan bir başa kışla disiplinine alındığı, binlerce insanın sorgu merkezlerine taşındığı, yaşama hakkı dahil her türlü hakkın ortadan kaldırıldığı, tüm inisiyatiflerin otoriter hız kavramına göre biçimlendirildiği bir ortamda kendi partisine mensup siyasilerin hükümette görev almalarını en önemli politik problem sayan bakış açısı 12 Eylül’ün işleyiş koşulları konusunda önceden net bir bilgi ve karar sahibi olmalıdır. “Adalet Partisi”nin “İhtilalin içinde bulunduğu görüntüsünün verilmesinden ısrarla kaçınılması ama her türlü bürokratik desteğin “kovuluncaya” kadar askeri yönetime sunulması anlamlıdır. Devlet içinde sermayenin gerçekleştirdiği “darbe”nin sürekliliği sağlanırken, politik irade konusunda nöbet değişimi ve devlette süreklilik esasına uygun bir “hükümet” stratejisi uzun erimli bir hesabın sonucu olarak gündemde tutuluyor gibidir. 14 Eylül günü Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a başbakan yardımcılığının önerilmesi üzerine görev konusunda danıştığı Demirel, “Devlet devamlıdır, hizmet devam etmeli” diyerek “sen şimdi eline sekiz, dokuz aydır ağır bir yük almışsın. Tam yolun ortasında yükü bir anda elinden bırakırsan hem yük bozulur, hem de seni tahrip eder. Hizmetin devamlılığını unutmamak lazım.” biçiminde görüşlerini belirtmesi de dikkate değer.” Sivil bir politikacı açısından askeri bir darbe devletin devamlılığını ve hizmetin sürekliliğini tehdit etmiyorsa bu politikacı için devletin “demokratik” niteliğe sahip olmasıyla “otoriter” niteliğe sahip olması bakımından hiç fark yok demektir.

Bu bağlamda Süleyman Demirel’in, ekonomik bürokrasinin kilit adamı olan TÜSİAD’cı Turgut Özal’ı darbecilere teknik yardım olarak vermesi Özal-Demirel ilişkisinin politik ve sosyal çerçevesi düşünüldüğünde “hizmetin sürekliliği” adına 12 Eylül yönetimine açık destektir. Bu arada ilginç bir diyalog da Sümer Oral ile yine Demirel arasında yaşanıyor. Sümer Oral, Demirel’e “Evren Paşa beni hükümette görmek istiyor.” dediğinde Demirel “Sümer kabul et, madem ki sana görev teklif ediyorlar, o halde kabul et.” karşılığını veriyor. 1979 Kasım’ında kurulan Demirel hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev yapan Sümer Oral’ı daha sonra arayan Demirel “Sümer sen gençsin, siyasi geleceği olan bir politikacısın, onun için damga yersin. Görev alıp almamayı istersen bir daha düşün.” diyor (Dar Sokakta Siyaset, s: 48)

Tüm bu görüşmeler Demirel’in 12 Eylül askeri yönetimini dayanak noktası alıp yeni bir siyasi strateji geliştirdiğini ortaya koyuyor. Bir yandan devletin sürekliliği esas kabul edilerek darbe olmamış, süreklilik aksamamış gibi bürokratlardan işlerini sürdürmeleri isteniyor, diğer yandan AP kanadından siyasiler uzun erimli bir politik stratejinin uygulaması içinde askeri hükümette görev alarak açık biçimde yıpranmaktan korunmak üzere Demirel tarafından uyarılıyorlar. 12 Mart’in partiler üstü hükümetlerine bakan veren Demirel bu konuda aynı hatayı tekrar etmemeye özen gösteriyor. Ekonomik bürokrasinin başında bulunan Özal’dan göreve devam etmesini isteyen Demirel, devletin sürekliliğini tüm ekonomik ve dış politik karar süreçlerini kontrolde tutan bu karar merciinin sürekliliği olarak algılıyor. Zira 12 Eylül öncesinde üst düzey ekonomi ve kamu bürokrasisinin tümü devletin temel işlevlerinin önemli güç odaklan olmaları nedeniyle, başbakanlık müsteşarı Özal’a bağlanmış durumdadır. Demirel hükümetinin 12 Eylül darbesiyle oluşan askeri yönetime desteği AP’nin çeşitli kanalları ile sürdürülmüştür. 12 Eylül öncesinin cumhurbaşkanı vekili ve AP kurmaylarından İhsan Sabri Çağlayangil 2 Nisan 1981 ‘de Devlet Başkanı Org. Evren’i Çankaya’da ziyaret eder. Görüşme sırasında Evren şunları söylüyor: “Siyasetçilerle ilgili beyanlarınıza gelince, politikacıların hepsi bugünkü idarenin başarılı olmasını istiyor dediniz. Eğer bu cümlenin başına, aklı başında politikacılar ibaresini koymasaydınız itiraz edecektim. Aklı başında politikacı da o kadar fazla değil.. Biliyorsunuz vaktiyle Ecevit, sizden aldığı ve bakan yaptığı parlamenterlerle kabine kurdu. Yürümedi, iş sarpa sarınca, Adalet partililer bana geldiler. Görüyorsunuz kötüye gidiyoruz. Bu hükümet çekilsin. İki büyük partinin iştirakiyle geniş tabanlı bir hükümet kurulsun, Biz razıyız dediler.” Bu söylenenlerden, AP’lilerin dönemin Genelkurmay Başkanına başvuruda bulunup CHP hükümetini çekilmeye zorlamasını ve geniş tabanlı bir hükümete ikna etmesini istedikleri anlaşılıyor. “Sivil” politikacıların kendi varlık neden ve koşulları olan parlamentoyu ve olağan siyaseti reddederek iktidarı orduyla birlikte istemeleri demokratik anlayışa ve sivil politikanın kurallarına ihanettir. Türkiye’de siyasetin arka planında bilinen tüm kurumlaşmaların dışında (Milli Güvenlik Kurulu gibi) Genelkurmay Başkanı’nı doğrudan politik hakem mevkiine getirmek partilerin tümüne ortak bir tutum olarak görülmektedir. Çağlayangil’e yaptığı görüşmeden sonra AP’nin hükümete geldiğini söyleyen Evren şöyle devam etmektedir: “Bu sefer halk partililer bana geldiler, bu iş yürümüyor, Ecevit başbakan olmak istemiyor: iki parti bir tarafsızın başbakanlığında birleşsin, güçlü bir hükümet kurulsun dediler. Ben de kendilerine: insaf edin, onlar size başvurduğu zaman siz olmaz dediniz. Şimdi nasıl teklif edeceğiz? Aynı cevabı verirlerse ne diyeceğiz? dedim. Tekliflerini red ettim. Ama o hükümette yürümedi. İşin sonunu hep beraber gördük. Sizin, vekalet sırasında gayretleriniz oldu. Çalıştınız, biz uyardık. Hiç biri kâr etmedi.

Eldeki anayasa ile işleri yürütemiyorduk. Bunu Demirel’de söylüyordu. Fakat anayasayı değiştirme zaruretini Ecevit kanadına bir türlü kabul ettiremedik.”

CHP’lilerin kendisine başvuruda bulunup geniş tabanlı hükümet için girişimde bulunmasını istedikleri Genelkurmay Başkanı Evren’in söyledikleri rejimi sürekli gözetim altında bulunduran ordunun bu konumuyla partiler tarafından siyasetteki ağırlığının meşru kabul edildiğinin göstergesidir.

CHP gibi bir partinin üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanından partiler-üstü bir başbakanın başkanlığında, yani “Tayin” mekanizmasıyla gelen bir başbakanın başkanlığında koalisyon talep edebilmektedirler. Temsili sistemin iflası olarak yorumlanabilecek bu tutuma Genelkurmay Başkam AP’ne ayıp oluyor gerekçesiyle karşı çıkabilmekte ve ebed-müddet iktidar partisinin başkanı olarak sıranın kendisine geldiğinin bilinciyle CHP teklifini reddetmektedir. Birkaç ay içinde darbe yapacak olan gücün başında bulunan Genelkurmay Başkanı Anayasa (Doğal olarak onun ayrılmaz parçası siyasi sistem konusunda) o dönemde Demirel’le paralel düşünceleri olduğunu da vurgulamaktadır. “Sivil” siyasetçilerin reel-politik açıdan en büyük güç olarak orduyu gördükleri ortadadır. CHP-AP geniş tabanlı hükümet projesinin ordunun desteğini kazanabilecek bir siyasi nitelik taşıdığı her iki partiye mensup siyasetçilerin ortak görüşü olmalı ki bu proje 1990’lı yıllarda bile geçerliliğini korumaktadır. Genelkurmay Başkanı’nı geniş tabanlı hükümet projesine kazanma taktiği tutmayan CHP’de, AP gibi sorunun çözümünü ayrı partiler ancak benzer kadro ve ideolojilerle traji-komik bir biçimde 1990’lı yıllara taşımıştır. 2 Nisan 1981’de Evren’le görüşmesinde Çağlayangil’in söyledikleri askeri yönetime destek ve politik jurnalcilik açısından Türkiye tarihinde benzerlerini aratacak içeriğe sahiptir. Devlet Başkanı Evren’i AP olarak politik hiçbir faaliyetleri olmadığına ikna etmeye çalışan Çağlayangil şunları söylemektedir: “Bizim tarafımızda parti siyasi faaliyetleri yoktur. Demirel kendisini ziyaret edenlerle hasbıhal dışında hiçbir programlı çalışmaya girmez. Herhangi bir büroya gitmez. Konuşmaları da sabır ve intizar telkinleridir. Eğer arkadaş yemekleri, nikah, düğün törenleri parti faaliyetleri sayılıyorsa o başka. Ecevit göz önünde koca büro açtı. Harıl harıl siyasi yazılar yazıyor. Onu siyasi faaliyet saymıyorsunuz. Hiç ses çıkarmıyorsunuz. Aslında o dergi işi göstermeliktir. O matbaa Ecevit hesabına işleyen bir Halk Partisi Merkezi’nden başka şey değildir.” Bu söylenenlere, Ecevit’in kendi kendisini bitireceği cevabını veren Evren’e Çağlayangil “niye müsamaha ediyorsunuz?” sorusunu yöneltiyor.

Askeri darbe sırasında hükümette bulunan AP’nin üyesi olan İ. Sabri Çağlayangil kapatılan senatonun başkanı sıfatıyla cumhurbaşkanlığına vekalet etmektedir. Parlamento çatısı altında birlikte bulundukları ana muhalefet partisi liderinin politik faaliyette olduğu düşüncesi onu adeta çileden çıkarmakta, askeri yönetimden “müsamaha” nedenini sormaktadır. Darbenin yerleşme süreci içinde “sivil” politikacı sıfatıyla, otoritenin hızını yavaşlatacak en küçük davranış karşısında gösterilen bu tepki ortalama Türk politikacısının demokrasi anlayışı açısından konumunu ortaya koymaktadır. Konuşmanın bundan sonraki bölümünde Çağlayangil; “Sayın paşam! size arzettim. Her şeyin başı istikrardır. Kuvvetli hükümettir. Biz 65-71 arasında istikrarlı bir devre yarattık. Türkiye’ye en çok o devre yararlı olmuştur. İstikrar sağlanınca çatlak sesler kesilir.” demektedir. İstikrarı kuvvetli hükümette gören bu anlayışın nasıl bir parlamento yapısı isteyeceğini iyi bilen Evren şu cevabı veriyor; “Doğru söylüyorsunuz. Bunun üzerinde çok duruyoruz. Seçimlerde ekseriyet sistemini getirmeyi bile düşünüyoruz. Ama memleket çapında belirli oranda oy alamayan siyasi partilerin meclise üye sokmamalarında kararlıyız. Bakalım ne yapacağız?” Çağlayangil’in cevabı tam bir destek biçimindedir. “Paşam işiniz zor. İnanın ki, bütün kalbimizle başarılı olmanızın duacısıyız. Buna itimadınızı rica ederim.”140 Askeri bir darbenin liderine o darbenin kapattığı senato başkanının başarı için “Dua” etmesi siyasi ilişkilerin çarpıklığı ve Türkiye’de askeri darbe öncesinde de demokrasi olmadığı dışında başka bir anlam taşır mı? AP hükümetlerinde dışişleri bakanlığı da yapmış, cunta duacısı İ. Sabri Çağlayangil’in yurt dışından yapılan çağrılarla ilgili Evren’e yönelttiği soruya aldığı cevap anlamlıdır. Evren, “elbette katılabileceğini ve bu temasların hiç bir kısıtlamaya tabi olmadığını, hatta sefarethanelerde misafir edilebileceğini” söyleyerek, Türkiye’nin demokrasiye dönüş kararının kesinliğinden yabancılara söz edilmesinin yararlı olduğunu belirtmiş “ancak bunların basında yer almasına izin vermezseniz iyi olur, çünkü bizi savunmak için sizi gönderdiğimiz gibi bir intibağın uyanmasını sakıncalı görürüm.” demeyi ihmal etmemiştir.

Darbe yapıldığı sırada hükümette bulunan AP’nin darbeye dış destek arayan itibarlı siyasetçisi İ. S. Çağlayangil Evren tarafından uyarılıyor. Uyarı askeri yönetimi “savunma intibaı” verilmesi kaygısından doğuyor. Askeri darbe liderinin devrilen hükümetin mensup olduğu partinin senato başkanından gördüğü büyük desteğin yanlış anlaşılması kaygısı inanılmaz gözüküyor. Destek konusunda askeri hükümete “dua” eden ve tüm kalpleriyle “başarılı” olmalarını dileyen bu politikacı tipi demokrasiye dönüş konusunda daha fazla inandırıcılık sağlama bakımından dış ilişkilerde aktif role hevesleniyor. Ancak, Evren verilen desteğin “aşırı” olmasından dolayı bu rolün inandırıcı biçimde oynanamayacağını görüyor, ilişkileri fazlaca gün yüzüne çıkarmak istemiyor. Ancak tarih yaşanan süreç üzerine aydınlığını yayıyor. 12 Eylül sonrasında kendini ziyarete gelen yabancı heyetlerle yaptığı görüşmeleri Demirel tutanak haline getirip, askeri yönetimin dışişleri bakanlığına gönderiyor. Bu tutanaklar bakanlık tarafından en kısa sürede Milli güvenlik konseyi başkanı Org. Kenan Evren ile MGK üyesi diğer komutanlara iletiliyor. Demirel’in askeri yönetimin dışişlerine yönelik istihbaratına katkıda bulunması, darbeyi yapan güç odağının zirvesinde bulunan MGK ile bir bakıma dolaylı ilişkisini sağlıyor. Devletin sürekliliğini demokrasinin ve parlamentonun sürekliliğinin önüne koyan bu anlayış 22 Nisan 1981 günü Avrupa Konseyi Asamblesi Başkanı De Koster, Demirel görüşmesinde somut bir örneğini veriyordu.

Türkiye’nin nasıl göründüğünü soran De Koster’e Demirel, demokrasinin yeniden kurulacağını, ancak “Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak, Türk devleti ve milletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden kaçınılmasını” istiyor. Devleti demokratik kurumlar ve bu kurumların oluşturduğu bütünlükten, temel hak ve özgürlükler rejiminin güvencelerinden soyut, metafizik bir varlık olarak algılayan bu anlayış otoriter-askeri yönetimin köşeye sıkıştırılmasını devletin zaafı olarak yorumlamaktadır. Basit bir “millet iradesi” sorunu ve bu temelde gelişen siyasetçiler oyunu olarak görülen demokrasi, bu sıradan ölçüler içinde bile devlet karşısında tehlikeli ve zaafa uğratıcı kabul edilmektedir. Devletin politikacısı olma ve onun sürekliliğine hizmet etme anlamında geliştirilen siyasi davranış, devleti, demokrasi-devlet diyalektiği ile değil, otorite-devlet diyalektiği açısından ele almakta, biçimsel demokrasinin kesintisini bu bakımdan devletin zaafı olarak görmemenin rahatlığını taşımaktadır. Ancak otoriter askeri yönetimin dışarıdan eleştirisini de devletin zaafa düşürülmesi olarak algılamakta ve bu duruma karşı çıkmaktadır. Bu tip bir siyasi davranışın askeri yönetimden gördüğü olumlayıcı karşılığı De Kösler ile görüşme metinlerini dışişleri bakanlığına gönderen Süleyman Demirel’e dışişleri bakanı İlter Türkmen’in yazdığı üç satırlık mektupta bulmak mümkündür. Türkmen mektubunda;

“Pek muhterem beyefendi.
“Avrupa asamblesi başkanı De Koster ile yaptığınız görüşmenin zaptını aldım. İçten teşekkürlerimi sunar, bu vesile ile derin saygılarımı yenilerim.”

demektedir.

Türkiye’de devletin işleyiş koşullarında tıkanma meydana geldiği dönemlerde biçimsel demokrasinin zorunlu izne çıkarılması ve bunun doğal kabul edilmesi, Türk siyasetinde biçimsel demokrasiyi istisna, otoriter yönetimi kural haline getirmiştir. Ordu ile sivil politikacılar arasındaki temel tartışma otoriter devlet anlayışında değil askeri iktidar dönemlerinde partilerin açık veya kapalı tutulması konusunda olmaktadır. Nitekim Demirel’in dış heyetlerle yaptığı görüşmelerde de insan hakları, işkence, kışla disiplini içindeki çalışma yaşamı, bilimin yasaklandığı üniversite, idamlar üzerinde durulmamış, sadece siyasi partilerin durumu gündeme getirilmiştir.

Siyasi partiler ve politikacıların hakları konusunda oldukça duyarlı olan Demirel, “biz silahlı kuvvetlerimizin giriştiği mücadeleden başarı ile çıkmasına duacıyız. Türkiye’nin zaafa uğramaması ve uğratılmaması lazımdır.” diyerek askeri yönetimin “mücadelesi”142 konusunda duacı olanlara katılmayı da ihmal etmemiştir.

Bu mutabakat 12 Mart’ta kurulan ordu, tekelci sermaye, AP arasındaki mutabakatın devamı niteliğindedir. 12 Mart’ta ülkenin bütünlüğünü koruma adına Kemalist çizgiden uzaklaşıldığı teziyle sol ve İslamcı kesimler siyasal sistemin dışına itilmişler, merkez sağ parti AP ve onun temsilciliğini üstlendiği tekelci sermaye çeşitli mekanizmalar aracılığıyla ordunun politikasında belirleyici olmuşlar, ordunun siyasi gücünün simgelediği lanetli tarihsel mirası kendi lehlerine kullanmışlardır. Tekelci sermayenin giderek güçlenen, ekonomik açıdan güçlendikçe siyasi ve sosyal taleplerini yoğunlaştıran ayrıcalıklı konumuna karşı çıkan toplumsal örgütler karşılarında doğrudan bu güçleri değil, her düzeyde “milli bütünlüğü” koruduğunu iddia eden, özde ise kurulu düzeni korumayı amaçlayan devleti bulmuşlar. 12 Eylül askeri darbesi ve sonrasında da askerler siyasi güç odaklarını biçimlendirmede açık tercihlerini merkez sağ partiler lehine kullanmışlardır. Bu kapsam içinde 12 Eylül AP’ye karşı olmak bir yana, ekonomik, siyasal ve sosyal sorunların çözümünde devletin tıkandığı tezini işleyen bu siyasi kadroyu tüm bu sorunların baskısından kurtarıp siyasi sorumluluğuna son vererek, bu partinin başarısız program ve siyasetinin tartışılma koşullarını ortadan kaldırmıştır. Oldukça karmaşık bir ilişkiler yumağı içinde siyasi parti liderlerine siyasi yasak getiren 79 sayılı MGK bildirisini de siyasi partilerin 12 Eylül darbesine yönelik demokratik bir direniş iradesine bağlamak yanlış olur. Bu karar geçmiş dönemin uygulamalarından dolayı darbecileri sorgulayacak bir oluşumun partiler içinde ortaya çıkmasını önleyecek kesin bir Silahlı kuvvetler Partisi tutumudur. 1950’de DP hükümeti öncesinde CHP-DP arasında kararlaştırılan ve geçmiş siyasi dönemlerle ilgili siyasi sorumlulukların sorgulanmaması olarak ifade edilen ve tüm dönemlerde geçerli olan Temmuz Beyannamesi’nde yer alan bu tarihsel anlaşmaya 12 Mart sonrasında toplumsal muhalefetin direnişi karşısında siyasi partiler pek uygun davranamadılar. (Ve örneğin 12 Mart cumhurbaşkanı adayına karşı çıktılar.) 12 Eylül bu süreci tekrarlamamak ve 12 Eylül’ün sorumlu yöneticilerini her bakımdan güvence altına almak düşüncesiyle Anayasa’nın geçici 15. maddesinin yanında böylesi bir siyaset yasağımda tedbir olarak formüle etti.

12 Eylül sonrasında, olayları izleyen ve günlüğünde yorumlayan gazeteci Hasan Cemal’e göre 12 Eylül sonrasında “özellikle AP kanadında genel bir kayıtsızlık göze çarpıyordu. Askeri yönetimin ekonomik ve siyasal alanlardaki yönelişleri ile anayasal sisteme dönük programları AP felsefesine genelde ters düşmediği için, AP’lilerin rahat sayılabilecek bir bekleyişe girdikleri söylenebilirdi. Sonunda iktidarın gene onlara geleceği umudunu taşıyanlar çoğunluktaydı.

İktidarı devralacakları anayasal zeminin, seçim sisteminin otoriter açıdan düzenlenen toplumsal ilişkilerin ve idareciler tarafından aşırı güçlendirilmiş antidemokratik devlet düzeni koşullarının AP açısından desteklendiği açık. AP kadroları için asıl önemli olan iktidarı kullanabilecekleri örgütsel araç olan partinin ve bu partinin iradesini yönlendiren liderin siyasetin içinde yer alabilmesi. Nitekim, 12 Eylül askeri yönetimine merkez sağ parti AP’nin muhalefeti partinin varlığı ve liderin etkinliğinin korunması ile sınırlı olmuştur. Aslında 12 Eylül darbesini yapanlar devlet politikacısı sivillerin ısrarına rağmen başlangıçta siyasi partileri kapatmayı düşünmemişlerdi bile. Evren’le, 12 Eylül öncesinde de sık sık biraraya gelen Emin Paksüt, Evren’in en çok güvendiği sivil “devlet politikacıları”nın başında geliyordu. Paksüt’e göre; “İhtilalin liderini kısıtlayan bir mantık yoktu.”

Bu bakımdan partilerin kapatılması ve siyasal kadroların yasaklanması bir bütün olarak yerinde bir uygulama olurdu. Ordu sistemin işleyişini güvence altına aldıktan ve güçlü iktidar önündeki engelleri temizledikten sonra hükümet etme aceleciliği içinde davranan siyasi partiler Silahlı Kuvvetler Partisi’nin iktidarı devretme koşullarının ve bu kez işleyecek mutabakatın 12 Mart’tan farklı bir içerik taşıdığını bu devlet politikacıları kadar iyi kavrayamadılar.

Siyasi partilerin bu siyasi kavrayışı göstermemeleri ve parti çıkarları konusundaki acelecilikleri, 12 Eylül’cüleri de şaşırtmış olmalı ki Yalçın Doğan 12 Eylül’ü anlatan kitabında, 12 Eylülcülerin bu konudaki düşünceleri ile ilgili olarak şunları yazıyor; “Yönetim, 12 Eylül’ün liderler tarafından desteklenmesi bir yana, en azından onlardan bir muhalefet ve bir direnme beklemiyordu. Liderler yeni rejime belli bir uyum gösterebilselerdi, belki de ne partiler kapatılır, ne de siyasi kadrolara getirilen yasakların kapsamı böylece geniş tutulurdu. Ama, olmadı. Özellikle Adalet Partisi tüm örgütleriyle dimdik ayakta kalınca, hele de kendi içinde hiç yıpranmadan varlığını sürdürünce…”

Askeri partinin, diğer partilerin bu arada AP’nin liderinden hükümetten darbe yoluyla indirilmesine rağmen muhalefet beklememesi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız çerçeve içinde doğaldır. Ancak yeni rejimin oluşumu içinde 12 Eylül yönetiminin gücünü tazelediği egemen ebed-müddet iktidar partisinin kurallarını tartışmaya açacak davranışlar konusunda parti liderlerinin bazen çizgi dışına çıkmaları ise 12 Eylülcüler bakımından şaşırtıcı olmuştur. Bu noktada varlık koşullarını parti örgütleri ve kendilerini siyaset içinde tutacak mekanizmaların sürekliliğinde gören parti liderlerinin tutumu anlaşılabilir bir tutumdur. Ama bu tutumun demokratik direniş açısından değeri oldukça tartışmalıdır. Tüm demokratik ara kurum niteliğindeki dernek ve sendikaların kapatıldığı, binlerce insanın tutuklandığı, işkence gördüğü, grevin suç haline getirildiği, bilimsel düşüncenin yasaklandığı bir darbe ortamında parti liderlerinin demokrasiyi, kendi siyasi varlıkları ve partileriyle sınırlı sayan ve bu konuda demokrasiyle özdeşleştiren böylece otoritenin çizdiği “sadık muhalefet” çizgisine tutunan tavırları Darbe süreçlerinde ordunun desteğidir.

Bu tavır, ancak ileride çıkacak politik fırsatlara hazır olmak bakımından bir değer taşır. Reel politik ortamdan yararlanma adına demokratik tüm değer ve kuralların ortadan kaldırılmasına göz yuman tavır devleti yüceltmekte ve demokratik meşruiyetin dışında faşizan otoritenin meşruiyet kaynaklarını açıkça kabullenmektedir. Devletin sürekliliği adına kaba güce dayanan bir meşruiyeti varsayım düzeyinde bile olumlayan bir politik anlayışın demokrat olmayacağı açıktır. Ancak bu anlayışın Türkiye’de siyasetin işleyiş koşullarını çerçeveleyen tarihsel mirasla da bağları vardır.

12 Eylül faşizminin işçi hareketlerini durdurmasının, üniversitenin özerkliğine son vermesinin, toplumda dinsel bir dalga yaratmasının ve faşizan öze sahip bir anayasayı zorla kabul ettirmesinin ardından “yetkeci demokrasi”ye geçiş gündeme geldi. Bu geçişin AP ve Demirel’le ilgili yönlerini AP’nin kurmaylarından Sadettin Bilgiç şöyle ifade ediyor: “Ulusu’nun kuracağı partide elbette AP’liler bulunacak. Ama bu Demirel’in tasvip edeceği kişilerden meydana gelmeli, böylece ne Demirel’i gereksiz yere kırmalı, ne de askeri yönetimin sertleşmesine yol açılmalı. Askeri yönetimin demokrasiye yumuşak iniş sağlaması, ancak Ulusu’ya yapılacak yardımla eş anlamda olabilirdi…”

Askeri yönetimin demokrasiye yumuşak inişinin sağlanması eğer bilinçsizce ifade edilmiş değilse oldukça talihsiz bir benzetme. Dünya’nın her yerinde askeri darbeler sonrasında geçiş süreci kapsamı içinde önemli demokratik mücadeleler geliştirilirken, askeri yönetimin biçimsel demokrasinin kalıplarına uygun hale getirilmesini ifade eden yumuşak iniş nitelemesi, askeri darbeyle barışık bir tutumu simgeliyor. Bu arada ülkede işçilere, aydınlara, öğrencilere siyasetin yasaklandığı bir ortamda Başbakanlık Konutu’nda parti çalışmalarını yürütenlerin Odalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar, İstanbul Ticaret Odası Başkanı Nuh Kuşçulu, İzmir Sanayi Odası Başkanı Şinasi Ertan ve AP’li bazı eski bakan ve parlamenterler olması 12 Eylül’ü isimlendiren temel “mutabakat” konusunda oldukça aydınlatıcı. Bu çalışmalar Ankara’daki AP kökenli grupların yaptıkları toplantılarda “Bizler AP felsefesine bağlı, hürriyetçi demokratik nizama inanmış bir parti çevresinde birleşmeliyiz ve sağın parçalanmasını önlemeliyiz, askeri yönetimin yanındayız, ama buyruğunda değiliz” görüşünü formüle ettiklerini görüyoruz. Bu grubun sözcüsü Macit Zeren daha sonra Demirel’i ziyaret ediyor ve açıkça şu görüşleri savunuyordu; “Şahıslarımızı aşan belli ilkeleri savunuyoruz. Anayasayı bugünkü haline getirmek bizim için imkânsızdı. Yıllardır biz, AP olarak, böyle bir Anayasa istemedik mi?.. AP felsefesinin ülkeye hizmete devamı açısından bu anayasaya sahip çıkmak, yönetime destek vermek lazım. Bizim felsefemizi bu anayasa devam ettiriyor. Şimdi birleşmek lazım çünkü, bu anayasayla sağ, bir bütün olarak iktidara gelebilir…”

“Sözde demokrat”, siyasi varlığını askeri yönetimin “buyruğunda” değil “yanında” olmayla açıklayan ve askeri yönetimin yaptığı anayasanın Türk sağını birleştirecek politik zemin olduğunu savunan bu görüşler kendi içinde mantıki bir bütünlük taşımaktadır. Bu görüşler ışığında 12 Eylül yönetimi ile AP kadroları arasındaki mutabakat ve sağı iktidar yapacağına inanılan anayasal ve siyasal sürece desteğe dönüşmesi iyice açıklık kazanmaktadır. 12 Eylül yönetiminin sağı iktidara getirecek ideal merkez sağ parti formülünü hazırlayan eski AP ve DP kadroları tüzük ve program konusunda AP program ve tüzüğünden esinleniyorlardı. Bu konuda buyruk, Devlet Başkanı Evren’den geliyor. Evren, 1982 Kasım ayı ortalarında “Partiyi Ulusu kursun, kurulacak parti ılımlı ve ortanın sağında bir parti olsun, çünkü oylar sağ tabanda” diyor. Ulusu’da Adalet Partisi program ve tüzüğünü danışmanlarına göstererek “İşte böyle bir parti programı hazırlamanızı istiyorum” diyordu.

Darbeci güçlerin sağcı politikayı ve programı desteklemeleri sonucunda Demirel’e politik pazarlık yapmaları kaçınılmaz hale geliyordu. Askeri yönetimin arabulucularına Demirel’in verdiği cevap 12 Eylül yönetimine duyduğu tepkinin başlangıç ve bitiş noktasını göstermesi bakımından önemlidir; “Ben anayasanın özellikle geçici maddelerine karşıyım. Nerede görülmüş böylesine siyaset yasakları ve tek bir sandığa atılan oylarla hem anayasayı kabul ettirmek, hem de Cumhurbaşkanı seçmek… Bizim teşkilat yasaklı olmayanlardan bir parti kuracaktır. Sayın Ulusu’nun şahsına hiç bir zaman antipatim olmadı, olmasına sebep de yok. Ama bu iş başka.”

Demirel’in Zincirbozan Askeri Dinlenme Tesisleri’ne iki aylığına “sürgüne” gönderilmesine neden olan ve sonradan onun demokratik direnişi olarak yorumlanacak karşı çıkışın temeli budur. Oysa Demirel görüldüğü gibi askeri yönetimin Başbakanı ile siyasi pazarlık yapacak kadar güçlü bir konumda bulunmaktadır. Demirel’in 12 Eylül yönetimine itirazı sadece Ulusu’nun sivil süreçte Genel Başkan olarak sağ bir partinin başında hükümete gelmesi noktasındadır. Demirel’e göre “Sivil” görünümlü olmayan bir Genel Başkan kitlelerin gözünde yeterince inandırıcılık taşımayabilirdi. Çünkü Demirel politik planlarını askeri yönetimin temizlediği zeminde onlarla ilişkili olmadığı görünümünü verecek bir parti – hükümetine göre yapmıştı. Ancak Demirel’in “sivil” kökenli parti liderliğine geçiş stratejisi, daha önce AP’nin başına getirilen Em. Org. Ragıp Gümüşpala’nın yerini daha sonra kendisinin aldığı modelden pek de farklı değildi. Demirel askeri yönetime Odalar Birliği Başkanı Mehmet Yazar aracılığıyla gönderdiği haberde, “Turgut Sunalp, Ali Fethi Esener ya da Bedrettin Demirel’den biri olsun. 12 Eylül’ün Başbakanı parti kurarsa, taban bunu kabul etmez, taban askeri yönetim sonrasında karşısında sivil birini görmek ister” diyecekti.

Üçü de emekli Orgeneral olan bu kişilerden Bedrettin Demirel’in 12 Eylül’de 2. Ordu Komutanı olduğu düşünülürse, Süleyman Demirel’in Türkiye’deki seçmen tabanının düzeyi ile ilgili olarak bu tabanın bellek zayıflığı ve politik seçme yeteneği eksikliği, tespitine sahip bulunduğu görülür. Ancak bu tespit 12 Mart’tan 12 Eylül’e ve sonrasına kadar işleyen ordu – AP – tekelci sermaye mutabakatının gelişimi açısından ele alınırsa daha açıklayıcı olacaktır. Bu mutabakatın sağın birliğini sağlamak bakımından yeterince etkin olmadığını düşünen sermaye çevreleri desteklerini ANAP’a kaydırmadan önce duruma müdahale ettiler. Bu müdahaleyi Gazeteci Yalçın Doğan’ın yazdıklarından izleyelim. “İş çevreleri baktılar ki sağ bölünmeye doğru gidiyor, bunun üzerine bir heyet oluşturarak MGK Genel Sekreteri Orgeneral Üruğ’a ziyarete karar verdiler. Kendi aralarında iki noktayı belirginleştirmişlerdi. Önce sağ parçalanıyordu sonrada, parçalanmanın önüne geçmek için, “sivil kökenli bir genel başkan bulunsun” düşüncesine geldiler.

Önerilerini Üruğ’a aktardılar. MG Konseyi Genel Sekreteri, “Sayın Cumhurbaşkanı Ulusu’yu istiyor. Ortaya başka biriside çıkmadı zaten” dedi. Ordu, büyük sermaye, AP ve sağ “devlet politikacıları” görüldüğü gibi ülkede tüm sosyal ve siyasal hareketliliğin bastırıldığı bir dönemde yoğun bir trafik içinde mutabakatlarını ve sağın birliğini korumaya çalışmaktadırlar. Dikkati çeken bir husus da 12 Eylül yasaları tarafından Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne dönüştürülen Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğinin işverenler tarafından sağı birleştirmek amacıyla başvurulan bir organ durumunda bulunmasıdır. Tekelci sermayenin Kapitalist Enternasyonal’in ve askeri yönetimin desteği ANAP’a kaymadan önce AP lideri ve kadroları Büyük Türkiye Partisi formülünü denediler. Bu parti “AP + Ordu = İktidar” formülünü net biçimde ortaya koyuyordu. Kuruluşunda 16 emekli general ile 12 Eylül’ün Danışma Meclisi’nden 16 üyenin bulunduğu bu parti demokratik ilkeleri tümüyle dışlayarak reel politik güç odaklarının, bu gücünü meşrulaştıran politika anlayışının önemli bir örneği oldu. AP’nin Maliye ve Ulaştırma bakanlarından Yılmaz Ergenekon’un tüzük ve programını yazdığı BTP’nin başına Em. Org. Ali Fethi Esener getirildi. Ancak zirvede yaşanan siyasi çatışma içinde Demirel’in dışarıdan yönettiği “AP + Ordu = İktidar” formülünü içeren bu parti MGK tarafından kapatıldı. 12 Mart’tan sonra yaşanan ordu, sermaye, AP mutabakatı kitlesel tabanı ustaca kullanan “popülist” AP yerine siyaseti “siyasetken arındırmaya kararlı teknokrat nitelikli ANAP’a doğru MDP’yi süratle geçerek kaymaya başladı. 12 Eylül ANAP ilişkisi ile ilgili bölümde bu değerlendirmelere tekrar döneceğiz. Bu bölümü başta Süleyman Demirel ve İhsan Sabri Çağlayangil olmak üzere bazı AP’lilerle CHP’lilerin MGK tarafından zorunlu ikamete gönderildikleri Zincirbozan günlerindeki yaşam koşullarına ilişkin notlarla bitirelim. Yalçın Doğan’ın Dar Sakakta Siyaset adlı çalışmasında anlatılanlardan özetleyecek olursak Zincirbozan, Çanakkale yakınında kıyıda kalmış bir askeri tesisti. Bu tesise gönderilen “sürgün”ler yani AP ve CHP’li 16 politikacı tek tek odalarda kaldılar. Bulundukları süre içinde kendilerine sayın misafirler biçiminde hitap edilen politikacılar istedikleri kitabı getirttiler, radyo ve TV yayınlarını rahatlıkla izlediler, aralarında seminerler düzenleyerek Türkiye’nin sanayileşmesi, tarımı, nüfusu gibi konuları tartıştılar. Bu arada Türkiye’nin dört yanından meyve, sebze, et, tavuk, balık adeta Zincirbozan’a aktı. Hatta iki de büyük buzdolabı gönderilmişti. Bol bol denize girip yürüyüş yapan politikacılar yakınlarıyla da istedikleri zaman telefonla görüşebildiler. Ziyaret günlerinde 13-18 arası ziyaretçilerini de kabul edebildiler. Aralarında şimdiki meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın daha sonra pek çok kez sürgün olarak niteledikleri Zincirbozan günlerini sol bir tutuklunun soruları ile birlikte düşünmek darbenin bedelinin kimlere ödettirildiğine bir miktar ışık tutar sanırız.

“Soruyorum; insanların çırılçıplak soyularak, makatlarına parmak sokarak arama yapmak sizce işkence midir? Tutuklu olduğum beş yıl içinde en az üç yılımı havalandırmaya çıkarılmadan geçirdim, bunun adı nedir? Bir buçuk yılımı, uzun süre tüberküloz tedavisi görmeme karşın güneşi görmeden geçirmeye zorunlu bırakılmam, hangi yasa ile açıklanabilir? Kıç falakası, meydan dayağı, yerlerde süründürme, ağzına cop sokma ve benzeri yöntemlerle onlarca askerin saldırısı ile yere yıkılıp aranmak size ne anlatıyor?

Üç, dört yıldır ailelerimizle, avukatlarımızla görüşemememiz,, hangi yasaya, hangi mahkeme kararma dayanmaktadır? Piyasada serbestçe satılan dergi ve kitaplara neden cezaevinde yasak konuluyor? Cezaevi mutfak ve kantinlerini haber vermeden denetleyebildiniz mi? Acil durum olmadıkça bizleri hastanelerin kabul etmediğini biliyor musunuz? 600-700 kişilik cezaevinde gece nöbetçi doktorun olmadığını öğrenebildiniz mi? Ayakkabı verilmediğini, ailelerimizden gelen giyeceklerin içeri alınmadığını bilmiyor musunuz. Koğuşlarda masa, sandalye ve elbise dolabı gibi en basit kullanım araçlarından yoksun olduğumuz gözünüze çarpmadı mı…”

Darbeler ve Siyasal Partiler

Bu bölümde darbe öncesi ve sonrasında CHP’nin siyasi tutum ve davranışını olgulara dayanarak belirtmek istiyoruz. 12 Eylül’de askerler tarafından Hamzakoy askeri dinlenme tesislerine gönderilen CHP lideri Ecevit Ankara’ya dönüşünde CHP Yönetim Kurulu Üyeleri ile bir araya geldi. Bu toplantıda CHP Genel Sekreteri Üstündağ’ın söyledikleri şunlar:

“Askerleri sıkıntıya sokmamak gerek, dönüş yollarını açık tutmak gerek. Ne kadar kısa sürede başarılı olduklarına güvenirlerse, o kadar süre içinde kışlalarına dönerler. Bu görüşten hareket ederek üç maddelik bir strateji geliştirdik.

  1. 12 Eylül kaçınılmazdı.
  2. Türk ordusu bir Güney Amerika ordusu değildir, geleneği vardır, geleneğinde demokrasi vardır. Geçmişteki müdahalelere baktığımızda hep sözünde durmuş ve kışlasına dönmüştür.
  3. Bunlardan hareketle biz parti olarak askerlere yardımcı olmaya çalışmalıyız” (Dar Sokakta Siyaset, s. 68)

AP’nin yanında CHP’nin de 12 Eylül darbesine açık desteği üst düzey organlarında karar altına alınmıştır. Daha önce Şili’de uygulanan ekonomik modelin askeri darbe tarafından hükümet programı haline getirildiği bilinmektedir. Buna rağmen daha önce de ordunun demokratik geleneğinden söz edilmekte, kışlasına dönmesinin demokratik tutumunun göstergesi olduğu savunulmaktadır. Askeri darbeye yardımcı olmalıyız ve bunu parti olarak yapmalıyız görüşünü taşıyan CHP yönetim kurulu üyeleri “demokrasiden” tümden umut kesmiş görünmektedirler. Tıpkı AP gibi “demokrasiyi” partilerin parlamento oyunu olarak algılayan ve partilerin açık kalmasını “demokrasinin” yeterli koşulu olarak gören CHP’nin siyasi anlayışı da burjuva demokrasisini ilkeler, kurallar, kurumlar bütünlüğü ve tüm bunları her koşulda koruma çabası olarak değerlendirmekten uzaktır. Reel politik dengeleri gözeten ve ordunun fiili güce ve şirkete dayalı otoriter, meşruiyet tekelini açıkça destekleyen bu siyasi anlayış 12 Eylül’ü kabul ederek, bir bakıma 12 Eylül öncesi toplumun her alanında görülen ancak bir program ve örgüt netliği taşımayan zengin siyasi çeşitlilikten ne kadar kaygılandığımda ortaya koymaktadır. 12 Eylül öncesi toplumsal hareketliliğini sadece terör basitleştirmesi içinde gördüklerini 12 Eylül’ün kaçınılmazlığı yorumunda netleştiren CHP yöneticileri, açıkça askerin başarısını istemektedirler. Hamzakoy dönüşü Ecevit’i ziyaret eden İsmail Hakkı Birler, Ecevit’e “12 Eylül, bir gecede planlanmadı. Askerlerin bir gündemi var, başarılı olmalılar ki gündemlerini tamamlasınlar ve kışlalarına dönsünler. Bu nedenle biz CHP olarak gündeme yeni bir madde eklemeyelim. Askerlerin gündemlerini bitirmeleri için onlara yardımcı olalım. Aksi halde onların kalış sürelerini uzatmış oluruz” demekte. Ecevit’de “Görüşünüze katılıyorum. Gündemlerini uzatmamak gerek” biçiminde cevap vermektedir. (Aynı Eser s. 73)

Darbecilerin gündeminde bulunan konuların Anayasa ve rejim değişikliği, işçi haklarının ortadan kaldırılması, her türlü sol akım ve örgütlenmenin ezilmesi, demokratik kitle örgütlerinin kapatılması ve idamların biran önce gerçekleştirilmesi olduğu bilinmektedir. Bu gündemin bitirilmesi bakımından CHP’nin yardıma hazır oluşu, 12 Eylül öncesi AP’nin izlediği bunalım stratejisinin darbe koşullarında başarıya ulaştığını ve ana muhalefet olan CHP’nin de desteğini kazandığını göstermektedir. Darbe öncesinde AP’nin DGM ve Olağanüstü Hal Yasası ile ilgili tutumu, kamuoyu ve askerleri devlete daha çok yetki tanınması gerekir görüşüne göre koşullandırmak daha sonra CHP’ni baskı altına almak ve giderek CHP’ne dayanarak yetkileri yoğunlaştırmak ve otoriter sivil bir hükümet yapısı oluşturmak biçiminde özetlenebilir. CHP’ni paralize etme tutumu sol toplumsal muhalefetin yoğun ve parlamentonun açık olduğu dönemde gerçekleşememiş 12 Eylül’le birlikte toplumsal baskıdan kurtulan AP ve CHP darbeye destek konusunda aynı tutumu küçük ayrıntılar dışında açıkça benimsemişlerdir. MGK 16 Ekim 1981 tarihinde aldığı bir kararla siyasi partileri bu arada CHP’ni de kapattı. Kapatma kararı üzerine CHP lideri Ecevit’le görüşen parti genel sekreteri Mustafa üstündağ ve diğer üst düzey yöneticileri tarihe belge bırakmak adına dahi olsa yönetimin bu kararını eleştirecek bir metni hazırlamayı ve imzalamayı kabul etmediler. Bu tepkisizlikle ilgili olarak Genel Sekreter Üstündağ’ın gerekçesi şöyle; “Sayın Genel Başkanım, kapatılmış bir parti… Artık hiç birimizin sıfatı yok. Böyle bir kaç kişinin bir araya gelerek bildiri yayınlaması, gizli örgüt olarak bile değerlendirilebilir. 141 ve 142’den bile suçlayabilirler. Arkadaşlarımızın hepsinin çoluğu çocuğu var, ev geçindiriyorlar. Kendilerine göre iş buldular. Onlara “gelin birlikte bir şeyler hazırlayalım” demek hakkını ben kendimde bulamıyorum” (Aynı Eser s. 148)

Her fırsatta savaş meydanlarında kurulduğunu ve Cumhuriyeti ilan ettiğini açıklayan sosyal-demokrat misyonun taşıyıcılığını iddia eden bir partinin milyonlarca üyesi ve tüm toplumsal bağlarına rağmen askeri darbe karşısında siyasi varlığını tarihe belge bırakmak adına dahi olsa savunamaması Türkiye’de “demokratik” birikimin hangi düzeyde bulunduğunu göstermektedir. Bu konuda asıl üzerinde durulması gereken karşı çıkışın ortaya konulması bir yana askeri yönetime verilen açık destektir. Partilerin kapatılması ve siyaset yasakları ile ilgili bir kaynak CHP’de şu gelişmeleri tespit ediyor. Bu iki gelişmenin “CHP çevrelerinde de havayı tamamen değiştirdiği söylenebilir. Siyaset yasağının yalnızca iki lider için geçerli kalacağını düşünen kimilerinin, başlangıçta askeri yönetime hizmet yarışına giriştikleri gözardı edilemez. Kimileri de beklemeyi, askeri yönetimi rahatsız etmekten kaçınmayı benimsemişlerdi. Böylece yumuşak bir geçişin mümkün olabileceği kanısındalar.

Darbe sonuçlarının tasfiyesi açısından, bu politik tutumların ahlaki düzeyleri sorgulanmalı ve özünde “demokrat” politikanın ahlaki bir ilkeler bütünlüğüne oturduğu ortaya konulmalıdır. (Robespierre Örneği) Askeri darbe karşısında parti kadrolarının orduya dayanarak birbirlerini tasfiye etme sürecini başlatmaları bir süre sonra darbeye hizmet yarışına dönüşmüştür. 12 Eylül döneminde politik kadroların en çok üzerinde durdukları sorunların başlıcası “yumuşak” geçiş üzerine olandır. Eylül darbesi idamları arka arkaya infaz eder, binlerce insanı gözaltına alır, iki bin öğretim üyesini üniversiteden atar, işkence çığlıkları tüm dünyada yankı bulurken politikacıların “yumuşak” geçişten ne anladıkları da sorular arasındadır. Bu “yumuşak” geçişin ne anlama geldiği konusunda ilginç bir bilgi şöyle, Demirel defterine parti başkanlığı için emekli orgeneraller Sunalp, Demirel, Esener’in adlarını yazarken sosyal demokratlar da birara kendilerine paşa kökenli bir genel başkan aradılar. “Sol kendine bir başkan bulamaz ve çalkalanırken çeşitli görüşmelerde ortaya iki ismin öne sürüldüğü gözlenmişti: Adnan Ersöz ile yine Bedrettin Demirel. Ersöz 1. Ordu Komutanlığı yapmış, Bedrettin Demirel ise İkinci Ordu Komutanlığı’ndan emekli olmuştu. İki emekli orgenerale sol kesimde telefon edenler de olmuş, kendilerini ziyarete gidenler de. Hatta sol kesimde işi daha ileri götürenler de vardı. Örneğin bu tartışmalar sırasında ortaya atılan bir fikir de, “Milli Güvenlik Konseyi üyesi ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’un parti başkanlığı için ikna edilmesiydi” Celasun Paşa’ya gidilecek, kendisi konsey üyeliğinden istifa edecek ve partinin de başına geçecekti” (Aynı eser. s. 256)

Darbeyi gerçekleştiren üst düzey komutanların parti transferi çerçevesinde düşünülmesi silahlı kuvvetleri parti ama sürekli iktidar olan en güçlü parti olarak algılamanın sonucudur. Sürekli iktidar partisi olan SKP’den transfer edilecek Paşalarla daha güçleneceklerini ve güvencede olacaklarını düşünenler arasında sosyal-demokrat politikacılar bulunması Türkiye’yi uygarlığın ve insani tüm değerlerin evrensel boyutunun dışına düşürmüştür inancındayız. 12 Eylül döneminde açığa çıkan bu anti-demokratik yaklaşımı kişiselliği aşan ve Türkiye’nin tarihsel siyasi mirası ile ilgili çerçeve içinde ele almak açıklayıcı tutum olur kanısındayız. Ancak bu noktada sosyal-demokrat hareketin lideri Ecevit’in konumunu oldukça iyi vurgulayan bir gözlemi aktarmakta siyasi mirasa ilginç bir boyut eklemektedir. Financial Times’ın “tecrübeli ve Türkiye’yi iyi bilen” biçiminde nitelendirdiği muhabiri David Tonge’la ile görüştüğünü söyleyen H. Cemal bu görüşmeye dayanarak şunları yazıyor. “Ecevit bu rejimin daha uzun sürmesinden yana gözüküyor sanki, çünkü kısa sürede sona ermesini kendi kişisel, parti içi hesapları açısından uygun görmüyor. Kişisel bir yaklaşımı var”. Burada David Tonge’lanın söyledikleri için “Tamamen katılamasam da ilginç bir izlenim David’inki” diyen Cemal şöyle devam ediyor, “Bana göre de Ecevit askeri yönetimin kısa sürede gitmesinden yana değil gibi. Özellikle terörizmle mücadeleyi yarım bırakıp gitmesini istemiyor… Filmin artık koptuğu, 12 Eylül öncesi filmin yeniden oynatılamayacağının da farkında. Rejim konusunda yapılacak değişikliklerin mümkün olduğunca “demokrasi” çizgisinde tutturulmasını istediği açık” (12 Eylül Günlüğü s. 169)

Askeri darbenin ilk günlerinden itibaren siyasi şiddetin etkisiz-leştiği düşünülürse o dönemdeki resmi “terörizm” tanımının kapsamı içine toplumsal hareketlerin ve işçi, öğrenci, aydın muhalefetinin ortadan kaldırılması konusunun girdiği gelişmeler de iyice netleşmiştir. Askeri yönetim bu hareketliliğin canlı bir bütünlük oluşturmasını imkansız kılacak rejim değişikliklerinin yapılması, “terörizm”le mücadele bahanesi çerçevesinde AP ve CHP tarafından meşrulaştırılmıştır. Nitekim toplumsal muhalefetin CHP’nin gözettiği reel politik dengeleri zorlayan ve sistem içindeki merkezcil konumunu sola açılım sürecine sokan gelişmeler içinde bulunması da darbe öncesi CHP’de Ecevit’in başlıca sorunları arasında yer almaktaydı. 9 Eylül 1980 tarihinde 32 CHP milletvekilinin yayınladığı bildiride bu açılımın dile getirilmesi CHP yönetiminin politikasını simgeleyen “dengeci ve kararsız” tutuma son verilmesinin istenmesi diğer siyasi gelişmelerle birlikte normal parlamenter işleyiş içinde belki de Ecevit’i genel başkanlıktan uzaklaştıracak sonun başlangıcıydı. Bu bakımdan kişisel politik hesaplarını sola kapanma, milliyetçilik ve sürekli siyasi tasfiye temelinde gerçekleştirdiği bu günlerde iyice açığa çıkan Ecevit açısından 12 Eylül süreci güç toplama dönemi olarak yorumlanabilir. Genel başkanlığından ayrıldığı CHP ile hiçbir örgütsel bağı içermeyen, her türlü politik grup hareketini darbenin yerleşme süreci boyunca reddeden ve demokrasi mücadelesini bilinen süreci boyunca reddeden ve demokrasi mücadelesini bilinen tüm kurallarının dışında kişisel olarak yürütebilir bir mücadele yanılsamasına dönüştüren Ecevit askerin yönetimde kalma süresini uzatmalarını bu temelde kabul etmiş görünmektedir. Böyle bir çerçeve içinde mücadelenin örgütsel politik kurallarını önemsemeyen, CHP genel başkanlığından da istifa eden Ecevit, mücadele boşluğunu kişisel açıdan ikame etmek gibi anti-demokratik bir muhalefet yolu seçmiş ve edebi bir formülasyon olmanın ötesinde siyasi değeri tartışmalı metinlerle kamuoyunu “mücadele”sine ikna etmeğe çalışmıştır. Bu yaklaşımları içinde bir kaç kez yargılanan Ecevit’in kısa süreli hapislik koşulları ile ilgili olarak şu bilgiler bulunuyor. “Ecevit’i tek bir odaya kapattılar. Kapatıldığı oda cezaevi dişçisinin odası. Dolayısıyla bir anlamda diğer mahkumlardan tecrit edilmiş oluyor. Oda birkaç gün önceden hazırlandı. Daktilo, kitap, yatak, sandalye ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabileceği biçimde hazırlandı. Odadaki konfor pek fena sayılmaz” (12 Eylül Günlüğü s. 438)

Bu dönemde yargılanan, tıpkı Ecevit gibi TBMM üyesi olan ve Ecevit hükümetinde Bayındırlık Bakanlığı yapan Şerafettin Elçi’nin gördüğü işkenceler düşünüldüğünde Ecevit’in durumu daha iyi anlaşılmaktadır. MGK’nun oluşturduğu soruşturma komisyonuna getiriliş biçimi hakkında Elçi şunları söylüyor. “Halkın iradesiyle, çatısı altında görevlendirildiğim Parlamento binasının koridorlarında, ellerim kelepçeli, çevrem silahlı Jandarmalarla sarılı, bir cani gibi dolaştırılmamı insan hak ve onuru ile bağdaştıramıyorum.” Bağımsız milletvekili ve darbe öncesi Cumhurbaşkanı adaylarından Nurettin Yılmaz’ın gördüğü işkenceler darbenin “muhalif kabul ettiklerine neler yapıldığının göstergesidir. “22 Aralık 1980’de Ankara’dan Diyarbakır’a getirilen Nurettin Yılmaz önce sıkıyönetim komutanlığına, oradan da 2 numaralı askeri cezaevine götürüldü. Saçları ve bıyıkları kesilerek, bir hücreye kondu.

Çıplak hücrede, geç saatlere dek kaldı ve soğuk iliklerine işledi. İki gardiyan er, Yılmazı hücresinden çıkardılar, bir süre sonra Mardin bağımsız milletvekili sevindi. Hiç olmazsa bir yatakta yatabileceğim düşündü. Ankara’da tüm parlamenterlere Dil Okulu’nda insanca davranılıyordu.

Bir iki kat aşağı inildi. Karanlık bir odaya soktular Nurettin Yılmaz’ı. Arkasından on onbeş kişi girdi, önce küfürle başladılar. Sonra sille tokat yere yıkıldı. Bağımsız Milletvekili Nurettin Yılmaz, bayıldı” (Bin Tanık, s. 342). Ecevit’in “muhalif konumu onu kelepçeli, jandarmalı, dayaklı, işkenceli veya 27 Mayıs’ta yaşandığı gibi idamlı bir yargılama sürecine sokmadı. Bunda sanırız Ecevit’in “gerçekçi”, politik dengeleri gözeten şu anlayışının payı büyük. “Önce şunu bilmenizi isterim: 12 Eylül, bir 12 Mart değil. 12 Eylül, geçen yüzyıldan bu yana ordunun ülke yönetimine en ağır müdahalesidir. En kapsamlı, en derin bir müdahaledir. 12 Mart olmadığına göre ve bugün koşullar 12 Mart’tan çok daha farklı olduğuna göre elbette her zaman aynı çıkış yapılmaz. Bundan endişe etmeyin” (Dar Sokakta Siyaset, s. 69).

CHP genel sekreterine ve üst düzey yöneticilerine 12 Eylül koşullarının “çıkış” ve muhalefet konusunda 12 Mart konusunda aynı özellikleri taşımadığını bildiğini belirten Ecevit, darbeye “muhalefetini” örgütsel ve politik tüm bağların dışında ve bu anlamda tehlikesiz biçimde edebi formulasyonlarla ortaya koymuştur. Bu “muhalefet” biçimi askeri darbe yöneticilerini görünürde bir sertlik içine sokmuş olsa da özellikle dış politika gerekleri açısından ne kadar demokrasiye dönüşe istekli ve eski liderler hakkında olağanüstü yargılama yapmamaya ne kadar kararlı olduklarını da göstermeye yaramıştır. Muhalefetin sınırlarını kişisel boyutun dışına taşırmama konusunda aşırı özenli bu politika başka bir düzlemde ve 12 Eylül’e destek anlamında üst düzey CHP kadroları tarafından da paylaşılmıştır. 1981 Mayıs ‘ında toplantı kararı alan CHP yöneticilerinin imzaya açtıkları deklarasyonda şu görüşlere yer verilmektedir. “Amaca uygun davranış, bugünkü yönetime karşı vaziyet almak, onu yıpratmak değil, tersine ülkenin esenliğe kavuşturulması ve özgürlükçü demokratik parlamenter sisteme dönülmesi yolundaki çabalarında yönetime yardımcı olmaktır. Bu doğrultuda atılacak her adımı kolaylaştırmak ve başarılı kılmak, tüm vatandaşlarımız gibi, partilerimiz içinde kaçınılmaz bir görevdir.” (12 Eylül Günlüğü s. 288) Darbe öncesi hükümetin başkanı Demirel’in darbeye üst düzey bürokratlardan destek istemesi gibi CHP’liler de tüm vatandaş ve partilerden destek talep etmekte ve bu desteği darbecilerin “özgürlükçü demokratik parlamenter sisteme dönülmesi yolundaki çabalarında” yönetime destek olma kılıfıyla meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Oldukça yüklü bir gündemle darbe yapan ve toplumda yerleşmiş en küçük demokratik yapılanmaya bile tahammülü olmayan, tek sesli bir toplum düzenini kurulu düzeni restore ederek zorla kurmaya kararlı bir askeri yönetimden özgürlükçü demokratik parlamenter sisteme geçiş bekleyen CHP kadroları, vatandaştan yönetime destek isterken bir bakıma hukukun iflasını tescil etmektedirler.

Askeri yönetime destek konusunda CHP lideri Ecevit’in geliştirdiği ilginç bir yöntemi de bu çerçeve içine almakta yarar var. Demirel ve Ecevit, Hamzakoy’da bulundukları süre içinde yaptıkları telefon konuşmalarının dinlendiğini ve Konsey’e aktarıldığını bilmektedirler. “Telefon diplomasisi trafiği içinde Ecevit’in “teybe okuduğu” mesajlardan biri özetle şöyledir, “Ecevit, idamlara da değindi. İdamların caydırıcılığından çok, terörün kaynaklarına inmenin büyük önem taşıdığından söz etti ve bir hatırlatma yaptı: Kendi hükümetleri döneminde hazırlanan ve önemli açıklamalar yapacak teröristlerin, itirafta bulunanların cezalarının indirilmesini öngören bir tasarıdan söz etti” (Aynı Eser s. 87) Pişmanlık Yasası olarak bilinen bu yasanın niteliği üzerine değerli hukukçu Halit Çelenk’in yazdıkları şöyle, “Pişmanlık Yasası, ahlaksal değerleri koruyan bir yasa değildir. Aksine bir sanığı ölüm cezası ile cezadan kurtulma gibi insanlık açısından korkunç bir ikilik arasında bırakan bir yasadır. Bu yasanın sağladığı cezadan kurtulma yolları karşısında, sanık, bütün ahlaki değerlere sırt çevirebilmekte, geçmişini inkar edebilmekte, kendi kişiliğini, kendi vekarını, izzeti nefsini bir kenara itebilmektedir. Suçsuz bir dava arkadaşını suçlayabilmektedir. Devlet nasıl adam öldüremezse, vatandaşın kişiliğini de yok edemez. Ona, suçsuz insanları suçlama yollarını açamaz. Böyle bir tutum çağdaş devlet anlayışı ile bağdaşamaz. İnsanüstü suni kurallar yaratmak ve insanı bu kurallara feda etmek hümanist doktrine ters düşer…” (12 Eylül ve Hukuk s. 35)

12 Eylül darbesinin yarattığı yasaların hukuk ve ahlakla ilgisi yoktur. Hukukun insanın kişiliğini, değerini, onur ve haklarını bütünleştiren ve koruyan evrensel çerçevesi 12 Eylül’de paramparça edilirken ahlaksızlığı otorite aracı haline getiren pişmanlık yasasının Ecevit tarafından darbe konseyine hatırlatılması darbenin yasa anlayışının meşruluk kazanması doğrultusunda destektir. 12 Eylül darbesi ile ilgili olarak diğer partilerin durumlarımda ana hatlarıyla belirlemek Türkiye’de siyasetin işleyiş koşulları tablosunu daha da netleştirecektir.

12 Eylül ve MHP

12 Eylül darbesine destek konusunda MHP’nin tutumu da diğer partilerden farklı değildir. MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş’in MGK Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e gönderdiği mektup Türkiye’de yönetimin orduya devrini 12 Eylül öncesinde de talep eden MHP ve Türkeş’in bu anlayışlarının teyidi niteliğindedir. Türkeş mektubunda Evren’e hitaben “Sayın Orgeneralim, 12 Eylül gününden bu yana vaki beyanlarınız, bizim de yıllardır savunmaya çalıştığımız ve bundan sonrada her şart altında savunmaya devam edeceğimiz düşüncelerin değişik bir üslupla teyidi niteliğindedir. Milletimizin geleceği hesabına bundan memnunum… Adil bir yargılama sonunda, bize asla yakışmayan, bölücülük ve ahaliyi mukateleye sevk, ithamından beraat edeceğimizden şüphem yoktur. Bütün kaygım böylesine bir ithamın yarınki Türkiye’de Türk milliyetçiliği aleyhinde devletimizin düşmanları tarafından kullanılabileceğidir. Türk devletini güçlendirmek, daha mutlu ve aydınlık geleceğimizin temellerini atmak ve hür demokratik rejimi süratle yeniden ikame etmek yolunda zat-ı alinize ve mesai arkadaşlarınıza en samimi başarı dileklerimi sunarım.”

Türkeş’in bu görüşlerini, yardımcısı Agâh Oktay Güner, bu düşünceyi yargılandığı askeri mahkemede “Düşüncesi iktidarda, kendi hapishanede olan bir siyasi parti görülmemiştir” diyerek tutanaklara geçirecekti. Yapılacak yargılama sonucunda beraat edeceğine dair kuşku taşımayan Türkeş ileride haklarında açılan dava ile ilgili iddiaların “devlet düşmanlarının” işine yarayacağından kaygı duymaktadır. Ancak devlet-parti-ordu üçlemesi içinde ordunun iktidarından rahatsızlık duymayan ve bunun kendi fikirlerinin iktidarı olduğunu vurgulayan MHP yöneticileri bu özdeşlik ilişkisinin karanlık bazı boyutlar taşıdığını da bu dönemde özellikle vurgulamaktadırlar. 12 Eylül’de Dil Okulu’nda bir süre kalan Türkeş, o günlerde sık sık bir olay üzerinde duruyor ve şunları söylüyordu; “Bir birlik var. Ziraat mühendisleri Birliği. Bu sağ eğilimli bir kuruluştu. 1979 yılında tasarlandı. Bana kalırsa sağın uğradığı en büyük saldırılardan bir tanesi. Ölüm ve ağır yaralanma olayları meydana geldi o saldırıda. Biz bunun faillerini tespit ettik, Sıkıyönetim Komutanlığı’na aktarıldılar. Sonra, o faillerin ne olduklarını bilmiyorum”. “Türkeş bu örnekle neyi anlatmak istediğini hiç bir zaman açıklamadı” (Dar Sokakta Siyaset, s. 88)

12 Eylül öncesinin binlerce olayından yalnız biri, Ziraat Mühendisleri Birliği olayının üzerinde Türkeş’in durma nedeni ne olabilir? Olayın faillerini belirleyerek sıkıyönetim komutanlığına verdiğini açıklayan Türkeş failler ile ilgili olarak solcu saptaması yapmamaktadır. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bu konuda yürüttüğü soruşturmanın sonuçları nelerdir? Bu sorular bu gün içinde karanlıkta sorulardır ancak Türkeş’in bu olayla ilgili vurgulamaları yüzeysel sağ-sol basitliğinin dışında devletle ilgili yanları bulunan bir olayı düşündürmektedir. Bu olayla ilgili olarak o dönemde yayılan haberler Ziraat Mühendisleri Birliğinin taranmasında kullanılan silahların daha sonra MHP’lilerde bulunduğu şeklindedir. Kontr-gerilla’nın gün ışığına çıkarılmış uygulamaları yanında, gizli kalmış bütün olaylar ve bu olaylar içinde MHP ve yan kuruluşu niteliğindeki para-militer örgütlerin oynadığı rol ve devletle ilişkilerinin kapsamı 12 Eylül’e giden süreçte önemli yol işaretleridir.

12 Eylül’le sonuçlanan süreç içinde 6 Eylül MSP Konya mitinginin de siyasi önemi vardır. “Kudüs’ü Kurtarma Günü” adı altında Konya’da miting düzenleyen MSP’nin bu mitingde “Şeriat gelecek, vahşet bitecek, Ezan sesi isteriz; Tek halife – Tek devlet – Tek millet” gibi sloganlar atılmış, coşkulu bir din gösterisi yapılmıştı. 12 Eylül sonrasında Dil Okulu’nda gözaltına alınan bazı MSP’li milletvekillerinin “Allah Evren’den razı olsun, memleketi kurtardı” dedikleri biliniyor. Parti tabanından gelen radikal islamcı baskının 12 Eylül ile kanun dairesi içine alınması ve islamcı dalgayı devletin yönlendirmesi MSP’nin üst düzey kadrolarını rahatlatmıştır. 16 Eylül 1980’de Milli Gazete’de yer alan demecinde MSP Genel Başkanı Erbakan, “Bir gemi, hepimizin içinde bulunduğu bir gemi… Şimdilik karada, güvertede kim var, niçin var, makine dairesinde, dümende olan nedir? Bunları ayrıntılı olarak ele almaya gerek yoktur. Bütün mesele, bu geminin yüzmesi, menzili maksuduna ermesidir. Batarsa hepimiz batacağız, salah ve sükuna ererse yine bizler canlı kalacağız” demektedir. MSP yöneticileri de MHP’liler gibi yargılama sürecinden geçmiş ancak 12 Eylül Mahkemeleri tarafından aklanmışlardır.

12 Eylül darbesinden sonra mülteci olarak yurt dışında yaşamayı seçen TİP Genel Başkanı Behice Boran’ın darbe değerlendirmesi ise şöyledir: “Sol örgüt, ve hareketler bu koşullara kendilerini uydurarak yeraltında yaşamaya çalışıyorlar. Bu koşulların uzun yıllar sürmesi beklenebilir, gerçek demokrasiye dönüş umutları yok. Cunta sözünde durup da bir parlamenter demokrasiye dönse bile bu işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve tüm demokratik ve ilerici kuvvetlerin baskı altında tutulacağı faşist bir rejimi kamufle etmek için olacak. Orada ne bir solcu partiye, ne de işçi sınıfının partisine yer bulunacak.”

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül süreçlerinde iyice belirgin hale gelen sivil “devlet politikacı” tipini hemen her parti içinde görmek mümkün. Partili veya partisiz bu tür politikacıların 12 Eylül darbesi ve partiler karşısındaki tutumlarını ayrı bir başlık altında belgelemek yararlı olacaktır.

Darbeci Bürokrasi

1980 Mart ayından itibaren Kontenjan Senatörü Adnan Başer Kafaoğlu ile eski Cumhuriyetçi Güven Partisi milletvekillerinden Coşkun Kırca, 1961 Anayasası’nın değiştirilmesi kampanyasına Anayasa’da reform önerisiyle katıldılar. Yeni Forum dergisinin “Rejim ve Anayasamızda Reform Önerisi” başlıklı ekinde yer alan görüşlere göre Türkiye iki büyük tehlike karşısındaydı: “büyük iktisadi buhran ve milletlerarası komünizm”. Ekonomik durum “çok ciddi bir denge ve tasarruf siyasetini uzun süre disiplinle devam ettirebilmeyi” gerekli kılıyordu. Köklü bir anayasa reformu temelinde “kuvvetli bir devlet” talep eden yeni forumcu “devlet politikacıları”, “Devletin tekrar şahlanması ve düşmanlarını ezmesi” gerekir görüşündeydiler. Devletin şahlanıp, düşmanlarını ezdikten ve herkesi “Atatürk çizgisi üzerine getirdikten” sonraki görevi yeni bir anayasa olmalıydı onlara göre.

Kafaoğlu, Kırca ikilisinin “devletin düşmanlarını ezmek” kapsamındaki görevleri Yeni Forum’un anayasa taslağı ile sınırlı kalmadı. Bu iki “devlet politikacı’sının 12 Eylül darbesine hizmetleri şöyle: Adnan Başer Kafaoğlu ile Coşkun Kırca, Büyük Ankara Oteli’nin bir odasına yerleşmişler harıl harıl 12 Eylül’ün birinci bildirisinin taslağını hazırlıyorlar. Sıcak bir ağustos günü, 12 Eylül’den yaklaşık üç hafta kadar neredeyse 25 yıldır politikanın, diplomasinin, ekonominin içinde olan, sivillerle olduğu kadar askerlerle de ilişkilerini hiç kesmemiş olan Kafaoğlu ve Kırca, şimdi çok tarihsel bir görev üstlenmişlerdi. 12 Eylül’ün birinci bildirisini hazırlamak…”

Askeri darbe dönemlerinde yönetime her türlü hizmete hazır bu devlet politikacısı tipi, Osmanlının saray-ordu ikilemi içinde değişen dengelere göre tutum belirleyen, daha sonra bu ikili güç merkezine yabancı elçilikleri gözetmeyi de ekleyen tipik, fırsatçı bürokrat geleneğinin uzantısıdır. Toplumsal konum ve ayrıcalıklarını devlete bağlılığının bir sonucu olarak değerlendiren bu anlayış devlete yönelik her demokratik tepki veya muhalif oluşumu, vatan hainliği ile özdeş tutmaktadır. Osmanlı bürokrasisinden devraldığı entrikacı ve fırsatçı geleneği tek parti dönemi otoriterliği içinde geliştiren ve halka hükmetmeyi doğal ayrıcalığı sayan devlet politikacısı tipi askeri darbelerin en önemli destekçilerindendir. Devletin güç ve konumunun sürekliliğini “çelik çekirdek” olarak da tanımlanabilecek ebed-müdded iktidar partisinin otoritesinde gören devlet politikacıları, devlet-büyük sermaye-tutuculuk eksenine oturan bir siyasetin savunucusudurlar. Ordu merkezli olarak biçimlenen Atatürkçü söylemi ordu ile güçlü bağlar kurmanın teorik aracına dönüştüren devlet politikacıları bu konumlarından her dönemde ustaca yararlanmışlardır. Devleti metafizik bir çerçeveye oturtan bu politikacı tipi Atatürkçülüğü Devlete biçim veren ilahi ve toplum üstü bir meşruiyet kaynağı olarak algılamaktadır. Devletin temelini ve meşruiyetini toplumsal köklerin dışında arayan devlet politikacıları sözde bir sınıf sizlik yanılsaması yaratarak devleti kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendiren ve kullanan büyük sermayeye hizmet etmektedirler. Ancak bunu yaparken de tipik Osmanlı politikacısının iki yüzlü tutumu ile her türlü baskıcı ve otoriter çabayı da devletin ve toplumun bekası için ortaya koyduklarını vurgulamayı ihmal etmemektedirler. Büyük bir kuşkuculuk içinde tüm muhalif toplumsal grup ve hareketlere devletin gözaltı ve baskı uygulamasını isteyen devlet politikacıları sadece orduya güven duymaktadırlar. İktidarı, ordu ile kendileri arasındaki bir koalisyonun paylaşacağı türden bir siyasi sistemi en iyi yönetim biçimi olarak kabul eden bu anlayışın sahipleri toplumsal hareketliliği sınırlı ölçülerde de olsa yansıtan siyasi partilere de düşmandırlar.

Bu noktada Kırca-Kafaoğlu ekibinin 12 Eylül’le ilgili bildiri taslakları konusuna dönmekte yarar var. “Büyük Ankara Oteli’nde hazırlanan taslağın daha sonra tarihe geçecek olan bildirisinde yer almayan çok önemli bir cümle vardı: Partiler feshedilmiştir. Parlamentonun ve hükümetin feshedildiği, hazırlanan birinci taslakta da vardı. Yine aynı taslakta “Partilerin feshedilmesi kararma gelinmişti. Ancak bu kararı veren askerler değil, bildiri taslağını hazırlamakla görevli Adnan Başer kafaoğlu ile Coşkun Kırca idi. Madem ki askerler ülke yönetimine bütünüyle el koyuyorlar ve hatta bununda ötesinde ikinci Cumhuriyetin temellerini atmak için yola çıkıyorlar, o halde partilerde neden bu arada ve başlangıçta feshedilmesindi?”

Partilerin feshedilmesi darbenin gündeminde yer almıyordu. Temel sorun olarak görülenler “terör” gerekçesi kapsamına dayandırılan sol toplumsal muhalefetin bastırılması, düzen içi yönetici sınıf fraksiyonlarının çelişkilerine son vermek, anayasal sistemi değiştirmek, sermaye birikimini önündeki engelleri temizlemekti. Zaten partilerin otoriter hızın işlerliğini güvenceye alacak siyasi sistem değişikliğine itirazları yoktu. Böyle bir itirazın olabileceğini darbe yöneticileri de düşünmüyorlardı. 12 Eylül ordu ile partilerin mutabakatına dayanıyor, partiler darbeyi destekliyordu. Yükselen toplumsal umutların belirli bir program ve örgütsel netlikten uzak oluşu oldukça karmaşık, bölünmüş bir toplumsal muhalefet tablosu yaratmıştı. Bu tablo içinde halkın beklentilerini karşılayacak demokratik kurum ve kuralların uzağında bulunan ve demokrasi adına mücadele, konusunda her türlü oluşumu reddeden demokratik birikiminden yoksun siyasi partiler darbeciler açısından kaygı oluşturmuyordu. Zaten daha sonra gündeme gelen partilerin kapatılması konusundaki temel gerekçede onların demokrasi adına direniş veya örgütlenme iradelerinin belirmesi değil, Silahlı Kuvvetler Partisi’nin tam anlamıyla programına uygun bulduğu katılımı en aza indiren, teknokrat nitelikte ve parlamenter işleyiş içinde darbecileri koruma ve kollamaya azimli parti modeline emredilen süratle uyum gösterme eksikleriydi. Yıllarca, genel oya yön vermeye dayalı “popülist” politikalar izleyen siyasi partilerin “devlet partisi” görünümünü vermekten kaçınmaya çalışmaları siyasi sistem ve mülkiyet rejiminin uzun vadeli gerekleri ile dış politika açısından aslında tutarlıydı. Askeri partinin veya askere dayalı merkez partisinin uzun süreli iktidarı Türkiye’deki siyasi sistemi sosyal patlamalar karşısında bırakabilirdi. Dolayısıyla sonraki bir tarihte MGK’nın partileri feshetme kararı almasını biçimsel demokrasi adına abartmadan bu çerçevede değerlendirmek doğru olur kanısındayız.

Gelelim 12 Eylül’ün ilk günlerine. Partilerin açık kalmasını sakıncalı bulmayan askeri yönetim başlangıçta devlet politikacılarının bu yöndeki önerilerini kabul etmedi, ama her türlü hizmetlerinden de yararlandı. Askeri yönetime danışmanlık yapan devlet politikacıları arasında en dikkate değer kişilerden biri de Güven Partili Emin Paksüt’tü. Askerlere yakınlığı ile tanınan Paksüt’e Başbakanlık önerilmiş, Paksüt kabul etmediğini belirtmiştir. Paksüt’le ilgili olarak şu bilgileri aktarmak mümkün; “1983 sonuna dek Milli Güvenlik Konseyi’ne ve bu arada özellikle Evren Paşa’ya en yakın sivillerden biri oldu. Bir anlamda askerlerin sivil danışmanı rolünü üstlendi. Ve bir çok siyasal kararda, kararın oluşumunda önemli katkıları olduğunu bugün askerler bile saklamıyor.” (Dar Sokakta Siyaset. s.44)

Askeri yönetime devlet politikacıları tarafından verilen desteğin kurumsal bir nitelik kazanması danışma meclisi zemininde gerçekleşmiştir. Doç. Dr. Nurkut İnan’ın bu konuda yaptığı bir çalışma oldukça ilginç bazı sonuçları ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmanın verilerine göre Danışma Meclisi’nin,, 160 üyeliği için 11.125 kişi başvurmuştur. Oysa 1961 Anayasası’nın uygulandığı dönemde yapılan 5 genel seçimde sadece 11.741 kişi milletvekili adayı olarak başvurmuştu. Bu dönemde CHP ve AP’ye milletvekili ön seçimi için başvuranların sayısı 7467 idi. 1981 yılında, 160 üyeli danışma meclisine, bir üyelik için ortalama 70 kişi başvuruyordu. Oysa daha önce yapılan beş seçimde, Türkiye’nin iki büyük partisine 2250 adaylı için ortalama 3 kişi başvurmuştu. Her askeri darbenin vazgeçilmez görevlilerinden sayılan devlet politikacısı Prof. Dr. Sadi Irmak Danışma Meclisi’ne başkan oldu. Irmak’a göre “Türk milleti fiili bir demokrasiye gitmeye kararlıydı. Bu demokrasi bizim demokrasimiz olacaktı.” Bu arada devlet politikacılarından oluşan bu kurul MGK’nın yasama faaliyetine de yardımcı olma görevi kapsamında 23 ayda 397 yasa çıkardı. Bu yasalar konusunda reddetme, onaylama, değiştirme ve yayınlama yetkileri MGK’da toplanmıştı. (Doç. Dr. Nurkut İnan, Yasama faaliyetleri açısından 12 Eylül Yapıt 14 Ocak-Şubat 1986) Bu arada kendi koyduğu yasalara bile uyma gereğini duymayan askeri yönetim Danışma Meclisi ile ilgili yasada bu konuda düzenleme yapılmasına rağmen bazı yasaları Danışma Meclisi’nden geçirmeden doğrudan MGK eliyle hazırlıyor ve onaylıyordu. Egemenliğin kaynağını metafizik bir devlet anlayışında gören ve devleti mutlaklaştıran bir anlayışın ürünü olan Danışma Meclisi Ortaasya’daki Göçebe Türk boylarının “Kurultaylarına” Osmanlı “meşveret meclislerine” ve “saltanat şuralarına” dayanan bir geleneğin son halkasıydı. Devletin karar süreçlerine “tayin” mekanizmalarıyla katılmaya alışkın bürokrat ve devlet politikacılarından oluşan bu faşizan “kontenjan” aydın kavramının tüm simgelerine düşmanlık temelinde oluşturulmuştu. 12 Eylül’ün “meşveret meclisi” aydın kavramının simgelediği tüm değerlerin karşısında yer alan bir kişilikler topluluğu ortaya koymuştu. 12 Eylül’ün temel amaçları arasında bulunan toplumsal örgütler ve aydınların politik hayat içinde ağırlıklarının ortadan kaldırılması çerçevesi içinde “danışma meclisi” görevini yoğun bir anayasa ve yasama faaliyeti ile yerine getirmiştir. Bu “meşveret meclisi”ni aydın veya elitist olarak değerlendirmek aydınlık düşmanı konumu ve devleti tüm insanlık değerlerinin üzerinde gören anlayışı açısından mümkün değildir. Ancak ne yazık ki 12 Eylül değerlendirmelerinde, bilinçsizce bu yanlışa düşülebilmektedir.

Danışma meclisi muhafazakar ve sağcı tutumun açıkça ağırlığını koyduğu bir yapı oldu. Bu çerçeve içinde kendine Atatürkçü liberaller adını veren “milliyetçi-muhafazakar” grup, Toprak Reformu Ön Tedbirler Tasarısına “mülkiyet hakkının kutsallığı” gerekçesiyle red oyu verenlerden müteşekküldür. 16 bin köylü ailesine on yıldır işlettikleri toprakların kullanım hakkını uzatmayı ön gören bu tasarı, “milliyetçi-muhafazakar” grubu ortak hareket temelinde bir araya getirdi ve örgütlenmelerini sağladı. Grubun liderlerinden Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı Danışma Meclisi ‘nin devlet politikacılarının bir parti çatısı altında toplanmaları gerekliliğini şöyle ifade ediyordu. “Hazırlayacağımız anayasa komünist düzene kapalı bir anayasa olacaktır. Biz bir yandan anayasayı bu fikir etrafında geliştirelim ve çıkaralım, bir yandan da Atatürkçü liberaller olarak belki ileride bir parti kurma çalışmalarına girişelim”. (Dar Sokakta Siyaset, s. 168) 1930’lu yılların şefçi devlet-millet bütünlüğüne dayalı devletçi yapısını diriltme özlemi taşıyan 12 Eylülcüler “tayin” mekanizmaları ile kurdukları “meşveret meclislerini” kontrolleri altında tutma konusunda kararlıydılar. Bu bakımdan o an için tekçi devlet yapısına aykırı gördükleri bu tip oluşumlara izin vermediler. Danışma meclisi’nde temsil edilen muhafa-zakar-milliyetçi tutumun ince politik oyunları ve 12 Eylül’e hukuki meşruiyet kazandırma çabaları da darbeciler tarafından çok da gerekli bulunmadı, askerlik olgusuyla içice geçmiş geleneksel devletin şiddet tekelinin otoriter hızla işletilmesi temeli üzerine kurulu 12 Eylül bu güce dayalı basit formüller dışında ideolojik ve politik inceliklerle fazlaca uğraşmıyordu. “Şahlanan devletin düşmanlarını ezmesi” amacıyla kurulacak anayasal ve yasal düzenin oluşumunda kendisine verilen görevi Danışma Meclisi istekle yerine getirdi. Bu arada meşveret meclisinde beliren eğilim de askeri yönetim döneminin daha fazla uzatılması doğrultusundaydı. Danışma meclisinde hazırlanan anayasa taslağı göstermelik bir nitelik taşıyordu.

Sözde bir kurucu meclis havası verilmek istenen “darbe danışılanlar kurulu”na daha önce Kafaoğlu-Kırca ikilisinin biçimlendirdiği AP-işveren kesimi-ordu-sağ basın mutabakatını taşıyan taslakta bulunan genel ilkelere uygun bir metin dikte ediliyordu. Bu konuda darbe danışmanlar kurulunda bulunan asker kökenli üyelerin önünde anayasa komisyonu taslağı dışında bir başka taslağın bulunduğunu belirten bir kaynakta şu bilgiler bulunuyor; “Komisyonun hazırladığı taslak Danışma Meclisi Genel Kurulu’na indiğinde, meclisin özellikle asker kökenli bazı üyelerinin önlerinde de birer anayasa taslağı duruyordu. Ama, bu taslak bir başka taslaktı. Eşref Akıncı, Adnan Orel, İbrahim Orel, İbrahim Şenocak, Ethem Ayan, Rıfat Beyazıt, Hamza Eroğlu, Fevzi Uyguner zaman zaman önlerindeki taslağa bakarak görüşmeler sırasında önerge hazırlıyorlar ve bunu genel kurula sunuyorlardı.” (Aynı Eser. s. 181) Bu arada darbe danışmanlar kurulundan bazı üyelerde Süleyman Demirel’le temas halindeydiler. Bu “danışman”lara Demirel “Sizin önemli bir göreviniz var. Anayasa yapmak. Onun için bu memleket sizden yararlanmalı” (Aynı Eser. s. 173) diyordu. Anayasanın yapılış sürecinde bu kurumda görev yapan Yıldırım Avcı’yı daha sonra “emanetçi”olarak kurduğu partinin başına geçiren Demirel Eylül anayasasının ilkeler bütünlüğü ve oluşumu ile ilgili olarak sözlü bir mesaj vermiş oluyordu. Türkiye’de iktidarın meşruiyet kaynaklarına ilişkin ikili yapısı içinde “seçim”le gelen politikacı “tayin” mekanizmasıyla gelen devlet politikacısını bir bakıma ebed-müdded iktidar partisinin temsilcisi saydığından onun iktidar süreçleri içindeki yerini sorgulamaz ve doğal iktidar ortağı olarak kabul eder. Devletin mutlak gücü, hizmetin sürekliliği, millet olarak güçlü bir biçimde varolmanın gerekleri gibi otoriter kalıplara göre şartlanmış “seçim” politikacısı kendisiyle ortak değerleri paylaşan “darbe” politikacısı ile arasındaki ilişkiyi ve ortaklığı doğal kabul eder, ve işbirliği yapar. Bu çerçeve içinde düşünüldüğünde Demirel’in “darbenin danışmanı” kadrosunda görev alıp, darbenin anayasa ve yasalarının hazırlanmasına-katılan bir devlet politikacısını kurduğu partinin başına getirmesi, Türkiye’nin siyasi geleneği ile kişisel açıdan Demirel’in politik evrimine uygun bir tutumdur. Darbenin danışma kurulu, diktatörlük rejimi altında “demokratik” bir anayasa hazırladıklarını savunan darbe ideologlarının bulunduğu tek kurum değildir. Türk-İslam sentezi çerçevesi içinde faşizmin ideolojik ve siyasi yapılanmasını yönlendiren bir başka danışman topluluğu da Aydınlar Ocağı’nda çalışmaktadır. Bu yapıyı ve siyasi gelişmelerdeki rolünü ayrı bir başlık altında incelemekte yarar var.

Aydınlar Ocağı

Aydınlar Ocağı, 14 Mayıs 1970 tarihinde kuruldu. Başkanı İbrahim Kafesoğlu, ikinci başkanı Süleyman Yalçın olan Ocak, o dönemde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından da desteklenmişti. Amacını “Türk Milletinin tarihi misyonu ve bunun manevi mirasını sahiplenmek, bu misyonun gereği olarak görüşlerini siyasi kadrolardaki etkili ve yetkili kişilere iletmek” olarak belirlemişti. 1970’li yıllardan itibaren devletin çelik çekirdeğinin “danışman”lığını yapan, devlet politikacıları ve akademisyenler topluluğundan oluşan Aydınlar Ocağı kadrosu Türk-İslâm sentezi görüşünü formüle etmenin yanında Necmettin Erbakan’dan Turgut Özal’a kadar sağ yelpazenin tüm önemli isimlerinin belirli sürelerle içinde yer aldığı kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Türkiye’de Türk-İslam sentezini devlet-ve millet varlığının varolma koşulu olarak gören bu kadrolar, 1975-1984 arasında yoğun bir faaliyet içinde olmuşlar, Türk sağının önemli görüş ve projeleri Ocak tarafından hazırlanmıştır. Aydınlar Ocağı “1. M.C. Hükümeti”nin kuruluşunda aktif bir rol oynamış, Ocak üyelerinin sürekli yazdığı Ortadoğu Gazetesi’de milliyetçi partilerin komünizm tehlikesine karşı birleşmesi için etkili bir kampanya yürütmüşlerdir. M.C.’nin kuruluşunun sağlanması amacıyla 14 Ocak Ti üyesi profesör o dönemde bir çağrı yayınlamışlardır. Aydınlar Ocağı önce Ocaklı bir profesörün başbakanlığında tüm sağı birleştirecek hükümet formülünü ortaya atmış, ancak daha sonra Demirel’in başbakanlığını savunmuştur. “Gittikçe ilerleyen 565.000 oyu ile kudretli gençliği, yılmaz kararlılığı beraberinde vazgeçilmez bir güç olan M.H.P.’nin ” koalisyona dahil edilmesi de ayrıca istenmiştir. (Milliyetçiler Korkmayınız Birleşiniz, Ekonomik ve Sosyal Yayınlar, s. 204). Aydınlar Ocağı, Türk-İslâm Sentezi çerçevesinde AP-MHP-MSP’nin kesişme alanında yer almakta ancak “Türk milliyetçiliğinin herhangi bir partinin davası olmadığı; Türk milliyetçilerinin bütün partilerde görüşlerini hakim kılmaya çalışmaları gerektiğini” etkin olduğu tüm dönemler boyunca savunmaktadır. Ebed-müddet iktidar partisinin ve güçlü devlet idealinin ‘yanında olan Ocak 1975-1984 arasında yoğun bir anti-komünizm anlayışı içinde çalışmalarına yön vermiş ve bu bağlamda yüksek düzeyde asker-sivil bürokratları kaynaştırmıştır. Devletin çelik çekirdeğini oluşturan kadrolarla yakın “danışma bağları” bulunan Ocaklılar Türkiye’de milliyetçi sağın gücünü partilerin değil devletin sürekliliğinden görmüşler ve bu anlamda 12 Eylül darbesinin danışman kurullarında etkili olmuşlardır. Komünizm tehlikesini engellediği sürece MHP’nin para-militer kuruluşlarına hoşgörüyle bakan Ocak açısından MHP dahil hiç bir parti vazgeçilmez değildir.

Devletin otoriter hızını yavaşlatacak her türlü radikal muhalefetin engellenmesinden yana olan Ocak, M.C. Hükümetlerini ve MHP’de sol radikalizmi bastırmaya yönelik şiddet politikalarını sonuna kadar desteklemiştir. İktisadi düzen tasarımlarında statükocu, büyük sermaye yanlısı olan bu tutumu konusunda Ocak’ın etkili ismi Süleyman Yalçın şunları söylüyor: “24 Ocak Kararları’nın hazırlanışı Aydınlar Ocağı’nın ürünüdür. Türkiye’nin sosyo-ekonomik çıkmazları ve çözümleri başlıklı ekonomik programı Turgut Bey hazırlamıştır. İçimizde beş ayrı oturum yaptık. Sonunda bir model çıktı ve hakikaten o model fikri tatbik edildi.” 24 Ocak Kararları’nının bir yanıyla devlet içinde ekonomik bürokrasiyi tümden TÜSİAD’ in temsil ettiği tekelli sermayeye devreden bir “darbe” olduğu düşünülürse bu darbede milliyetçi-muhafazakar, devletlü Türk-İslam sentezi ideologları ve devlet politikacılarının işlevsel konumları oldukça netleşir. Özel teşebbüsçü ve serbest piyasa yanlısı Ocakçı kesimin devlet içinde gerçekleşen 12 Eylül öncesi “bürokrasi darbesi” ve 12 Eylül Askeri Darbesi ile gelişen süreçte devlet kadrolarının kilit noktalarını ele geçirmesi devlet içinde bulunan sol Kemalist kadro kalıntılarının tasfiyesini de beraberinde getirmiştir. Bu sürecin yönlendirilmesinde MC deneyleri ile de güç kazanan Ocaklılar ve büyük sermaye Kemalizmin eklektik yapısı içinde bulunan otoriter söylemi faşist bir yorum içinde iyice ön plâna çıkarmışlardır.

Kemalist devletçiliğin KİT uygulamaları, devletin ekonomiyi kontrol mekanizmaları türünden 1930’lu yıllara özgü ekonomik-siyasal programı, bu programı temsil eden kadroların devletten tümden tasfiyesi ile sonuçlanmış, ancak, bu arada Kemalizmin siyasi devletçilik ve devletin otoriter hızını işler hale getiren tek partili Takrir-i Sükuncu pratikleri Türk-İslâm senteziyle kaynaştırılmıştır. Kemalizm’in devletin “resmi ideolojisi” olma anlamında toplumsal akımların çeşitliliğini kucaklayamaması, bu anlamda 12 Eylül konusunda güçlü ve kalıcı bir toplumsal mutabakatın oluşumunu engelleyebilirdi. Bunun bilincinde olan Aydınlar Ocağı, 12 Eylül’ün ,siyasi-ekonomik ve anayasal kurumlaşma sürecinde darbenin ve devletin otoriter hızını yeniden örgütlemesinin ideolojik ihtiyaçlarına uygun teorik açılımlar gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede İslâmiyeti lâikliğin demokratik yöneliminin dışına çıkaran açılımlarla din öğesi resmi otoriter ideolojiyle bütünleştirilmiştir. 12 Eylül’ün koruyucu İslâm kuşağı doktrini ile geliştirilen ABD merkezli yeni Ortadoğu politikasının gereklerini de gözeten İslamcı politika Ocağın danışmanlığında askeri yönetim tarafından devletin resmi politikası olarak uygulamaya konulmuştur. Bu politikanın işlemesinde Atatürk’ün sıkı bir Türk milliyetçisi, şiddetli bir anti-komünist olduğu tezleri dinle birlikte 12 Eylül öncesinde yaygın sol hareketlilik yaşayan Türkiye’de egemen ekonomik-siyasi blokun toplum üzerinde yeniden ideolojik hegemonya kurmasının araçları olmuşlardır. Bu teorik araçlarla ilgili olarak Aydınlar Ocağı’nın vurguları geçmişe dayanmaktadır. Kuruluşundan itibaren sağ iktidar bloğu ve seçmen tabanının partiler arasında bölünmesinden kaygı duyan Ocak, Türk sağının klasik tezleri ile ebed-müddet iktidar partisinin devletin kurucu ilkeleri olarak gördüğü anti-komünist, otoriter, milliyetçi unsurlarını teorik ve politik bütünlüğe ulaştırma çabası içinde olmuştur. Daha önce örneklerini gördüğümüz ve işveren kesiminde somutlanan sağı birleştirme tutumu, Ocağın devlet politikacısı kadrolarının da temel kaygısıdır. AP ile MHP arasında bu anlamda güçlü bir köprü işlevi gören ve MC deneylerinde AP-MHP birliğini sola karşı güvence olarak algılayan Ocak, sağın temsil ettiği milliyetçilik, muhafazakarlık, anti-komünizm, otoriter devlet anlayışı ideallerinin 12 Eylül yönetiminde somutlandığını ve kurumsallaştığını gördüğü ölçüde klasik sağ partilerden kolaylıkla vazgeçebilmiştir.

Partiler-üstü devlet politikacıları ve danışmanlarından oluşan bu kadro teknokratik ve üst-düzey bürokrat özelliklerinin yanında sermaye kesimi ilede sıkı bağlara sahiptir. Kendilerini “Devlete hizmet eden, devleti taşıyan münevverler” olarak tanımlayan ocaklılar, devletin çelik çekirdeği ile her dönemde uyum içinde olmuşlardır. Partilerin meşruiyetini toplumsal hareketliliği belirli sınırlar içinde tutmaları ile bağlantılı gören ve siyasi devletçi-otoriter anlayış çerçevesinde orduyu devletin öncelikli asli sahibi olarak kabul eden Ocaklı anlayışa ilginç bir örnek Ocağın önemli isimlerinden İbrahim Kafesoğlu’nun yazdıklarıdır. Kafesoğlu “Vatan müdafaasındaki fedakârlığı, eşine az rastlanan kahramanlığı, deha mertebesindeki stratejisi ve yalnız Türke has olup bazen vecd derecesine varan savaş azmi ile binlerce yıllık hayatı boyunca Türk’ün yeryüzünde ‘Efendi millet’ olarak devamlılığını sağlayan bir milli unsur olarak Türk Ordusu’ndan bahsetmektedir” Bu çerçeve içinde şoven, saldırgan, anti-komünist unsurları ön plana çıkarılan bir ordu-millet yaklaşımı sergilemektedir. Aydınlar Ocağı, 12 Eylül döneminde ordu-millet bütünlüğü yaklaşımını ön plana çıkararak askeri yönetimin önemli destek temellerini pekiştirmişlerdir. Desteklerini, darbe danışma kurulunda da sürdüren Ocaklılardan Şener Akyol ile Yılmaz Altuğ, Danışma Meclisi’nde anayasa komisyonu üyesi olarak çalışmışlardır. Aydınlar Ocağı’nın yarattığı gizlilik imajı, masonik hava ve sınırlı sayıda üye politikası (1985 de 130 üye) devletin İttihat-Terakki cemiyetçiliği, tek parti dönemi kadro hareketinde ifadesini bulan güç ve otoriteye tapınmanın ocaklı danışmanlar eliyle restorasyonu gibidir. Devletin sağ siyasi doğrultuda tüm güçlerini otoriter bir hızla ve birlik içinde kullanması ihtiyacının anlatımı olan bu restorasyon anlayışında askerlerle ocağın iletişimini güçlendiren etken Atatürkçülük söylemi olmuştur. Atatürk dönemi tek parti uygulamalarının otoriter hızını milli kültüre uygunluğu açısından ele alan Ocak, milli kültüre uygun olarak toplumu biçimlendirmenin tüm şiddete dayalı araçlarını meşru kabul etmektedir. Atatürkçülüğü devletin ebed-müddet iktidar partisinin “Milli Kültürü” esas alan tesbitleri çerçevesinde toplumu otoriter hızla düzenlenmesi bakımından yorumlayan Ocak 12 Eylül’e bu bağlamda tarihsel ve moral meşruiyet sağlamıştır.

Halk iradesini millet, milleti ise “milli kültürün” gereklerini belirleyen ve sürekli kılan “Kutsal Türk Devleti” ile bütünleştiren bu anlayışın darbecilerin hizmetine sunulması toplumsal tabana sahip olmayan darbecilerle Ocak arasındaki bağı oldukça güçlendirmiştir. Devletin merkezi gücüne ve orduya sıkı bağlarla bağlanmış Ocak, otoriter bir rejimin ideolojik ihtiyaçlarına yanıt verecek bir yapıya sahiptir. Bu kapsam içinde “Türk-İslâm Sentezi’nin 12 Eylül’de batıcılık unsurunu da içselleştirerek kurulması askeri yönetime büyük “yararlılıklar” sağlamıştır. Pratik siyasal yöneliş ve tasarımlar içinde 12 Eylül öncesinde MSP ile MHP arasında bölünmüş olan İslamcılık ile Türk Milliyetçiliği 12 Eylül’de resmi ideolojinin otoriter ve faşizan statüko kalıpları ile kaynaştırılmış ve darbecilerin hizmetine sunulmuştur. Bürokratik-otoriter devletin sahipleri tarafından teknolojik, siyasal ve askeri ittifaklar düzleminde batıcılık anlayışının da sentezin unsuru haline getirilmesi pratik-politik işlerliğini kolaylaştırmıştır. Devlet otoritesinin kendi iç çelişkilerini çözerek hızını yavaşlatan parlamento, partiler, yasalar, hukuk gibi bağlardan kurtulması otoriter-faşizan yapılanma içinde senteze yol açıcılık işlevi kazandırmıştır. MC Hükümetlerinden itibaren sağ siyasi stratejilerin geliştirilmesinde önemli katkıları bulunan Ocak 12 Eylül’ün temel mantık örgüsünün hazırlanmasında Türk-İslâm-Batı sentezini politik stratejinin kolay uygulanabilir biçimsel kalıplarına başarıyla aktarabilmiştir. 1980’li yıllarda, Aydınlar Ocağı tarafından düzenlenen İstanbul “Kubbealtı Akademi Cemiyeti” konferanslarında geliştirilen “Milli Mutabakatlar” başlığını taşıyan tezler, sentezin omurgasını oluşturan görüşlerin formülasyonudur. Bu konferanslarda Türkoloji Profesörü Muharrem Ergin’in “Milli Mutabakatlar” tezlerinin oluşumuna katkıları büyüktür. Eylül 1984 yılında kitap haline getirilen bu konferanslar “ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar” seminerinde “Milli Mutabakatlar” başlığı altında ve 40 maddede toplanmıştır. Aydınlar Ocağı’nın bu konferanslarında Muharrem Ergin 12 Eylül’e ilişkin olarak şunları söylemektedir: “Türk Tarihi açısından son 60 yılın birinci büyük hadisesi Atatürk hareketi, ikinci büyük hadisesi 12 Eylül hareketidir. (…) Birinci hadisede hareketin başında Atatürk’ün bulunması Allah’ın Türk Milleti’ne en büyük lütfü idi. İkinci hadisede de Kenan Evren’in bulunması Allah’ın bir lütfudur”.

12 Eylül’ü Türkiye’deki “özgürlük azgınlığının” bir sonucu olarak gören Celal Bayar ve darbe lideri Kenan Evren’le ortak paydalar taşıyan, 12 Eylül’ün siyasi doğrultusunu ve tasarımlarını meşrulaştıran Ergin’in şu görüşleri de kayda değer; “Binlerce yıllık devlet nizamı içinde adaleti, hakkı ve fazileti mükemmel bir şekilde yürüten ve kimseyi kimseye ezdirmeyen Türk kültüründe, köleliğin, engizisyonun, zulmün geçerli olduğu batıdaki gibi bir hürriyet meselesi yoktur. Devlete, otoriteye ve cemiyet nizamına karşı bir küfür ve tehdit hürriyeti halinde kalan özenti niteliğindeki hürriyet kavgası demokrasiyi zehirlemiştir. Türkiye siyasi hürriyetin yokluğundan değil, asıl bunun istismarından hürriyet elden gitti yaygarasından ıstırap çekmiştir.

Türkiye’nin toplumsal sınıf ve ideoloji farkına dayanmayan bünyesi ve şartları ideolojisiz, doktrinsiz, sağ-sol çatışmasına dayanmayan Anglo-Amerikan tipi kütle ve ekip partileri istikametindedir. Buna rağmen Türkiye’de istikrarsızlık unsuru içeren, latin tipi, en sağ uçtan en sol uca kadar sıralanan fikirler ve partiler yelpazesinin demokrasinin şartı olarak dayatılması yanlıştır. Türkiye, mesela A.B.D.’de olduğu gibi, birbirine yakın iki büyük partinin yürüteceği bir demokrasiye kavuşacağı gün çok rahat edecektir. Yarının Türkiye’sinde sağcı (dinci) ve solcu (marksist) parti olmamalı, bilhassa solsuz sağduyu demokrasisi hakim olmalıdır”. Muharrem Ergin, 12 Eylül Anayasası için “Türkiye’nin belki de en az yüzyıllık ihtiyacını karşılayan 1982 Anayasası” tanımı kullanmaktadır. Devletin restorasyon ihtiyacının bilincinde olan Ergin, otoritenin etkinliğini sınırlayan ve hızını azaltan bağlardan kurtulmasını Takrir-i Sü-kun’da simgelenen Kemalist Otoriteryanizmle özdeşleştirmekte, “Demokrasinin her yerde aynı olduğunu söyleyen klasik demokrasinin insan tabiatına ve ayrı ayrı cemiyetler gerçeğine aykırı olduğunu belirten ve disiplinli demokrasi isteyen Ergin, Ocak’ın biçimci demokrasi anlayışını sadece serbest seçimler ve parlamentonun varlığı ile sınırlamaktadır. Türk-İslâm Sentezi için de İslâmı, Brezinski Doktrini’nin dost ülkelerde “kanun dairesinde tutulmalı ” ilkesinden algıladığı belirgin olan Ergin, “Türkiye dinci olmayacak fakat daima dindar kalacaktır” demektedir. Ergin’e göre “Bir huzur ve sükun müessesesi olarak dinin cemiyet hayatındaki yeri büyüktür ve İslâm, Türklüğü koruyan çok önemli bir manevi silahtır”. Ergin ve Aydınlar Ocağı Türkiye’de dinden beklenen işlevlerin, devletin müdahale ve kontrolü ile sağlanması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu kapsam içinde, Aydınlar Ocağı Türkiye’de dinden beklenen işlevlerin, devletin müdahale ve kontrolü ile sağlanması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu kapsam içinde, Aydınlar Ocağı 9-10 Mayıs 1981’de “Milli Eğitim ve Din Eğitimi” konulu bir seminer düzenleyerek “devletin zorunlu din eğitimi vermesi ve laikliğin zorunluluğu din eğitimi ile çelişen yönünün bulunmadığı” görüşlerini ortaya atmıştır. Sonuçta, orta eğitimde zorunlu din dersi uygulaması 1982 Anayasasında hüküm altına alınarak yürürlüğe konmuştur. Bu doğrultuda 1983 tarihini taşıyan ve DPI tarafından hazırlanan Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda Atatürk’ün “Türk Milletinin dindar olması gerektiği doğrultusundaki” direktifleri belirtilmiş ve 12 Eylül yönetimi “dinci olmayan dindar devlet” ilkesini resmileştirmiştir?

12 Eylül darbesinin, Aydınlar Ocağı’nın Türk-İslam sentezi tasarımıyla bağdaşması resmi ideolojinin kutsal devletçi-otoriter unsurları ile eklemlenerek devlet-ordu nezdinde resmileşmesini sağlamıştır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu başkanı Em. General Suat İlhan devletin resmi görüşü haline gelen Türk-İslâm sentezine ilişkin olarak şunları yazmaktadır: “Türk Milleti dört asır önce asrına ismini vermiş bir büyüklükten gelmektedir. Asya bozkır medeniyetinin temsilcisidir. İslam medeniyetinin gelişmesinde büyük katkılarda bulunmuştur. Türk ve İslam medeniyetlerinin sentezini gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzenini ve yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha su yüzüne çıkmaktadır. Türk milleti 200’e yakın devlet kurmuştur. İstiklal Harbi, Türk-İslam sentez medeniyetinin yücelttiği Osmanlı İmparatorluğu’nda bu sentez medeniyetin kendi kendisini yenileme gücünü yitirip yenik düştüğü noktadaki savaştır. İstiklal Harbi ve inkılaplar, Türk-İslam sentez medeniyetinin batı medeniyeti ile yeni bir senteze ulaşması amacına yöneliktir. (Resmi İstikamet Türk-İslam Sentezi, 2000 Doğru 25.1.1987 s. 8-13) Tüm bir toplumun evrimini tarihe kendiliğindenci kutsal bir amaç yükleyerek 12 Eylül’ün Türk-İslam-Batı sentezini restore etme amacına bağlayan bu metafizik görüş tüm parlak ifadelere rağmen Pentagon politikalarıyla da uyum içindedir. Bilindiği gibi 1978 İran-İslam Devrimi’nin ardından Resmi-Yasal İslama dayanarak Sovyet tehdidi ve ABD çıkarlarına karşı gelecek Radikal İslama karşı Türkiye-Suudi Arabistan-Pakistan’ı kapsayan Yeşil Kuşak projesi Pentagon tarafından formüle edildi. Bu çerçevede Türkiye hem İslamiyeti destekleyip, hem de ne bir dini müessesenin ne de müslüman uçların devlet işlerine karışmalarına izin vermeyen dinci olamayan dindar devlet eksenine oturtuldu.”” Bu kapsam içinde düşünüldüğünde resmi ideolojinin yanında emperyalizmin bölgedeki siyasal ve ekonomik çıkarlarının örtüşmesi bakımından da Türk-İslam sentezi teorik bir dayanak oluşturmuştur. Aslında, anti-komünizm eksenine oturan sağcı İslam politikası DP döneminden itibaren ABD’nin bölgedeki askeri siyasi çıkarları doğrultusunda sürekli gündemde tutulmaya çalışılmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri birçok başka alanda olduğu gibi 1960 hareketi ve 1961 Anayasası’nın kazanımlarını toplumdan kazıma anlamında Bayar-Menderes dönemi uygulamalarını kaldığı yerden devam ettirme özelliğine sahiptirler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra NATO ve ABD’ nin İslamı anti-komünist bir güç olarak konuşlandırma isteği DP iktidarının resmi görüşü İslamla kaynaştırma ve açık tarikat bağlarımda içeren kitlesel İslami canlılıktan yararlanma yönündeki politikasını güçlendirmiştir. Bu noktadan itibaren sağ iktidarların oy deposu haline getirilen İslamcı kesim, 60’h yıllar boyunca anti-emperyalist motiflerle harekete geçen solun bastırılmasında kullanılan bir vurucu güç haline gelmiştir. Kanlı Pazar, toplu namazlar sonrası sol kuruluşlara ve kişilere yönelik saldırılar bizzat sağ iktidarlar tarafından planlanmış ve İslamcılar bu doğrultuda terör aracı olarak solun üstüne saldırtılmıştır. Koyu bir Atatürkçülük ideolojisini gündeme getiren 12 Mart dönemi yükselen sol dalgayı kırma konusunda İslami gücü desteklemiş ve geniş yığınları kazanma adına “dindar devlet” uygulamalarını Milli Eğitim alanı başta olmak üzere gündeme almıştır. Bu çerçeve içinde toplumda sol akımlar ve marksist eğilimlerin güçlenmesini önlemek bakımından “milli ve manevi değerler ile örf ve adetleri” güçlendirmenin gerekli olduğuna karar verilmiş, bunun için en etkili önleminde imam-hatip okullarını lise haline getirmek olduğu vurgulanmıştır. Bu politikaya uygun olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun işlerliğine son verilmiş ve islami bilgiler okutan bu okulların lise sayılması ve üniversiteye girme haklarının düzenlenmesi ile Türkiye ikili eğitim-öğretim yapısına geriletilmiştir. 12 Eylül darbesi sonrasında resmi devlet politikası haline getirilen Türk-İslam Sentezi 12 Mart’ın din politikasının oldukça yetkin biçimde sürdürülmesi ve devletin ideolojik hegemonyasını tekrar kurmasının teorik aracıdır. Bu sentezin ideolojik vurguları ile değişmeyen bir toplum yapısı ve otoriter bir siyasal rejimi temel alan darbeciler kim tarafından ve nasıl saptanacağı belli olmayan “milli kültür” kavramına dayanarak toplumsal yaşamın ve siyasal kurumların düzenlenmesi konusunda meşruiyet duygusu ile hareket etmişlerdir. Aydınlar Ocağı bu noktada darbecilerin büyük desteği olarak, Türkiye’de iktidarın meşruluk kaynağını milli kültüre bağlamış, oy çoğunluğunu elde etse bile milli kültür politikasını kabul etmeyen iktidarın meşru olmayacağını vurgulamıştır. Sentezciler toplumun büyük çoğunluğu tarafından bile oy çoğunluğu ile meşru biçimde değiştirilemeyecek bir milli kültür tanımı yapmışlardır. Bu milli kültür tanımının arka planında Türkiye’de ordunun ve giderek emperyalizmle güçlü bağları olan tekellerin ve siyaset planlaması yapan devlet politikacılarının siyasal iradelerinin bulunduğu açıktır.

Bu siyasal iradeyi Türkiye’nin lanetli siyasi mirası ile sentezleyen Ocakçılar devlet içinde ciddi bir kadrolaşmaya gitmişlerdir. Bu kadrolaşmanın niteliğine ilişkin şu bilgiler tamamlayıcı olacaktır: Eylül darbesinin sonrasında Aydınlar Ocağı’nın başkanlığını da yapmış olan Salih Tuğ İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı, muteber üye Ahmet Somer Ankara Ün. de, Ümit Akkoyunlu Erzurum Atatürk Ün. Dekan, Ayhan Songar-Leyla Ebruz ve Zeynep Korkmaz TRT Yönetim Kurulu Üyesi oldular. Ocak çevresiyle oldukça iyi ilişkileri olan Tarık Somer Ankara Ün. Rektörlüğü’ne, Erol Cansel Rektör yardımcılığına getirildiler. Bu arada ocak çevresinden olan ve Türk-İslam sentezinin doktriner savunucusu olan akademisyenlerin üniversite içindeki üssü durumuna getirilen Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünü de ele almak gerekir. 20.7.1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı bir yasa ile “Atatürk ilke ve İnkılaplarını araştırmak ve bu konuları üniversite öğrencilerine anlatacak öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla” kurulan enstitünün ilk genel müdürlüğüne ülkücü yayın organlarının konuk yazarlarından Pof. Dr. Aydın Taneri atandı. Taneri’nden sonra bu göreve 1944 Türkçülük-Turancılık davası sanıklarından Türkistanlı Prof. Zeki Velidi Togan’ın, daha sonra Aydınlar Ocağı’nın ilk genel başkanı İbrahim Kafesoğlu’nun asistanı olan, MHP’nin 1977 seçimlerinde Adana’dan milletvekilliğine aday gösterdiği Mustafa Kafalı getirildi. Bu arada ülkücü camianın ünlü isimlerinden Bahaeddin Ögel ve Rafet İnanç da Türk İn. To. Ens. Yönetim Kurulu üyeliklerine atandılar. Bu enstitüde kurmay subaylara da doktora yapılması imkanı tanındı. Ayrıca enstitü üyesi ocaklı ülkücü devlet politikacılarına Milli Güvenlik Kuruluna danışmanlık statüsü sağlandı. 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı Türkiye’de geçerli mülkiyet rejimi ve dünya kapitalist sistemi ile eklemlenen sosyo-ekonomik formasyonun siyasi omurgası olan büyük sağ federasyonun bölünmesine devletlü kesimin tepkisidir. Tekelli sermayenin orta sınıflarla mesafeyi açması ve bu bağlamda keskinleşen çelişkilerin sermaye fraksiyonlarını çeşitli sağ partiler içinde bölünmeye uğratması, bu sınıfsal-toplumsal ayrışma temelinde ciddi bir ideolojik hegemonya ve politik irade krizi yarattı. Toplumsal muhalefeti derinliğine olmasa da yaygınlığına kucaklayan sol (eylemli sol) hareketlilik devletin kuruluş ilkelerinde bulunan “uç” siyasi ve askeri eylemsellik ile bunun enternasyonal olabilecek bağlarının tehlike kurgusu ile birleşince “devletin şahlanıp, düşmanlarını ezmesi “gündeme getirildi. Gündemin belirlenmesinde ebed-müddet iktidar partisinin en büyük desteği masonik bir kapalılık içinde örgütlenmiş, dış politik merkezlerle ve büyük sermaye ile bağlantılı siyaset planlaması yapan devlet içinde de örgütlü kurullardı. Bu kurulların açığa çıkmış örneklerinden Aydınlar Ocağı’nın niteliğini 12 Eylül’le bağlantıları içinde kavramak Türkiye’nin gerçek siyasetinin kimler tarafından, nasıl, hangi yöntem ve ilkelerle belirlendiğinin zengin bir örneğini teşkil etmektedir.

Gencay Şaylan’ın “İslamiyet ve Siyaset” adlı çalışmasında “Türkiye’nin ‘Opus Dei’si” olarak nitelendirdiği Aydınlar Ocağı’nın resmi ideolojinin biçimlenmesinde oynadığı rolün onu “Opus Dei”nin büyük gücüne ulaştırmaya yeterli olmayacağı açıktır. Ancak Türkiye’nin “Opus Deisi” anlayış ve kurumlaşmasını örneğin TİSK, TÜSİAD, Aydınlar Ocağı ve istihbarat kuruluşlarının kesişme alanında yöntemsel bir açıklık aracı olarak görmek sanırız çok yararlı olacaktır. Opus Dei nedir? Değerli bir çalışmanın bilgileri: Opus Dei (tam adıyla Sociedad Sacerdotal de la Santa Cruz de Opus Dei), 1928 yılında İspanya’da Katolik bir rahip tarafından kurulan bir örgüttür. Opus Dei, Latince Tanrının Yapıtı demektir. Dört düzeyli üyelik hiyerarşisinin alt basamağındakiler hariç, diğer üyelerin bağlılık ve gizlilik andı içmeleri gerekliydi. Üyeliğe seçkin ve önderlik niteliğine sahip kişiler kabul edilir. Zaten Opus Dei üyeliği başlı başına bir seçkinlik, üstünlük nedeni olarak algılanmaktadır. 1950 yılında Papa tarafından resmen onaylanması, Opus Dei’nin saygınlığıyla birlikte seçkinci ve masonik yapısını pekiştirdi. Örgüt, kadrolaşmada-elbette yönetici çekirdek dışında-büyük mülk sahipleri ve siyasetçilerden çok; her alanda uzman, teknokrat unsurlara ağırlık vermeye yönelmişti. İspanya İç savaşı’ndan sonra üniversitelerin yönetiminde etkin bir konum elde ederek özellikle yurt dışı burs, doktora vs. imkanların kullanımını yönlendirmeleri, bu stratejiye büyük yarar sağladı. Sonraki aşamada örgüt bizzat orta ve yüksek öğretim kurumları ve yurtları açarak eğitim sektöründeki denetimini kurumlaş-tırdı. 1950’lerin ortalarından itibaren, artık iletişimden sanayi ve teknolojiye, kamu yönetimine kadar hemen her alanda, iyi yetişmiş genç “parlak” kadroların önemli bir bölümü, Opus Dei üyesiydi. Örgüt böylelikle hem devlet üzerindeki etkinliğini, hem de “partiler üstü” bir görünümle saygınlığını geliştirdi. Bu yapı, Opus Dei’nin kökenindeki Katolik muhafazakarlığı temelli otoriter faşizan ideolojinin; siyaseti dışlayan (apolitik), teknokratik pozitivist bir söylemle ve ahlakla rötüşlanmasını beraberinde getirdi. Bu söylem, kendisini siyasi tercihlerle ve terimlerle değil, “nesnel” bilimsel mesleki gerekliliklerle ifade ederek otoritenin tartışılmazlığını “sağduyulu” bir şekilde dayatmaya elverişliydi.

Opus Dei’nin gerçekleştirdiği kadrolaşma ve ürettiği ideoloji, Franco Faşizmi’nin 1950’lerdeki bunalımından kaynaklanan ihtiyaçlarıyla örtüştü. Franko rejimi, büyük toprak sahiplerinden burjuvazinin değişik fraksiyonlarına, kiliseye ve orduya uzanan geniş yelpazeli anti-komünist ittifaka dayanıyordu. İç savaş sonrasından itibaren, bu ittifakın ortak paydasını oluşturacak bir iktisadi-siyasi program ve ideolojik söylem üretmekte zorlanmış; giderek bir temsiliyet ve hegemonya bunalımına düşmüştü. 1956 yazında bunalımın dip noktasında, sanayi burjuvazisinin tercihleri ve IMF’nin bununla uyarlı önerileri doğrultusunda yeni bir iktisadi program uygulamaya konuldu. Bu program, esas oyarak “ihracata yönelik sanayileşme” ve “enflasyonla birlikte büyüme” önceliklerine dayanıyordu. Opus Dei bu programın saptanmasının, yürütülmesinin ve meşrulaştırılmasının baş aktörü olarak devreye girdi. Programı yürütecek olar hükümetin kilit bakanlıklarında, Opus Dei üyesi teknokratlar yer aldılar. Opus Dei teknokratlarının, demokratikleşmeyi milli gelir hesaplarına indirgeyen, her türlü siyasal toplumsal talebin karşılanmasını sorumlusunun-uzmanının “nesnel” bilgisine-yetkisine terk etmeyi vaaz eden yaklaşımları, resmi ideolojiye nüfuz etti. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Franko rejminin çöküşüne dek temel politikaların belirlenmesinde ve bütün hükümetlerde Opus Dei, “perde arkası” denemeyecek kadar belirgin rol oynadı. 1974’de İspanya Hükümetinin 19 bakanından 10’u Opus Dei üyesiydi. Opus Dei, eğitim sektöründen sonra iletişim sektörüne, ardından sanayi, ticaret ve bankacılığa el attı. Sahip olduğu veya denetlediği büyük holdinglerle, firmalarla büyük bir güç haline geldi. Bu güç iktisadi olarak da yoğundu. 1982’de İspanya’da iktidara gelen (sosyal demokrat nitelikli) Sosyalist Parti, sahiden iktidar olabilmek için ordu ve kilise ile birlikte Opus Dei ile mücadele vermek zorunda kaldı (…). Örgüt, Portekiz’de ve Latin Amerika ülkelerinde de örgütlenerek, bütün diktatörlük rejimlerine kadro, danışmanlık, para yardımı ve ideolojik destek sağlayan büyük bir güç odağı olmuştu. CIA ile “akademik” görünümlü sıkı işbirliğini kurumlaştırdı. Papalık, katolik muhafazakarlık için oluşturduğu dayanağın yanında, güçlü anti-komünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei’nin statüsünü 1982’de yükselterek, örgüt önderine, tarikat başkanlarına mahsus “piskopos” unvanını bahşetti.

Türkiye’de bulunan Opus Dei’nin önemli güç odaklarından yalnızca birini oluşturan Ocaklı akademisyenler 12 Eylül’ü II. Türk rönesansı olarak değerlendirdiler. Milli kültürü, “kültür, bir milletin her şeyden önce milli güvenlik meselesidir” [Milli Mutabakatlar s. 33] biçiminde yorumlayan Muharrem Ergin, Milli Güvenlik Stratejisi’ne uygun bir kültür kuramını formüle etti. Milli Güvenlik Devleti doktrininin gerekleri doğrultusunda Ergin’e göre “Bir daha ele geçmeyebilecek olan 12 Eylül fırsatı” iyi değerlendirilmelidir. 12 Eylül öncesindeki “çöküş”ün nedeni olarak, milli devlet olmanın şartlarının yerine getirilmemesi, yani milli kültür politikasının güdülmemiş olmasını gösteren Ergin, milli güvenlik doktrini-milli kültür bileşimi içinde tam bir Takrir-i Sükun özlemini ortaya koymaktadır. Pentagon kökenli anti-komünist doktrinleri devletin kuruluş ilkeleri arasında bulunan “sol alternatifi” ortadan kaldırma geleneği ile birleştiren bu milli kültür anlayışının asrı saadet devrini Ergin şöyle açıklamaktadır: Türkiye’de siyasi huzurun tam olduğu Atatürk devri ve 1938-1945 arası devre. Atatürk’ü en büyük Türk milliyetçisi ve milli kültürcüsü olarak tanımlayan Muharrem Ergin, onu hümanist beynelmilelci gösteren kozmopolit münevverlere karşı çıkmaktadır. Türkiye’de yanlış demokrasi uygulandığını ileri süren Ergin’e göre doğru demokrasi “milli irade (?) demek, milli irade ise milli kültür demektir”. 12 Eylül’ün milli kültüre dönüş hamlesini başlatmasını darbenin meşruluk gerekçesi olarak gören Ergin, Pentagon kaynaklı, Takrir-i Sükun özlemli 12 Eylülcü “milli kültür” rönesansının uluslararası boyutunu da “Yanlış demokrasiye müdahale edip Türkiye’nin çökerek Ortadoğu’daki hassas dengenin bozulması ve hür dünyanın komünist dünya karşısındaki dayanma stratejisinin altüst olmasının engellenmesi” olarak görmektedir. Milli kültür odaklı ve milli güvenlik doktrini ile çerçevelenmiş, Pentagon’un “seçmeli caydırıcılık” formülünü sol hareketi bastırmada ilke edinmiş 12 Eylül’ün danışmanı Türk-İslam sentezcileri, disiplinli ve otoriter bir toplumun nasıl kurulacağını temel sorun olarak ele aldılar. Toplumsal sınıfların mevcut statükonun değişmezliğini kabullenecekleri, aydınların ve emekçi sınıfların mümkün olduğu kadar az talepte bulunacağı, herkesin toplumsal konumuna rıza gösterip bunu değiştirme konusunda umut taşımayacağı bir toplum modeli ve siyasi sistem bu soruya verilen cevabın özünü oluşturdu. Her türlü toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmaya yönelen 12 Eylül darbesinin otoriter ve faşizan toplum düzenini kurumlaştırma konusunda çizdiği siyasi hat üzerinde Türk-İslam sentezi açıkça siyasi bir program olarak uygulandı.

Üniversiteler, YÖK, TRT, Atatürk Yüksek Kurulu gibi ideolojik devlet aygıtları, Aydınlar Ocağı ve sentezcilerin kontrolüne bırakıldı. Güçlü devletle bütünleşen total toplum anlayışı askeri yönetim tarafından “milli kültür kılıfıyla halka zorla kabul ettirildi”. 12 Eylül yönetimi, Türk-İslam sentezi kurulurken sentezin Türk tarafına Atatürk ve Atatürkçülüğü yerleştirdi. Başlıca 5 yıllık kalkınma planı ile ilgili ihtisas komisyonu raporunun 517. sayfasında yer alan görüşler bu noktada oldukça aydınlatıcıdır: “Atatürk, milletin cehaletten kurtulması için uğraşmıştır, ama dininden ve ahlakından uzaklaşmamıştır. Türk milleti dindar olmalıdır. Türk milleti mütesaviyen dinini öğrenmelidir. Dinini öğrenmek için tek bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir demiştir. Bunun için Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartıp, herkesin aynı öğretimden geçmesini istemiştir… Bu kanuna ve direktiflere dayanan Milli Güvenlik Konseyi din ve ahlak derslerini bu sebeple mecburi hale getirmiştir”. Bu rapor Türk-İslam sentezini devletin resmi görüşü haline getiren darbecilerin hangi görüşlerle hareket ettikleri konusunda oldukça ilginç veriler sunmaktadır: “Her şeyden önce dinin sadece bir vicdan meselesi olduğu ve vicdanlarda hapsedilerek ferdi davranışlarda ve toplum hayatında hiçbir yankısının olmadığı fikri isabetli değildir… Bir takım dini emir ve kuralların canlı bir şekilde yaşanmakta olması, dinin toplumdan ayrı tutulamayacağını göstermektedir”. Dini toplumsal yaşamın düzenlenmesinde temel unsur haline getiren sentezci görüşün bir adım sonra siyasi sistemin düzenlenmesini dinsel esaslara dayandırmayı bir eğilim haline getirme manevrasını şimdilik saklı tuttuğu devletin bu çok önemli raporundan anlaşılmaktadır. 1983 yazında DPT tarafından yayınlanan bu belgenin hazırlandığı makamın adı ile Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu raporu olması Türk Opus Dei’sinin devletle içice geçmiş niteliğini, görülerinin devletteki ağırlığını simgelemektedir. 12 Eylül darbesinin kurumsal kazanımlarını zorba bir biçimde hukuki kalıplara döken 1982 Anayasası’nın 24. maddesi “din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almaktadır” hükmünü getirerek laik aydınlanmacılığa milli eğitimin kapılarını tamamıyla kapatmıştır.

Eğitimin bir bütün olarak milli güvenlik doktrini çerçevesinde düzenlenmesi Ocaklı kesimin “kutsal devlet” görevlerinden en başta geleniydi. Bu amaçla, Atatürk ilke ve inkılapları ile ülkemizin stratejik kaderine bağlı tehdit konularının” işlenmesi karara bağlandı. Türk Opus Dei’sinin istihbarat bağlantıları konusunda açık verdiği alanlardan biri de budur. Zira, “tehdit konuları seminerler, paneller, konferanslarla işlenirken, MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, Genel Kurmay İstihbarat Başkanlığı ile işbirliği yapılacağı belirlenmiştir. Bu çerçevede yüksek öğretim gençliğinin milli değerler, hedefler ve Atatürk ilkeleri yolundan sapmalarına sebep olabilecek ideolojik tehditleri belirleyecek, karşı önlemleri gösterecek ve sürekli görev yapacak bir “kurul” görevlendirilerek Türk Opus Dei’si eşliğinde gizli istihbarat örgütleri üniversiteye bir daha çıkmamacasına yerleştirildi. Devletin resmi ideolojisini Türk-islam sentezinin verileriyle güçlendiren sentezciler üniversite ve istihbarat kuruluşları ile kolkola yerleşirken üniversite içinde büyük bir tasfiye süreci yaşanmış, 2000 kadar öğretim üyesinin işine son verilmiştir. Türk-İslam sentezcileri 12 Eylül’ün devletle içice geçme imkanını sağlayan ideolojik yapılanmalar sürecinde sağ parti tabanları karşısında 1980 öncesi taşımak durumunda oldukları tüm sivil ve bazen muhalif görünüm taşıyan süslerinden de soyunmuşlar, devletlü, istihbaratçı ve devlet siyaset planlayıcısı rollerini hakkıyla oynamışlardır. Türk-İslam sentezinin devlet içindeki uygulayıcıları, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile A.Ü.’ne bağlı Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü oldular. Sürekli olarak bir generalin başkanlığında yapılan Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tartışmaları büyük bir gizlilik kaydı ile yayınlanmamıştır. Kurul toplantılarında sentezin Kürtlerle ilgili yanı da ele alınmış ve sorunun çözümü, Türk-İslam sentezinin, milli kültürün özünü oluşturan içeriğinin Kürtlere kabul ettirilmesi ve bu konuda dinden yararlanılmasına bağlamıştır. Kurulun toplantılarında ileri sürülen görüş ve önerilerle ilgili olarak açığa çıkan bilgiler önemli ipuçları içermektedir. Kurul toplantılarının birinde küçük risaleler halinde hazırlanacak kitapların Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde dağıtılması gündeme getirilmiş ve dağıtılacak kitap konusunda kurul üyelerinden biri şunu önermiştir; “Bahis konusu halk kitabı için Prof. Dr. merhum İbrahim Kafesoğlu’nun Türk-İslam Sentezi adı ile basılan eserinin seçilmesinin uygun olacağını düşünüyorum.” Örgütçülüğün geçerliliğine inanan bir başka üye TRT ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan yararlanılmasını önermiş ve “Yeri gelmişken yazmadan edemeyeceğim. Tek başına iktisadi imkanları sağlamakla bölücülük önlenemez. İktisadi faaliyeti kültürle beslemek lazımdır. Bu konuda da belli illerde görevlendirilecek insan unsuru birinci planda gelir. Vali, kaymakam, nahiye müdürü, müftü, imam-hatip, vaiz, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerini mutlaka özel bir şekilde seçmek gerekir. Bu konuda kanunun yüksek kuruma verdiği yetkiye dayanarak ilgili bakanlarla işbirliği yapmak ve yukarıda saydığım görevlileri seçmek gerekir” demiştir.

Görüldüğü gibi Devlet personel kanununa tâbi görevliler için bazı (özel) kıstaslar aranmaktadır. Devletin kültür politikasının üretimini üstlenen kurulun bazı yetkilere dayanarak doğrudan bakanlarla işbirliği yapması ve belirli nitelikler taşıyan görevlileri seçme durumunda olması kurulun kültür politikasını belirleme, siyaset planlaması yanında aktif istihbarat görevleri olduğunu da ortaya koymaktadır. Ocaklı kesimin ve diğer Türk-İslam sentezcilerinin ordu temsilcileri ile birlikte çalıştıkları kurul (kültürel savaşın politika ve kadrolarını belirleyen yarı gizli bir daire) gibidir. Kurulun görüşmelerinde ortaya çıkan bir başka öneride devletin Kürt politikasının kültürel boyutunu özetlemektedir. (Biz ne kadar vatandaşlarımızı Türk kabul etsek de onlar kendilerini bizden saymıyorlar. O zaman Müslümanlık fikrinden hareket edebiliriz. Bunun laikliğe aykırı bir tarafı yoktur. Zümre ve guruplara göre hitap etmek gerekecektir. Bazen de onların Türk olduğunu anlatacak Tarihi gerçekler aramalıyız) Bu arada gündeme getirilen bir öneri TRT’de bugün GAP programlarının yürürlüğe konulduğu düşünüldüğünde kurumun devlet içinde siyaset planlaması açsından güçlü konumuna bir karinedir. Arzu edilen hedefe varmada zaman kazandırıcı faktör TV’dir. Bu araçtan her nedense yeterince yararlanılmamaktadır. İkinci bir kanal açılması veya hususi paket programlara dayalı sabah ve akşam saatlerini içine alan yayınların yapılması gerekir. Türkiye’nin bütünlüğü meselesinde ikinci kanalın maliyeti üzerinde durmayı sağduyu ile bağdaştıramıyorum. Bunu ilgililere ısrarla tekrarlamaktan yanayım.

Bizim kanunumuzun 6/b maddesi gereğince bunu hayati nitelikli çerçeve içinde değerlendirip, tatbikini şiddetle talep etme hakkımız vardır.” Kurumun hayati nitelikte gördüğü milli kültürle ilgili konuların propaganda edilmesinde askeri darbenin propaganda bakanlığı yetkileri ile donatıldığı görülüyor. Türk-İslam sentezcilerinin önemli merkezlerinden olan kurumun, sentezin politik işlerlik kazanmasında oldukça incelikli ve klasik istihbaratçı yöntemlerini kullandığı kuruma görüş bildiren bir üyenin şu uyarısından da anlaşılmaktadır: “Bu kitapların ilmi ölçüler içinde hazırlanması gerektiğinde hiç kimsenin şüphesi yoktur, ancak dikkat edilmesi gereken en önemli hususun bunların belli bölgeler için hazırlandığı intibaının verilmemesi olduğunu sanıyorum”. (Eylül İmparatorluğu, Erbil Tuşalp, s. 329…332)

Milli güvenlik doktrinine dayalı milli kültür anlayışının teorik ve pratik amaç ve araçlarını geliştirmekle görevli Yüksek Kurum, yapısal açıdan birer kurumlaşmış kültür unsuru kabul edilen din, ahlak, hukuk, ekonomi, politika, basın-yayın ve kitap konularında politika üretme, istihbarat toplama, kadro oluşturma yetkileri ile donatılmıştı. 12 Eylül’le en üst düzeyde kaynaşan Ocaklılar bu tip kurumların vazgeçilmez üyeleri oldular. Bu üst düzey bağlantıyı ocağın ileri gelenlerinden Prof. Süleyman Yalçın şöyle anlatıyor: “1975-1980 arasında oldukça etkili faaliyet yapan Aydınlar Ocağı, hayatta insanı cemiyet içinde izah eden bir çaba, tarih içinde Türklerin müslüman olmasından sonraki oluşumun bir neticesidir. 12 Eylül’le birlikte, Necdet Üruğ Paşa 1. Ordu komutanıydı, daha önceden temaslarımız vardı, severiz, sayarız, bizim görüşlerimizi paylaşan bir insandı. Gördüler ki Türkiye’de, Türk devletine ve milletine yabancılaşmış bir grup insan var (…) Milliyetçi bir zemine oturmak ihtiyacını hissettiler. Fakat o devrede YÖK geldi, üniversiteleri yok etti adeta. Ama solun, marksizmin şerrinden kaçmak için işin başına milliyetçi-muhafazakar insanlar getirmeye çalıştılar. Pek çok dekan, rektör bu gruptan insanlar oldu”. Türk Opus Dei’si içinde generallerin de aktif olduğu ve teorisyenlerin görüşlerini siyasi pratikte geçerli kılmaya çalıştıkları açıkça görülüyor. 12 Eylül darbecilerinin milliyetçi zemine oturdukları, üniversiteyi solculardan temizleyerek milliyetçi-muhafazakarlara teslim ettikleri, dekan ve rektörlerin Türk-İslam sentezcileri oldukları Süleyman Yalçın tarafından belirtilmektedir. Sağ federasyonun partiler arası dağılmışlığından kaygı duyan milliyetçi-muhafazakar, kutsal devlet ve otorite yanlısı sağ entelijansiya partilerin tasfiyesini devletin bekası açısından zorunlu görerek darbeye bu konuda da en büyük desteği vermişlerdir. Bunu ikame etmek için toplumsal dayanaklarını güçlendirme adına sentezcilerin çabalarıyla yetkin bir uygulama kazanan islamcı dalga hayatın her alanına ağırlığını darbe sonrasında eskisinden daha büyük bir güç ve örgütlülükle koymuştur. Bu güç ve örgütlülükle ilgili olarak Gencay Şaylan’ın İslamiyet ve Siyaset adlı çalışmasından özet bilgiler aktarmak darbenin şeriatçı içeriğini aydınlatmak açısından yararlı olacaktır. Adı geçen çalışmanın verilerine göre; “1980 öncesinde genellikle sol akımların ve örgütlenmenin etkin olduğu ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. gibi seçkin kuruluşlarda halen örgütlü ve ortada gözüken tek siyasi hareket islamcılardır.” İmam-hatip lisesi kökenli gençlerle, islamcı hareketin sözü edilen kuruluşlarda ve diğer yüksek öğretim kurumlarında etkinliğini arttırmakta olduğu gözlemlenebilmektedir. Siyasi morali oldukça yüksek bulunan akımların “gelecek bizimdir” inancına sahip olduğu görülmektedir. Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı’nın yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına görede 12 Eylül darbesinden sonra islamın önemli bir gelişme gösterdiği varsayımı doğrulanmakta olup, 1981-1986 arasında dinsel bağlılığın arttığı ifade eden kesimlerin özellikleri “gelecek bizimdir” umudunun dayanaklarını ortaya koymaktadır. Dinsel bağlılığın son beş yıl içinde arttığını belirterek görüş bildirenlerin mesleklere göre dağılımı:

Bir mesleği olamayanlar        : %21.7
İşçiler                                  : % 12
Memurlar                             : %30.1
Serbest meslek              ‘      : %6.1
Öğrenci                               : %20.5
Esnaf ve zanaatkar               : %9.6

Devlet kurumları içinde eğitim gören ve çalışan memurlar ile öğrencilerin İslama dönüş hareketinde başı çekmesi çarpıcı bir olgudur. Devletin Türk-İslam sentezini resmi görüş haline getirmesi sonucunda islamcı kadrolaşma güçlendiği gibi yüksek öğretim kurumlarının imam-hatiplere açılması buradaki islamcı oluşumları yoğunlaştırmış görünmektedir. Belirleyici olan bu kişilerin bireysel bir vecd ve mistik tasarım sonucu İslama bağlanmaları değil devletin islamcı akımlara güç kazandıran dindarlık siyasetidir. 12 Eylül sonra-, sında tarikat örgütlenmesi daha da güçlenmiş, Suudi sermayesi tarafından finanse edilen, mali açıdan büyük kaynaklara sahip vakıflar ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bulunan 57.000 civarında camii, 374 imam-hatip okulu ve 6000 civarında Kur’an Kursu, Nakşibendiler, Nurcular, Süleymancılar, Bahailer, Kadiriler, Rıfailer, Asyacılar, Işıkçılar, Fethullahçılar, Hizbullahçılar ile ilişkileri içinde düşünüldüğünde devletin Diyanet İşleri bütçe ve kadrosunda somutlanan muazzam din desteği yanında İslami örgütlenmenin gücüne hiçbir itirazı olmadığını göstermektedir. Bu boyutta bir örgütlenmeye verilen destek devletin baş örtü yasağı türünden göstermelik çıkışlarıyla gündem dışında tutulamayacak kadar önemlidir. İslamcı etkinliğin büyük bir yayın bolluğu içinde gelişmesi ve 1980 sonrasında adeta bir dergi ve kitap patlaması yaşaması, hakkında “beraat” kararı verilmiş 133.000 kitabı sosyalist klasikler olduğu için önce “tutuklayan” sonra yakan sıkıyönetim uygulamaları ile birlikte düşünülmelidir. İslam, İcmal, Tavır, Girişim gibi islamcı akımın sözcüsü konumunda bulunan dergilerin satış rakamları bu yayınların içeriklerini belirleyen şeriatçı görüşlerle birlikte düşünüldüğünde islamcıların politik etkinliğinin sözde laik Türkiye’de ne kadar büyük olduğu görülmektedir. Bu yayınlar arasında bulunan İslam dergisinin tirajı 115.000 civarında olup islamcı yayınların gücünü ve yaygınlığını simgeleyen listeye şunları da eklemek mümkün; İcmal-Kadirilere yakın bir dergi olup tirajı 70.000 civarında; Sur-Nurculara yakın ve sadece abonelere dağıtılan aylık dergi tirajı 20.000, Mektup, Altınoluk, Aile ve Kadın gibi Nakşibendilere yakın üç derginin toplam tirajları ise 115.000 dolayındadır.

Ayrıca islamcı akımlara sempati ile bakan Milli Gazete, Zaman, Türkiye, Yeni Nesil türünden 4 Gazetenin ortalama günlük.tirajı 213.000 civarında bulunmaktadır. Bu yayın imkanları, devletteki kadroları, üniversitelerdeki örgütlülüğü yanında tarikatların özellikle DP döneminde açığa çıkan siyasi etkinlikleri 12 Eylül döneminde Ve Eylül yönetiminin sürdürücüsü ANAP zamanında zirveye çıkmıştır. Örneğin Nakşibendilerin Türk siyasal yaşamını belirleyen faktörlerden biri olduğunu artık kimse tartışmaya bile gerek duymamaktadır. Türk-İslam sentezinin düşünsel ve siyasal düzlemde İslama evrilmesi kaçınılmaz bir olgu olarak kendini dayatmıştır. Bu olgunun 12 Eylül partileri düzeyinde yansımalarını Şaylan’ın kitabında yeralan bilgilere göre eski bir MSP yöneticisi şu biçimde vurgulamaktadır: “Türkiye’de bir tarikat üzerine oturmayan ya da o yönde gayret göstermeyen sağcı parti yoktur.”67 İslamcı akımların sağ partilere ilişkin destekleri hakkında başka bir kaynak ise şu bilgileri içeriyor: “Yeni Nesil ile Yeni Asya çevreleri DYP’cilik-Demirelcilik yarışı içinde, gözü devlete sadık mümin kadrolar yetiştirmekten başka bir şey görmeyen Fettullah Hoca şu an doğal olarak ANAP’cı, politika yapmayı kendilerine zarar gelmemesi için en güçlü sağ partiyle iyi geçinmek olarak gören Süleymancılar, Adıyaman Dergahı gibi yapılanmalarda ANAP ile iyi -geçiniyorlar. Başta Erenköy Dergahı’nın İstanbul Kolu olmak üzere, bir dizi küçük gelenekçi cemaat ANAP’a yalnız oy değil, kadro da veriyorlar.” 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezine dayalı, milli güvenlik doktrini çerçevesinde geliştirilen ve istihbarat kuruluşları-ordu-Aydınlar Ocağı-sağcılaştırılan üniversite eksenine oturtulan ve solun politik, ideolojik, toplumsal etkinliğini kırmaya yönelik islamcı-şeriatçı politikası toplumla devlet arasındaki bağda tarikatlara örgütsel meşruiyet tanımıştır. Her türlü demokratik ara kurum ve örgütsel oluşumu solcuların kullanabileceği saplantısıyla reddeden devlet, toplumu tarikatlar, islamcı akımlar, islamcı eğitim kurumları, büyük bir din adamları topluluğu ile kontrol altında tutmayı 12 Eylül’le birlikte temel politikalarından biri haline getirmiştir. 12 Eylül partilerinin kuruluş sürecinde bu politikanın sonuçlarını çarpıcı bir biçimde ortaya koyan ve muhafazakar parti lideri Mehmet Pamak’ın “destek” talebine Türkiye’deki Süleymancıların lideri Kemal Kaçar’ın verdiği cevabı içeren simgesel tutum şöyledir: “Bizim Türkiye çapında müesseselerimiz var, bunların varlıklarını idame etmek için iktidara yakın olmak zorundayız. Kimi oy bakımından destekleyeceğimiz 5 Kasım’da belli olur. Bize şu anda en yakın görünen Özal, onu desteklemeyi düşünüyoruz.”169 Son derece monolitik ve hiyerarşik bir yapıya sahip ve Türkiye genelinde 1600 erkek ve 300 kız Kuran kursu çerçevesinde örgütlenen Süleymancıların bu kurslarının kapasitesi 100.000 kişi olup, esas birim olan tekke ya da dergahlarda yer alanlar bu sayıya dahil değildir. Ayrıca 7.10.1983 tarihi itibarıyla 904 dernekte örgütlenen kurs ve okul talebelerine yardım dernekleri federasyonunun herbirinin bir yurt açtığı düşünülürse bu yurtlara 90.000 civarında öğrencinin devam ettiği görülecektir.

12 Eylül sonrasında tüm Süleymancı yurtlarında Kenan Evren köşeleri açıldığı da Ayet ve Slogan isimli eserin 133. sayfasında yer almıştır. Bugün yalnızca Almanya’da 150’yi aşkın camiinin Süleymancıların kontrolünde olduğu biliniyor. Bu kadar yaygın ve güçlü bir örgütlenmeye sahip Süleymancıların Türkiye’deki islamcı akımlardan yalnızca birini temsil etmesi gerçeği ile birlikte darbenin toplumun diğer örgütlenme düzlemlerdeki bastırıcı ve yok ediciliğine bakmakta yarar var: 12 Eylül darbesi İzmir Sıkıyönetim komutanlığı emriyle sadece İzmir’de 589 dernek kapattı. Kapatılan derneklerden bazıları: Torbalı Kasaplar Derneği, Ödemiş Patates Ekicileri, Fidancılar ve Pamukçular Der., Sağırları Koruma Der., Fakir Hastalara Yardım Der. TMMOB’nin genelkurul toplantısında solcu avlayacağını düşünen askeri yönetim, toplantıya katılacak delegelerin isimleri, işyerleri, oturma adreslerini istemiştir. Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Müdürünün imzasını içeren yazıda bu bilgilerin verilmesinden sonra “Genel kurulunuzun yapılıp yapılmayacağı ayrıca bildirilecektir” uyarısı yer almıştır. Türkiye Barolar Birliği Adalet Bakanlığına, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bayındırlık Bakanlığına, Türk Tabipler Birliği Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığına bağlanırken, islamcı- akımlarda yayınların yanı sıra vakıf, dernek, kurs patlaması da yaşanıyordu. Toplum ile devlet arasında bulunan muhalif ara yapıların ortadan kaldırıldığı bu süreçte kendini “İslam Dindarlığı” çizgisinde ifade etmek zorunda bırakılan Türkiye toplumunu 12 Eylül yönetimi her türlü aydınlanmacı ve eşitlikçi insani değerlerden “izole” ediyordu. İslamcı akımların açık desteklerine gelince; örneğin, Fettullahçılara yakın olan nurcu gruplardan Türkiye Öğretmenler Vakfı’nın dergisi Sızıntı, 12 Eylül’e desteğini şöyle ifade ediyordu: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya… Onun süngüsü yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktır. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam…”171 Sızıntı başyazarının Çağ ve Nesil adı altında birleştirdiği yazılarından birinde 12 Eylül darbesi için Düşmanı kıskıvrak yakalama ve zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen mehmetçiğe, istihâlerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” (s. 9) demektedir. Çeşitli islami akımların bu türden görüşlerini içeren örnekleri çoğaltmak mümkün, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine islam kesimi birkaç marjinal çizgisi dışında tümüyle destek verdi. Darbelerin geniş kitleler nezdinde meşrulaştırılmasının propagandasını yaptı ve anti-komünizm temelinde oluşturulan her türlü sol akımı yok etmeye kararlı askeri darbelerin toplumda gerçekleştirdiği otoriter disiplinin sür-dürücüsü oldu. Bu otoriter disiplinin faşizan renklerinin şeriatçı islam tarafından da benimsenmesi konusunda Ahmet Güner ve Hakkı Karadeniz’in Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye’de Mezhep ve Tarikatlar” başlıklı çalışmalarının 17.5.1986 tarihli bölümü Süleymancıların bir toplantısından yola çıkarak yapılan çok ilginç ipuçları içermektedir:

  1. Güç ve yaygınlık: Yurdun dört bir yanında bini aşkın kurs binası, buralarda barınan en azından yüz bin genç, yurtdışındaki 215 islam kültür merkezi.
  2. Yasallık ve modernlik: Yasalara göre kurulmuş dernekler ve basına açık genel kurul; ülkenin önde gelen isimlerinin kutlama telgrafları, öte yandan herkesin kravatlı olması.
  3. Disiplin ve itaat: Zamanında başlayıp biten bir toplantı, hep birlikte alkışlayan, ayağa kalkan beş bin kişilik bir kalabalık, Kemal Kaçar’a katıksız bir itaat ve saygı. Kaçar’ın tekbir el işaretiyle alkışların duruvermesi…

Türk-İslam sentezi doğrultusunda toplumsal muhalefeti durdurma ve solu etkisiz kılmada otoriter ve dindar devletle islamcı kesimin ana akımları devletle birçok noktada içice geçmiş, bu doğrultuda islami özelliklerini korumakla birlikte bir çoğu devletin kitleleri hizaya çekmesinde otorite ve disiplinin toplumsal aracıları olarak faşizan yapıya sahip örgütlenmeler içine girmişlerdir. Bu noktadan Türk-İslam sentezi çerçevesinde solu önlemeye yönelik tüm hareketleri “milli kültür”ün korunması kapsamında değerlendirilen Ocaklı kesimin ünlü ismi Muharrem Ergin’in faşizmi anti-komünist işlev açısından olumlayan görüşlerini aktarmak islamcı kesimi de kucaklayan politik misyona ışık tular niteliktedir. Ergin’e göre “Faşizmde bir diktatörlüktür… Faşizm de siyasi hürriyet yoktur. Fakat ferdi mülkiyet ve sosyo-kültürel hürriyetle iktisadi hürriyet vardır. Bu bakımdan faşizm eski mutlakiyet idarelerinin hanedana dayanmayan ve tahakkümü daha mutlak olan modern bir şekli gibidir. Sınıf mücadelesine asla imkan vermez ve komünizmin en amansız düşmanıdır. Yalnız faşizmdir ki bulunduğu yerde komünizm kesin olarak ortadan kaldırılır… Faşizm birçok yerde sırf komünizm tehlikesine karşı koymak üzere işbaşına geçer. Dolayısıyla faşizmi davet eden mühim sebep komünizmdir. Komünistler sınıf mücadelesine imkan vermeyen idareye faşizm derler, fakat bu tarif doğru değildir ve faşizmin komünistçe tarifidir. Halbuki faşizm, evvelce de temas ettiğimiz gibi komünizmin diktatörlüğünün ve zulmünün yanında çocuk oyuncağı kalır.”

12 Eylül darbesi koşullarında tekelli sermayenin çıkarlarına uygun merkeziyetçi, otoriter, militarist ve şoven yönleri Türk-İslam sentezi çerçevesinde global bir toplum ve siyaset projesine dönüştürülen “sağ federasyon”, islami güçlerin anti-komünist ideolojileri ve düzen içi bağlarıyla ve kadrolarıyla bütünleşerek ABD emperyalizmi yörüngesine “dindar devlet” anlayışı ile otururken resmi kültürün cilasını oluşturan laiklik sözde aydınlanmacılık, klerikal geleneğe karşı olma gibi sol Kemalist yüklerin tasfiyesi sağlandı. Bu tasfiye laik devlet illüzyonuna bağlı kadroların devletten dışlanması ile birlikte gelişti. Toplumun bilimsel yöntemlere dayalı ve insanlığın ortak aydınlanma mirası ile bütünlenen diyalektik akılcılığa tümüyle kapatılması laikliğin zaten zayıf olan kültürel ve sosyal temellerini çözdü. Devletin görünür yüzünde içi boşaltılmış bir kurallar ve kurumlar manzumesine dönüştürülen laiklik son gösterisini tiraji-komik biçimde başörtü yasağıyla yaptı. Toplumun çağdaş değerlerden, yani eşitlikçilik temelinde özgürlük anlayışından demokratik ve bilimsel değerlerden “izole” edildiği bir ortamda laiklik hemen hemen tüm varlık koşullarını yitirdi.

Toplumsal örgütlenmenin kişisel otoriter bağlar içeren tarikat, islami vakıf, kuran kursu, dergah örgütlenmelerinin akıldışı ve hiyerarşik yapısına bağlandığı 12 Eylül koşulları, dini örgütlenmeler ile kadrolaşmalar dışındakilere yaşam hakkı tanımadı ve bu örgütsüzlü-ğü sürekli kılacak siyasal, hukuki mekanizmalar oluşturdu. Hükümete gelmek bir yana parti vasfını kazanmak için bile olsa islamcı güç odaklarının her türlü desteğinden yararlanmayı zaten geleneğinde taşıyan sağ federasyon özellikle ANAP döneminde karşılıklı yarar esasları doğrultusunda islamcı akımı devletin yanı sıra tekelci sermaye ile de kaynaştırdı. Bu süreçte eklektik bir yapı olmanın esnekliğini taşıyan Türk-İslam sentezine önemli misyonlar yüklenmesinin yanında, iyice “sopa” çekilen toplumun önüne “havuç” olarak devletin toplumsal alandaki total uzantıları olan islamcı örgüt ve şeriatçı çözümler konuldu. Anlatılan bu süreçte Aydınlar Ocağı ve Sİ-SAV (Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Vakfı) türünden Opus Dei örgütlerin kesişme noktasında yer alan yapıların Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu türünden “gizli” çalışmalar yapan istihbarat yetkilerine sahip kuruluşların, Milli Güvenlik Konseyine danışmanlık statüsü ile bağlı ve adının içerdiği “masum” bilimsel anlam dışında görevleri olan Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü türünden kuruluşların konumlarını irdelemeye çalıştık. Tüm bu kurumlar içice geçmiş olup tek bir hedefe, statükonun ve mülkiyet rejiminin inisiyatör ve garantörü olan “kutsal devletin” güçlendirilmesi ve ezici bir otoriter hıza kavuşturulması hedefine doğru seferber olmuşlardır. Bu kurum, anlayış, siyaset ve yönelişlerin doktriner ve resmi ifadesi Türk-İslam sentezi uygulamadaki ifadesi ise devletin tüm demokratik oluşumları eşitlikçi değer ve örgütlenmeleri “her türlü sol akım” temelinde bastırmaya yönelik büyük şiddet politikasıdır. Biriken şiddetin sonuçları itibarıyla topluma, ideolojik kanallarla yansıtılması devletin restore edildiği 12 Eylül sürecinde ve sonrasında alabildiğince kurumlaşmıştır. Bu kurumlaşma, 12 Eylül döneminde devlet terörü -bunun meşrulaştırılması için propaganda-, devlet terörünün ve propagandanın birikimlerinin resmi kültüre aktarılması döngüsünde gerçekleştirilmiş, 12 Eylül’ün yarattığı şiddet fırtınasıda eylül öncesindeki terörizm gerekçesine bağlanarak haklı gösterilmeye çalışılmıştır.

Nixon Doktrini ve İran

70’li yıllar kapitalist sistemi sarsan genel bunalımın yanı sıra yoğun anti-emperyalist müdahalelere tanıklık etti. ABD’nin Vietnam yenilgisi, Angola, Mozambik ve Gine-Bissau’nun uzun süreli halk savaşları sonucunda bağımsızlıklarını kazanmaları, Libya, Cezayir, Irak ve G. Yemen’in anti-emperyalist çizgide etkinlikleri kayda değer. 1973 Arap-İsrail savaşında İsrail’in ancak ABD’nin muazzam yardımlarıyla ve askeri-diplomatik desteği sayesinde büyük bir yenilgiden kurtulması Filistin ve Arap halklarının mücadele güvenini arttırdı. ABD’nin muhalefetine rağmen Çin Halk Cumhuriyeti’nin bağlantısız ülkelerin desteğini kazanarak Birleşmiş Milletler’e girmesi dönemin önemli gelişmeleri arasındaydı. Portekiz, Yunanistan, İspanya’da yıkılan faşist diktalar büyük siyasal ve toplumsal hareketliliğin tezahürü idi.

Hegemonya krizi içinde bulunan ABD, çözülen para sisteminin yaratacağı boşluğu da hesaba katarak, Ortadoğu’daki petrol kaynakları üzerindeki etkinliğini ön plâna çıkaran arayışları doktrine etti. Uzakdoğu’dan çekilmenin Ortadoğu hattında yaratacağı sorunları müdahale kapasitesinin yetersizliği ekseninde değerlendiren Nixon yönetimi İran ve Suudi Arabistan’la ilişkilerini yoğunlaştırdı.

Başkan Nixon 25 Şubat 1969’da Guam Adası’nda yaptığı açıklama ile başlayan ve 18 Şubat 1970’te Kongre’ye gönderdiği raporla netleşen kendi adına yazılan bir doktrini formüle etti.

Nixon, 1970’te Kongre’ye gönderdiği raporda, dünyada değişen durumlara uygun olarak Birleşik Devletler’in konumunun da gözden geçirilmesi zorunluluğunu vurguluyor, uluslararası ilişkilerde II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bitmiş olduğuna ve yeni bir dönemin gereklerini karşılayacak şekilde bir dış politika oluşturulmasının zorunluluğuna dikkat çekiyordu. Müttefiklerin ve dostların ortak çabalarda daha fazla sorumluluk almalarını öneriyordu. ABD, nükleer olmayan çatışmalarda askeri taahhütlerine uygun olarak askeri ve ekonomik desteğini sunacak, ancak savunmaları için asıl sorumluluk ülkelerin kendilerinde olacaktı.

ABD’nin Körfez politikasında da bu doğrultuda değişikliğe gidildi. İngiltere’nin 1968’de yaptığı açıklamaya göre bu ülke 1971’de Körfez’den askeri olarak çekilecekti. Ancak ABD ortaya çıkacak boşluğu tek başına doldurma niyetinde değildi.

Nixon doktrini, dünyanın en büyük petrol kaynaklarının bulunduğu bu bölgede İran ve Suudi Arabistan’ı temel alan bir stratejiye biçim verdi. “İki ayaklı” (Twin Pillar) politika uygulamaya konuldu. Nixon plânına göre, bölgenin savunmasından kilit ülkeler olan İran ve Suudi Arabistan sorumlu olacaklardı. Bu iki ülkenin kapasiteleri ABD silahları ile nitelik ve nicelik olarak geliştirilecekti. Körfez bölgesindeki “istikrar” İran ile Suudi Arabistan arasındaki işbirliğine bağlanıyordu. Ayrıca ABD’nin Körfez’de bir miktar deniz gücü bulundurması kararlaştırılıyordu. Zayıf durumdaki Körfez ülkelerinin destekleneceği bildiriliyordu. 24 Ekim 1975’te Kongre’de ABD’nin Körfez politikasının amaçlarını Dışişleri Bakan yardımcılarından Sidney şöyle açıklıyordu:

a) Bölgedeki petrolün bizim ve müttefiklerimizin ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda ve makul fiyatlarla şevkini sağlamak,

b) Petrol ihraç eden ülkelerin, artmakta olan gelirlerini ekonomik kalkınmayı destekleyecek şekilde ve uluslararası sistemi geliştirici yönde kullanmak.

Petrol fiyatlarının 1973 yılında büyük bir artış göstermesi, ortaya önemli miktarda petro-dolar fazlaları çıkarıyordu. Bu fonlar ABD, Avrupa ve Japon bankalarına yatırılmış ve arz edilecek kredi fonlarını arttıran bir etken olmuştur. 1973-1978 döneminde petro-dolar fonlarının toplam kredi kaynaklan içindeki payı %19 civarındadır. 70’lerde bunalıma borçlanma yoluyla çözüm arayan ABD’de finans piyasası giderek Avrupa piyasası ile bütünleşiyordu. Finans sektöründe adeta bir patlama yaşanıyordu.

70’lerde yoğun bir kredi arzı ortaya çıkıyor ve azgelişmiş ülkeler borç sarmalına giriyordu. Azgelişmiş ülkelere, 70’lerdeki yoğun kredi akışının önemli bir etkeni de, emperyalist ülkelerin -IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların- bu yönelimi teşvik etmesidir. Bu tabloda ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Körfez’den akan fonlarla ilgili değerlendirmesinin anlamı netleşiyor.

ABD’nin bu Körfez politikası, İran Devrimi, 12 Eylül darbesi, İran-Irak Savaşı ile yumaklanan bir süreci tetikliyordu. İran’a yönelik muazzam ABD silah satışları sosyal, ekonomik, siyasal çelişkileri zembereğinden boşaltan devrimci durumun mayalandığı ortama katkıda bulundu.

1971 yılında varili 1,79 dolar olan ham petrolün fiyatı 1973 sonunda 11,65 dolara fırlarken, İran’ın petrol gelirleri de 1972’de 2,3 milyar dolardan 1974’te 18,5 milyar dolara ulaşıyordu. 1977 yılında ise petrol gelirleri 20 milyar dolardı. Ancak bu büyük fonlara rağmen gelir dağılımındaki eşitsizlik azalmıyor, sınıflar arası uçurum daha da yoğunlaşıyordu. Petrolden elde edilen gelirin önemli bir kısmı silahlanmaya harcanıyordu. 1973-1978 döneminde ekonomik ve toplumsal ağırlıklı projelere 30 milyar dolar ayrılırken, sadece 1977’de silahlanmaya harcanan para 9,4 milyar dolardı. İran’ın bu yoğun silahlanması Ortadoğu’nun uluslararası sistem içindeki rolüyle doğru orantılıydı. Bu silahlanma öyle bir boyuta ulaştı ki Şah, atom aşamasına gelmemiş modern bir orduda bulunması gereken tüm silah sistemlerine sahip olmayı garantiledi. 1949-1970 arası Güney Vietnam’a 1,5 milyar dolarlık askeri yardım yapılmışken sadece 1970-1975 arası ABD’den İran’a 6,9 milyar dolarlık silah ve askeri malzeme akıtıldı. İran’ın silah siparişlerinden en büyük payı Amerikan tekelleri aldılar. İran’ın 1975 bütçesinde silahlanmaya 10 milyar dolar ayrıldı. Federal Almanya’nın 1974’te savunma harcamalarının 3,7 milyar dolar olduğu düşünülürse İran silahlanma projelerinin boyutu netleşir. İran’ın silahlanma furyası ABD’deki silahlanma programlarını bile etkiliyordu. Şah’ın silahlanma alanında sınır tanımayan bir biçimde genişlemesini gösteren bir ölçüt de, İran’ın zorlamasıyla ve İran parasıyla belirli silah sistemlerinde seri üretime geçilmesidir. Örneğin, tam ABD’de uzaktan kumandalı “Condor” roket sisteminin üretim programı durdurulacağı sırada, İran’ın bundan sonra “Condor” sisteminin geliştirilmesine katılacağı bildirildi. Bu arada İran’ın silahlanmasında ikinci sırada Federal Almanya yer alıyordu. İran ve Brezilya eksenli Alman silah ihracatı büyük boyutlardaydı. Ruhr bölgesi ile Brezilya ve İran üçgeni Federal Almanya’yı bu iki kanlı diktatörlüğün en büyük destekçisi yapıyordu. Diğer yandan ABD, Alman toprakları üzerinde CENTO üyesi ülkelerden gelen subaylar için eğitim programlan yürütüyordu.

1974 yılına kadar İran’dan ABD’ye eğitim için gönderilen subay sayısı 11 bindi. İran ordusuna bağlı subaylar ayrıca İsrail’de de eğitim görüyorlardı. ABD ve İsrail’de eğitim gören polis şefleri bu sayılara dahil değildir. Çoğunluğu Vietnam’da savaşmış olan 2000’den fazla ABD subayı da İran’da “eğitim” görevi yapıyordu. İran’da bulunan asker ve sivil Amerikalı uzman sayısı 80 binden fazlaydı. Amerikalı ve İsrailli danışmanlar tarafından eğitilen seçme birliklere “ölümsüzler” deniliyordu. Şah’ın elinde kontrgerilla doktrini kapsamında eğitilen ciddi bir güç bulunuyordu.

ABD hizmetinde Körfez polisi rolünü oynayabilmek için, ülke içi politik muhalefetin vahşi yöntemlerle bastırılması gerekiyordu. Ücretlerin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için yapılan grevler, sık sık işçi önderlerinin öldürülmesiyle sonuçlanıyordu. Geniş bir gizli servis ve denetim ağı -Şah’ın özel bir bürosu tarafından- merkezden koordine ediliyordu. Gizli polis orduyu da kontrol alanda tutuyordu.

Amerikan silah tekelleri İran’da bir yandan kendi üretim faaliyetleri için düşük ücret düzeyinden yararlanırken, diğer yandan önemli pazarlan garantiye alma imkânı buluyorlardı. Gelişen İran silah üretimi, dünya çapında gittikçe daha sıkı örgütlenen bir ittifak içinde büyük Amerikan tekelleri ile bütünleşiyordu. İran’da silah sanayii gelişmenin önkoşulu sayılıyordu.

70’li yılların siyasal, ekonomik, askeri çelişkiler yumağı, OPEC ülkelerinde biriken petro-dolar fonlarının kapitalist para devresi ile ilişkisi açısından değerlendirilmeden anlaşılamaz.

Bu ülkede döviz gelirlerinde meydana gelen büyük artışlar, kapitalist dünya para sistemi açısından potansiyel bir tehdit sayılıyordu. Bu nedenle, dünya para ve ekonomik sistemine egemen olan sermaye grupları ve emperyalist devletler, petrol fiyatlarının artışından sağlanan büyük fonları hızla bağlamakta kararlıydılar. Dünya parasına egemen olan ulus ötesi sermaye gruplarının stratejileri bu fonların bir an önce kapitalist para devresine sokulmasını gerektiriyordu.

Dünya pazarında yüksek petrol fiyatları sonucu ortaya çıkan petro-dolar fonlarının değerlendirilmesinde iki eğilim yürürlüğe konuldu. İlkin, petrol gelirleri, değişik finansal araçlar ve yatırım biçimleri altında ABD, Avrupa, Japonya finans-kapital düzeneklerine aktarıldı. Ancak, petrol ürünlerinden sağlanan fonların önemli bir bölümü silah alimi an ve silah üretim tesislerinin kurulması alanlarında tüketildi. ABD’li ve Avrupalı silah tekelleri, İran’ın ekonomik potansiyelini elinde bulunduran çürümüş bir egemen sınıfla ittifak halinde muazzam kârlar edindiler.

Amerikan stratejisine göre, İngiliz emperyalizminin rolünün ABD tarafından üstlenilmesi, Hint Okyanusu’nda bulunan ve gerektiğinde Körfez’e müdahale edebilecek “Task Force”u (Görev ordusu) güçlendirmeyi, Arap-İran Körfezi’nden petrol sağlama işini askeri açıdan güvenlik altına almayı ve ayrıca İran’ı da petrol üretiminin garantörü olarak kullanmayı zorunlu kılıyordu. İran’ın müthiş silahlanması aynı zamanda bu stratejik gerekliliğe de dayanıyordu. İran’ın Körfez polisi konumu temelinde süper silahlanması, Körfez’deki komşu ülkelere de sıçradı. Bu durum ABD silah tekellerinin kasalarım doldururken, askeri-endüstriyel kompleksin sürekliliğinin sağlanması açısından büyük bir finansal kaynak oluşturdu. Bu durum petrolün denetimi ile birleşince ABD egemenlik sisteminin yeni finans patlaması ve endüstriyel tabanının sürdürülebilirliğine önemli katkı sağladı. ABD’deki bazı sanayi dallarının tam kapasite çalışmasını sağlayan bu silahlanma faaliyetlerini koordine etmek amacıyla, “Middle East Task Group” (Ortadoğu Görev Grubu) kuruldu. Bu gelişmelerin yanı sıra Şah tarafından ABD7 ye elektronik dinleme tesisleri kurması için Körfez’de bir ada verildi.

Vietnam’da yenildikten sonra ABD’nin sırtından bazı yüklerin kalkması ve daha hareketli, vurucu gücü daha fazla, uçak gemileri sistemine dayalı bir müdahale ordusu konumuna çekilmesi, İran’ın bölgesel bir polis devriyesi olmayı seve seve kabullenmesiyle tamamlandı. İran askeri örgütünün yayılışı, Amerikan ordusunun vazgeçilmezi olarak nitelendirilen Arap-İran Körfez bölgesi petrolü üzerindeki denetimini güvence altına alma stratejisine titizlikle uyarlandı. Diğer yandan İran Şah’ı CENTO kapsamında Pakistan ve Türkiye ile de ilişkiler içindeydi. İran’ın Pakistan ile yoğun ilişkileri yanında İsrail ve Türkiye’yi kapsayan yoğun bir ortak istihbarat işbirliği vardı. ABD de üye olmadığı halde CENTO Paktın’nda temsil ediliyordu. CENTO Paktı’ndaki ABD heyeti, Pakt üyesi ülkelerin subaylarına yüzlerce eğitim semineri verdi. Bu programlarda ağırlık “ayaklanmalara karşı koyma harekâtı” idi. İran, Türkiye ve Pakistan’da kontrgerilla doktrini doğrultusunda yoğun bir eğitim faaliyeti 70’lerde hız kazandı. Bu arada daha sivil yönetim döneminde Pakistan İçişleri Bakanı Babar (daha sonra CIA’nın desteklediği Afganistan operasyonlarını yönetti) 1973 yılında Afganistan’da Gulbeddin Hikmetyar ve Şah Mesud gibi isimlerle ilk temasları kuruyor, komünistler işbaşına gelmeden çok önce hücreler örgütlüyordu. Bu çalışmalar da büyük ihtimalle CENTO kapsamındaki örtülü bir operasyonla ilgiliydi. CENTO’nun gizli müttefiki ise İran ve Türkiye ile son derece sıkı istihbarat, askeri, siyasi bağlantılara sahip İsrail’di. İran’ın da tıpkı İsrail gibi ırkçı Güney Afrika rejimi ile güçlü ilişkileri vardı. Ayrıca bölgede emperyalizmin işbirlikçisi Ürdün de İran’ın en fazla ekonomik ve askeri yardımda bulunduğu ülkeydi. ABD Kongresi Güney Vietnam’daki Thieu rejiminin ordusuna silah yollanmasını yasakladığında, İran Pentagon’a yardımcı oldu ve F-5 savaş uçaklarını Vietnam’a gönderdi.

Körfez petrolü özellikle Rockefeller İmparatorluğunun önderlik ettiği Trilateral Commision, CFR, Bilderberg gibi kapitalist enternasyonal kurumlarının da başlıca ilgi odağıydı. Rockefeller ailesi ve onların adamı Kissinger Şah’a oldukça yalandılar. Rockefeller’in denetimindeki Chase Manhattan Bank’ın 1978 itibariyle 188 milyar dolar olan varlığının %70’i Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE ve İran’a aitti (70’lerin “mavi karanlık” prensi Ecevit de Rockefeller bursu ile ABD’de eğitim gördü. Hocaları arasında Kissinger’de vardı. Ayrıca gizli bir örgüt vasfında toplanan, tutanak tutulmayan, dışarıya bilgi sızdırılmayan Bilderberg toplantılarına da katıldı).

Suudi Arabistan’ın ABD’ye 1974-1978 döneminde yıllık net sermaye transferi 5,1 milyar dolardı. Körfez ülkeleri dış yatırımlarını Batılı merkezlere oluk oluk akıtıyorlardı. 1971’e kadar varili ortalama 2 dolar olan Körfez petrolü fiyatında 1973’te meydana gelen ve 11,6 dolan bulan artıştan bölge halkları yararlanamıyordu. Petrol üreticisi ülkelerdeki hızlı silahlanmanın sonucunda geniş kaynaklar üretken olmayan bir biçimde tahrip oluyor ve kalkınma çabaları çıkmaza giriyordu.

İran’da 70’lerin ortalarına doğru yapılan hesaplar, nüfusun %10’luk varlıklı kesiminin gelirlerin %40’lık bölümüne sahip olduğunu gösteriyordu. Kentlerde vahim bir konut açığı yaşanıyor ve aileler gelirlerinin ortalama %70’ini kiraya harcıyorlardı. On yıl içinde bazı kentlerin nüfusu ikiye katlanıyor, köy toplumunun dayanışma sistemi bozuluyordu. Şah’ın etrafında öbeklenen zümre muazzam bir rüşvet çarkım işletiyordu. Devasa silah harcamaları 1977-1978’de GSMH’daki duraklama ile birlikte krizi şiddetlendirdi. Hızlı ve eşitsiz ekonomik gelişmeler, çılgın militarizm, emperyalizmin devriye polisliği rolü, yaygın ve sistematik işkence, kontrgerilla baskısı ile birleşti. 1976-1977’de rejime açık muhalefet eden liberaller ve sol güçlere 1978 yılının Ocak ayında din adamları ile “çarşı” adı verilen ekonomik güçler de katıldı. 1978 Ocak ayı devrimci mücadelede köşe taşı oldu. 1978 Ekiminde ise ülkeyi felce uğratan grevler, belirli bir siyasal hedefe yönelik olarak toplumsal gücün değişik sınıflar tarafından muazzam ve birleşik bir eylem dalgasını simgeledi.

Devrimin önderi Ayetullah Humeyni 1970 sonrası tüm eser ve konuşmalarında, toplumu birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış iki sınıf şeklinde tasvir ediyordu: müstekbirlere karşı mustazaflar (ezenlere karşı mazlumlar), zenginlere karşı fakirler, şeytan hükümetlere karşı mustazaf milletler, saraylılara karşı gecekondular, üst sınıfa karşı alt sınıf, aristokratlara karşı yoksullar. Geçmişte bu tür tanımlar hep solcular tarafından kullanılırdı. Ancak ilk kez bu kadar etkili bir biçimde Şii bir din adamı bu söylemi kullanıyordu. Ayetullah Humeyni’nin sınıf çatışmasını işleyerek iktidara gelmesi, birçok Batılı sosyal bilimcinin benimsediği “İran’a sınıf analizleri uygulanamaz” düşüncesini çürütmektedir.

Ayetullah Humeyni Mustazaf’ı 1970’lerde hemen hemen her açıklamasında “öfkeli yoksullar”, “sömürülen insanlar”, “ezilmiş yığınlar” anlamında kullanıyordu. Şah’ı kıyasıya eleştiren Ayetullah Humeyni’nin yönelttiği suçlamalar şöyleydi: Yoksul ve zengin arasındaki uçurumu büyütmesi; dostlarım, akrabalarım, kıdemli memurları kayırması; petrol gelirlerini sürekli genişleyen ordu ve bürokrasiye aktararak heba etmesi; gerçek sanayi yerine montaj sanayi kurması; sağlık, eğitim, altyapı alanlarında kırsal kesimin ihmal edilmesi; topraksız köylüye arazi verilmemesi; işçi sınıfım yoksulluğa, sefalete ve ağır işlere mahkûm etmesi; gecekonduları arttırıp, yoksul insanların konut ihtiyacım karşılamaması; süper zengin yabana kapitalistlerden ve dış rekabetten koruyamadığı için yerli pazarı iflas noktasına getirmesi; artan suç, alkolizm, fuhuş ve uyuşturucu gibi sosyal sorunların yoğunlaşması.

Bunlara ek olarak, Arap dünyasına karşı ABD ve İsrail’i desteklemesi, siyasal özgürlükleri çiğnemesi, ülkeyi artan bir biçimde Batı’ya bağımlı hale getirmesi, İslâm ve İran’ı zayıflatmak için kültür emperyalizminden yana tavır alması gibi konularda da Şah’ı suçladı. Bu suçlamalar serbestçe ve sıkça kullanılan ulusal-halkçı sloganlardı. 1979 yılında bu halkçı söylem zirveye ulaştı. Ayetullah Humeyni, Marksizm dahil yabancı kaynaklardan aldığı radikal söylemlerle halka ulaşıyor, teolojik temalara değil, ekonomik, sosyal, siyasal konulara dayalı cesur bir dil geliştiriyordu. Kısacası Humeyni, Şiiliği; muhafazakâr, sakin, kendi halinde bir inanç olmaktan çıkarıyor, emperyalist güçlere ve ülkenin egemen sınıflarına meydan okuyan militan bir siyasi ideolojiye dönüştürüyordu. Ortaya çıkan devrimci söylem ve pratik, geleneksel Şiilikten çok, Üçüncü Dünya ulusal halkçı hareketleri ile ortak değerleri paylaşıyordu. Elbette Ayetullah Humeyni için din önemliydi. Ancak onu İran devriminin önderliğine taşıyan dinamikleri ve bunun ideolojisine yansımasını doğru değerlendirmek gerekir. İran’da yerleşik düzene karşı siyasi protesto ile halkın statükoya direnişini tetikleyen sosyo-ekonomik konulara ideolojik açıdan uyarlanmış bir Humeyni söylemi vardı. ABD’yi ve diğer emperyalist güçler ile bölgedeki komprador rejimleri tedirgin eden de dini söylemden ziyade Üçüncü Dünyacı, ulusal-halkçı ideolojinin savunulmasıydı. Türkiye’de de 70ierden itibaren yükselen sol dalga, emekçi hareketi ve yaygın toplumsal muhalefet, İran başta olmak üzere, Filistin ve Lübnan’daki devrimci hareketlerin zembereği içindeydi. Üçüncü Dünyacı renkler taşıyan ulusal-halkçı yönelişin Türkiye’de gövdelendiği Alevi kesim, emperyalist siyaset plânlama merkezlerinin yoğun operasyon konusuydu. İran ile “inanç” temeli vurgusunu ön plâna çıkaran bu merkezler açısından asıl kaygı noktası, demokratik-eşitlikçi bir kültürel birikimin ve toplumsal örgütlenmenin hızla bir devrimci duruma yönelik kitlesel bir harekete dönüşmesiydi. Dolayısıyla İran’da yaşanan devrimci süreçte, Şiilik örtüsü altındaki ulusal-halkçı rengin Türkiye’de ortak jeopolitik-tarihsel bilinç ekseninde Alevi kesimde yaratacağı duyarlılıklar önlenmesi zorunlu bir tehlike sayılıyordu. İran devriminin yükseliş dalgası ile eş zamanlı olarak (bu sürece kimse “İslâm devrimi” demiyordu henüz) Maraş, Çorum, Sivas’ta 1979 yılında meydana gelen, devrimcilerin gövdelendiği Alevi halka yönelik katliamlar kontrgerilla doktrini çerçevesinde ele alınmalıdır.

İran, emperyalist sistemin petrol, silah, finans çıkarları açısından boşluğu devasa sorunlar doğuracak bir müttefiki konumundaydı. CENTO kapsamında Türkiye-Pakistan ile stratejik ilişkileri olan İran, ayrıca İsrail-Güney Afrika-Etiyopya eksenli bir devrim jandarmaları kuşağının çerçevesinde bulunuyordu. Körfez’in petrol oligarşilerinin temel askeri-siyasi güvencesi olan İran’ın emperyalist cepheye en önemli katkısı, Suudi Arabistan’daki firavunlar rejimine sunduğu destekti. Ayrıca İran-Türkiye-Pakistan hattının askeri ve politik desteği olmadan Enver Sedat’ın 1977’de Camp David’de İsrail’in katil ve terörist başbakanı Menahem Begin ile el sıkışması mümkün değildi.

NATO’nun Can Damarı: Basra Körfezi

İran’da yaşanan devrim süreci NATO plânlama merkezlerinde Türkiye ile bağlantılı olarak değerlendiriliyordu. Bu eksende özellikle Wohlstetter Doktrini üzerinde durmak gerekiyor. 1970’lerin sonundan başlayarak bu “doktrin” çerçevesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun, aynca, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan limanlarının önemi arttı. Bu yaklaşıma göre; Dünya’nın önem merkezi giderek Avrupa’dan uzaklaşıp, Basra Körfezi ve Pasifik havzasına kayıyordu. Dünyanın en önemli alanı stratejik petrol yatakları nedeniyle, Körfez olarak ilan ediliyordu. Körfez’e en yakın ABD varlığı Doğu Anadolu’da üslenmişti. İran’ın stratejik kaybından sonra muazzam ölçüde önem kazanan bu coğrafyanın NATO’ya bağlı ordu tarafından yönetilmesi acil bir gereklilikti. Albert Wohlstetter, NATO ittifakı’nın Güney Kanadı’nın Avrupa’dan çok daha önemli olduğunu vurguluyordu. Wohlstetter analizinde, “Batı Avrupa’daki başlıca ABD müttefiklerinin Körfez petrolüne olan bağımlılıkları çeşitli düzeyde olmakla birlikte hepsinin bağımlılıkları hayatidir. Öylesine hayatidir ki, karşı paktın bir Körfez saldırısı Orta Avrupa’ya saldırısından daha fazla önem taşımaktadır,” diyordu. Aslında SSCB’nin emperyalist sistemle “barış içinde bir arada yaşama” politikası bir yana, böyle bir saldın için askeri, siyasal, ekonomik kapasitesi yetersizdi. Ayrıca Brezinski’nin son açıklamalarının da ortaya koyduğu gibi SSCB Afganistan’a müdahaleye yoğun bir ABD-Pakistan plânlaması ile zorlanmıştı (ayrıntılar Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO adlı çalışmamda yer almaktadır). Emperyalist ülkelerarası ilişkilerde güç kaybının yarattığı çelişkiler nedeniyle Körfez petrolünün denetiminin ABD’de olması yaşamsal önem taşımaktaydı. Bu denetime asıl tehdit, bölge ülkelerine ve müttefiklere pazarlandığı gibi SSCB değildi. Wohlstetter, doktrinini formüle ettiği ve 1970’lerin sonunda Pentagon’a sunduğu, “gizli” damgalı iki ciltlik çalışmasının satır aralarında “tehdidin” nereden geldiğini şöyle belirliyordu:

Zaman gösterdi ki politik olaylar petrol üretimini kontrol edebiliyor. Radikal rejimlerin petrol üreten ülkelerde işbaşına gelmesi işte bu yüzden tehlikeli.

Wohlstetter, bölgede petrol kaynaklarım ulusal-halkçı kalkınma programlan doğrultusunda kullanacak anti-kapitalist yönelişe sahip “radikal” hareketleri ve onların iktidarım “tehdit” sayıyordu. Ayrıca ABD, Körfez petrolü üzerinde şeytanlaştırdığı bir SSCB tehdidi kurgusunu da Wohlstetter’in ağzından üstü kapalı biçimde patronun kim olduğunu hatırlatarak vurguluyordu:

Komünist olmayan Dünya’nın her gün tükettiği 50 milyon varil petrolün 20 milyonu Körfez’den geliyor. Bu yüzden petrolü korumak için gerekli askeri kapasiteye sahip olmamız şart. Fakat geçmiş yıllarda hissedildi ki bağımlılık arttıkça askeri kapasite de artacağına azalmış. Örneğin 1964-1977 arasında Avrupa’nın Körfez’den satın aldığı petrole dayalı enerji tüketiminin oranı %24.5’den %35’e yükselmiş, bu oran Japonya’da %44’ten %59.2’ye çıkmış. Bu da komünist olmayan bloku bir bakıma Körfez’e bağımlı duruma getirmiş. Ve nihayet Sovyet stratejistlerinin nazarında NATO toprağı olmayan ama NATO’nun ve Japonya’nın can damarı olan Körfez’e muhtemel bir saldırının daha az riskli ama çok daha kârlı olacağı fikrini uyandırmıştı.

Sovyetlerin böyle bir saldırı hazırlığı içinde olduğuna dair en ufak bir kayıt yoktur. Ancak “komünizm” başlığı altına alınan her türlü bağımsızlıkçı, sol hareketin bölgede temel “tehdit” sayıldığı açıktır. Düşük Yoğunluklu Çatışma teorisinin en yetkin ismi olan Wohlstetter’in Körfez’i, “NATO’nun can daman” sayması, İttifak’ın gladio şebekeleri, paramiliter güçleri, kontrgerilla birlikleri, özel savaş organizasyonları ile birlikte değerlendirilmelidir.

Wohlstetter söz konusu rapor halindeki çalışmasında tüm 70Ti yıllar boyunca Türkiye’ye yönelik kontrgerilla (gladio) faaliyetlerinin merkezi olan ve paramiliter özel savaş birliklerine finans, silah, barınma imkânı sağlayan Federal Almanya’nın konumuna da açıklık getiriyor:

70’lerin sonunda ilk adım, Batı Almanya Şansölyesi Schmidt’in Türkiye’nin savunmasını güçlendirmek için Batı liderleri nezdinde yaptığı girişimlerle ortaya çıktı. Schmidt bu görüşmelerinde Türkiye’nin stratejik pozisyonunun Körfez’in petrolünü korumak açısından gerekli oldugunu vurguluyordu.

70’lerin ikinci yarısından itibaren, tıpkı İran’daki gibi Türkiye’de de yoğun bir toplumsal hareketlilik, yaygın bir sol dalga, örgütlü ve etkili bir emek mücadelesi ile ordu ve polis içinde açık bir biçimde devrimci tutum alan gruplaşmalar vardı. NATO’nun bu tür faaliyetleri “komünist” ayaklanma ve “dolaylı saldın” kapsamında değerlendirdiği düşünülürse, yine NATO’nun “can damarı” sayılan Körfez bakımından yaşamsal öneme sahip Türkiye’nin “savunmasını güçlendirmek” iç savaş ile ilgilidir.

Wohlstetter bu devrimci hareketleri, “Körfez’e tek tehdit elbette sadece Sovyetler’den gelmiyor” diyerek işaret ediyordu. Aynı raporda, “İran’daki radikal dönüşüm bölgeye zararı tartışılmaz olan akımlar gelmesine yol açtı” tespiti yer alıyordu.

Wohlstetter doktrininin açılımlarını içeren bu rapor, “Körfez hayati menfaatlerim içindedir” diyen NATO’nun “sınırlarını” genişletmesini öneriyordu. Soru netti, “Batı 7 bin mil öteden kendisi için hayati önem taşıyan bu coğrafyaya, istenmeyen bir bunalım anında nasıl askeri güç ulaştıracaktı?” Bu soruya Wohlstetter’in cevabı 12 Eylül öncesi kanlı dönemin şifrelerine, NATO destekli kontrgerilla (gladio) operasyonlarına ve askeri darbeye ışık tutuyor:

İşte Türkiye’nin Körfez petrolü açısından vazgeçilmezliği burada ortaya çıktı… Türk Genelkurmayı ve Dışişleri Bakanlığı ABD’nin Türkiye’yi Körfez için bir sıçrama tahtası olarak kullanması söz konusu olmamakla birlikte Körfez’de istikrarın tehdit altında kalması halinde müttefikleri ile birlikte hareket edeceklerini söylemektedirler. Hatta bu olasılığa yönelik teknik çalışmaları da vardır. Türklerin bu görüşü anlamlıdır, çünkü Türkiye’nin NATO garantisi altında olması ona caydırıcılık unsuru kazandırmaktadır.

Türkiye’nin kendisini “Avrupalı” saymasına karşın Wohlstetter, “her ne kadar NATO’ya katıldığında Türkiye’nin dosyası bakanlıkların Ortadoğu masalarından alınarak Avrupa masalarına devredilmişse de, bu, Türkiye’yi Avrupalı yapmaya yetmez,” diye yazıyordu. Türkiye’ye, emperyalist sistemin biçtiği rol, Ortadoğu’yu kapsar ve yukarıdaki satırlar bunun teyididir. Raporda İran’da devrim ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sonrası Türkiye’nin askeri-stratejik konumu açık bir biçimde dile getiriliyordu:

Türkiye dışındaki NATO üyelerinin Körfez’e tahsisli birliklerini Körfez’e yakın bir üste konumlandırmaları çeşitli siyasi sorunlara yol açar. Oysa Türkiye’nin Türk birliklerini konuşlandırmak için Körfez’e yakın bir üs aramasına gerek yoktur, çünkü zaten en yakın üs Türkiye’nin kendisidir.

Söz konusu rapor, “Türkiye işte bu yüzden Körfez’i savunmak için her NATO üyesinden daha ideal bir konumdadır” tespitini içeriyordu. Ayrıca Camp David düzeni içinde Arap cephesini parçalayan Mısır’ın ve İsrail’in güvenliği açısından da Türkiye’nin önemi belirtiliyordu. Türkiye’nin askeri bakımdan daha da “kudretli” olması zorunluluğu vurgulanıyor ve “Bu kudret Türkiye’nin 6. Filo ile birlikte Doğu Akdeniz’i savunması için de elzemdir. Çünkü, Amerika dahil çeşitli NATO üyelerinin İsrail ve Mısır’a karşı yükümlülükleri vardır” tespiti yapılıyordu. NATO’nun alan dışı genişlemesinin İsrail ve Mısır’ı kapsayan bir taahhütler zinciriyle daha 70’lerin sonunda başladığı görülüyor. Türkiye’nin askeri “kudreti”nin Siyonist İsrail ve işbirlikçi Mısır’ın güvenliği ile ilişkilendirilmesi siyasi, diplomatik, askeri anlamları yanında bir devrim jandarmaları cephesi boyutunu da içeriyor. Enver Sedat ve sonrasında Hüsnü Mübarek rejiminin istikran, Siyonist aygıtın Ortadoğu’ya hazmettirilmesinde belirleyici olurken, 12 Eylül ideolojisini oluşturan Türkiye dikensiz gül bahçesi haline getirilmeden Ortadoğu’da Siyonist aygıtı ayakta tutacak siyasi, stratejik, diplomatik ortamda emperyalist sistemin istediği “istikrar” sağlanamazdı. 12 Eylül rejimi örgütlü ikiyüzlülüğün gereği olarak İsrail ile diplomatik ilişkilerin düzeyini düşürürken, Siyonist aygıtla bütünleşen ve onun varlık temeli olan gerici rejimlerin ayakta kalmasına katkıda bulunuyor, bunu da sözde İslâm’la örtüyordu. Cunta şefi bu bağlamda, “hacı” bile oluyordu. Oysa önemli olan İsrail’le diplomatik ilişkilerin düzeyi değil, 1973 Savaşı’ndan sonra ağır bir sarsıntı geçiren Siyonist aygıtın varlığım sürdürmesine Türkiye’nin örtülü politikası ile verdiği destekti. Türkiye’deki devrimci dalga, zincirleme etkilerle İsrail ve diğer gerici Ortadoğu rejimlerini tehdit edecek gelişmelere neden olabilirdi. Önlenmesi gerekiyordu. Türk-İslâm sentezi adı altında şebekeleşen ideolojik-siyasi merkezler salt ABD emperyalizmine, NATO’ya destek olmadılar, aynı zamanda Siyonist aygıtın politik, askeri, stratejik varlık koşullarını da güçlendirdiler.

İran devriminin patlama sürecinde Türkiye için bir NATO darbesinin kaçınılmazlığının ipuçlarını Wohlstetter’in şu satırlarında bulmak mümkün:

Basra Körfezi’nin ulaşıma açık tutulması açısından da Türkiye kritik bir noktadadır. Ki, bu konuda Türkiye’nin yaratabileceği alternatifler zaten inceleme altındadır. Mısır, Sudan, Somali, Kenya ve Umman’daki üsleri birbirine bağlayan su yollarının kesiştiği nokta olan Doğu Akdeniz, eğer Türkiye nötr bir yol seçerse tehdit altında kalır.

Türkiye’nin “nötr” bir konum seçmesi yaygın bir “tehdit” sayılıyor ve “seçmeci caydırıcılık” doktrininin fikir babası “düşük yoğunluklu çatışma” teorisyeni Wohlstetter, “Türkiye’ye yapılacak yardım için direkt yollara ihtiyaç yoktur, dolaylı da olabilir. Japonya’nın perde arkasından verdiği 60 milyon dolar benzeri yardımlar gibi. Çünkü petrolün güvenliği açısından Türkiye gibi stratejik bir ülkenin nötralize olması, Avrupa ve Amerika için olduğu kadar Japonya için de felâket demektir” tespitini yapıyordu. Emperyalist egemenlik sisteminin “stratejik ülke” tanımı içine alınan Türkiye’ye “perde arkası” yardımlar konusundaki satır arası vurgu düşündürücüdür. Körfez ve Doğu Akdeniz’de emperyalist egemenlik sisteminin çıkarları açısından “nötralize” olan bir Türkiye’nin konumu “felaket” sayılmaktadır. Türkiye’nin kanlı şifrelerinin çözümünde bu tespitler ufuk açıcıdır.

Wohlstetter’in tespitlerinin önemini kavramak açısından onun niteliklerine değinmekte yarar var. Prof. Wohlstetter, James Spain (12 Eylül darbesinden önce ve ilk döneminde Ankara’da ABD büyükelçisi), Paul Henze (Türkiye’de CIA İstasyon şefi olarak görev yaptı), Commer (Vietnam’da pasifikasyon uzmanı olarak görev yaptı. Ankara’ya büyükelçi olarak atandı. Devrimci gençlerin yoğun kampanyası sonucunda Washington’a dönmek zorunda kaldı) gibi isimlerle aynı dönemde CIA ve Pentagon’la bağlantılı bir araştırma kurumu olan “Rand Corparation”da çalıştı. Wohlstetter’in stratejik formülasyonlan ABD’nin resmi politikası haline geldi. Bu, onun konumunun tespiti açısından önemlidir. Wohlstetter, Şubat 1965 ve Kasım 1976’da iki kez “ABD Savunma Bakanlığı Şeref Madalyası”nı aldı. ABD askerleri tarihinde aynı madalyayı iki kez alan tek kişi olması nedeniyle kendisine verilen beratta şunlar yazıyordu:

Çağdaş silahların yeni kavramlara uygunluk göstermesini, silah modellerini değişmeye zorlayan stratejik görüşleriyle, ABD stratejik kuvvetlerinin değişen çağa uygun operasyonlara uygunluk arz etmesini sağlayan çalışmalarıyla verdiği hizmet için Albert Wohlstetter’a.

Prof. Wohlstetter 1982 Ekimi’nde Sisav’ın düzenlediği “1980’lerde NATO” konulu toplantıya katılmak için İstanbul’a geldi. Wohlstetter, İstanbul’da yaptığı bir röportajda, “NATO bir taarruz değil, savunma paktıdır görüşü tamamen yanlıştır” tespitini dile getiriyordu. Türk ordusunun “çevik kuvvet”in kendisi olarak işlev görmesinin gerekliliğini vurgulayan Wohlstetter, SSCB ‘nin gerçek kapasitesini bilmesine rağmen büyük bir tehdit unsuruymuş gibi bu ülkeyi ön plâna çıkarıyor ve cuntacıların konumunu meşrulaştıracak tarzda bir komünist tehlike hezeyanım besliyordu. NATO’nun alan dışı faaliyetlerinin ana ekseni Körfez’dir. Günümüzde bu konu yeni bir gündem gibi ele almıyor. Oysa Wohlstetter NATO’nun işlevini ve Türkiye’nin bu bağlamdaki konumunu 70’lerin sonunda net bir formülasyona bağlıyordu. Bunu yaparken, ABD petrol tekelleri, finans-kapital şebekesi ve silah endüstrisinin, sistemin işleyiş koşullarıyla bütünleşen çıkarlarını savunmuş oluyordu. Wohlstetter;

NATO bazı üyelerin ısrarla istediği gibi, NATO’nun sorumluluk bölgesi ve sorumluluk bölgesi dışındaki menfaatleri şeklinde bir ayırıma gidemez. Çünkü bunlar entegre ve birbirinden ayrılmaz parçalardır. NATO’nun hem Merkez Cephesi, hem Kanat Cepheleri gayet kritik olarak sınırlarından birkaç yüz mil ötede petrole ve petrolün serbest dolaşımına bağlı durumdadır. tespitini yapıyordu.

12 Eylül darbesine açılan süreçte Türkiye’nin yaşadığı yoğun ekonomik, siyasi, sosyal kriz temelinde biçimlenen ve sınıf mücadelesinin keskin çelişkilerinden beslenen iç savaş, NATO (gladio) merkezlerinin devreye girmesiyle yeni bir boyut kazanıyordu. Türkiye emperyalist egemenlik sisteminin askeri-siyasi stratejik plânlama merkezleri açısından genel durumu yarımda Körfez ve petro-politik bağlamında da ele almıyordu. Petrolü olmayan Türkiye tam bir petro-politik eksenli iç savaşın kanlı düğümlerine bağlanıyordu. Gelişmeler Ortadoğu’da özellikle İran’da yaşanan devrimci süreçle yalandan ilgiliydi ve emperyalist merkezler stratejilerini bu dinamiklerin ortak temeli üzerinden çiziyorlardı (Bu süreci döneminde çok iyi kavrayan Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen rolü analiz eden son derece aydınlatıcı bir raporu Ecevit hükümetine sundu. Doğan Öz, TBMM kürsüsünden hedef gösterildikten kısa süre sonra katledildi. Kontrgerilla’nın paramiliter güçlerinin tetikçisi olan şahıs, dosyasındaki tüm delil ve soru işaretlerine karşın “aklandı.” (Bu kişinin avukatı onun Milli Savunma Bakanlığı ile devletin istihbarat kuruluşlarında yer alan “özgeçmişi”ne ilişkin belgelerin istenmesini mahkemeden talep etti).

Wohlstetter’in 1970’lerin sonunda ortaya attığı kavramlar 80’lerin ikinci yarısında ABD’nin resmi dış politikası haline geliyordu. “Doktrin” 12 Eylül 1980 darbesi, Irak-İran Savaşı, Afganistan’da CIA’nin örgütlediği hareket ile hayata geçiyordu. Türkiye’de Batı açısından “istikrar” sağlanmadan, Ortadoğu’da İran’a yönelik hiçbir askeri girişimin şansı yoktu. Bu nedenle 12 Eylül’den sadece on gün sonra Irak’ın İran’a saldırısı, Suudi Arabistan, Kuveyt, İngiltere’nin de devrede olduğu ince bir stratejik plânlamanın ürünüdür. ABD’nin Ortadoğu’da üstünlük kurmasına en kararlı direnişi gösteren Irak, İran’a saldırarak emperyalizmin tuzağına düşmüştür. Oysa bölgedeki diğer petrol ihracatçılarının tersine Irak’ın ABD ile yalan ekonomik veya politik bağlan asla olmamıştır. Irak petrol endüstrisi büyük çapta İngiliz yatırımı tarafından geliştirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde Irak, İsrail ve ABD’nin petrol çıkarları açısından da tehdit oluşturuyordu. 1979 İran devriminden sonraki dönemin büyük kısmında, diplomatik ilişkilerin var olmayışından da anlaşılacağı gibi, Irak ve ABD dostane tutumlar içinde değildirler. Ancak, 1980 sonbaharında Irak’ın İran’a saldırısı tamamıyla ABD’nin çıkarlarına uygun bir girişimdir. Bu savaş, Türkiye’de güçlü ve etkili bir toplumsal muhalefet akımının varlığım sürdürdüğü koşullarda bölgede sonuçlan önceden kestirilemeyecek siyasi-askeri patlamalara neden olabilirdi. Ancak, 12 Eylül darbesi bu ihtimali ortadan kaldırmıştır. Darbe’ye verilen ABD desteği petrol stratejisinin doğal sonucudur.

ABD yönetimine yakınlığı ile tanınan “Haritage Foundation”ı 1983 yılında dış politika uzmanı James A. Philipps’e hazırlattığı “Koruyucu İslâm Kuşağı” başlıklı raporda Türkiye’nin içine düştüğü çelişkiler zembereğine ilişkin önemli ipuçları bulunuyor. Raporda son derece çarpıcı olan şu tespit yer alıyor:

1979 yılında İran’daki İslâm devrimi dolayısıyla CENTO yıkılmaya yüz tutunca ABD Türkiye ile Pakistan’ın durumundan müthiş kaygıya kapıldı. Her ne kadar Washington bu kaygıyı takip eden yıllarda Türkiye ve Pakistan’la ilişkilerine ağırlık verdiyse de bölgedeki tehdit devam etti. Türkiye iç kavgalarla çalkalanmaya, Pakistan Afganistan’ın işgalinin getirdiği tehditle yaşamaya, bunu yapmak için de direkt Amerika güdümünde görünmekten çekinmeye, daha bağlantısız bir politika izlemeye başladı.

Rapor, Washinton’un “müthiş kaygı”sından söz ediyor, İran devriminin Türkiye ve Pakistan’la ortak dinamikler ekseninde değerlendirildiği görülüyor. “Kaygı”nın kaynakları arasında Türkiye’nin güçlü ve yaygın toplumsal muhalefeti ile bağlantısı bulunuyor. Türkiye ve Pakistan, İran’ın kaybından sonra “Koruyucu İslâm Kuşağı”nın merkezi sayılıyorlar. Bu iki ülkenin emperyalist egemenlik stratejileri ve güç merkezleriyle bağlantıları “bağımsızlık” ve “istikrar” güvencesi sayılıyor. Rapora göre,

Batı ittifakının, İslâm kuşağının bağımsızlık ve istikrarını korumakta hayati çıkarları olduğu ve bunun ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesi gereği o dönemde fark edildi. Çünkü CENTO’nun çöküşü uzun vadede NATO’nun çöküşünün ilk adımı olabilirdi.

CENTO’nun çöküşünü sağlayan İran devriminden sonra siyasal, sosyal, ekonomik çelişkilerin zembereğinden boşaldığı Türkiye’de yaşanan iç savaşın devrime yol açmasının NATO’nun sonunu getirebileceği, “dönem”in temel tespiti haline geliyor. Bu “kaygı” NATO’nun kanlı gladio örgütlenmesinin yanı sıra Türkiye’de ciddi bir siyasi, askeri, ekonomik cephenin örülmesini beraberinde getirdi. Türkiye’de hızla örgütlenen NATO darbesi tüm Batılı güçlerin açık desteğini aldı.

Türkiye’ye 12 Eylül darbesi sonrası verilen rol “Koruyucu İslâm Kuşağı” kapsamında Körfez’de emperyalizmin petrol çıkarlarının bekçiliğiydi. 12 Eylül yönetimi sadece ABD’den değil, Avrupa’dan da yoğun destek gördü. Temel politika bölgede kritik bir konumda bulunan Türkiye’yi insan haklan, işkence gibi “tali meselelerle” köşeye sıkıştırmaktan kaçınmaktı. Körfez’de emperyalist Batı’nın çıkarlarım tehlikeye atmamak için Türkiye “istikrarın tahakkümü” altına alındı. Bu arada ülkede kalmaları halinde 12 Eylül düzenine radikal bir muhalefet örgütleme ihtimali bulunan binlerce muhalif Avrupa ile cunta arasındaki zımni bir anlaşma sonucunda çürütücü bir mülteciliğe mahkûm edildi. Avrupa’da siyasal, toplumsal mücadelelerde örgütleyici ve aktif bir unsur olmama karşılığında oluşturulan bu statü bir süre sonra bireysel çözüm için çekim merkezine dönüştü.

İran’daki devrimci süreç emperyalist karargâhların Türkiye’ye yönelik stratejilerinde en önemli unsurlar arasında bulunuyordu. Özellikle “Milli Selamet Partisi”nin konumu bu anlamda Batı’da kaygı uyandırıyordu. 12 Eylül 1980 tarihli New York Times’ın bu konudaki tespiti dikkate değer. Gazeteye göre,

Türkiye’deki iki büyük parti bir süreden beri tek başına iktidara gelemiyor ve Batı aleyhtarı Milli Selamet Partisi’ne muhtaç oluyordu. Bu da Batı’da Türkiye’nin doğudaki komşusu İran’ın zaten İslâm fanatiklerinin eline geçmiş olması dolayısıyla endişe uyandırıyordu.

Görüldüğü üzere, 12 Eylül darbesinin temel gerekçeleri arasında sayılan Konya’daki Kudüs Yürüyüşü “laik” kaygılara dayanmıyordu. Aslolan, İran benzeri ulusal-halkçı bir cephenin devrimci kalkışmasının sonuçlarına yönelik tespitlerdi. “Koruyucu İslâm” kuşağının merkez ülkesi sayılan Türkiye’de yoğun bir dinselliği politika aracı olarak kullanan 12 Eylül yönetimi için “laik”lik stratejik bir dizge ekseninde anlam taşıyordu.

13 Eylül 1980 tarihli New York Times kaynaklı haber ise son derece çarpıcıydı. Haberde şu tespit yer alıyordu:

Washington darbenin, Batı’daki askeri çevrelerin yakından tanıdığı General Evren’in liderliğinde yapılmış olmasından rahat bir nefes aldı. Evren ve arkadaşlarının İslâmi akımların etkisi altındaki genç subaylara tercih edildiği kesin.

Gazetenin bu tespitine göre, “İslami akımların etkisi altındaki genç subaylar,” Batı’daki “askeri çevreler” açısından önemli bir tehdit sayılıyordu. Oysa o dönemde ordu içinde “İslami akımların etkisi altında” bir genç subay grubunun ağırlığı yoktu. Tam tersine, 12 Eylül sonrasında yapılan tasfiyelerin de ortaya koyduğu gibi, güçlü bir devrimci ve ulusal-halkçı askeri öğrenci, subay, astsubay hareketi vardı. Bu konuda, yakıştırma bir örgüt adına “3. Yol’cu” olarak yargılanan Hamza Yalçın’ın savunmasında yer alan şu saptama dikkate değer:

Orduda sol görüşlü kişiler açığa çıkarılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılırlar. Harb Okulu’nda da, Tuzla Piyade Okulu’nda da böyleydi. Bu durumda Marksist anlamdaki sol görüşlü bir insan fikirlerini gizlemek zorundadır. Bırakalım Marksizm’i, sol Kemalist görüşler bile gayri meşru görülüyordu. Ve o günün şartlarında Harb Okullarında ve genç subaylar arasında azımsanmayacak bir devrimci bilinçlenme gelişiyordu. Komutanlar bu devrimci bilinçlenmeyi tasfiye etmek istiyorlardı. Benim ordudan tasfiye edilişim, 12 Eylül askeri darbesinden önce gerçekleştirildi. Öteki genç subay ve astsubayların ve askeri öğrencilerin tasfiyeleri asıl olarak 12 Eylül darbesinden sonra gerçekleştirilebilmiştir. Yüzlerce subay ve astsubay işkenceli sorgulardan geçirildiler ve ordudan tasfiye edildiler. İleri gelenleri olarak görülenleri de cezaevlerine atıldılar. Cezaevlerinde o günün devrimcilerinin çektikleri baskı ve eziyeti onlar da devrimci arkadaşlarıyla omuz omuza yaşadılar. Sonunda hemen hepsi delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Tabii orduyla ilişkileri kesilerek (İst. 3. Ağır Ceza Mahkemesi. 1998/87 E. sayılı dosya).

Bu dönemde yaklaşık 1500 subay ve astsubayın ordu ile ilişkilerinin kesildiği iddia edilmekle birlikte gerçek sayı halen bilinmiyor. Ancak, New York Times gazetesinde iddia edildiği gibi bir İslamcı subaylar grubundan söz etmek mümkün değildir. 12 Mart 1971 darbesi öncesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde anti-emperyalist gençlik ve işçi hareketleriyle bağlantılı ulusal-halkçı büyük bir örgütlenmenin yoğun bir tasfiye sürecine muhatap olduğu biliniyor. 1970’lerde Portekiz’de yönetime el koyan genç devrimci subay hareketinin NATO’da uyandırdığı derin kaygılanda bu zincirin bir halkası olarak görmek gerekiyor. Türkiye’de 12 Eylül öncesi iç savaş döneminde toplumsal muhalefetle bütünlüklü, sol, ulusal-halkçı bir askeri kesimin varlığı da NATO ve emperyalist merkezler açısından tehdit sayılıyordu. Özellikle New York Times’m “İslâm” unsurunu ön plâna çıkaran yorumu, İran devrimini eksen alan bir tehdit yaklaşımının Türkiye’nin devrimci dinamikleriyle bütünlüklü değerlendirildiğini ve bunun emperyalist karargâhlarda ortak bir görüş haline geldiğini ortaya koyuyor. İran’da dini söylemlere bürünen Üçüncü Dünya milliyetçisi ve ulusal-halkçı hareketin, ordunun tayin edici desteğini kazanması, devrimi zafere taşıyordu. İran ordusu 1 Şubat 1979’da silah depolarını halka açarak devrimcileri silahlandırıyor ve Ayetullah Humeyni’nin Tahran’a dönüşünü engellemiyordu. Askeri darbeyi reddeden ordunun çoğunluğu, tavrını halktan yana koyuyordu. Türkiye’nin konumunu ve yaygın toplumsal muhalefetini Körfez-Ortadoğu eksenli olarak değerlendiren, İran devrimi ile aynı stratejik, jeopolitik çerçevede ele alan emperyalist karargâhlar, bir halk devrimine ordunun geniş kesimlerinin katılımını felaket sayıyorlardı. Anahtar devrimci kavram ise İran devrimi sonrasında Müslüman bir ülkede devrimin kitleselleşmesini sağlayan İslâm oluyordu. Türkiye’de Şii geleneğinden ayrı özellikler taşıyan Aleviliğin devrimci gövdelenmedeki konumu özünde İslâm başlığına bu tarz bir içerik kazandırıyordu. Aleviliğin demokratik ve eşitlikçi değerler vurgusu ile devrimci kitleselleşmeye açılması, büyük katliamların gerekçesi oluyordu. ABDTi istihbarat görevlilerinin Çorum, Sivas, Yozgat gibi Alevi kesimin yoğun bir nüfus ve hareketliliğe sahip olduğu yerlere yaptıkları geziler sonrası yaşanan saldırılar dikkate değer (Kontrgerilla Kıskacında Türkiye adlı çalışmamda bu konuya ilişkin ayrıntılı bilgiler bulunuyor). Ayrıca Maraş katliamının düzenlenmesi ve yönlendirilmesine CIA’ye bağlı olarak çalışan bir Amerikan havayolları firmasının adı karışıyor, bu konu TBMM Araştırma Komisyonu tutanaklarına da geçiriliyor, ancak 12 Eylül darbesiyle birlikte dosya kapanıyordu.

1979 Aralık ayında Maraş’ta gerçekleştirilen katliama yönelik ilk büyük protesto eylemini ise Kara Harp Okulu’nun sinema salonunda toplanan askeri öğrenciler düzenliyordu. Bu protestonun emperyalist karargâhlar ve istihbarat merkezlerinde Ortadoğu’daki devrimci gelişmelerle birlikte değerlendirildiğine en büyük kanıt, 12 Eylül darbesi sonrası yapılan yoğun tasfiyelerdir. Diğer yandan ordu içindeki bu tasfiyeler, devrimci hareketle bütünleştiği veya toplumsal muhalefet açısından potansiyel değer taşıdığı ölçüde Alevi kesime yönelen baskı ve katliamlar, darbe sonrası “Koruyucu İslâm” kuşağı stratejisine Türkiye içinde karşı çıkışın koşullarını ortadan kaldırdı. Bu sayede, Suudi eksenli ve ARAMCO petrol tekeli (en büyük ortaklan Rockefeller İmparatorluğu’na bağlı şirketlerdi) finansmanına dayalı sahte İslamcı bir dalga geliştirilebildi. 12 Eylül’den sonra, İslâm tümüyle stratejik bir araç olarak cuntanın “kanun dairesi”ne çekiliyor ve İran modeli bir devrim ihtimali önleniyordu. Ayrıca toplumsal ve siyasal bir baskı ar açma dönüştürülen dini söyleme dayalı bu NATO ideolojisi, en fazla Suudi Arabistan’dan destek görüyordu. Suudi monarşisi, Türkiye’de 12 Eylül öncesi koşullarında bir egemenlik stratejisi olmaktan çıkarak demokratikleşen laikliğin ordu tarafından tasfiye edilmesinden son derece memnundu. Ortadoğu’daki konumunu özünde gerici ve işbirlikçi rejimlere bağlayan İsrail de gelişmelerden en az Suudiler kadar hoşnut durumdaydı. 12 Eylül günü cunta başı General Evren’e ilk kutlama telgraflarını çekenler Suudi Kralı Halid ile Hahambaşı Aseo idi.

İran’da devrimci dalganın yükselişi, “Nixon doktrini”ni işlemez hale getirdi. ABD’nin İran’a dayalı Ortadoğu politikası altüst oldu. 1979 Şubatı’nda, Birleşik Devletler Savunma Bakanı Brown, Ortadoğu petrollerinin güvenliğinin sağlanmasının ABD’nin yaşamsal çıkarlarıyla ilgili olduğunu ve bu yaşamsal çıkarların korunması için askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü yola başvurulacağını açıklıyordu.

Başkan Carter döneminde yeni Amerikan politikası, “ulusal güvenlik danışmanı” Brezinski tarafından ABD’nin Basra Körfezi’nde doğrudan askeri rol üslenmeye hazır olduğunu söylemesiyle netlik kazanıyordu. Yine bu doğrultudaki gelişmelerin bir sonucu olarak, ABD yönetimi 1979 Haziranı’nda ABD’nin Körfez bölgesine gerektiğinde müdahale edebilmek amacıyla Hint Okyanusu’ndaki askeri varlığını arttıracağını açıklıyordu. Bu arada Brezinski önemli bir açıklama yapıyor ve Ortadoğu’nun artık ABD için Batı Avrupa ve Uzakdoğu kadar önemli bir stratejik bölge haline geldiğini ve bunlardan birine yönelecek bir tehlikenin otomatik olarak diğer ikisinin güvenliğini tehdit edeceğini bildiriyordu.

Carter doktrini, 23 Ocak 1980’de Başkan’ın Kongre’de yaptığı konuşma ile gündeme geliyordu. Bu “doktrin”e göre, “Basra Körfezi’nde denetimi ele geçirmek amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahale ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacak ve böyle bir saldırıya askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü araçla karşı koyulacak”tı.

Carter bunun dışında, savunmaya ayrılan payın arttırılacağını, ABD’nin askeri gücünün Amerika dışındaki bölgelerde kullanılmak üzere geliştirilmekte olduğunu, Hint Okyanusu’ndaki askeri varlığın takviye edilerek güçlendirildiğini ve bu çerçevede söz konusu güçlerin kullanımı amacıyla Basra Körfezi ülkeleriyle temasa geçilerek üs ve liman kolaylıklarının sağlanmaya çalışıldığını açıklıyordu.

Carter doktrini ile birlikte, Nixon’un stratejisi terk ediliyor ve bölgedeki dost ve müttefik ülkelerin “savunulması” yanında silahlanma harcamalarının arttırılmasına karar veriliyordu. ABD, Doğu Asya ve Batı Avrupa kadar önemli gördüğü bu bölgede herhangi bir gücün egemen duruma geçmesini tehdit sayıyordu. Bu güç SSCB’den ziyade İran ve Irak gibi bölge ülkeleriydi aslında. Bölgenin denetimi için muazzam petrol kaynaklan üzerinde ulusal-halkçı güçlerin egemenliğini tasfiye etmenin zorunluluğu, ABD’yi kaba bir tehdit stratejisi ve müdahale politikasına yönlendiriyordu.

ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, 28 Şubat 1979’da toplanıyor ve yeni bir güvenlik politikası geliştirilmesi kararlaştırılıyordu. Bu yeni politika, bölgeye müdahale edecek kapasitede bir askeri varlığın oluşturulması esasına dayanıyordu. Böylece, 1979 Aralık’ından 1980 Şubatına kadar sürdürülen çalışmalar sonucunda “Acil Müdahale Ortak Görev Gücü” (Rapid Deployment Joint Task Force: RDJTF) oluşturuluyordu. Bu güç daha sonra CENTCOM’a dönüşüyor ve 1991’deki Çöl Fırtınası Operasyonu’nda, 1998 Aralık’ındaki Çöl Tilkisi Operasyonu’nda ve 2003 Mart’ındaki Irak işgalinde geniş ölçüde kullanılıyordu.

ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Francis J. West Jr., Çevik Kuvvet olarak adlandırılan RDJTF’nin amaçlan arasında şunları sayıyordu: İsrail’in güvenliğini sağlamak radikal devletlerin saldırılarına karşı Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap devletlerini desteklemek, ılımlı Arap ülkelerini iç ayaklanma veya yıkıcı faaliyetlere karşı korumak.

Bu doğrultuda, Çevik Kuvvet’in bütçe tahsisatları arttırıldı. Ayrıca İsrail, Pakistan, Türkiye ve Mısır’a olan askeri yardımlar 1982’den sonra yoğunlaştırıldı.

1980 yılında, darbeden önce “Senato Dış İlişkiler Komitesi”ne sunulan raporda şunlar yazıyordu:

Carter doktrini ile Birleşik Devletler’in İran Körfezi’ne askeri güç gönderme konusundaki ilgisinin yenilenmesi, Türkiye’nin bölgeye yakınlığına olan ilgiyi de arttırmıştır… Türkiye’deki Amerikan üsleri, İran’da ya da bölgenin öteki yerlerinde girişilecek askeri operasyonlarla yardım müdahaleleri için yararlı bir kalkış noktası olabilirler (Turkey, Greece, and NATO: The Strairfed Alliance).

Raporda; Türkiye’de “istikrarsızlık”tan ve üslerin kullanımına çıkarılan zorluklardan, ayrıca SSCB’den “yumuşama” süreci temelinde yardımlar alındığından söz edilmektedir. Büyük bir toplumsal muhalefetin olduğu, sol hareketin yaygın ve örgütlü bulunduğu Türkiye’de sağ iktidarların dış politikada manevra alam alabildiğine dardır. Dolayısıyla ABD üslerinin Körfez’e ilişkin müdahale planlarında güvenceli bir işlevi olmadığı da raporda tespit ediliyordu. Amerika’da sivil-asker, resmi-gayri resmi çevrelerde, Türkiye’nin Körfez’deki gelişmeler açısından konumu, darbe öncesinde ortak bir tespite ulaşıyordu. Bu çevreler, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin 1950’li yılların stratejik kalıbına ve modeline yeniden oturtulması zorunluluğunu savunuyorlardı. Geçmiş yıllarda, Ortadoğu’da kullanılmak üzere Amerikan yedek stokları Adana’da depolanıyordu. İncirlik, hava operasyonları ihtimali için potansiyel bir kalkış noktası ve İran Körfezi’ne giden uçaklar açısından da önemli bir transit duraklama alanıydı. 1958’de Lübnan’a ABD müdahalesi sırasında İncirlik kullanılıyordu. 1970’de Ürdün’ün işbirlikçi kralı Hüseyin, Filistinlileri “Kara Eylül” de katlederken Amerikan uçakları Amman’a İncirlik’ten mühimmat taşıyorlardı. 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında, İsrail’e ABD’den kurulan muazzam destek köprüsünde, Türkiye komünikasyon istasyonlarının kullanımı dâhil birçok kolaylık sağlıyordu.

Ancak, Türkiye’de ABD’nin bu kolaylıklardan yararlanması 1978-1979 dönemi koşullarında hiç kolay değildi. ABD’nin “yeni militarizm pazarı”nda Türkiye’ye “paralı askerlik” rolü biçiliyordu. ABD’de bu bağlamda oluşan temel görüş ise, “Türkiye’ye yeni rollerin ve yeni yardımların verildiği bir dönemde, sivil politikacılara güven duyulamaz” biçiminde ‘formüle ediliyordu. Etkili çevrelere göre, Türkiye’ye verilen yeni görevleri ancak “demir yumruklu” bir askeri yönetim hayata geçirebilirdi. “Gelişmeler, Batı için istikrarlı ve kendinden yana, daha açıkçası kayıtsız şartsız Batı’nın yanında yer alacak bir Türkiye gerektiriyordu.” ABD’de askeri-siyasi etkili çevrelere göre Türkiye’de sol, büyük bir gücü temsil ediyor, İran’da yaşanan devrimci sürecin çekim alanında İslamcı hareket yoğunlaşıyordu.

Sol dalga ve İslamcı hareketin, temelinden en sert biçimde durdurulması kaçınılmazdı. Türkiye’nin, emperyalist egemenlik sisteminin çıkarları açısından stratejik konumu, sol akımların tasfiyesini gerektiriyordu. Ekonomik, sosyal, kültürel alanları kapsayan böyle büyük bir dalganın kırılması şarttı. Ecevit’in temsil ettiği NATO politikaları ile uyumlu Soares modeli “sol” bile “tehlikeli” sayılıyordu. Diğer yandan sermaye birikim sürecinde tıkanıklıklar yaratan yaygın işçi ve emekçi hareketi de ekonomik “istikrar” için tehdit sayılıyordu. Ekonominin düzelmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni rolü açısından zorunlu görülüyordu. Diğer yandan azınlıkta bulunan Demirel hükümetinin Erbakan liderliğindeki MSP’ye olan ihtiyacı ve bu partinin giderek radikalleşen, İran devriminin etkilerine açık, anti-Siyonist tabanı ABD ve müttefikleri için kabul edilemez sayılıyordu. NATO’nun Körfez’e açılan kapısı sayılan Türkiye’de kitlesel, giderek emperyalist çıkarlarla çatışan İslâmi canlanma ve böylece yıllarca sistemin denetimi altında tutulan Müslümanların farklı arayışlara girmesi son derece tehlikeliydi. ABD ve müttefikleri açısından tüm bu “tehditler”i ortadan kaldırmanın tek yolu askeri darbeydi.

12 Eylül darbesi tekelci sermaye açısından yeni bir pazarlama olanağını da gündeme getiriyordu: Körfez Jeopolitiği. 12 Mart’ta çözülemeyen egemen sınıflararası çelişkiler de bu darbe sayesinde çözüme bağlanıyordu. 12 Mart’ta yarım kalan süreç, 12 Eylül’de tamamlanıyordu.

TÜSİAD’ın “Demir Ökçe”si

60’lı yıllar Türkiye açısından, hızlı sanayileşmenin, toplumsal dönüşümün ve burjuvazi içindeki farklılaşmanın biçimlendirdiği bir dönem oldu. Ticarileşmenin etkisiyle tarım alanında hızlı bir değişim yaşandı; bu alandaki nüfus fazlası, hizmet sektörü ile sanayiye kaydı.

Toprak yoğunlaşması ve gerçek anlamda kapitalist biçimlerin yerleşmesi eğilimi henüz belirgin olmasa da, tarım alanlarının neredeyse yarısı traktör yardımıyla ekilir hale geldi. Kooperatif örgütlenmesinin yokluğunda bu makinelere sahip olan ve bunları kiraya veren yeni bir tarımsal sermayeciler grubunun elinde önemli kârlar birikti. Üretim yöntemlerinde, çalışmada ve gübrelemede bazı değişimler yaşandı. Kırlardaki bu dönüşümün etkileri kentlerde çok güçlü biçimde hissedildi. 1960-1970 arasında kent nüfusu, 5 milyon artarak toplamın %39’una ulaştı. Kente göç eden insanlar için temel yaşam alanı gecekondu mahalleleriydi. Hizmet kesimindeki istihdam bu dönemde 1,5 milyon arttı. Bunların çoğunluğu, kendi hesabına veya küçük işletmelerde sosyal sigortasız veya sendikasız gelip geçici işlerde çalışan emekçilerdi

Büyük çapta kentleşme, kitlelerin demokratik yoğunlaşmasını getirdi ve siyasal-sınıfsal çatışmaların koşullarını hazırladı. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı 1971’de 1,2 milyona yükseldi. Bu rakam ücretlilerin %30’una tekabül ediyordu. Hızlı sanayileşme ve geleneksel toplum yapılarının çözülüşü ile kentte yaşayan işçilerin politikaya katılımı birlikte gelişti. Bu süreçte sermaye içinde herhangi bir hizibin henüz hegemonik egemenlik kuracak yeterli kapasitesi yoktu.

1960’larda sermaye, hızlı bir sanayileşmenin muazzam kârlarından yararlandı. Ancak bu süreç ortaya sayıca devasa boyutlarda küçük sermayeciler grubunu da çıkardı. Bu kesim örgütsüz, siyasal açıdan net bir tutuma sahip olmayan, kâr peşinde koşarken “vahşi” yöntemler kullanan bir nitelik taşıyordu. Sermaye, emek ve piyasa açısından bu kesim kırsal alanın hızla dönüştürülmesine ihtiyaç duyuyordu. Kullandığı emek, büyük kentlerin çevresinde biriken geçici işlerde çalışanlara dayanıyordu; piyasası ağırlıklı olarak gecekondulardı. Bu kesimler içerisindeki girişimciler, kapitalist ideolojinin, bireysel başarılarla sıkıca pekişen geri biçimlerini savunuyorlardı.

Sanayi burjuvazisinin finans desteği olmayan kesimleri ise, banka ve ticaret sermayesi ile çatışıyordu. Holding bünyesi içinde banka ve finansal kurum sahibi olmayan sanayiciler, kredilerin ticaret ve inşaata kullandırılmasından, imalat kesiminin ise fonlardan yoksun bırakılmasından şikâyet ediyorlardı. Ticaret sermayesi ise, korumacı dış ticaret rejiminin ve ekonomiye yapılan devlet müdahalelerinin yarattığı büyük ranttan yararlanıyordu. Siyasal partiler, ekonominin hızlı büyüme dönemleri boyunca tüm bu sermaye hiziplerinin çatışan talepleri karşısında seçim yapmak zorunluluğu duymadılar. Ancak bunalımların 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren yoğunlaşması hükümet politikalarında yansımasını buldu.

1965 yılında yapılan seçimi %53 oy oranı ile kazanan Adalet Partisi tüm burjuvaziyi bir araya getiren ortak bir cephe kurmayı başarıyordu. İleride burjuva cephesini bölecek çelişkiler 1969 seçimlerinde de AFye büyük oranda oy kaybettirecek oranda değildi. Bu arada kârlı yatırımlara girişen “Ordu Yardımlaşma Kurumu” (OYAK) aracılığıyla, ordunun üst kesimleri hızlı bir genişleme içindeki kapitalist ekonomi ile bütünleşiyorlardı.

15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfı hareketinin zirveye ulaşması sonrasında İzmit, İstanbul gibi kentlerde ilan edilen sıkıyönetim, burjuvaziye askeri bir yönetimin sunduğu büyük nimetleri gözlemleme imkânı sağlıyordu. Burjuvazinin bundan sonraki programatik söylemi, 1961 Anayasası’nda getirilen siyasi özgürlüklerin Türkiye’nin sosyo-ekonomik dinamikleri ile bağdaşmadığı noktasında düğümleniyordu.

AP hükümetleri, ilk yılları sırasında, büyük ölçüde iktisadi genişleme sayesinde, burjuvazinin tüm hiziplerinin desteğini alıyordu. Ancak, 60’ların sonundan itibaren, holdinglerde örgütlenen tekelci sermaye, iktidarı küçük sermaye ile paylaşmayı kabul edemez hale geldi. Ticaret ve sanayi odalarını hâlâ küçük imalat sanayi ve ticaret sermayesi denetliyor, ithal izinlerini bu odalar dağıtıyordu. Dayanıklı tüketim mallan üreten büyük sanayiciler, iç pazarın genişletilmesine ihtiyaç duyuyorlardı. Büyük burjuvazinin, kökleri tarım kesiminde olan ve dokuma sanayi alanında yatırımları olan bir başka hizbi ise ihracat imkânlarının arttırılmasını talep ediyordu. Bu kesimde küçük sermaye gibi ücret artışlarına karşıydı. Hükümet ise oy deposu olarak gördüğü köylüleri terk edemiyordu. 60’ların sonunda ithal ikameci sanayi evresinin sona ermesi ile birlikte burjuvazi içi çatışma şiddetleniyor ve tüm 70’lerde etkisini gösteriyordu.

Bu yeni aşama, piyasada farklı bir kalıbı, dünya ekonomisiyle değişik uyum stratejilerini, siyasette ise ittifakların yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılıyordu. Parlamentonun mevcut koşullarında doğal bir siyasi evrim yoluyla bu dengenin sağlanması mümkün görünmüyordu. 1970 yılı ise gerileme açısından tam bir dip noktası sayılabilirdi. 1965-1969 arasında %12 olan sınai büyüme hızı 1970’te %1.5’e iniyordu.

Bu çelişkiler zembereğinin geriliminde gündeme gelen 12 Mart 1971 rejimi, burjuvaziye otoriter kapitalist yönetimin ilk örneğini sunuyordu. 12 Mart rejiminin en önemli sonuçlarından birisi, burjuvazinin bürokrasiyi güvenilir hizmetkârlara dönüştürmeye çalışması oldu. 1961 Anayasası’nın üniversiteler, yargı, toplumsal haklar ve demokratik özgürlükler ile ilgili “eylemci” amaçları budanıyordu.

1971 rejiminin iktisadi tedbirleri, esas olarak büyüyen, örgütlenen ve eylemlerle varlığını duyuran bir işçi hareketi karşısında burjuvazinin tümünün konumunu güçlendirme temeline dayanıyordu. Ancak daha özgül dinamikler açısından durum tahlil edildiğinde askeri darbenin büyük sanayi sermayesinin çıkarlarını ön plâna alan bir etkinlik içinde olduğu görülüyordu. 12 Mart rejimi dönemi kapandığında tekelci sermayenin iktisadi egemenliği perçinleniyordu.

Sermaye hizipleri arasındaki yoğun siyasi, ekonomik çelişkiler, örgütlü işçi hareketi, öğrenci gençliğin etkili ve yaygın anti-emperyalist ve anti-kapitalist devrimci çıkışı, çıkmaza giren ekonomik durumu iyice ağırlaştırıyordu. Düzensiz ödemeler dengesi, dış borçların kontrolden çıkması ve yükselen enflasyonla 60’ların ortalarındaki görece istikrar durumu sona ererken, basın, yaşanan süreci “1958 öncesi koşullarına dönüş” olarak değerlendiriyordu. Yıllık GSMH artışı 1970 yılında son beş yılın en düşük noktasındaydı. Kredilerin yansı üretim dışı faaliyetlerde kullanılıyordu. Bu durum enflasyonu körüklüyordu. Sermaye birikim süreci tıkanmış durumdaydı.

Ekonomik durum bir kez daha çıkmaza giriyor ve Türkiye uluslararası finans kuruluşlarına başvurmak zorunda kalıyordu. Bunun bedeli ise alışılmış istikrar önlemlerinin uygulamaya konulmasıydı. 9 Ağustos 1970’te AP hükümeti önlemleri açıkladı. Bu önlemlerin en önemlisi 1958 yılında olduğu gibi devalüasyon kararıydı. 1958 devalüasyonu ve IMF reçeteleri ile 27 Mayıs 1960 darbesi arasında iki yıl. 1970 Ağustos ayında yapılan devalüasyon ve IMF’ye verilen taahhütlerle 12 Mart 1971 darbesi arasında bir yıldan az bir süre varken, 24 Ocak 1980 devalüasyonu ve IMF programının uygulamaya konulmasından dokuz ay sonra 12 Eylül darbesi tezgâha konuluyordu. 12 Mart rejimi bu iktisadi programı demir yumrukla hayata geçiriyordu.

12 Mart rejiminin en temel özelliği; bu dönemde (söz konusu dönem 12 Mart 1971 ile, genel seçimlerin yapıldığı 14 Ekim 1973 tarihleri arasındaki devreyi kapsar) 1960’tan itibaren güçlenmekte olan ve ticari sermayeye benzer özellikler taşıyan montaj sermayesi nitelik değiştiriyor ve büyük sanayi sermayesine dönüşüyordu. Yatırımların hacmi, alman iktisadi tedbirlerin yönü, üretimin niteliği, bu dönüşümün 1967-1971 arasında sürdüğüne ve 1971 Martı sonrasında iyice pekiştiğine işaret ediyor. Artık Türkiye’de egemen unsur montaj değil, sanayidir. Bu temelde Türkiye ikinci sınıf kapitalist bir ülke oluyordu. Neden ikinci sınıf? Sanayileşme dışa bağımlılık temelinde gelişiyor ve böylece mülkiyet, teknoloji, pazar ve işleyiş mekanizması olarak bu niteliği iyice belirginleşiyordu. Türkiye’de sanayi sermayesinin egemenliği yoğun bir tekelleşme ile iç içe geçiyordu.

70’lerin başında Türkiye sanayicilerinin büyük bir kesimi, 1950’lerden önce, yabancı şirket temsilciliği ve ithalatçılıkla işe başlamışlardı. 1950’lerin sonunda ve özellikle 27 Mayıs’tan sonra montajcılığa geçildi. Bu alanda gereken asgari sermaye büyüklüğü ithalatçı olmanın zorunlu kıldığından fazla olduğu için montaja sayısı önceki ithalatçı sayısından daha azdı. Montaj alam, hem ticaret sermayesinin, hem de sanayi sermayesinin özelliklerini birlikte taşır. Aynı mal ucuza alınıp pahalıya satıldığı için, bu yolda elde edilen kâr, ticaretle elde edilen artı ürünle aynıdır. Montaj, yapımında yerli işçi emeği de gerektirdiği için bu alanda girişimcinin elde ettiği kârın bir kısmı da çalıştırdığı işçilerden elde ettiği artı üründür. Bu yönüyle de sanayiye benzer. Montajda kullanılan yerli el emeği oranı arttıkça, üretim daha fazla sanayi üretimine, kâr da sanayi artı ürününe benzer. Bu süreçte, montajdan sanayiye geçişte kritik bir nokta vardır. Bu nokta aşıldı mı üretimde, sanayi niteliği ön plâna çıkar. Yerli işgücünün yan oranda kullanılması sonucunda artı ürün elde edilmesi bu kritik noktanın aşıldığım gösterir. Ancak, bu süreçte, üretim birimleri büyür ve montajcıların bir bölümü oyunun dışında kalır. Böylece üretici sayısı da azalır. Süreci tamamlayanlar, dışa bağımlılık özelliklerini korurlar. Bunun sonucunda sanayiye geçiş döneminde, her üretim dalında, az sayıda kapitalistin egemen olduğu bir sanayi düzeni ortaya çıkar. Bu kapitalistler, sanayiye geçiş sıçramalarını çoğunlukla yabana sermaye ortaklıklarına dayanarak yaptıklarından, mülkiyet yönünden dışa bağlıdırlar. Yabancı sermaye ile ortaklık, teknolojik alanda, hammadde kaynakları, pazar ve karar alma süreçlerinde bağımlılıkları da beraberinde getirir.

Böylece belirli bir sanayi dalında, “sanayici” niteliğini elde eden kapitalist, kendini tekelciliğe son derece uygun bir piyasa içinde bulur. Piyasa az sayıda sanayici arasında bölünür. Bu temelde, bir araya gelerek, ortak fiyat ve ücret politikaları üzerinde anlaşmaları, piyasaya yeni girecek olardan engellemeleri ve küçük müteşebbisler üzerinde baskı kurmaları varlık koşullan haline gelir. Böylece montaj yoluyla sanayiye geçiş, yoğun, etkili ve ani bir tekelleşme süreci ile iç içe gelişir. Türkiye’de birçok sanayi dalında, montajdan sanayiye geçiş “sıçraması” 1967-1971 arasında gerçekleşiyordu.

1971-1973 arası ise tekelleşme sürecinin pekişme dönemidir. Bu dönemde, büyük sanayi sermayesi tarım, sanayi alanında küçük üreticileri ve işçileri daha önce görülmemiş ölçüde baskı altına alıyor; iflaslar, yoksullaşmalar ve mülksüzleşmeler yoğunlaşıyordu. 1963’te toplu sözleşme düzenine geçildikten sonra, 1971’e kadar işçi ücretlerinde yıllık ortalama %4’lük bir gerçek artış olurken, 1971’den 1979’a kadar tablo tersine dönerek net gerçek ücretlerdeki toplam kayıp %40’ı buluyordu.

Tekelleşme süreci ile dışa bağımlılık iç içe gelişti. Bağımlılık ekonominin bünyesinde genel bir eğilim olarak belirdi. Büyük sermaye, dış bağlantılarını içteki küçük üreticileri tasfiye etmek için kullandı. Bunun en belirgin tezahürü, büyük sanayinin ihtiyacının ötesindeki hammaddeyi ihraç etmek böylece malzemesiz kalan küçük üreticiyi işsiz bırakmaktı.

1970’li yıllar serbest sermaye ithali ve finans kapitalin etkilerine açılmanın başladığı dönemdir. Serbest piyasa ekonomisi ideolojisinin petrol krizini izleyerek gündeme gelmesi, enflasyon hızının dönemin sonuna doğru tarihsel rekorlara koşması, kayıt-dışı ekonominin patlama sürecine girmesi bu dönemin mirasıdır.

Petrol fiyatlarında 1971’te meydana gelen büyük artışla birlikte tüm dünya petrol tasarruf etmeye çalışırken, Türkiye petrole sübvansiyon vererek tüketimi patlatıyordu. Petrol kaynaklı enerji üretimi ve yabancı sermayeye dayalı otomobil üretimine geçiş, petrol tüketimini 10,8 milyon tondan 17,7 milyon tona fırlatırken petrolün enerji tüketimindeki payı %50 civarına çıkıyordu. 1972 yılında 1,6 milyar dolar olan ithalat 1977’de 5,8 milyar dolar rakamına ulaşıyordu.

İhracatın ithalatı karşılama oranı 1973-1976 arasında %37’de kalıyordu. Ancak, aynı dönemde ekonomi de hızla büyüyor (yılda ortalama %7 oranında), sanayi kapasitesi genişliyor, tarımda teknoloji değişiyor ve üretim artışı hızlanarak Türkiye beslenmede “kendine yeter” bir konuma geliyordu. Bu arada Türkiye ekonomisinde görülmedik boyutta bir savurganlık yaşanıyordu. Petrol krizini izleyen dönemde Batı durgunluk içinde enflasyona girerken, Türkiye’nin ve diğer birçok Üçüncü Dünya ülkesinin yaşadığı hızlı yatırım ile GSMH artışındaki temel etken “petro-dolarların” sistemin para devresine sokulmasıydı. Uluslararası bankalar, düşük faiz hadlerinden kredi vermek için “kapıya geliyor,” Türkiye gırtlağına kadar kısa vadeli borca batıyordu. Batı emperyalizmi kendi ihracatını arttırarak sermayesinin kâr haddini yükseltmek için geliştirdiği Üçüncü Dünya ülkelerini borçlandırarak bunların ithalatını arttırma ve sermayeye kârlı yatırım alanları bulma politikasıyla Türkiye’yi de aynı borç tuzağının içine çekmişti. Düşük faizli büyük çaplı borçlanma, ülke içindeki ekonomik çarpıklıklar üzerinde birikimli etkisini hızla gösterdi. Ekonomideki genişleme, dış finansman akışı ile birlikte sermaye ve mal ithalatını kolaylaştırdı. İthalattan alman gümrük vergileri düşürüldü. 1971’de ortalama %41,8 oran 1975’te %27,7’ye iniyordu. İkincisi, yapılan devalüasyonların oranı enflasyon hızının gerisinde tutularak TL’nin değeri yükseltildi. TL 1977’de 1973’e oranla %20 oranında değerlendi. 1978 yılma gelindiğinde orta ve uzun vadeli borçlar da tıpkı kısa vadeli olanlar gibi patladı. Türkiye 1978’deki krize tıpkı 1958’deki gibi aynı süreçler sonunda, biriken kısa vadeli borçların ödenememesinin baskısıyla giriyordu. 1875 yılında Osmanlı Devleti’ni mali iflasa götüren süreçte yaşanan gerekçeler de bu durumdan farklı değildi; büyüyen kamu kesimi borçlanma gereği ve iç kaynak dengesi açığıyla birlikte patlayan kısa vadeli borçlanma ile bu süreçlerin iç içe yumaklanması. Borçlanmanın kısa vadeli olması işin boyutlarını daha vahim hale getiriyordu. Çünkü bu tür borçlar bir yandan tüketimi ve ithalatı pompalarken, öte yandan da sabit yatırımları ve buna bağlı ithalatı da fırlatıyordu. Yaşanan süreç bu borçların geri ödenmeleriyle ilgili ne iç ne de dış gelir artışı yaratmıştı. Borçlar faizleriyle birlikte sürekli yenileniyordu. Büyük boyutlardaki kısa vadeli sermaye girişleri iç ve dış dengeleri altüst ediyor, kredi güvenilirliğini azaltıyordu. Bu denge bozukluğu, kısa vadeli dış borç stoku ile birleşince, dışarıdan kaynak akışı durdu. Yenilenmeyen borçlar, faiz ve anapara olarak kısa vadeli borçların ödenmesini zorunlu kılıyordu. Ancak, Merkez Bankası’nda bunu karşılayacak rezerv birikimi yoktu. Aşırı değerli TL’nin uzun süre caydırdığı mal-hizmet ihracatı birden arttırılacak durumda değildi, ayrıca bu koşulların körüklediği ithalatta hemen kısılamazdı, yeni borçlar da alınamayınca Türkiye 1978’e patlayan krizle girdi.

1973-1976 döneminde üç yıl süreyle, kısa vadeli borçlanmaya dayalı olarak büyüyen ekonomi, 1977’ye gelindiğinde hızla inişe geçiyordu. GSMH’da ihracatın iki katını aşan ithalat oram ve 4 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığı, 560 milyon dolara düşen brüt döviz rezervleri bu inişin göstergeleriydi. Türkiye artık yüksek faizli banker kredileriyle ithalatı karşılamaya çalışıyordu. Başlangıçta düşük faizle borç müptelası haline getirilen Türkiye artık yüksek faizli banker kredileri ile ithalatı finanse etme derdindeydi. 1978’de vadesi gelen borçların tutarı 4,84 milyar dolardı: Bunun 1,38 milyar dolan “Dövize Çevrilebilir Mevduat” ile 1,51 milyarı mal mukabili ithalattan doğan garantisiz ticari borçlardan kaynaklanıyordu. Yani 1978 yılında ödenmesi zorunlu borçların %60’ı bu iki kısa vadeli borç kalemine dayanıyordu. 1978 itibarıyla olağan ithalat düzeyi olan 5 milyar dolar ile birlikte 9,84 milyar dolarlık döviz ihtiyacına karşılık, beklenen ihracat ve işçi dövizleri geliri 3 milyar dolar kadardı. Kısa vadeli borçların dörtte üçüne yakın kısmı ise “özel ticari borçlar” niteliğindeydi. Vadesi gelen borçlar ödenmediği gibi, özel sektörün onlarca küçük ve orta boy yabana şirkete olan, mal mukabili ithalattan doğan “garantisiz ticari borçlar” da devlet tarafından devralınıp ödenmek zorunda kalındı. 1978’de vadesi gelen borçların ödenmemesi yanında elektrik enerjisinde kesintiler, darlıkların yarattığı karaborsa fiyatları, hızla büyüyen kara para olağan hale geldi.

Uluslararası sermaye, kendisine bağımlı işbirlikçi sermayenin temsilciliğini yapabilecek, artı-değerin dışarıya kesintisiz akışını sağlayacak bir birikim stratejisini uygulamaya koymaktan yanaydı. Başka bir deyişle, emperyalist finans merkezleri, kapitalist dünyanın kâr zincirlerinden Türkiye’yi koparmayacak, henüz doymamış iç pazarı içinde kendilerinin kâr edebilirliğini azami düzeye çıkarabilecek bir siyasal yapı oluşturma eğilimindeydiler. Bu eğilim, Körfez’de yaşanan askeri, siyasi, ekonomik, stratejik gelişmelerin Batı’daki yansımaları ile bütünlüklüydü. Emperyalist sistemin siyaset-strateji plânlama karargâhları Türkiye’de keskinleşen sınıf çelişkilerinin bilinciyle iç savaşta doğrudan taraf konumunda devreye giriyorlardı. Büyük bir kitleselliğe ulaşan sol dalganın açık kışkırtmalar, kanlı saldırılar, örgütlü katliamlarla kuşatılmasında emperyalist karargâhlara bağlı askeri, siyasi aygıtlar, istihbarat birimleri operasyonel faaliyetlerini yoğunlaştırıyorlardı. Bu arada dikkate değer bir gelişme de tekelci sermayenin plânlama örgütü “Türkiye Sanayiciler ve İşadamları Derneği”nin (TÜSİAD) giderek ağırlığını hissettirmesiydi. TÜSİAD’ın 10 Ekim 1977 farilinde yayınladığı, “1978 Ara Programı Hedef ve Dengeleri Ürerinde Görüş ve Öneriler” başlıklı raporunda formüle edilen ineriler 1978 bütçe ve programına neredeyse olduğu gibi, üstelik rakamlar düzeyinde de yansıyordu.

Grevlerin yasaklandığı, ücretlerin dondurulduğu ve yurtdışında çalışan işçilerden gelen büyük miktarda dövizin ülkeye aktığı 1971 darbesi sonrasında, Türkiye pazarının tüketim mallarıyla doldurulması süreci devam ediyordu. Örneğin Koç Grubu’nun toplam satışları 1972-1977 yılları arasında iki katma çıkarak 1,1 milyar doları bulurken, kârı ise daha da hızlı artarak 103 milyon dolara çıkıyordu; iç pazara yönelen Koç Grubu 1977’deki döviz ihtiyacının yalnızca %10’unu ihracatla karşılarken geri kalanı için hükümete dayanıyordu. Emperyalist tekellerin borçlandırma, ticaret ve üretken alanlara yatırım politikalarıyla uyum içinde gelişen ithal ikameci sanayileşme sonuç olarak, ara ve yatırım mallan dışa bağımlı, ulus ötesi tekellerden sağlanan patent, lisans, know-how’ların kayıtlamaları temelinde, emperyalist kuruluşlardan sağlanan proje ve program kredileri ile yabana sermayeli şirketlerin yönlendirdiği dışa bağımlı bir yapının etiketi oluyordu. Bu sanayileşmenin ana nitelikleri; iç pazara yönelik, ihracata kapalı korumacı dış ticaretin himayesiyle tekelci nitelikte ve dış borçla yeniden üretimin sağlanıyor olmasıdır. Ana özellikleri 1960’larda belirginleşen bu süreç, varlığını 1970’lerin sonuna kadar sürdürüyordu, iki yapının beslediği sorunlar yumağı, dış borç zincirlerini iyice sıkılaştırırken, ulus ötesi tekellerin ve dünya finans-kapital şebekelerinin uzantısı olan IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kuruluşların “istikrar tedbirleri” ile Türkiye’nin ekonomik-politik yaşamına ezici bir biçimde dahil edilmesine neden oluyordu.

Mevcut egemenlik ilişkileri ve Türkiye’nin emperyalist sistemle bağlan değiştirilmeden 1960’lı yıllardan itibaren uygulamaya konulan “plânlı” ve “bilinçli” ithal ikameci sanayileşme, önceki dönemde olduğu gibi, emperyalist ülkelerin borç ve yatırımlar tarzındaki sermaye ihracına yeni kanallar açıyor, giderek artan bir biçimde dış odakların yönlendiriciliğine giriyordu. Sanayi üretimi girdi yönünden, sanayi yatırımları da sermaye malları yönünden dışa bağımlı olduğundan, büyüme döviz akışına uyarlı biçimde gerçekleşiyordu.

Yaşanan bunalımla işsizlik de çığ gibi büyüyor ve emekçilerin yaşam koşulları daha da kötüleşiyordu. Türkiye’de 1962’de 640.000 olan işsiz sayısı 1978’de 1.435.000’e ulaşıyordu. Bu işsiz sayışma tarımdaki işgücü fazlası da eklenince 1962’de 1.440.000 olan işsizlerin 1978’de 2.175.000’e ulaştığı ortaya çıkıyordu. Bu durumda 1962’de %11 olan işsizlik oranının 1978’de %13,5 olduğu söylenebilir. 1970-1980 arasında memur aylıklarında belli bir artış seyri görülmekle birlikte gerçek aylıklarda gerileme %53’tür. Gerçek maaşlar 1970’ten itibaren sürekli düşüyor, sadece 1977’de 1970 yılı düzeyine ulaşabiliyordu. Bu yıldaki yükseliş ise katsayı ve yan ödemelerdeki artıştan kaynaklanıyordu. Ancak izleyen yıllarda şiddetli enflasyon bu artışları tırpanlıyor ve hızlı düşüşler söz konusu oluyordu.

İthal ikameci sanayileşme stratejisinin iflâsı ile birlikte yoğun bir kriz tablosu ortaya çıkıyordu. 70’lerin ortasında iyice belirgin hale gelen kriz, ithal ikameci modelin tüm emniyet sübapları devreye sokularak 70’lerin sonuna kadar ertelenebildi. 70’lerin sonu itibariyle şiddetli enflasyon ve döviz kıskacı sistemi komaya soktu. Bu iki sorunun ortak sonucu ise kaynakların üretken sektörlerden üretken olmayan spekülatif alanlara kayması ve bununla bağlantılı olarak kapasite kullanım oranlarının görülmemiş boyutlarda gerilemesiydi.

70’lerin sonlarına gelindiğinde sermaye sınıfı açısından yeni bir birikim modeline geçiş zorunluydu. Bu aynı zamanda uluslararası sermayenin talepleriyle de örtüşüyordu. Yeni birikim modeli tartışmalarının başlangıç yılı 1978’di. 1978’de hazırlanan 4. Beş Yıllık Kalkınma Planı Stratejisi’ne Dünya Bankası müdahale etmeye çalışıyordu. İhracata yönelik yeni bir birikim stratejisinin plân metnine girmesine karşı Devlet Planlama Teşkilatında çalışan teknisyenler ve hükümetin bir kanadı yoğun tepki gösteriyordu. Uluslararası kuruluşlar ve tekelci sermayenin talepleri CHP Hükümeti içindeki bazı unsurlardan destek alıyordu. Yeni birikim stratejisinin tekelci sermayenin ekonomik, politik, ideolojik hegemonyasını perçinleyeceği açıktı. Ancak bürokrasi içinde köklü bir tasfiyeye gitmeden bu ölçekte bir değişimin gerçekleşmesi mümkün değildi. Dolayısıyla iç savaş tüm sınıfsal ölçekler temelinde bürokrasi içinde de yankısını buluyordu.

CHP Hükümeti içindeki bazı kesimlerin ve bürokrasinin muhalefetine rağmen 1979 yılında IMF ve Dünya Bankası’nın Önerileri doğrultusunda yeni birikim modeline yönelik ilk katarlar alındı. “Ekonomiyi Güçlendirme Programı” adıyla sunulan bu kararlar “24 Ocak Kararları”na açılan yolu döşüyordu. TÜSİAD, izlenen ekonomi politikasının ve alman kararların genel hatlarıyla doğru olduğunu açıklıyor, ancak, önlemleri “yetersiz, yavaş, tereddütlü, geç, etkin olmaktan uzak ve tamamlayıcı değerden yoksun” bulduğunu bildiriyordu. CHP Hükümeti ile başlayan ihracata yönelik birikim stratejisine geçiş programının eksik halkalarını AP Hükümeti 24 Ocak 1980 Kararları ile tamamlanıyor, uygulama ise 12 Eylül darbe yönetimine bırakılıyordu. Yani, 12 Eylül rejiminin ekonomik, politik temellerini oluşturan yeni birikim stratejisinin çerçevesi CHP ve AP Hükümetlerinin ortak imzasını taşıyordu. 12 Eylül 1980 darbesi, işlenen ekonomi politikasının etkin ve engelsiz bir biçimde uygulanacağı ortamı yaratıyordu. Toplumsal muhalefetin yaygın, etkili olduğu, işçi hareketinin yoğunlaştığı, devrimci gençliğin en sert mücadele biçimlerinden kaçınmadığı koşullarda parlamento içinde tekelci sermaye programı ile uyumlu bir politik mutabakat sağlanamazdı. Tekelci sermaye, emperyalist merkezlerin ekonomik, askeri, politik programlan doğrultusunda şiddetli ve hızlı bir dönüşümün uygulanmasından yanaydı. Tekelci sermayenin politik “hız” kavramı, Türkiye’de 70’lerin kanlı düğümleri ile 12 Eylül rejiminin şiddetinin arka plânında bulunan tarihsel failin niteliğine ışık tutuyor. Rahmi Koç’un 24 Ocak Kararları’nın 12 Eylül’den önceki ve sonraki dönemde uygulanmasına ilişkin bir soruya verdiği cevap, 70’lerin kanlı ilmeklerinin dokunma gerekçesi ve 12 Eylül darbesinin dinamiklerine ışık tutar:

Büyük fark şuradan ileri gelmektedir. 12 Eylül harekâtından önce herşeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani herşey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır.

Söz konusu “zaman tasarrufu” ile ölüm, işkence, yoksulluk eğrisi arasında istatistiki bir oran vardır. “Demir Ökçe”nin çelik çekirdeği TÜSİAD, yürütmenin silahlı bürokrasi kanadının demir disiplinine dayalı bir ekonomik ve siyasal hegemonya talep ediyordu.

1978’de temelleri formüle edilen yeni birikim stratejisi doğrultusunda ihracata dönük, emek-yoğun tüketim mallan sektöründe uzmanlaşılması ve ulus ötesi şirketler ile tekeller için fason üretim yapılması benimseniyordu. Bu politika çerçevesinde yeni modele uyan sektörleri teşvik etmek, uymayanları ise tasfiye etmek veya daraltmak üzere “temizlik harekâtı”na girişiliyordu. Amaç, kaynakların büyük ölçekli üretime aktarılması için sermayenin merkezileşmesini sağlamaktı. Bu konuda tüm devlet gücü tekelci sermayeden yana politikalar için harekete geçiriliyordu. Ancak, devletin tekelci sermayenin ve ulus ötesi şirketler ile emperyalist karargâhların siyasetlerine Uyum sağlaması için “çürük”lerden temizlenmesi gerekiyordu. Eğitim, istihbarat, dışişleri, yargı, maliye, plânlama, polis gibi köklü bürokratik kurumlarda “temizlik” önce gladio ve paramiliter çetelerin terörü ile bunu takiben de 24 Ocak 1980’de tüm maliye-ekonomi bürokrasisinin denetimini tam bir bürokrasi darbesi ile Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a teslim eden operasyonla mesafe katediyordu. 12 Eylül darbesi ise yeni sermaye birikim rejiminin ekonomik, siyasi, toplumsal yönleri ve emperyalist stratejinin yeni egemenlik tarzıyla uyum sağlamayı reddeden bürokratik unsurları temizleme işine nihai biçimini veriyordu.

“Milliyetçi Cephe” Hükümetleri, bir yandan paramiliter güçlerin silahlı kampanyalarını örgütlüyor, diğer yandan da ayakta kalabilmek için kısa vadeli ve yüksek faizli, büyük risk taşıyan “dövize çevrilebilir mevduat”lara (DÇM) sarılıyordu. Ancak, bu “milliyetçi” söylemi ağdalı siyasi koalisyonlar, uluslararası tefecilerin tuzağına ne ölçüde düşülüp borçlanılırsa o ölçüde bunu dış politika “başarılan” olarak savunuyorlardı. Değer çarpıtması, dünya kapitalist sisteminin borç tuzağı ve enflasyon-devalüasyon sarmalına zincirlenen Türkiye tablosunu örtemiyordu. Diğer yandan sadece Batı’ya dönük siyasal/ideolojik ilişkiler ağına hapsolan Türkiye, her ekonomik krizle birlikte dış politikada da sarsıntılar yaşıyordu. Tablo vahimdi, TC Merkez Bankası’nın, Amerikan Morgan Trust aracılığıyla 1976’da alabildiği 150 milyon dolarlık kredinin 6 milyon dolarlık üçüncü taksidi son dakikada büyük güçlüklerle ödenebiliyor ve dışarıdaki tüm resmi binaların haczinden son anda kurtulmak mümkün oluyordu. 1978 yılı, geciktirilen krizin patlamasında ve ülkenin yeni bir politik, ekonomik, diplomatik aşamaya geçişinde başlangıç oldu. Enflasyonun %100’Iere doğru tırmanması, büyüme hızının sıfıra inmesi ve karaborsa 1978’de başladı. Ülkede temel mallar bulunamaz hale gelirken, burjuvazi “istikrarsızlaştırma” operasyonunun işletilmesi için düğmeye basıyor, her türlü ekonomik sabotaj, istifçilik, zam yağmuru birbirini izliyordu. 17 Ocak 1978’de parlamentoda güvenoyu alan Ecevit Hükümeti, aslında çok geniş çerçeveli bir “istikrarsızlaştırma” operasyonunun hedefi gibi görülmekle birlikte temel eğilimleri itibariyle sistemle çatışma içinde değildi. Sosyal devrimden ve emekçi sınıflardan olanca korkusuyla Ecevit, kendisini de bir süre sonra tasfiye edecek rejimi kurtarmak için “canhıraş” çırpınıyordu. Batı’da kimse kredi taleplerini ve “demokrasi çöker, stratejik önemimiz büyüktür” gibi gerekçeleri dinlemiyordu.

1978 yılında TÜSİAD üyeleri, krizden çıkış yollarını araştırmak amacıyla ABD’ye gidiyorlar ve orada Amerikalı yetkililer ile uluslararası finans kuruluşlarının temsilcileriyle bir dizi görüşmeler yapıyorlardı. Uluslararası sermayenin TÜSİAD temsilcilerine söyledikleri şöyleydi:

Türkiye, ödemeler dengesinin denkliğini sağlasın. Önce %7-8 kalkınma hedefi koyup, sonra ödemeler dengesini kuramazsınız… Devalüasyon olunca halkın alım gücü azalır, siz de ihracat yaparsınız…

Türkiye’nin Batı’dan kopmaması için her şeyi yapmanız zorunlu. Türkiye çok hata yaptı. IMF Türkiye’ye para vermeyecek. Türkiye son zamanlarda sosyal konuya, sosyal yardıma çok önem vermeye başladı. Paranız yoksa sadaka dağıtamazsınız. Petrol fiyatı hâlâ çok ucuz. Hiçbir şey karşılıksız verilmez. Hediyenin bile bir fiyatı vardır… Avukat yetiştireceğinize, üniversitelerde tüccar yetiştirin… Artık ABD’nin Türkiye’ye yardım için ayıracağı fonlar yok. ABD istese de, Türkiye’ye 2 milyar dolar yardım yapamaz. Carter, 50 milyonu vermek için çok gayret sarf etti… Yeni para için bozulan itibarınızın onarılması şart. Bunun yolu ise ihracatta artıştan ve iç talebin kısılmasından geçer. Halkı talebin kısılacağına ikna etmek lazım.

Krizin ağır faturaları ile karşı karşıya kalan, giderek yoksullaşan bir halkın en yaşamsal ölçeklerde bulunan talebinin kısılması için hangi yöntemlerle “ikna” edileceği 12 Mart rejimi, Şili tecrübesi ile büyük sermayenin malûmudur. Üstelik yaygın bir toplumsal muhalefet, gözü pek bir devrimci gençlik hareketi, örgütlü bir işçi sınıfının varlığı “ikna”nın son derece şiddetli yöntemlere dayanacağını gösteriyordu.

Ekonomik kriz, sosyal ve politik alanda da varlığını duyuruyordu. Mevcut yapı ve kurumlarla, geçerli devlet ve toplum anlayışıyla krizi aşmak mümkün değildi. Diğer taraftan emperyalizmin finansal, iktisadi, askeri krizi ile boyutlanan yeni koşullarda Türkiye’ye verilen rol de değişiyordu. Egemen sınıflar bloku eski egemenlik ilişkileri, kurumları ve ideoloji temelinde ülkeyi yönetemiyordu. Otoriter hız ve şiddetin kararlılıkla uygulamaya konulması zorunluydu. Diğer yandan son derece etkili olan kitle hareketini de mevcut anayasal ve yasal çerçevenin değişimi engelleyen cenderesi içinde tutmak mümkün değildi. Aydınlar, sendikalar, meslek odaları, devrimci gençlik, toplumsal muhalefeti temsil eden dernekler kurulu düzeni eşitlikçi, ulusal-halkçı ve bağımsızlıkçı bir dönüşüme zorluyordu.


Kaynak: Suat Parlar, “Kontrgerillanın İşgal Kuvvetleri – 16 Mart 1978 Katliamı “, Bağdat Yay., 2006, İstanbul.

Yazı, Halk Sahnesi web sitesinden alınmıştır.

image_pdf
Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.